Kitabında bahsedeyim ben sizlere biraz. Kitap Avrupa tarihi için büyük önem arz eder.Kısaca İlahi komedya’ dan bahsediyorum. Kitap yazarımız sürgüne gönderildikten sonra yazılmaya başlanır. Ve yazar şöyle der: “ İnsan için en acı şey, sefalet günlerinde zenginlik anlarını hatırlamaktır” Yazar, ortaokul çağında iken komşu kızıyla evlenir. Yazarımız her ne kadar Ortaçağ zihniyetine sahipse de bir yandan da Rönesans ‘a ait olan insan tipini oluşmasına ön ayak olurlar. Homeros Latin dönemi için ne ise, Nietzche’ de Avrupa’nın Ortaçağ’ı için odur. Nietzche ömrü boyunca sevdiği bir tek kız vardır. Bu kızı ilk sekiz yaşında görür(Beatrica) . İkinci kez 18 yaşında görür sevdiği bu kızı.(Beatrica) Bu kızın diğer kızlardan farklı bir güzelliği vardır. Bunu size nasıl anlatsam bilmiyorum ama günümüzden örnek verebiliriz. Günümüzde artık kadın güzelliği boyalarla,süslemelerle bezenmiş durumda. Kadın klasikleşmiş bir kalıba girmiş. O zamanın kadını da kendine göre bir kalıba bürünmüş. Ne, aşık olduğu kız tamamen doğal bir güzelliğe sahiptir diyebiliriz. Ne, siyasi çekişmeler yüzünden, ülkesinden sürgün edilir. Ve artık İlahi komedyanın yazılma zamanı gelmiştir. Özellikle üzerinde durulan kısım Cennet, Cehennem ve Araf kısımlarıdır. Yazar, teknik olarak Hz.Muhammet’in Miraç olayından etkilenmiştir. Hz. Muhammet (s.a.v) yazarı sadece bu konuda etkiler. O’ da eserini öte dünyaya yolculuk olarak adlandırır. Aslında eserin ilk adı Komedya’dır. Bu gülünç manasına gelen komedya değil. Birde bunun kullanım alanının farklı olduğu sosyal içerikli kullanımı vardır. Eser, dönemin bütün sosyal olaylarını, kişilerini içerir. Bu anlatımlardan sonra eser, Cehennem kısmına gelir. Cehennem kısmına sürekli azap çekmekte olan insanlar vardır. Bu insanlar yandıklarında değil Allah’ın rızasını kaybettiklerinden ağlamaktadırlar. Cehennem bir arınma yeridir. Nietzche’ye burada kılavuzluk eden kişi Virgiliıus’tur. Virgilius aklı temsil eder. Rönesans’ın eski dönemleri incelediği burada ortaya çıkar. Cehennem bir arınma yeri demiştik. Zina eden insanlar bir ağaç kavuğuna sıkışmış oldukları halde, rızayı kaybettikleri için sızlanmaktadırlar. Cehennem yolculuğunda Nietzche’yi koruyan bir görünmez güçte vardır.
Cehennem kısmından sonra Araf kısmı gelir önümüze, Burada Cehennemden çıkanları taze bir çimen kokusu karşılar. Artık insanlar günahlarının birçoğundan arınmışlardır. Burada da bir bekleme süresi vardır. Burada da nefsin terbiye kısmı yer alır. Örneğin şişman bir adam yemek istediği şeylere ulaşamaz bir türlü burada. Böylece nefsi terbiye edilir. Cehennem kısmında Nietzche’nin eleştirildiği çeşitli kısımlar vardır. İslam aleminin büyüklerinin orada olması doğu kültürü için tepki olusturabilmekte. Fakat bunun yanında Nietzche, kendini sürgüne gönderme konusunda adı karışan herkesi ayırt etmeksizin Cehenneme koymuştur. Ama bunun yanına kötü bir kadın odluğu herkes tarafından binle bir kadın Cennet’tedir. Bir diğer konu O’na kılavuzluk eden, Virgilius’ta Cehennem’dedir. Çünkü O, Hristiyanlık gelmeden önce yaşamıştır. Ve Hristiyanlık gelmeden önce yaşayan bütün bilinen ünlüler Cehennemde yerini almıştır. Seyahat sırasında yolumuz en son Cennet’e düşer. Virgilius kapıya kadar O’na eşlik etmiştir ama bundan sonra Cennet’e giremez. Bunun iki nedeni vardır. Başta söylediğimiz gibi Nietzche’nin koyu dini inançları devam ediyor ve Virgilius bir Hristiyan değil. Bu yüzden Cennetê giremez. İkincisi ise, Virgilius aklı temsil ettiği için Cennet’e giremez. Çünkü yücelere ulaşmak için kalp gereklidir. İman, kalpte anlam bulur. Kapıda Nietzche’yi çocukluk aşkı karşılar. En son O’nu 18 yaşında görmüştür. O kadın şimdi olgun bir kadın olarakkarşısında durur. Nietzche ‘ de sevdiği asla 18 yaşında kalmamıştır. Gerçek hayatta genç bir yaşta ölen sevdiği O’nu Cennet kapısında karşılar. Nietzche başkasıyla evliliğinden gerçek sağlıklı ilişkiyi ilk sevgilisi öldükten sonra kurabilmiştir. Kadın olgunlaşmış 37yaşlarına gelmiştir Cennet kapısında. Nietzche O’ nu muhayyilesinde daima yaşatmış ve 35 yaşına kadar getirmiştir. Kitap kısaca böyle. İlk adı komedya iken, ötelere yolculuk içeriği olduğu için, İlahi ismi daha sonra konulmuştur. Kitabın bir diğer özelliği millet olma sürecinde olan bir toplumun dilsel birlikteliği sağlaması bakımından büyük önem taşır. Hatta bu eser ve Nietzche için milletinin bağımsızlığı için mücadele eden bir General kadar önemli bir şahsiyettir. Ortaçağ zihniyetine sahip olsa da Rönesans kültürü ve insanına zemin hazırlamıştır.
Bİr kesit not: Kur'an mana içinde mana içerir. Onu anlamak fazlasıyla emek ister. Ayrıca onu anlamadan okuduğunuzu zannetseniz de İlahi özelliğinizden dolayı sizlere mana aktarır. Bu konularda araştırmacı olsak iyi olur.
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, 'Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.' (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen 'Şeyâtîn' kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar.(İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav) , Ebu Zer'e (ra) sorar: 'İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı? ' Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: 'İnsanlardan da şeytan var mı? ' Allah Rasulü cevabında: 'Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.' (Müsned, 5/178) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.(Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz'den (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: 'Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır.' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav) , sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: 'Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş! ..' (İbni Mace, edep 44; Ebu Davut, edep 57; Müsned, 2/345)
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya 'Şeytan' demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve 'Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan' demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne: 'Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi? ' Allah Rasulü: 'Evet' dedi. Ben de: 'Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı? ' diye sordum, yine 'Evet' dedi. Bunun üzerine ' O nasıl olacak? ' deyince Allah Rasulü de: 'Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi! ..' cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine 'O zaman ben nasıl hareket edeyim? ' diye sorunca da: 'Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et! ..' (Müslim, İmare, 52) buyurdu.
Hz. Âdem ve Şeytan Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem'e secde emri, söz konusu olunca, şeytan'ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk'ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk'ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: 'Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.' (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur'an-ı Kerim; 'Derken şeytan onları oradan kaydırdı.' (Bakara/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah'a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sav) , esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: 'Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın! ' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; edep 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, edep 7; Salat 156)
Mü'minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü'mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te'sirinde kalan mü'minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Adem'in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah'a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O'nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem'in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve 'sakın buna dokunmayın' demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem'in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: 'Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı) ' (Bakara/37) . Yani O, 'Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.' dedi. Hz. Adem'in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb'i de O'nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle 'Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.' (İbni Mace, Zühd 30) Öyleyse Hz. Adem'e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah'a zelle isnad etmek en azından su-i edebtir.
Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (as) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.
Vesvese İle İlgili Konular Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan 'vesvâs' kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan 'vesvesenin kaynağı' demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı zikredilir.
'Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız.' (Kâf/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; 'Şeytan Adem'e vesvese verdi' (A'raf/20; Tâha/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
'Nefsin vesvesesi' tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, 'Senin en büyük düşmanın nefsindir' (Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143) diyen Allah Rasulü (sav) , işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, 'İmanın ta kendisidir! ' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi... Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. 'Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer' (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam'ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, 'Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım' diyen birine, Efendimiz'in (sav) cevabı: 'Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (as) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Şeytan, ya 'Şatana' ya da, 'Şâte' fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre 'uzak olan'; ikinciye göre ise, 'bâtıl olan' manalarına gelir. (İsfehani, Müfredat-i Elfazı'l-Kur'an, Ş-T-N maddesi, s.454) Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona 'Şeytan' denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel'ûn varlık, neticeye ve Yaratıcı'sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah'ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O'nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O'nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah'ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk'ın 'Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir? ' sualini: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.' (A'raf/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki! .. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kader'e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevab vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, 'Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.' der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis'in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk'ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira 'ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir' kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in (as) Eğe Kemiğinden Yaratılması...
İnsan, tekâmül neticesi şu hali iktisap etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev'i olarak yaratılmıştır. Yoksa, nev'ilerin değişmesi neticesinde bir şeyler iktisap ede ede bu hâle gelmemiştir. İstifa-i tabii'ye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hale gelmiş değildir. İnsan, nev'i olarak, Allah tarafından yaratılmıştır. Hz. Adem de bir bakıma, Hz. Mesih gibi mucize olarak yaratılmıştır. Sebepler alemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkan yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekamülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar... Yapılan haklı tenkitler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususta yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir... Sebepler alemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malul (sebep-netice) dengesi içinde 'tenâsüb-ü illiyet prensibi'ne göre ele alırız. Mesela diyoruz ki; bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah'ın (cc) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsait olması gibi şartlar lazımdır. İşte bu sebepler, omuz omuza verince 'illet-i tâmme' dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebep) , malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah'ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir ruşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur. İnsanın ilk yaradılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz. Diyelim ki; bir canlıdan, diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleştirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmeyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani 'tenâsüb-ü illiyet' prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve her şey mükemmeldir. O zaman Allah'ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vakıa, harikulâde kabilinden Allah (cc) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir... Evet bu, işin esbap içinde îzahıdır. Mesele, illetle-ma'lûller, sebepler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, natürel seleksiyonla değil, Allah'ın (cc) ve Resulünün (sav) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder. Allah diyor ki: 'Sizin izah edemediğiniz noktayı ben size anlatayım; 'bu bir mûcizedir. Hz.Adem annesiz babasız; Hz. Mesih ise babasız bir mucizedir. Allah, herhangi bir varlığı bazan anasız, bazan babasız meydana getirdiği gibi, bazen de hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hz. Adem'in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye, imkân yoktur. Kur'an-ı Kerim meydan okuyor. 'Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler.' (Ankebut/20) Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler? Bunun gibi, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da, izah edemiyoruz. Tabii edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da, safdillik olur. Çünkü aynı şey Hz. Adem ve Hz. Mesih için de bahis mevzuudur. Hz. Adem ve Havva'nın yaradılışı unutulduğu için, Hz. Mesih'in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hz. Mesih'in dünyaya gelişini soranlara: 'Allah'ın nezdinde Hz. İsâ'nın durumu, Hz. Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona 'ol' dedi ve oluverdi.' (Ali İmran/59) buyurmaktadır.. Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hz. Mesih'le Allah (cc) onu yeniden hatırlatıverdi. Şimdi serrişte edilmek istenen Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe-kemiğinden yaratılması meselesine gelelim: Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalektiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hz. Adem'in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hz. Havvâ yaratılıyor.. Niye eğe kemiği ve niye Hz. Adem'den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim; insanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah'ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensipleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsi hüviyeti, iç alemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah'ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah'ın varlığına kati şahit olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylesof, mütefekkir, kelamcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selamete çıkmağa çalışıyor. Hele bunların bin tânesi bir araya getirilince, Allah'ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil. Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hz. Adem'in eğe kemiğinden, Hz. Havva'nın, yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşit şöyle bir misalle dile getiriyor: 'Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşahede ile sabittir ki; bir mimar elinden çıktığını gösteren katı, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede. küçük bir taşta, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakatı bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.' Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikten başka bir şey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah'ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikatı ilân ettiği halde, her şeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?
Eğe kemiği meselesi, Buhari, Müslim, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'inde anlatılıyor. Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim de Nisa suresinde 'Ey insanlar O Adab'a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı.' Sure şeklinde meseleye temas ediyor. Burada Arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler 'Hâ' şeklinde; erkeğe râci zamirler 'Hû' şeklindedir. Bunu aşağıdaki ayette açık olarak görmek mümkündür: 'Sizi bir nefisten yarattı; eşinizi de ondan yarattı.' (Zümer/6) Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenab-ı Hak evvelâ Hz. Havva'yı, zât-ı Adem'den değil de mâhiyet-i Adem'den yarattı. Çok dakik bir husustur bu... Nefs-i Adem, mâhiyet-i Adem'den başkadır. Meselâ bir insanın, 'zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir' denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah'a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mâhiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı, sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibariyle başka, cesedi itibariyle başkadır. Kur'an-ı Kerim Hz.Havva'nın hilkatini ele alırken:'minha'sözüyle 'o nefisten' diyor; Adem'den değil. Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp, âhâdi olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icap eder. Bu husus ayet ve hadislerin izahında önemli bir usûldur. Ayet burada mütevatir ve Allah'ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi ayete ircâ etmek ve müphem noktaları ayetle aydınlatmak gerekir. Evvela, Resul-ü Ekrem'in (sav) bu Hadis-i Şerif'i ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lazım gelir. Buyuruyor ki:'Kadınlara hayır tavsiye edin.'Yani,onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçı olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; İhmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün irâdına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, 'menat' kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır. Allah'ın Resulü (sav) bunu anlatmak için bir husus tespit ediyor. O da, erkeğe nispeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı... Demek ki, esasen Hadis-i Şerifte anlatılmak istenilen şey, Hz.Havva'nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur. Tabii, burada ifadenin bu şekilde irâd edilmesi ne hikmete binâendir, o da ayrı bir mesele... Resul-ü Ekrem (sav) bunu ifade ederken,'min dal'ihî' 'eğe kemiğinden' demiş. Buradaki `inin' Türkçe'mizde, 'den' karşılığıdır. Ama bu bazan 'teb'iz' içindir, bir şeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen 'beyan' mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binâenaleyh, burada Resul-ü Ekrem (sav) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir. Efendimiz'in (sav) bu türden pek çok ifadeleri vardır... Meselâ buyuruyor ki, Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur.' Kaçan bir deve münasebeti ile, bunu söylüyor. Ve devam ediyor; 'Deve şeytandan yaratılmıştır.' Şeytanın artığından gibi bir şey... Esasen Efendimiz (sav) bu ifadelerinde; nasıl insanların şeytanları var; öyle de, hayvanlar içinde de, şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır; diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama: 'Bu adam odundandır.' deriz. Elbette ki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyet yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi 'Falan insan şeytandır' dendiği zaman; iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kastedilmiştir. Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz'in (sav) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin 'eğe kemiğinden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onun ki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü ayetin sonunda şöyle diyor: 'Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi.' (Nisa/1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lazım... Hadiste 'dalâa' kelimesinin kullanılması, kök itibariyle eğrilik tabirinden daha çok,eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir. Resul-ü Ekrem (sav) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem buna şâhiddir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i dalâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadiste işaret buyurduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidâr olur.. Tekerleklerin üzerine; helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir...? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resul-ü Ekrem (sav) erkeğin en eğri tarafından alınmış diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhalde bu hususu ifade etmek için, bundan daha güzel ve tatlı bir tâbir seçilemezdi. Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat'ın Tekvin bölümünde Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Esasen Hz. Adem'in herhangi bir tarafından Hz. Havva'nın alınmasında hiç bir beis yoktur. Allah'ın mucize olarak yarattığı Hz. Adem, daha su-toprak arası bir halde iken, o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp, ondan da Hz. Havva'nın yaratılması, hiçte istiğrab edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hz. Adem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için bir şey söyleyememekte, ma'kul bir tefsir getirememektedir. Binâenâleyh ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah'ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffel-kalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan-kâinata, her şeyde Allah'ın ilim, irade ve kudretinin Kahhar hakimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz. Doğruyu O bilir ve doğru O'nun dediklerinde aranmalıdır.
İsrâiloğullarına gönderilen ve Kur'an-ı kerim'de ismi bildirilen peygamberlerden.Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülülazm denilen altı peygamberin beşincisidir.Annesi hazret-i Meryem'dir.Allahü teâlâ onu babasız yarattı.Kudüs'te doğdu.Otuz yaşında peygamber oldu.Kendisine İncil adlı kitab gönderildi.Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı.Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir. Îsâ aleyhisselâmın annesi Meryem Hâtun,Süleyman aleyhisselâmın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı.Hazret-i Meryem,onbeş yaşına geldiği zaman,Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı.Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ,hazret-i Meryem'e babazız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.Hazret-i Meryem,Allahü teâlânın emri ve kudretiyle Îsâ aleyhisselâma hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra,normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı.Bu hâlleri gören Îsrâiloğulları,dedikodu yapmaya başladılar.Çeşit çeşit iftirâda bulunup akla gelmeyecek,ağıza alınmayacak şeyler söylediler.Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem,Kudüs'ün 10km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm'e çekildi.Her şeyin Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek,insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.Îsâ aleyhisselâmın doğumu yaklaştığı sırada,bulunduğu yerin bahçesinde yürürken kurumuş bir hurma ağacının altına geldi.Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı.Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi.Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi.Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı.Bu hâl,hazret-i Meryem'i tesellî etti.Bu sırada hazret-i Îsâ dünyâya geldi.Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman,doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp,yere döküldü.Şeytanlar bu duruma şaştılar.Nihâyet büyükleri olan İblîs,onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyaya geldiğini haber verdi.O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü. Hazret-i Îsâ'nın doğduğunu öğrenen İsrâiloğulları,Beyt-i Lahm 'e geldiler. Hazret-i Meryem'in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; 'Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin.Sen pek genç,fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın? Bu ne acâip ve ne şaşılacak bir hâldir? ' dediler.Hezret-i Meryem,bütün söylenilenleri sabırla dinledi.Hiç cevap vermedi.Ancak; 'İşin hakîkatini size o haber versin.Siz onunla konuşun.Ondan sorup anlayın! ' mânâsına kundakta bulunan hazret-i Îsâ'yı işâret etti. Onlar kundakdaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince,kundakta bulunan hazret-i Îsâ elini kaldıraarak cevap verdi ve dedi ki: 'Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız.Muhakkak ki ben,Allahü teâlânın kuluyum. O,bana kitap verip,beni peygamber kılacaktır.Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum günde,öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.' dedi.Hazret-i Îsâ'nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları,dillerini yutmuş gibi oldular.Hiçbir şey söyleyemediler.Buna rağmen dedi-kodu yapmaktan,çeşit çeşit iftirâlarda bulunmaktanda geri durmadılar. Roma imparatorunun Şam vâlisi,babazız doğduğu için ikisini öldürmek istedi.Annesi onu alarak Mısır'a götürdü.Hazret-i Îsâ oniki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar.Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.Otuz yaşına girince,Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi.Peygamberlik emri bildirilince,hemen tebliğe başladı.İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi.İsrâiloğulları bu dâveti kabul etmediler.Îsâ aleyhisselâm inanmayanlara mûcizeler gösterdi.Îsâ aleyhisselâm var gücüyle gayret göstermesine rağmen,pek az kişi inandı.İsrâiloğulları ona îmân etmedikleri gibi,dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar.Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar.Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettiler.Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen oniki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı. Yahûdîlerden bir topluluk Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar.Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca,onlar hakkında bedduâda bulundu.Allahü teâlâ bu duâyı kabul edip,hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahûdîler,hâdiseyi aralarında görüştüler.Hepsi hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar.Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar.Roma İmparatoru'nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot'u kandırıp,Îsâ aleyhisselâmın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin'de yeni bir hükümek kurmaya çalıştığına inandırdılar.Hazret-i Îsâ,son defâ olarak Havârileri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara 'Horoz ötmeden (yani sabah olmadan) sizin biriniz beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır.' dedi.Hakikâten Yahuda isimli Havârî,sabah olmadan Yahûdîlerden bir miktar para alıp,hazret-i Îsâ'nın yerini haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için Yahûdîlerle berâber eve girince,Allahü teâlâ Yehûdâ'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti.Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler.Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı.Îsâ aleyhhisselâm bu sırada otuzüç yaşındaydı.Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra,Romalılar Kudüs'e hücum etti.Yahûdîlerin çoğunu öldürüp,bir kısmını esir ettiler.Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar.Îsâ aleyhisselâma yaptıklarının cezâsı olarak,hakîr ve zelîl oldular.Hiristiyanlar,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne,fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar.Müslümanlar ise,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar.Bu husus Kur'ân-ı kerîm'de Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: 'Onu asmadılar,onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti...' Ayrıca hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:'Îsâ (aleyhisselâm) ölmemiştir.O kıyâmetten önce size dönecektir.', 'Ben Meryem oğlu Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünya ve âhirette en yakınıyım.','Benimle Îsâ (aleyhisselâm) arasında başka bir peygamber yoktur.' Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı 33 yaşında İdris aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı.İnsanları üç sene dîne dâvet etti.Vasiyeti üzerine Havârileri etrafa dağıldılar.Îsevîliği insanlara anlatmaya başladılar.Bu hak dînin yayılması 80 sene sürdü.Sonra Hıristiyanlar sapıklığa düştüler.İncil'i değiştirdiler.Nasıl ki Yahûdîler hazret-i Meryem ve hezret-i Îsâ'ya iftirâ ettilerse,Hıristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanca saplandılar. Bir kısmı,'Meryem oğlu Îsâ Allah'tır.' dedi.Bazıları,'Allahın oğludur.' dedi.Bir başka grup da; 'Baba,oğul ve rûhül-kudüs'ten biridir' dedi. Îsâ aleyhisselâm hiç evlenmemiş.Dünyâya kıymet vermemiştir.Kıyâmete takın Şam'da Ümeyye Câmiinin minâresine inecek,evlenecek,çocukları olacaktır.Hazret-i Mehdî ile buluşacak,40 sene yaşayıp,Medîne'de vefât edip,Peygamberimizin kebrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir.İslâm dîninin hükümlerine tâbi olacak,ictihâd edecektir. Avrupa kitaplarında Eflâtun'un mîlattan 347 sene önce öldüğü yazılıdır.Îsâaleyhisselâm gizli dünyâya gelip,dünyâda az kalıp göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havârî bilip,Îsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından mîlât,yâni noel gecesi doğru anlaşılmamıştır.Mîlâdın,birinci kânunun (Aralık) yirmi beşinde veya ikinci kânunun (Ocak) altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi,bugünki mîlâdisenenin beş sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır.O halde mîlâdi sene doğru ve kat'î olmayıp,günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır.İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) ve Burhan-ı Kâtı'nın bildirdiklerine göre,Yunan filozofu Eflatun (Platon) Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşamıştır.Buna göre mîlâdi takvim 300 seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman bin seneden az değildir. Îsâ (aleyhisselâm) peygamberliği îcâbı mûcızeler gösterdi.Mûcizeleri dokuz çeşitti: 1. Beşikteyken konuştu. 2.Ölüleri diriltirdi.Bilhassa dört ölüyü dirilttiği meşhurdur.Bunlar Sam bin Nûh,Şeddad bin Âd,Mâsân bin Mâlân ve Beni İsrail'den bir çocuktur. 3.Anadan doğma kör olanları sağlamlar gibi gödürür,bir cilt hastalığı olan baras illetini iyi ederdi.Eliyle hastaya dokunguğunda iyi olurdu.Eliyle mesh etmek sûretiyle hastaları tedâvi ettiği için kendisine Îsâ-i Mesih dendi.(Mâide sûresi:110) 4.Âl-i İmrân sûresi 49. âyetinde bildirildiği gibi kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verdi. 5.Mâide sûresi 110. âyetinde bidirildiği gibi çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince,Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu. 6.Mâide sûresi 114. âyetinde bildirildiği üzere Havârîler,içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklif ettiler.Hazret-i Îsâ ellerini kaldırıp duâ edince,ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi. 7.Îsâ aleyhisselâm uykudayken yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi. 8.Ne zaman istese ellerini göğe kaldırıp duâ edınce o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi. 9.Îsâ aleyhisselâm Yahûdîlerden (Benî İsrâil) uzak olduğu hâlde sözlerini ve gizli hallerini bilirdi. Îsâ aleyhisselâmın dîni; Îsevîlik: Mûsâ aleyhisselâmın dîni,Îsâ aleyhisselâmın zamânına kadar devâm etti.Fakat,Îsâ aleyhisselâm gelince,bunun dîni olan Îsevîlik Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti,yâni Tevrat'ın hükmü kalmadı.Bundan sonra,Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp,tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar,Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu.Fakat,İsrâiloğullarının çoğu Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip,Tevrat'a uymak için inâd etti.Yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı. Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük dğşmanlarından olan Paul,Îsevîliği kabul ettiğini,Îsâ aleyhisselâmın kendisini,Yahûdî olmayan milletleri Îsevîlere dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu.İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi.Çok iyi bir Îsevî görünerek,Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu.Tevhidi (tek Allah inancını) ,teslise (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh): Îsevîliği Hıristiyanlığa çevirdi.İncil'i değiştirdi.Îsâ Allah'ın oğludur,dedi... Îsâ aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları: 'Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.Gözde bakışı,kalpte şehveti büyütür.(İnsanı açgözlü doymez eder.) Yemin edeim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak) ,sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.Dünyâdan geçmeye bakın.Tâmiri ile uğraşmayın.' 'Dünyâyı isteyen deniz suyu içene benzer.Ne kadar içerse,harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.' 'Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana,dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.' Allah katında en sevgili şey,sâlih kalplerdir.Allahü teâlâ onların hürmetine dünyâyı yaşatır.Onlar bozulunca yeryüzünü harâb eder.' 'Ağaçlar çoktur,ama hepsi meyve vermez.Meyveler çoktur ama,hepsi tatlı değildir.İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.' 'Sağırı,dilsizi tedâvi ettim,ölüyü dirilttim.Fakat celh-i mürekkebin (câhilliği ilim ve olgunluk sanak) ilâcını bulamadım.(Çünkü böyle kimse câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır) Kur'ân-ı kerîm'in Bakara,Âl-i İmrân,Nisâ,Mâide,Tevbe,Meryem,Mü'münûn,.Zuhruf,Hadîd,Sâf sûrelerinde Îsâ aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396) . Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.
Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (et-Tevbe, 9/28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.
Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: 'Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim'(el-Mâide, 5/3) . Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasulüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irac etti:
'Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne
Adil olan, adaleti emreden Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8 Allah adalet yapanların en hayırlısıdır. O'nun düzeni tüm kainatı kuşatmıştır. O, adaletini dünyada ve ahirette kullarına gösterecektir. Herşeyi hakkıyla gören, herşeyin içini dışını bilen, herşeyden haberdar olan Allah'ın tüm işleri hikmetli ve adaletlidir. İnsanların yaşamları boyunca işledikleri tüm fiiller muhakkak Allah'ın adaletine göre değerlendirilecektir. Zulüm yapanların zulümlerinin elbette karşılıksız kalmayacağını, iyi tek bir sözün bile mükafatının verileceğini, Allah Kuran'da bize haber vermektedir. Tüm bunların adilce değerlendirileceği yer ahirettir; Allah'ın sonsuz adaletinin tecelli edeceği yer...
Dünya hayatında inkarcıların peygamberlere ve müminlere çıkardıkları zorluklar, attıkları iftiralar, işledikleri günahlar elbette karşılıksız kar kalmayacaktır. Müminlerin cennetteki derecelerini yükselten tüm bu zorluklar, inkarcıların da cehennemin en alt tabakalarında bulunmalarına vesile olacaktır. Allah hesap gününde son derece duyarlı terazilerle hiç kimseyi haksızlığa uğratmayacak, dünyada onlara verdiği sürenin sonunda sonsuz adaletine uygun olarak hesabını çok seri olarak görecektir. Şüphesiz Allah herşeyi bilen ve vaadine en sadık olandır. İnsanlar dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette muhakkak göreceklerdir. Böylece inkarcılar, içinde yaşadıkları inkarın, en acı şekilde karşılığını bulacak, Allah'a imanlarında ve bağlılıklarında kararlı olanlar ise yaptıklarının karşılığını en güzeliyle muhakkak Allah'tan alacaklardır. Ayette şöyle buyrulur:
Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir. (Fetih Suresi, 10)
Ancak burada üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir nokta vardır. Allah'ın adaletini düşünürken kesinlikle bir insanın adalet anlayışıyla kıyaslama yapılmamalıdır. Çünkü inkar eden bir insan isteklerine ve zaaflarına uyabilir, adaleti gözetirken duygusallığa kapılabilir, bir konu hakkında yanlış hükümler verebilir ve yapılanları unutabilir. En önemlisi de karşısındakinin içinden geçirdiklerini bilmesi mümkün değildir. Allah ise asla yanılmaz ve asla unutmaz. Her insan için onun her hareketini gözetleyen ve kaydeden melekler tayin etmiştir. Bu melekler insanların hem içinden geçeni, hem de tüm eylemlerini yazarlar. Sonuç olarak Allah insanın ruhuna tamamıyla hakimdir. En adaletli hüküm verecek olan da Rabbimizdir. İsra Suresi'nin 71. ayetinde, Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğu şöyle haber verilmektedir:
Her insan-grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (İsra Suresi, 71)
Yapılan tüm kötülüklerin, inananların aleyhine kurulan örgütlenmelerin, hazırlanan tuzakların karşılığı en küçük ayrıntısına kadar ahirette verilecektir. Allah inkarcılara, dünya hayatında aslında yalnızca onların kötülüklerini artırmaya neden olacak mal, mülk, zenginlik ve bunun gibi birçok imkan verebilir. Allah ayetlerinde bunlara aldanılmaması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü kısacık dünya hayatının karının, ahirettekinin yanında hiçbir anlam ve öneme sahip olmadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hele sonsuz bir cehennem inkarcılara gittikçe yaklaşıyorken...
Asıl yurt olan ahirette her nefis yaptıklarını karşısında hazır bulacaktır. Allah sonsuz adaletinin tecellisini kullarına, cennetinde ve cehenneminde sonsuza kadar gösterecektir. Allah en sonunda Kendisine inananlarla inanmayanların arasını hak ile ayıracaktır.
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! .. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever. (Maide Suresi, 42)
De ki: 'Rabbimiz (kıyamet günü) bizi birarada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir. (Sebe Suresi, 26)
AFÜVV
Affı çok olan
Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa Suresi, 149)
İnsan, yapısı gereği hata yapmaya çok müsait bir varlıktır. Her an, pek çok konuda eksik düşünebilir, yanlış bir karar verebilir, hatalı bir tavır sergileyebilir. Ancak insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hataları da affedicidir. Allah'ın 'affediciliği' olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da açıkça dikkat çekilmiştir:
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Fakat unutmamak gerekir ki, Allah'ın affediciliği samimi kulları için geçerlidir. O, Kendisine içten yönelip dönen insanların günahlarını affeder. Önemli olan kişinin samimi olup, kesin bir kararlılıkla tevbe etmesidir. Yoksa tevbe edip tekrar tekrar eski hatalarına geri dönenlerin ve yaptıklarından gerçek bir pişmanlık duymayanların tevbesini kabul etmeyeceğini Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir) . İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
AHİR
Herşeyin yokoluşundan sonra da var olan
O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid Suresi, 3)
Allah kainatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Kuran'da bildirildiği gibi Allah evveldir, ahirdir yani başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra baki kalacak olan da O'dur.
Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kainat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız Allah'ın varlığı baki kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur;
Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
AHKAM-ÜL HAKİMİN
Hüküm verenlerin hakimi
Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? (Tin Suresi, 8)
Her işin hükmünü veren, sonuçlandıran Allah'tır. Tüm olaylar O'nun emriyle, dilemesiyle oluşur ve gelişir. Allah'ın verdiği hükümlerde mutlaka birçok hikmet gizlidir. Fakat insanların çoğu, kendi kısıtlı akılları ile değerlendirme yapar ve dolayısıyla Allah'ın hükümlerini tam olarak kavrayamazlar. Oysa Allah sonsuz aklın sahibidir. Üstelik zaman ve mekandan da münezzehtir; bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve hatta kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına da hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli olandır.
Fakat iman etmeyenler bu gerçeğin farkına varamazlar. Çevrelerinde oluşan her olayın belirli sebeplere bağlı olarak, tesadüfen oluştuğunu düşünürler. Allah'ın hükmettiği olaylardaki hikmetleri değerlendiremezler. Meydana gelen her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu fark edemezler. Müminler ise Allah'ın verdiği hükümlerin hikmetlerini kavramaya çalışır ve O'nun daima en iyi ve en hayırlı hüküm veren olduğunu bilirler. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus Suresi, 109)
Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: 'Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va'din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. (Hud Suresi, 45)
ALİM
Herşeyi çok iyi bilen
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)
İnsanlar düşünebilecek bir şuura sahip oldukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur.
Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır elbette. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Allah'ın bilmesi...
Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün yaratıcısı O'dur. Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; Allah aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir.
İnsanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Allah yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. İnsan, içinde yaşadığı duyguların, düşüncelerin, sıkıntıların yalnızca kendi bilgisi dahilinde olduğunu zanneder; ama bu büyük bir yanılgıdır. Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah, insanın içine ve dışına da hakimdir. Nitekim Allah'ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle bildirilmiştir:
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)
Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)
Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)
Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer) ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)
Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. (Bakara Suresi, 95)
Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)
ALİYY
Çok yüce olan
Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Şura Suresi, 51)
Allah Kuran'da Kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kainatın tek hakimi olan Allah yücedir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegane sahibi O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk Allah'a aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. Allah alemlerden müstağnidir.
Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. Allah'ı ancak Kendisinin bize bildirdiği kadarıyla tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran ayetleriyle takdir edebiliriz. Allah, bir ayetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
ASİM
Koruyan
(Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah) dan başka bir koruyucu yoktur.'... (Hud Suresi, 43)
İnsan acizliği sebebiyle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Örneğin, dünya her an doğal afetlerin oluşabildiği bir yerdir. Depremler, seller, kasırgalar, yanardağ patlamaları sık sık karşılaşılan olaylardır. Veya aynı şekilde kişiyi manen sıkıntıya düşürebilen de pek çok olay vardır. Ve bu olaylar karşısında unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar acizliğinden kurtulmaya çalışırsa çalışsın, Allah'ın dilemesi dışında başına gelecek herhangi bir şeyden korunamaz. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah'tır. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:
De ki: 'Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: 'Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.' De ki: 'Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.' (Enam Suresi, 63-64)
İnsanlar tek başlarına kaldıklarında, ellerindeki maddi imkanların, yakınlarının onlara hiçbir şeyle yardıma güç yetiremeyeceğini anladıkları anlarda ya da sağlıklarını yitirdiklerinde Allah'ı zikreder, O'ndan yardım dilerler. Ancak O, kendilerini kurtarınca yine nankörlük edip başlarına gelenleri unuturlar. Dünyada Allah'tan başka koruyucu bulamayacağını anlamayan, O'nun her türlü yardımına rağmen nankörlükte ayak direten bu kişiler, ahirette sonsuz bir azapla karşılaşarak gerçeği göreceklerdir.
Bu kişilerin durumu ayette şöyle haber verilmektedir:
... Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)
AZİM
Pek azametli, büyük olan
Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür. (Şura Suresi, 4)
Allah'ın büyüklüğü ve azameti kuşkusuz bir insanın kavrama sınırının çok üstündedir. Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu görebilir, anlayabilir. Zira tüm kainat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.
Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gök gürültüsü ve Allah'a boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delillerindendir.
Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kainatı yaratan sonsuz azamet sahibi Rabbimizi biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır:
Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekan içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kainat içindeki varlığımızın, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede olduğu anlaşılacaktır.
İşte insan, samimi olarak düşündüğünde dahi milyarlarca galakasiyi yaratan ve tümünü kontrolü altında tutan Rabbimizin azametini fark edebilir. Rabbimiz tüm kainatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibidir. Allah, üstün sıfatlarını bir ayette şöyle haber vermektedir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
AZİZ
Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip olan Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir. (İbrahim Suresi, 47)
Allah'ın 'Aziz' sıfatı, O'nun hiçbir zaman mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın Kendisi olduğunu ifade eder. Allah kainatta mutlak kuvvet sahibidir ve O'ndan üstün hiçbir güç yoktur.
Kainattaki tüm düzeni, insanların sırrını kavramaya güç yetiremedikleri veya yeni yeni keşfedebildikleri her türlü kanunu yaratan Allah'tır. Bunun yanı sıra yeryüzünde bulunan her canlıyı yaratan da O'dur. Allah'ın kainatta Kendini gösteren sonsuz gücü ve kudreti karşısında, yarattıklarının acizliği ise apaçıktır. Yarattığı tüm varlıklar ancak O'nun emriyle hareket edebilmekte, yaşamlarını sürdürebilmekte, belirli bir düzen içinde var olabilmektedirler.
Kuşkusuz bu acizlik yeryüzüne hakim olduğunu zanneden insan için de geçerlidir. Bir insan ne kadar güçlü, zengin ve itibar sahibi olsa da, Allah karşısında acizdir, güçsüzdür. Ne malı, ne parası, ne de ona itibar eden insanların sayısı, onu Allah'ın azabına karşı koruyamaz. Ancak Allah'a teslim olan, O'nun emirlerine uygun yaşayan, rızasını kazanmaya çalışanlar hariç... Allah Kuran'da her zaman Kendi taraftarlarına üstünlük vereceğini vaat etmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Allah, yazmıştır: 'Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de.' Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
Bundan (Kuran'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan) ı da indirdi. Gerçek şu ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azab vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır. (Al-i İmran Suresi, 4)
Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65)
BAİS
Gönderen (peygamber) , uyandıran, dirilten
Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)
Şüphesiz yeryüzünde şu ana kadar yaşayan ve bundan sonra da yaşayacak olan tüm insanlar ölümlüdür. Herkes bir gün ölür ve mezara konulur. Ancak bu apaçık gerçeğe rağmen insanların büyük bir çoğunluğu ölümü düşünmezler ve mezara konulduktan sonra tekrar diriltilecekleri gerçeğini de görmezden gelirler. Kuran'da bu kişilerin durumları şöyle haber verilir:
Derler ki: 'Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı? ' (Naziat Suresi, 10-11)
Kuran'da insanların büyük bir yanılgı ile sordukları bu soruya en açık şekilde cevap verilmiştir:
Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: 'Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş? ' De ki: 'Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.' (Yasin Suresi, 78-79)
Yukarıdaki ayetlerde de bildirildiği gibi Allah tüm insanları ilk defa yaratıp-inşa edendir. Gelmiş geçmiş tüm insanları birbirlerinden farklı özelliklerle donatmıştır. Öyle ki, bugün bilindiği gibi her insanın parmak ucuna kadar birçok özelliği diğer insanlardan farklıdır. Kuşkusuz onları ilk defa yaratmış olan Allah, ikinci kere ve hatta sayısız kereler aynı şekilde yaratmaya güç yetirir. Nitekim Allah bunun delillerini bizlere yeryüzünün diriltilişinde göstermektedir.
Çevremize baktığımızda her sonbahar tüm doğanın bir nevi 'ölüm' yaşadığına şahit oluruz. Bu 'ölüm' bütün bir kış mevsimi boyunca da sürer. Ancak ilkbahar geldiğinde ağaçların kupkuru olmuş dallarında yeniden rengarenk çiçeklerin, yemyeşil yaprakların çıktığını görürüz; tüm doğanın canlanarak yeşillendiğini fark ederiz. Üstelik bu 'ölümden sonra diriliş' binlerce senedir hiç aksaklık göstermeden devam eder. İşte insanın ölümünden sonra dirilişi de Allah için bu derece kolaydır. İnsanın diriltilişi ile doğanın diriltilişi arasındaki bu benzerliğe Allah ayetlerinde şöyle dikkat çekmiştir:
O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. (Rum Suresi, 19)
Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, herşeye güç yetirendir. (Rum Suresi, 50)
Allah'ın 'Bais' sıfatının bir başka anlamı da 'peygamber gönderen'dir. Allah insanlara uyarıcı-korkutucular, müjde vericiler olarak elçiler göndermiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Elçilerinden kimine insanları karanlıktan aydınlığa çıkaracak kitaplar vahyetmiştir. Kuşkusuz bu, Allah'ın insanlara büyük bir lütfudur. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi... (Bakara Suresi, 213)
Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Al-i İmran Suresi, 164)
BAKİ
Devam eden, fani olmayan
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
Kainat içinde bulunan tüm varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyada sürdürdüğü sınırlı ömrün sonunda ölür. Bu son, bütün insanlar için kaçınılmazdır. İnsanlar gibi bitkiler ve hayvanlar aleminin de yokoluşu kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Örneğin bir ağaç yeryüzünde yüzlerce sene yaşayabilir. Fakat en nihayetinde ölmeye mahkumdur. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecek ve yok olacaktır.
Aynı şekilde cansız varlıkların da bir sonu vardır. Zaman, tümü üzerinde yıpratıcı etkisini gösterir. Örneğin, binlerce yıl önce ihtişam içinde yaşamış kavimlerden bugün yalnızca yıkıntıların geriye kaldığını görürüz.
Allah Kuran'da, '(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terk edilmiş bulunmakta) , yüksek sarayları (çın çın ötmektedir) ' (Hac Suresi, 45) ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
İçinde yaşayan varlıkların bir sonu olduğu gibi kainatın da bir sonu vardır. Kainattaki tüm gök cisimleri, yıldızlar, güneşler bir gün enerjilerini tüketip yok olacaklardır. Veya Allah dilediği başka bir sebeple tüm kainatı yok edecek, kıyamet günü ile ilgili vaadini gerçekleştirecektir.
Görüldüğü gibi herşey sonludur; kainat da, yaratılmış tüm varlıklar da...
Allah ise yaratandır. Ve sonsuzluk yalnızca Kendisine aittir.
Rabbimiz, insanlara Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
BARİ
Yaratan, kusursuzca var eden
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Yaşadığımız evren ile ilgili herşeyde bir denge ve ahenge rastlarız. Özellikle bilim alanında yeni gelişmeler kaydedilip bugüne kadar bilinmeyen pek çok detay ortaya çıktıkça, bu denge ve ahenk daha da netleşmektedir. Görünen odur ki, kainat üzerinde var olan her sistem üstün bir aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sahibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde var etmiştir. Kainattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlarca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve milyonlarca yıldır son derece istikrarlı bir şekilde devam eder.
Yalnızca dünya üzerindeki yaşamı incelediğimizde bile hayranlık uyandırıcı pek çok detayla karşılaşırız. Etrafımız, farkında olduğumuz veya olmadığımız, sayısız yaratılış delili ile doludur. Örneğin, havadaki gazların karışımı tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi için en elverişli şekilde oranlanmıştır. İnsanlar ve hayvanlar yaşayabilmek için oksijen alır ve karbondioksit verirler. Ancak bu işlem sürekli devam ettiği halde havadaki oksijen miktarı azalıp, karbondioksit miktarı artarak mevcut dengeyi bozmaz. Çünkü bu noktada çok ince bir düzen var edilmiştir; insanların ve hayvanların tersine bitkiler, yaşamlarını sürdürürken karbondioksit alır ve oksijen verirler. Dolayısıyla insanların ve hayvanların tükettiği oksijen, bitkiler vasıtasıyla tekrar üretilir ve dünyadaki denge korunur.
Kuşkusuz bu örnek dünya üzerinde görebileceğimiz yaratılış delillerinden yalnızca bir tanesidir. Gerek mikro gerekse makro alem incelendiğinde bunun gibi sayısız örnekle karşılaşmak mümkündür. Eğer kainat ve dolayısıyla dünya üzerindeki canlılık varlığını sürdürebiliyorsa, bu, üstün akıl sahibi, herşeyin yaratıcısı olan Rabbimizin 'herşeyi birbirine uygun olarak yaratması' ile mümkün olmaktadır. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Hani Musa, kavmine: 'Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah) ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır' demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)
BASİR
İyi gören
Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah') tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir. (Mülk Suresi, 19)
İnsanın görme kapasitesi kuşkusuz çok sınırlıdır. Çıplak gözle görebileceği mesafe en fazla birkaç kilometre ötesidir. Üstelik bu da ancak açık bir havada, yüksek bir yerden bakıyorsa mümkün olur. Ancak şartlar ne kadar uygun olsa da görebildiği en uzak yer onun için puslu bir görüntüden başka bir şey değildir.
İnsan bazı durumlarda -özellikle de yalnız kaldığı zaman) kendisini de hiç kimsenin göremeyeceğini zanneder. Gizli bir iş yaparken, saklanırken, etrafında hiç kimse yoksa görülmediğinden emindir. Bu tarz ortamlarda insanlar istedikleri herşeyi yapabileceklerini, hiç kimseye karşı sorumlu tutulamayacaklarını, yaptıkları hataların asla karşılarına çıkmayacağını sanırlar.
Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü insanın unuttuğu çok önemli bir gerçek vardır: Allah her an herşeyi tüm detaylarıyla görendir.
İnsan gözleriyle ancak belli bir alanı görebilirken, Allah o kişinin bulunduğu odayı, onun dışındaki diğer odaları, o evin tamamını, o evin içinde bulunduğu şehri, şehrin içinde bulunduğu ülkeyi, onları içine alan kıtayı, bütün bunların tamamını kapsayan Dünya'yı, tüm gezegenleri, uzayı ve onun da ötesindeki boyutları aynı anda görmektedir. Kuran'da Allah'ın herşeyden haberdar olduğu şöyle bildirilmektedir:
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 110)
Allah katında onlar derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir. (Al-i İmran Suresi, 163)
Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O yaptıklarınızı gerçekten görendir. (Fussilet Suresi, 40)
BASIT
Açan, genişleten, bollaştıran
Allah'a karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 245)
Allah, Kendisine iman eden, kalpten itaat eden kişilere dünyada maddi ve manevi bolluk, genişlik verir. Onların önündeki zorlukları açar. İman edenler karşılaştıkları her türlü zorlukta, sıkıntıda ve hastalıkta yalnızca Allah'a sığınırlar ve O'nu vekil edinirler. Bunun bir karşılığı olarak Allah inkar edenlerin işlerini zorlaştırırken, müminlerin işlerini kolaylaştırır.
Bu konuda Kuran'da verilmiş pek çok örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ve ona tabi olan İsrailoğulları, Firavun'un zulmü nedeniyle yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardır. Ancak Firavun peşlerini bırakmamış ve yakalamak için ordusuyla beraber onları takip etmiştir. Bu kaçış esnasında Firavun'un ordusu ile deniz arasında kalan İsrailoğulları 'gerçekten yakalandıklarını' sanmışlardır. Fakat Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etmiş, bir mucize göstererek denizi yarmış ve İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmıştır. Üstelik bunun ardından Firavun'u ve ordusunu yok etmiş, onların çıktıkları yerlere İsrailoğullarını mirasçı kılmıştır. Böylece Allah'ın, Kuran'da bildirilen 'Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.' (Nisa Suresi, 100) ayeti de tecelli etmiştir. Kuşkusuz Allah'ın vaadi tüm inanan kulları için, her dönemde geçerli olmuştur ve olacaktır. Bir ayette şöyle haber verilir:
Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir. (İsra Suresi, 30)
BATIN
Gizli
O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid Suresi, 3)
Bulunduğunuz odada şöyle bir çevrenize bakın. Gözlerinizle görebildiğiniz herşeyin 'yapılmış' olduğunu görürsünüz. Kapı, masanın üzerindeki teyp, duvara asılmış resim, pencere... Tüm bunların birileri tarafından tasarlanıp, üretildiğine eminsinizdir. Şimdi de pencereden dışarı bir bakın. Gördüğünüz manzarada muhtemelen deniz, ağaçlar, Güneş, gökyüzü, uçan kuşlar, belki bir ada veya bunlara benzer detaylar olacaktır. Eğer gece ise gökyüzünde asılı duran yıldızları ve Ay'ı da seyredebilirsiniz. Peki oturduğunuz odadaki eşyaların yapılmış olduğuna emin olduğunuza göre, dışarıda gördüğünüz şeylerin de tasarlandığı kesin değil midir?
Elbette kesindir. Eğer bir duvardaki resmin tesadüfen oluşup oraya geldiğini iddia edemiyorsanız, Güneş'in, yıldızların ve ayın da tesadüfen oluşup gökyüzündeki yerlerini aldığını iddia edemezsiniz. Yerde ve gökte gördüğünüz herşeyin bir tasarlayıcısı, üreticisi, yaratıcısı vardır. Ve herşeyi üstün bir sanatla var eden Rabbimiz, yarattığı şeylerle Kendini bize tanıtmaktadır.
Pencereden dışarı baktığınızda O'nu göremezsiniz, çünkü Allah'ın varlığı, gücü ve sanatı yarattığı şeylerle apaçık görünmesine rağmen, Zatı gizlidir.
İşte Allah'ın yukarıdaki ayette bildirilen 'Batın' sıfatının anlamı budur. O'nun varlığı ve hakimiyeti kainattaki her noktada apaçık görülür ancak insan O'nun Zatını göremez. O'nu (Allah'ın dilemesi dışında) kimse göremez ama O, her yeri sarıp kuşatmıştır. Aşağıdaki ayetle bildirildiği gibi:
Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 103)
BEDİ
Örneksiz olarak yaratan
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca 'OL' der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Ne kadar yetenekli, ne kadar zeki olursa olsun bir insanın keşfedebileceği bir yenilik, düşünebileceği farklı bir fikir ancak o güne kadar öğrendikleri ve çevresinde gördükleriyle sınırlıdır. İnsan yeryüzüne beş duyu ile gelmiştir ve bu duyuların dışında altıncı bir duyuyu tahayyül etmesi bile mümkün değildir. Üstelik sahip olduğu duyuları da ancak kısıtlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin belirli bir renk tayfını görebilmekte, belirli frekanslardaki sesleri duyabilmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde var olmayan bir şeyi düşünmesi, keşfedebilmesi, akledebilmesi asla mümkün değildir.
Nitekim bugün bilimsel keşiflerin bir kısmını incelediğimizde, insanların pek çok konuda doğada gördükleri canlıları ve bunların arasındaki kusursuz sistemleri, kendilerine örnek aldıklarını görürüz. Örneğin yunusların burun çıkıntısı, modern büyük gemilerin pruvasına model olmuştur. Radarların çalışma prensibi yarasaların ses dalgaları yayarak çalışan algılama sistemi ile aynıdır. Bunlar gibi daha pek çok örnek de verilebilir. (Bakınız Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin, İstanbul: Vural Yayıncılık)
Oysa Allah'ın ilmi sınırsızdır. İnsanın çevresinde görebildiği ve göremediği herşeyi Allah örneksiz olarak yaratmıştır. Kainatın, galaksilerin, gezegenlerin, canlıların, hatta tek bir hücrenin olmadığı bir zamanda Allah'ın dilemesi ve 'OL' demesiyle, atomlardan, moleküllerden, hücrelerden, canlılardan, gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden oluşan kusursuz bir sistem oluşturmuştur. İnsanların binlerce sene sonra keşfedebildikleri mikro dünyadan, ancak 20. yüzyılda haberdar olunan gök cisimlerine kadar herşey Allah'ın tasarladığı sistemlerdir ve O'nun belirlediği kanunlara tabidir. Allah hiçbir örnek yokken evreni ve içindeki her ayrıntıyı meydana getirmiştir. Allah'ın herşeyi yaratan olduğu ayetlerde şöyle haber verilmektedir:
De ki: 'Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin. 'Başlangıçta sizi yarattığı' gibi döneceksiniz.' (Araf Suresi, 29)
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. (Enam Suresi, 101)
BERR
Kullarına karşı iyiliği çok olan
'Şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir.' (Tur Suresi, 28)
Allah insanı yaratmış ve onu, yaşaması için her yönden elverişli olan bir mekana yerleştirmiştir. Bu mekanda var olan herşeyi de insan için özel yaratmış ve onun hizmetine vermiştir. Nahl Suresi'nde Allah insanlara sunduğu nimetlerin bir kısmını şöyle haber vermektedir:
İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı) . Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi. Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi) . Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı) . Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı): onlar yıldız(lar) la da doğru yolu bulabilirler. (Nahl Suresi, 4-16)
Kuşkusuz yukarıda sayılan nimetlerin tek bir tanesi bile insanın kendi imkanlarıyla elde edebileceği, oluşturabileceği, sahip olabileceği şeyler değildir. Bunların tümü Allah'ın insana lütuf olarak sunduğu güzelliklerdir. Yukarıda arka arkaya sıralanan nimetler Allah'ın kullarına karşı 'iyiliğinin çok' olduğunun apaçık delilleridir.
Peki bunca iyilik karşısında insana düşen nedir?
Allah yukarıdaki ayetlerin devamında kullarına verdiği nimetlerin karşılığında öğüt alıp düşünmelerini ve Kendisine kulluk etmelerini şöyle bildirmektedir:
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)
CAMİ
İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan
'Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, va'dinden cayıp-dönmez.' (Al-i İmran Suresi, 9)
Dağınık şeylerin biraraya toplanması demek olan 'cem' kelimesi, Allah'ın tüm evrendeki sistemler üzerindeki hakimiyetini gösteren sıfatını ifade eder. Evreni ve içindekileri yaratan Allah, canlı ve cansız tüm varlıklara dilediğini yaptırma, istediği yerde ve istediği şekilde toplama kudretine sahiptir. Kuran'da Allah dünyada müminleri biraraya toplayacağını şöyle vaat etmiştir.
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri biraraya getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)
Ancak gerçek toplanma günü kıyametle gerçekleşecektir. Kendisinden şüphe olmayan kıyamet gününde, Allah'ın bütün kulları O'nun huzurunda toplanacaklardır. Dünyada Kendisini ve elçilerini yalanlayan kişilerin inkarlarını ve bu inkarlarından kaynaklanan bütün eylemlerini bilen Allah, elçileriyle tüm insanlığa haber verdiği büyük hesap gününde, gelmiş geçmiş tüm toplumları biraraya toplayacaktır. Sur'a üfürüldüğü gün suçlu günahkarların tümü biraraya getirilecekler ve yaptıklarından topluca hesaba çekileceklerdir. İnkar edenler yine topluca, yüzükoyun cehenneme sürülecek, layık oldukları karşılığı yine yandaşlarıyla beraber topluca göreceklerdir.
Allah Kendisine iman edenleri ise tüm yaptıklarına bir karşılık olmak üzere cennette de -dünyada olduğu gibi- hep birlikte ağırlayacaktır. Allah takva sahiplerini de önderleriyle birlikte bir heyet halinde huzuruna getirecektir. Onlar nurları önlerinde ve yanlarında olacak şekilde, Allah'ın izni ve rahmetiyle topluca cennete gireceklerdir. Kendisini inkar eden insanları ise, dünyada da birbirlerine arka çıkıp örgütlendikleri gibi, cehennemde de hep birarada tutacak, birbirleriyle çekişip durmalarına izin verecektir. Zulmedenlerin eşleri ve taptıkları hep birarada olacaklar, yaptıklarının karşılıklarını cehennemin dar bir köşesinde hep beraber göreceklerdir. Çok güvendikleri eşleri ve dostlarıyla birlikte cehenneme sürülmenin azabını yaşayacaklardır. Allah dünyada şeytana uyan insanları ahirette biraraya toplayarak cehenneme süreceğini aşağıdaki ayetiyle bildirmiştir:
O, size Kitapta: 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz' diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)
CEBBAR
Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddus'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. (Haşr Suresi, 23)
Allah'a karşı büyüklenmenin, O'na teslim olmamanın altında, insanın kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu bazı özelliklerin kendinden kaynaklandığını zannetmesi, dolayısıyla kendine bir 'benlik' vermesi yatar. Halbuki bu, son derece çarpık bir mantıktır. İnsan biraz durup düşünse, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmediğini, hayatının ne zaman son bulacağını bilmediğini, sahip olduğu fiziksel özelliklerin kendi seçimiyle kendisine verilmediğini rahatlıkla görebilir. Kendi bedeni de dahil olmak üzere sahip olduğu herşeyin geçici olduğunu ve sonunda yok olacağını anlar. Tüm bunlar insanın tümüyle aciz olduğunun, hiçbir şeyin gerçekte kendisine ait ve kendi kontrolü dahilinde olmadığının açık delilleridir. Eğer biraz daha düşünürse, bu delillerin sayısız olduğunu görebilir.
Bütün bu gerçekler karşısında insanın, kendisini yaratan Rabbimize karşı büyüklenmeye kalkmasının ne kadar akılsızca bir tavır olacağı ortadadır.
Oysa insanın Allah'ın büyüklüğünü, herşeyi yoktan var ettiğini, insanların sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin Allah olduğunu, dilediği anda da hepsini geri alabileceğini, tüm canlıların ölümlü olduğunu, tek baki kalacak olanın Allah olduğunu kabul edip, gerçek sahibine teslim olması gerekir. Çünkü Allah, Kendisine karşı haksız yere büyüklenen, aczini bilmeyen ve yüz çeviren herkese dilediği zaman zorla boyun eğdirmeye güç yetirendir.
Kuran'da sahip olduğu şeylerden dolayı kibirlenen ve sonunda da Allah'ın Cebbar sıfatıyla acizliklerini gören ve hatalarını ikrar eden bahçe sahiplerinin durumu ibret olarak anlatılmıştır. Ertesi gün bahçelerini erkenden devşireceklerine dair and içen bahçe sahiplerinin başlarına gelenler şöyle bildirilmiştir:
... Uyuyorlarken, Rabbin tarafından dolaşıp gelen bir bela onun üstünü sarıp-kuşatıverdi. Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi. (Kalem Suresi, 19-20)
Ama onu görünce: 'Muhakkak biz (gideceğimiz yeri) şaşırmışız' dediler.
'Hayır, biz (herşeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık.'
(İçlerinde) Mutedil olan biri dedi ki: 'Ben size dememiş miydim? (Allah'ı) Tesbih edip yüceltmeniz gerekmez miydi? '
Dediler ki: 'Rabbimiz seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz.'
Şimdi birbirlerine karşı kendilerini kınamaya başladılar.
'Yazıklar bize, gerçekten bizler azgınmışız' dediler.
'Belki Rabbimiz, onun yerine daha hayırlısını verir; şüphesiz biz, yalnızca Rabbimize rağbet eden kimseleriz.'
İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise, muhakkak çok daha büyüktür; bir bilseler. (Kalem Suresi, 26-33)
DA'İ
Çağıran
Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız. (Enfal Suresi, 24)
İnsan her zaman en iyi düşünenin, hayatı ile ilgili en isabetli kararları alanın kendisi olduğunu zanneder. Kendine göre belirlediği bazı kurallar vardır; eğer o kurallar çerçevesinde bir hayat sürdürürse kendisi için 'en iyi olanı' yapmış olacağını düşünür. Oysa bu, birçok insanın içinde yaşadığı ciddi bir yanılgıdır.
İnsanı Allah yaratmıştır ve ona şahdamarından daha yakındır. Kişi kimi zaman kendisi ile ilgili birçok konuyu bilemeyebilir; ama o, kendisiyle ilgili bilgilerden habersizken Allah bunların tümünü bilir. Çünkü onun içine, dışına, düşüncelerine, bilinç altına tamamen hakimdir. Hatta insan bir an sonra neyle karşılaşacağını bilmez veya geçmişte karşılaştığı bazı olayları unutabilir. Ama Allah unutmaz ve yanılmaz. İnsanın geçmişte yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı her olaya da hakimdir. Bu yüzden insan için 'en hayırlı' olanı bilen ancak onu yaratan ve yaşam sürdüğü her anın bilgisine sahip olan Allah'tır.
Nitekim Kuran'da, '... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.' (Bakara Suresi, 216) ayetiyle bu gerçeğe açıkça dikkat çekilmiştir.
Bu yüzden insanın yapması gereken Allah'ın kendisine bildirdiği, davet ettiği hak yola yani 'kendisine hayat verecek şeylere' uymaktır. Allah bu doğruluk yolunu Peygamberimize vahyettiği Kuran vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Herkesin yaşamı boyunca neler yapması gerektiği, nasıl bir hayat sürdürmesi gerektiği, nasıl davranırsa kurtuluşa ereceği Allah'ın ayetleriyle birer birer bildirilmiştir.
1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah. 2- Er-Rahman: Dünyada bütün mahlukata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden. 3- Er-Rahim: Ahirette, müminlere acıyan, merhamet eden. 4- El-Melik: Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan. 5- El-Kuddüs: Her noksanlıktan uzak. 6- Es-Selam: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran. 7- El-Mümin: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren. 8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan. 9- El-Aziz: İzzet sahibi, her şeye galip olan. 10- El-Cebbar: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran. 11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi yok. 12- El-Halık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği halleri takdir eden. 13- El-Bari: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan. 14- El-Musavvir: Varlıklara suret, şekil veren, onları birbirinden farklı özellikte yaratan 15- El-Gaffar: Günahları örten ve çok mağfiret eden. 16- El-Kahhar: Her istediğini yapacak güçte olan. 17- El-Vehhab: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden. 18- Er-Razzak: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan. 19- El-Fettah: Her türlü sıkıntıları gideren. 20- El-Âlim: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile çok iyi bilen.
21- El-Kabıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan. 22- El-Basıt: Diediğinin rızkını genişleten, ruhları veren. 23- El-Hafıd: Kâfir ve facirleri alçaltan. 24- Er-Rafi: Şeref verip yükselten. 25- El-Muız: Dilediğini aziz eden. 26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden. 27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden. 28- El-Basir: Gizli açık, her şeyi çok iyi gören. 29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet sahibi. 30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan. 31- El-Latif: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan. 32- El-Habir: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan. 33- El-Halim: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi. 34- El-Azim: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce. 35- El-Gafur: Affı, mağfireti bol. 36- Eş-Şekur: Az amele, çok sevap veren. 37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce. 38- El-Kebir: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük. 39- El-Hafiz: Her şeyi koruyucu olan. 40- El-Mukit: Rızıkları yaratan. 41- El-Hasib: Kulların hesabını en iyi gören. 42- El-Celil: Celal ve azamet sahibi olan. 43- El- Kerim: Keremi bol, karşılıksız veren, çok ikram eden. 44- Er-Rakib: Her varlığı, her işi her an gözeten. 45- El-Mucib: Duaları, istekleri kabul eden. 46- El-Vasi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden. 47- El-Hakim: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan. 48- El- Vedud: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan. 49- El-Mecid: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün olan. 50- El-Bais: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen. 51- Eş-Şehid: Her zaman her yerde her an hazır ve nazır olan. 52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran. 53- El-Vekil: Kulların işlerini bitiren. 54- El-Kavi: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz. 55- El-Metin: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü. 56- El-Velîyy: Müminlerin dostu, onları sevip yardım eden. 57- El-Hamid: Hamd ve senaya layık olan. 58- El-Muhsi: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen. 59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan. 60- El-Muid: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan. 61- El-Muhyi: İhya eden, yarattıklarına can veren. 62- El-Mümit: Her canlıya ölümü tattıran. 63- El-Hay: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan. 64- El-Kayyum: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan. 65- El-Vacid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan 66- El-Macid: Keremi, ihsanı bol olan. 67- El-Vahid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan. 68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci. 69- El-Kadir: Dilediğini yaratmaya muktedir olan. 70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi. 71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan. 72- El-Muahhır: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan. 73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan. 74- El-Ahir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan. 75- Ez-Zahir: Yarattıkları ile varlığı açık olan. 76- El-Batın: Aklın tasavvurundan gizli olan. 77- El-Vali: Bütün kâinatı idare eden. 78- El-Müteali: Son derece yüce olan. 79- El-Birr: İyilik ve ihsanı bol olan. 80- Et-Tevvab: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan. 81- El-Müntekım: Asilerin cezasını veren. 82- El-Afüv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden. 83- Er-Rauf: Çok merhametli, pek şefkatli. 84- Malik-ül Mülk: Mülkün [Her varlığın] sahibi. 85- Zül-Celali vel İkram: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi. 86- El-Muksıt: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan 87- El-Cami: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlukatı bir araya toplayan. 88- El-Gani: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan. 89- El-Mugni: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden. 90- El-Mani: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen. 91- Ed-Dar: Elem, zarar verenleri yaratan. 92- En-Nafi: Fayda veren şeyleri yaratan. 93- En-Nur: Âlemleri nurlandıran, dilediğine nur veren. 94- El-Hadi: Hidayet veren. 95- El-Bedi: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan) 96- El-Bâki: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan. 97- El-Vâris: Her şeyin asıl sahibi olan. 98- Er-Reşid: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren. 99- Es-Sabur: Ceza vermede, acele etmeyen.
Kitabında bahsedeyim ben sizlere biraz. Kitap Avrupa tarihi için büyük önem arz eder.Kısaca İlahi komedya’ dan bahsediyorum. Kitap yazarımız sürgüne gönderildikten sonra yazılmaya başlanır. Ve yazar şöyle der: “ İnsan için en acı şey, sefalet günlerinde zenginlik anlarını hatırlamaktır”
Yazar, ortaokul çağında iken komşu kızıyla evlenir. Yazarımız her ne kadar Ortaçağ zihniyetine sahipse de bir yandan da Rönesans ‘a ait olan insan tipini oluşmasına ön ayak olurlar. Homeros Latin dönemi için ne ise, Nietzche’ de Avrupa’nın Ortaçağ’ı için odur. Nietzche ömrü boyunca sevdiği bir tek kız vardır. Bu kızı ilk sekiz yaşında görür(Beatrica) . İkinci kez 18 yaşında görür sevdiği bu kızı.(Beatrica) Bu kızın diğer kızlardan farklı bir güzelliği vardır. Bunu size nasıl anlatsam bilmiyorum ama günümüzden örnek verebiliriz. Günümüzde artık kadın güzelliği boyalarla,süslemelerle bezenmiş durumda. Kadın klasikleşmiş bir kalıba girmiş. O zamanın kadını da kendine göre bir kalıba bürünmüş. Ne, aşık olduğu kız tamamen doğal bir güzelliğe sahiptir diyebiliriz.
Ne, siyasi çekişmeler yüzünden, ülkesinden sürgün edilir. Ve artık İlahi komedyanın yazılma zamanı gelmiştir.
Özellikle üzerinde durulan kısım Cennet, Cehennem ve Araf kısımlarıdır.
Yazar, teknik olarak Hz.Muhammet’in Miraç olayından etkilenmiştir. Hz. Muhammet (s.a.v) yazarı sadece bu konuda etkiler. O’ da eserini öte dünyaya yolculuk olarak adlandırır.
Aslında eserin ilk adı Komedya’dır. Bu gülünç manasına gelen komedya değil. Birde bunun kullanım alanının farklı olduğu sosyal içerikli kullanımı vardır.
Eser, dönemin bütün sosyal olaylarını, kişilerini içerir. Bu anlatımlardan sonra eser, Cehennem kısmına gelir. Cehennem kısmına sürekli azap çekmekte olan insanlar vardır. Bu insanlar yandıklarında değil Allah’ın rızasını kaybettiklerinden ağlamaktadırlar. Cehennem bir arınma yeridir. Nietzche’ye burada kılavuzluk eden kişi Virgiliıus’tur. Virgilius aklı temsil eder. Rönesans’ın eski dönemleri incelediği burada ortaya çıkar. Cehennem bir arınma yeri demiştik. Zina eden insanlar bir ağaç kavuğuna sıkışmış oldukları halde, rızayı kaybettikleri için sızlanmaktadırlar. Cehennem yolculuğunda Nietzche’yi koruyan bir görünmez güçte vardır.
Cehennem kısmından sonra Araf kısmı gelir önümüze, Burada Cehennemden çıkanları taze bir çimen kokusu karşılar. Artık insanlar günahlarının birçoğundan arınmışlardır. Burada da bir bekleme süresi vardır. Burada da nefsin terbiye kısmı yer alır. Örneğin şişman bir adam yemek istediği şeylere ulaşamaz bir türlü burada. Böylece nefsi terbiye edilir.
Cehennem kısmında Nietzche’nin eleştirildiği çeşitli kısımlar vardır. İslam aleminin büyüklerinin orada olması doğu kültürü için tepki olusturabilmekte. Fakat bunun yanında Nietzche, kendini sürgüne gönderme konusunda adı karışan herkesi ayırt etmeksizin Cehenneme koymuştur. Ama bunun yanına kötü bir kadın odluğu herkes tarafından binle bir kadın Cennet’tedir.
Bir diğer konu O’na kılavuzluk eden, Virgilius’ta Cehennem’dedir. Çünkü O, Hristiyanlık gelmeden önce yaşamıştır. Ve Hristiyanlık gelmeden önce yaşayan bütün bilinen ünlüler Cehennemde yerini almıştır.
Seyahat sırasında yolumuz en son Cennet’e düşer. Virgilius kapıya kadar O’na eşlik etmiştir ama bundan sonra Cennet’e giremez. Bunun iki nedeni vardır. Başta söylediğimiz gibi Nietzche’nin koyu dini inançları devam ediyor ve Virgilius bir Hristiyan değil. Bu yüzden Cennetê giremez. İkincisi ise, Virgilius aklı temsil ettiği için Cennet’e giremez. Çünkü yücelere ulaşmak için kalp gereklidir. İman, kalpte anlam bulur.
Kapıda Nietzche’yi çocukluk aşkı karşılar. En son O’nu 18 yaşında görmüştür. O kadın şimdi olgun bir kadın olarakkarşısında durur. Nietzche ‘ de sevdiği asla 18 yaşında kalmamıştır. Gerçek hayatta genç bir yaşta ölen sevdiği O’nu Cennet kapısında karşılar. Nietzche başkasıyla evliliğinden gerçek sağlıklı ilişkiyi ilk sevgilisi öldükten sonra kurabilmiştir. Kadın olgunlaşmış 37yaşlarına gelmiştir Cennet kapısında. Nietzche O’ nu muhayyilesinde daima yaşatmış ve 35 yaşına kadar getirmiştir.
Kitap kısaca böyle. İlk adı komedya iken, ötelere yolculuk içeriği olduğu için, İlahi ismi daha sonra konulmuştur.
Kitabın bir diğer özelliği millet olma sürecinde olan bir toplumun dilsel birlikteliği sağlaması bakımından büyük önem taşır. Hatta bu eser ve Nietzche için milletinin bağımsızlığı için mücadele eden bir General kadar önemli bir şahsiyettir.
Ortaçağ zihniyetine sahip olsa da Rönesans kültürü ve insanına zemin hazırlamıştır.
Bİr kesit not: Kur'an mana içinde mana içerir. Onu anlamak fazlasıyla emek ister. Ayrıca onu anlamadan okuduğunuzu zannetseniz de İlahi özelliğinizden dolayı sizlere mana aktarır. Bu konularda araştırmacı olsak iyi olur.
İnsî ve Cinnî Şeytanlar
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, 'Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.' (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen 'Şeyâtîn' kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar.(İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav) , Ebu Zer'e (ra) sorar: 'İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı? ' Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: 'İnsanlardan da şeytan var mı? ' Allah Rasulü cevabında: 'Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.' (Müsned, 5/178) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.(Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz'den (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: 'Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır.' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav) , sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: 'Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş! ..' (İbni Mace, edep 44; Ebu Davut, edep 57; Müsned, 2/345)
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya 'Şeytan' demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve 'Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan' demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne: 'Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi? ' Allah Rasulü: 'Evet' dedi. Ben de: 'Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı? ' diye sordum, yine 'Evet' dedi. Bunun üzerine ' O nasıl olacak? ' deyince Allah Rasulü de: 'Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi! ..' cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine 'O zaman ben nasıl hareket edeyim? ' diye sorunca da: 'Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et! ..' (Müslim, İmare, 52) buyurdu.
Hz. Âdem ve Şeytan
Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem'e secde emri, söz konusu olunca, şeytan'ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk'ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk'ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: 'Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.' (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur'an-ı Kerim; 'Derken şeytan onları oradan kaydırdı.' (Bakara/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah'a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sav) , esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: 'Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın! ' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; edep 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, edep 7; Salat 156)
Mü'minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü'mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te'sirinde kalan mü'minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Adem'in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah'a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O'nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem'in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve 'sakın buna dokunmayın' demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem'in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: 'Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı) ' (Bakara/37) . Yani O, 'Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.' dedi. Hz. Adem'in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb'i de O'nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle 'Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.' (İbni Mace, Zühd 30) Öyleyse Hz. Adem'e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah'a zelle isnad etmek en azından su-i edebtir.
Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (as) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.
Vesvese İle İlgili Konular
Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan 'vesvâs' kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan 'vesvesenin kaynağı' demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı zikredilir.
'Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız.' (Kâf/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; 'Şeytan Adem'e vesvese verdi' (A'raf/20; Tâha/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
'Nefsin vesvesesi' tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, 'Senin en büyük düşmanın nefsindir' (Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143) diyen Allah Rasulü (sav) , işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, 'İmanın ta kendisidir! ' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi... Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. 'Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer' (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam'ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, 'Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım' diyen birine, Efendimiz'in (sav) cevabı: 'Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (as) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Şeytanın Yaratılış Hikmeti
Şeytan, ya 'Şatana' ya da, 'Şâte' fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre 'uzak olan'; ikinciye göre ise, 'bâtıl olan' manalarına gelir. (İsfehani, Müfredat-i Elfazı'l-Kur'an, Ş-T-N maddesi, s.454) Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona 'Şeytan' denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel'ûn varlık, neticeye ve Yaratıcı'sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah'ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O'nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O'nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah'ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk'ın 'Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir? ' sualini: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.' (A'raf/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki! .. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kader'e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevab vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, 'Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.' der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis'in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk'ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira 'ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir' kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in (as) Eğe Kemiğinden Yaratılması...
İnsan, tekâmül neticesi şu hali iktisap etmiş bir varlık değildir. O müstakillen, bir nev'i olarak yaratılmıştır. Yoksa, nev'ilerin değişmesi neticesinde bir şeyler iktisap ede ede bu hâle gelmemiştir. İstifa-i tabii'ye (natürel seleksiyon) uğrayarak da bu hale gelmiş değildir. İnsan, nev'i olarak, Allah tarafından yaratılmıştır. Hz. Adem de bir bakıma, Hz. Mesih gibi mucize olarak yaratılmıştır. Sebepler alemi içinde mucizeyi izah etmeye de imkan yoktur. Doğrusu, canlının meydana gelişini, ne tabiatçılar, ne de tekamülcüler pozitif olarak ispat etmiş değillerdir. Ortaya attıkları nazariyeler, ilmî bir tarafı olmayan tutarsız şeylerdir ve çok zayıf payandalar üzerinde durmaktadırlar... Yapılan haklı tenkitler karşısında da, artık iflas etmiş sayılırlar. Bu hususta yazılmış eserler, yapılmış konuşmalar var; istifade için onlara başvurulabilir...
Sebepler alemi içinde bir meseleyi ele alırken, onu illet-malul (sebep-netice) dengesi içinde 'tenâsüb-ü illiyet prensibi'ne göre ele alırız. Mesela diyoruz ki; bir tohumdan bir ağacın meydana gelmesi için, Allah'ın (cc) izniyle evvelâ buna zemin, toprak, vasat, atmosfer, tohumun ve tohumun da ukde-i hayatiyesinin müsait olması gibi şartlar lazımdır. İşte bu sebepler, omuz omuza verince 'illet-i tâmme' dediğimiz şey meydana gelir. Bu illet (sebep) , malûlün (netice) vücudunu zarurî kılar. Yani, Allah'ın izniyle bu sebepler toplanınca, bir ruşeym bir başak, bir yumurta da bir civciv olur.
İnsanın ilk yaradılışı bir mucizedir. Bu meseleyi sebep-netice münasebeti içinde şöyle ele alabiliriz. Diyelim ki; bir canlıdan, diğer bir canlı elde etmek için, bir kuşla bir tavuğu veya bir atla merkebi çiftleştirdiniz; birincisinden hiçbir şey olmaz. İkincisinden de nesli devam etmeyecek olan katır meydana gelir. Burada illet eksiktir; yani 'tenâsüb-ü illiyet' prensibine göre neticeye gitmede kusur vardır. Ama, erkek ve kadından, bir insanın elde edilmesi için, erkek spermi, kadının rahminde yumurta ile bütünleşirse, mualece tam, sebepler eksiksiz ve her şey mükemmeldir. O zaman Allah'ın emri ve izniyle cenin teşekkül edebilir, büyür.. geçireceği safhaları geçirir ve dünyaya gelir. Burada, sebepler tam içtima ettiğinden, beklediğiniz neticeyi elde etmiş olursunuz. Vakıa, harikulâde kabilinden Allah (cc) onu da değiştirebilir ve ayrı bir kabiliyette, değişik mahiyette de dünyaya getirebilir...
Evet bu, işin esbap içinde îzahıdır. Mesele, illetle-ma'lûller, sebepler-neticeler üstü cereyan ederse, o zaman evolüsyonla, natürel seleksiyonla değil, Allah'ın (cc) ve Resulünün (sav) anlattığı şekilde kabul etmemiz iktiza eder.
Allah diyor ki: 'Sizin izah edemediğiniz noktayı ben size anlatayım; 'bu bir mûcizedir. Hz.Adem annesiz babasız; Hz. Mesih ise babasız bir mucizedir. Allah, herhangi bir varlığı bazan anasız, bazan babasız meydana getirdiği gibi, bazen de hem anasız, hem de babasız yaratabilir. Ve işte, Hz. Adem'in yaratılması da böyledir ve bu yaratılışı sebeplerle izah etmeye, imkân yoktur. Kur'an-ı Kerim meydan okuyor. 'Gezsinler yeryüzünü, hilkat nasıl başladı görsünler.' (Ankebut/20) Yokluktan varlığa geçişi nasıl izah edecekler?
Bunun gibi, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'den yaratılması meselesi de, başka bir mucizedir. Onun için, sebeplerin cereyanı içinde bunu da, izah edemiyoruz. Tabii edemiyoruz diye inkâra kalkışmak da, safdillik olur. Çünkü aynı şey Hz. Adem ve Hz. Mesih için de bahis mevzuudur.
Hz. Adem ve Havva'nın yaradılışı unutulduğu için, Hz. Mesih'in yaratılışı ile Allah, yeniden ilk yaratılışa nazarları çeviriverdi ve Hz. Mesih'in dünyaya gelişini soranlara: 'Allah'ın nezdinde Hz. İsâ'nın durumu, Hz. Adem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra da ona 'ol' dedi ve oluverdi.' (Ali İmran/59) buyurmaktadır..
Evet, insanlık ilk mebdei unutmuştu. Hz. Mesih'le Allah (cc) onu yeniden hatırlatıverdi.
Şimdi serrişte edilmek istenen Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe-kemiğinden yaratılması meselesine gelelim: Ben bu hususta da yine bir diyalektik yapılmak istendiği kanaatindeyim. Diyalektiğe mevzu teşkil eden husus şu: Hz. Adem'in kaburgalarının en küçük, en kısa kaburgasından bir parça alınıp, ondan Hz. Havvâ yaratılıyor.. Niye eğe kemiği ve niye Hz. Adem'den? Evvelâ şuna dikkatinizi rica edeceğim; insanın Allah tarafından yaratıldığına o kadar kuvvetli deliller vardır ki, bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ve aynı zamanda bu, Allah'ın varlığına zâhir ve bâhir bir delildir. Kâinat binlerce kanun, nizam ve prensipleriyle aynı şeyi anlatıyor. İnsanın, enfüsi hüviyeti, iç alemi, kalbi, sırrı, daha keşfedilemeyen bir sürü letâifi hep Allah'ı gösteriyor. Daha bunlar gibi Allah'ın varlığına kati şahit olacak binlerce delil var. Hemen herkes; feylesof, mütefekkir, kelamcı, bu delillerden bir kısmına tutunmuş, onlarla sahil-i selamete çıkmağa çalışıyor. Hele bunların bin tânesi bir araya getirilince, Allah'ın varlığını gösteren ne müthiş, ne güçlü bir delil olur, kıyası dahi kabil değil.
Şimdi bir kısım inkârcılar, bütün delillere gözlerini kapayarak sadece, Hz. Adem'in eğe kemiğinden, Hz. Havva'nın, yaratılması meselesini, inkâra vesile gibi göstermek istemektedirler. Bunların durumunu Büyük Mürşit şöyle bir misalle dile getiriyor: 'Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük onun vücudunda devam ettiği müddetçe, hakikat güneşinin görünmesine bir engel teşkil eder. Evet, müşahede ile sabittir ki; bir mimar elinden çıktığını gösteren katı, yakîn bürhan ve delillerle dolu büyük bir kalede. küçük bir taşta, küçük bir muvazenesizlik görülse, o kör olası nefis, o kaleyi tamamen inkâr eder ve altını üstüne getirir. İşte nefsin cehaleti, hamakatı bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.' Bu düpedüz bir şartlanmışlık, bir peşin hükümlülük ve muhakemesizlikten başka bir şey değildir. Evet, ister insan, ister kâinat, baştan aşağıya, Allah'ın varlığı hakkında, binlerce delil, binlerce beyan olarak bu hakikatı ilân ettiği halde, her şeye böyle tek taraflı bakmak, mahrumiyet değil de ya nedir..?
Eğe kemiği meselesi, Buhari, Müslim, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'inde anlatılıyor. Bu kitaplarda zikredilen hadis-i şerif, Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in eğe kemiğinden yaratıldığını ifade ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim de Nisa suresinde 'Ey insanlar O Adab'a karşı gelmekten sakının, korkun ve himayesine girin ki, O sizi bir nefisten yarattı ve eşini de ondan yarattı.' Sure şeklinde meseleye temas ediyor. Burada Arap dilinin karakteristik hususlarından birisine dikkatinizi rica edeceğim. Dişiye râci zamirler 'Hâ' şeklinde; erkeğe râci zamirler 'Hû' şeklindedir. Bunu aşağıdaki ayette açık olarak görmek mümkündür: 'Sizi bir nefisten yarattı; eşinizi de ondan yarattı.' (Zümer/6) Bu ifade üzerinde biraz duralım. Demek ki, Cenab-ı Hak evvelâ Hz. Havva'yı, zât-ı Adem'den değil de mâhiyet-i Adem'den yarattı. Çok dakik bir husustur bu... Nefs-i Adem, mâhiyet-i Adem'den başkadır. Meselâ bir insanın, 'zatı budur, boyu şu kadar, kilosu bu kadar, edası şöyledir' denilir. Bir de onun mahiyeti, iç ve dış âlemi, düşünceleri, Allah'a yakınlık ve uzaklığı vardır. Eğer bir insan esas benliği ile ele alınacaksa, ikinci şıkkı, yani mâhiyetiyle ele alınacaktır. Aslında öbür yanı, sırf bir iskelettir. Şimdi bu mânâdaki bir insan, benliği ve nefsi itibariyle başka, cesedi itibariyle başkadır. Kur'an-ı Kerim Hz.Havva'nın hilkatini ele alırken:'minha'sözüyle 'o nefisten' diyor; Adem'den değil.
Ayrıca, hadis mütevatir olmayıp, âhâdi olduğu için, böyle tek kişinin rivayet ettiği bir hadisi âyetle izah etmek icap eder. Bu husus ayet ve hadislerin izahında önemli bir usûldur. Ayet burada mütevatir ve Allah'ın kelâmıdır. Öyle ise, hadisi ayete ircâ etmek ve müphem noktaları ayetle aydınlatmak gerekir. Evvela, Resul-ü Ekrem'in (sav) bu Hadis-i Şerif'i ifade buyururken, bu sözün söylenmesine esas teşkil eden hususun bilinmesi çok önemlidir ve mutlaka buna dikkat etmek lazım gelir. Buyuruyor ki:'Kadınlara hayır tavsiye edin.'Yani,onlara daima iyiliği, güzelliği anlatın ve nasihatçı olun ki, istikamet kazansınlar. Çünkü kadın eğe kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onları çarçabuk düzeltmeye kalkarsanız kırıverirsiniz; İhmal ederseniz, bu sefer de eğri kalırlar. Demek ki, burada sözün irâdına sebep olan şey, yani hadisin üzerinde dönüp durduğu husus, 'menat' kadının terbiyesi ve ev siyasetidir. Evet, onu çabuk düzelteyim derseniz kırıverirsiniz; hiç düzeltmeyeyim derseniz, bu defa da olduğu gibi kalır.
Allah'ın Resulü (sav) bunu anlatmak için bir husus tespit ediyor. O da, erkeğe nispeten kadının eğriliğe daha müsait olması, inceliği ve kırılırlığı... Demek ki, esasen Hadis-i Şerifte anlatılmak istenilen şey, Hz.Havva'nın eğe kemiğinden yaratılmış olması değil; kadının kendi haline bırakılırsa eğri kalacağı, ölçüsüz bir düzeltmeye gidince de, kırılacağı hususudur.
Tabii, burada ifadenin bu şekilde irâd edilmesi ne hikmete binâendir, o da ayrı bir mesele...
Resul-ü Ekrem (sav) bunu ifade ederken,'min dal'ihî' 'eğe kemiğinden' demiş. Buradaki `inin' Türkçe'mizde, 'den' karşılığıdır. Ama bu bazan 'teb'iz' içindir, bir şeyin bir parçasından, bazısından demektir. Bazen 'beyan' mânâsına gelir, şu cins şeyden demektir. Binâenaleyh, burada Resul-ü Ekrem (sav) meseleyi kestirip atmadığına göre, başka mânâlar da akla gelebilir.
Efendimiz'in (sav) bu türden pek çok ifadeleri vardır... Meselâ buyuruyor ki, Her canlının bir şeytanı vardır. Hayvanların şeytanı da şudur.' Kaçan bir deve münasebeti ile, bunu söylüyor. Ve devam ediyor; 'Deve şeytandan yaratılmıştır.' Şeytanın artığından gibi bir şey... Esasen Efendimiz (sav) bu ifadelerinde; nasıl insanların şeytanları var; öyle de, hayvanlar içinde de, şeytanların yaptığı şeyleri yapanlar vardır; diyerek şeytandan ziyade, şeytanca davranışa dikkati çekmiştir. Aslında bizler de duygusuz, hissiz bir adama: 'Bu adam odundandır.' deriz. Elbette ki hiç kimse, bu adamın maddesinin odun olduğuna hükmetmez. Belki duygusuz, katı, en ufak bir hassasiyet yoktur, mânâsına hamleder ve öyle anlar. Bunun gibi 'Falan insan şeytandır' dendiği zaman; iğfal, idlâl eder, insanları baştan çıkarır mânâsı kastedilmiştir.
Şimdi, başta söylediğim âyetin mânâsına dikkat ederek Efendimiz'in (sav) sözüne bakalım. Kadın, erkeğin 'eğe kemiğinden yaratılmıştır. Yani, bir bakıma kadın erkeğin bir parçasındandır; yani, aynen erkeğin cinsinden ve mahiyetinden bir varlıktır. Yani onun protein çorbası ne ise, onun ki de odur. Yoksa aynı cinsten olmasalar, telkih ve aşılama olmadığı gibi nesil de üremez. Çünkü ayetin sonunda şöyle diyor:
'Sonra onlardan birçok erkek ve kadınlar üretiverdi.' (Nisa/1) Ayrı cinsten olsa üreme olmayacaktı. Demek ki aynı olması lazım...
Hadiste 'dalâa' kelimesinin kullanılması, kök itibariyle eğrilik tabirinden daha çok,eğriliğe meyilli olduğuna, çabuk eğrilebilecek durumda olduğuna işaret içindir.
Resul-ü Ekrem (sav) bu tabiri seçmişlerdir. Yani kadın erkekten daha çabuk bozulabilir ki, böyle bir husus, münakaşası yapılmayacak kadar açıktır ve hal-i âlem buna şâhiddir. Evet, bugün ehl-i gaflet, ehl-i dalâlet; kadını, erkekleri baştan çıkarmak için bir olta olarak kullanmaktadır. Hele şu 20. asırda kadın, öyle pâyimâl olmuştur ki, hiçbir devirde onun bu kadar zebil olduğunu göstermek mümkün değildir. Reklamlar müessir olsun diye en âdi reklamlarda dahi onun âlet edilmesi, hadiste işaret buyurduğu gibi, onun boşluk ve zaaflarını göstermesi bakımından fevkalâde manidâr olur.. Tekerleklerin üzerine; helâ ve banyo malzemesi üzerine, sucuk ve sosis üzerine yapıştırılan kadın resimlerini izah etmek mümkün müdür? Ve bu bayağı şeylerle kadın arasındaki münasebet nedir...? Demek ki, kadın ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet tarafından bir kısım eğriliğe-büğrülüğe alet edilecekmiş ki, ileride zuhur edecek böyle bir eğriliği, Resul-ü Ekrem (sav) erkeğin en eğri tarafından alınmış diye ifade buyurdular. Evet, sanki kadın, o cinsin en eğri yanlarını nefsinde toplamış da bir mânâda eğriliğin timsali olmuş gibidir. Herhalde bu hususu ifade etmek için, bundan daha güzel ve tatlı bir tâbir seçilemezdi.
Ayrı bir hususu daha bu münasebetle ele alalım. Tevrat'ın Tekvin bölümünde Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in bir tarafından alınıp yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Esasen Hz. Adem'in herhangi bir tarafından Hz. Havva'nın alınmasında hiç bir beis yoktur. Allah'ın mucize olarak yarattığı Hz. Adem, daha su-toprak arası bir halde iken, o çorbanın bir tarafından bir parça alınıp, ondan da Hz. Havva'nın yaratılması, hiçte istiğrab edilecek bir husus değil. Aslında, ilk hilkat bir mucizedir. Hz. Adem de, Havva da bu mucizenin eseridirler. İlim, bu hususta kolsuz, kanatsız, gözsüz ve sağırdır ve ilk hilkat için bir şey söyleyememekte, ma'kul bir tefsir getirememektedir. Binâenâleyh ilk hilkati zaten mucize olarak ele alıyor ve Allah'ın dediğine teslim oluyoruz. Bunu da ceffel-kalem, körü körüne değil, bilakis, atomdan-kâinata, her şeyde Allah'ın ilim, irade ve kudretinin Kahhar hakimiyetini ilim ve fen pencerelerinden göre göre, hissede hissede kabul ediyoruz.
Doğruyu O bilir ve doğru O'nun dediklerinde aranmalıdır.
İsrâiloğullarına gönderilen ve Kur'an-ı kerim'de ismi bildirilen peygamberlerden.Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülülazm denilen altı peygamberin beşincisidir.Annesi hazret-i Meryem'dir.Allahü teâlâ onu babasız yarattı.Kudüs'te doğdu.Otuz yaşında peygamber oldu.Kendisine İncil adlı kitab gönderildi.Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı.Kıyâmete yakın yeryüzüne tekrar inecektir.
Îsâ aleyhisselâmın annesi Meryem Hâtun,Süleyman aleyhisselâmın neslinden sâlihâ ve temiz bir hanımdı.Hazret-i Meryem,onbeş yaşına geldiği zaman,Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı.Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ,hazret-i Meryem'e babazız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.Hazret-i Meryem,Allahü teâlânın emri ve kudretiyle Îsâ aleyhisselâma hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra,normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı.Bu hâlleri gören Îsrâiloğulları,dedikodu yapmaya başladılar.Çeşit çeşit iftirâda bulunup akla gelmeyecek,ağıza alınmayacak şeyler söylediler.Bu dedikodulara tahammül edemeyen hazret-i Meryem,Kudüs'ün 10km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm'e çekildi.Her şeyin Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek,insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.Îsâ aleyhisselâmın doğumu yaklaştığı sırada,bulunduğu yerin bahçesinde yürürken kurumuş bir hurma ağacının altına geldi.Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı.Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi.Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi.Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı.Bu hâl,hazret-i Meryem'i tesellî etti.Bu sırada hazret-i Îsâ dünyâya geldi.Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman,doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp,yere döküldü.Şeytanlar bu duruma şaştılar.Nihâyet büyükleri olan İblîs,onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyaya geldiğini haber verdi.O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü.
Hazret-i Îsâ'nın doğduğunu öğrenen İsrâiloğulları,Beyt-i Lahm 'e geldiler. Hazret-i Meryem'in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; 'Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin.Sen pek genç,fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın? Bu ne acâip ve ne şaşılacak bir hâldir? ' dediler.Hezret-i Meryem,bütün söylenilenleri sabırla dinledi.Hiç cevap vermedi.Ancak; 'İşin hakîkatini size o haber versin.Siz onunla konuşun.Ondan sorup anlayın! ' mânâsına kundakta bulunan hazret-i Îsâ'yı işâret etti. Onlar kundakdaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince,kundakta bulunan hazret-i Îsâ elini kaldıraarak cevap verdi ve dedi ki: 'Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız.Muhakkak ki ben,Allahü teâlânın kuluyum. O,bana kitap verip,beni peygamber kılacaktır.Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti.Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum günde,öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.' dedi.Hazret-i Îsâ'nın kundakta konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları,dillerini yutmuş gibi oldular.Hiçbir şey söyleyemediler.Buna rağmen dedi-kodu yapmaktan,çeşit çeşit iftirâlarda bulunmaktanda geri durmadılar.
Roma imparatorunun Şam vâlisi,babazız doğduğu için ikisini öldürmek istedi.Annesi onu alarak Mısır'a götürdü.Hazret-i Îsâ oniki yaşına gelinceye kadar Mısır'da kaldılar.Sonra tekrar Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.Otuz yaşına girince,Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi.Peygamberlik emri bildirilince,hemen tebliğe başladı.İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O'nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi.İsrâiloğulları bu dâveti kabul etmediler.Îsâ aleyhisselâm inanmayanlara mûcizeler gösterdi.Îsâ aleyhisselâm var gücüyle gayret göstermesine rağmen,pek az kişi inandı.İsrâiloğulları ona îmân etmedikleri gibi,dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar.Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar.Hattâ daha da ileri giderek hazret-i Îsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettiler.Bunun üzerine hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği havârî adı verilen oniki kişiden Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı.
Yahûdîlerden bir topluluk Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar.Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca,onlar hakkında bedduâda bulundu.Allahü teâlâ bu duâyı kabul edip,hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahûdîler,hâdiseyi aralarında görüştüler.Hepsi hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar.Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar.Roma İmparatoru'nun Kudüs Vâlisi Jones Pilot'u kandırıp,Îsâ aleyhisselâmın Roma İmparatorluğu aleyhinde bulunduğuna ve Filistin'de yeni bir hükümek kurmaya çalıştığına inandırdılar.Hazret-i Îsâ,son defâ olarak Havârileri ile bir gece gizlice sohbet etti ve onlara 'Horoz ötmeden (yani sabah olmadan) sizin biriniz beni inkâr edecek ve pek az paraya satacaktır.' dedi.Hakikâten Yahuda isimli Havârî,sabah olmadan Yahûdîlerden bir miktar para alıp,hazret-i Îsâ'nın yerini haber verdi.
Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için Yahûdîlerle berâber eve girince,Allahü teâlâ Yehûdâ'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti.Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler.Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı.Îsâ aleyhhisselâm bu sırada otuzüç yaşındaydı.Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan kırk sene sonra,Romalılar Kudüs'e hücum etti.Yahûdîlerin çoğunu öldürüp,bir kısmını esir ettiler.Şehri yağmaladılar.Kitaplarını yaktılar.Îsâ aleyhisselâma yaptıklarının cezâsı olarak,hakîr ve zelîl oldular.Hiristiyanlar,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip orada öldüğüne,fakat sonra dirilip göğe çıktığına inanırlar.Müslümanlar ise,Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar.Bu husus Kur'ân-ı kerîm'de Nisâ sûresi 158. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: 'Onu asmadılar,onu öldürmediler. Bilakis Allahü teâlâ onu katına yükseltti...'
Ayrıca hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:'Îsâ (aleyhisselâm) ölmemiştir.O kıyâmetten önce size dönecektir.', 'Ben Meryem oğlu Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünya ve âhirette en yakınıyım.','Benimle Îsâ (aleyhisselâm) arasında başka bir peygamber yoktur.'
Allahü teâlâ,Îsâ aleyhisselâmı 33 yaşında İdris aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı.İnsanları üç sene dîne dâvet etti.Vasiyeti üzerine Havârileri etrafa dağıldılar.Îsevîliği insanlara anlatmaya başladılar.Bu hak dînin yayılması 80 sene sürdü.Sonra Hıristiyanlar sapıklığa düştüler.İncil'i değiştirdiler.Nasıl ki Yahûdîler hazret-i Meryem ve hezret-i Îsâ'ya iftirâ ettilerse,Hıristiyanlar da onun hakkında üç yanlış inanca saplandılar.
Bir kısmı,'Meryem oğlu Îsâ Allah'tır.' dedi.Bazıları,'Allahın oğludur.' dedi.Bir başka grup da; 'Baba,oğul ve rûhül-kudüs'ten biridir' dedi.
Îsâ aleyhisselâm hiç evlenmemiş.Dünyâya kıymet vermemiştir.Kıyâmete takın Şam'da Ümeyye Câmiinin minâresine inecek,evlenecek,çocukları olacaktır.Hazret-i Mehdî ile buluşacak,40 sene yaşayıp,Medîne'de vefât edip,Peygamberimizin kebrinin bulunduğu hücre-i saâdete defnedilecektir.İslâm dîninin hükümlerine tâbi olacak,ictihâd edecektir.
Avrupa kitaplarında Eflâtun'un mîlattan 347 sene önce öldüğü yazılıdır.Îsâaleyhisselâm gizli dünyâya gelip,dünyâda az kalıp göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havârî bilip,Îsevîler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından mîlât,yâni noel gecesi doğru anlaşılmamıştır.Mîlâdın,birinci kânunun (Aralık) yirmi beşinde veya ikinci kânunun (Ocak) altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi,bugünki mîlâdisenenin beş sene az olduğu çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır.O halde mîlâdi sene doğru ve kat'î olmayıp,günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır.İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) ve Burhan-ı Kâtı'nın bildirdiklerine göre,Yunan filozofu Eflatun (Platon) Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşamıştır.Buna göre mîlâdi takvim 300 seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman bin seneden az değildir.
Îsâ (aleyhisselâm) peygamberliği îcâbı mûcızeler gösterdi.Mûcizeleri dokuz çeşitti:
1. Beşikteyken konuştu.
2.Ölüleri diriltirdi.Bilhassa dört ölüyü dirilttiği meşhurdur.Bunlar Sam bin Nûh,Şeddad bin Âd,Mâsân bin Mâlân ve Beni İsrail'den bir çocuktur.
3.Anadan doğma kör olanları sağlamlar gibi gödürür,bir cilt hastalığı olan baras illetini iyi ederdi.Eliyle hastaya dokunguğunda iyi olurdu.Eliyle mesh etmek sûretiyle hastaları tedâvi ettiği için kendisine Îsâ-i Mesih dendi.(Mâide sûresi:110)
4.Âl-i İmrân sûresi 49. âyetinde bildirildiği gibi kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verdi.
5.Mâide sûresi 110. âyetinde bidirildiği gibi çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince,Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu.
6.Mâide sûresi 114. âyetinde bildirildiği üzere Havârîler,içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklif ettiler.Hazret-i Îsâ ellerini kaldırıp duâ edince,ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi.
7.Îsâ aleyhisselâm uykudayken yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi.
8.Ne zaman istese ellerini göğe kaldırıp duâ edınce o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi.
9.Îsâ aleyhisselâm Yahûdîlerden (Benî İsrâil) uzak olduğu hâlde sözlerini ve gizli hallerini bilirdi.
Îsâ aleyhisselâmın dîni; Îsevîlik:
Mûsâ aleyhisselâmın dîni,Îsâ aleyhisselâmın zamânına kadar devâm etti.Fakat,Îsâ aleyhisselâm gelince,bunun dîni olan Îsevîlik Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etti,yâni Tevrat'ın hükmü kalmadı.Bundan sonra,Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp,tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar,Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu.Fakat,İsrâiloğullarının çoğu Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip,Tevrat'a uymak için inâd etti.Yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı.
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük dğşmanlarından olan Paul,Îsevîliği kabul ettiğini,Îsâ aleyhisselâmın kendisini,Yahûdî olmayan milletleri Îsevîlere dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu.İsmini Pavlos (Bolüs) olarak değiştirdi.Çok iyi bir Îsevî görünerek,Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu.Tevhidi (tek Allah inancını) ,teslise (üç tanrı inancına= Baba-oğul-kutsal rûh): Îsevîliği Hıristiyanlığa çevirdi.İncil'i değiştirdi.Îsâ Allah'ın oğludur,dedi...
Îsâ aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları:
'Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır.Gözde bakışı,kalpte şehveti büyütür.(İnsanı açgözlü doymez eder.) Yemin edeim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak) ,sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.Dünyâdan geçmeye bakın.Tâmiri ile uğraşmayın.'
'Dünyâyı isteyen deniz suyu içene benzer.Ne kadar içerse,harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.'
'Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana,dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.'
Allah katında en sevgili şey,sâlih kalplerdir.Allahü teâlâ onların hürmetine dünyâyı yaşatır.Onlar bozulunca yeryüzünü harâb eder.'
'Ağaçlar çoktur,ama hepsi meyve vermez.Meyveler çoktur ama,hepsi tatlı değildir.İlimler çoktur ama hepsi faydalı olmaz.'
'Sağırı,dilsizi tedâvi ettim,ölüyü dirilttim.Fakat celh-i mürekkebin (câhilliği ilim ve olgunluk sanak) ilâcını bulamadım.(Çünkü böyle kimse câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır)
Kur'ân-ı kerîm'in Bakara,Âl-i İmrân,Nisâ,Mâide,Tevbe,Meryem,Mü'münûn,.Zuhruf,Hadîd,Sâf sûrelerinde Îsâ aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
VEDA HUTBESİ
Hz. Peygamber'in, hicri 10. yılda yaptığı Veda Haccı'nda sayıları yüz on dört bini bulan hacıya hitaben irad ettiği hutbe. Peygamber (s.a.s) bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefatının yaklaştığını ima ettiği, sonraki gelen günler de onun bu sözlerini doğruladığı için bu hacca Veda Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Veda Hutbesi adı verildi. Veda Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul edilmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir (Tecrid-i Sarih, Terc. X, 396) . Değişik yer ve zamanda irada buyurulduğu için de hutbe, birçok kişi tarafından birbirinden farh şekillerde rivâyet edilmiş; kişinin ya da grubun duyduğunu diğerleri işitmediğinden, hutbenin tamamının biraya toplanmasında bu farklı rivâyetlerden yararlanılmış ve daha sonraki yıllarda bu üç ayn yer ve zamanda buyurulan hutbe tek bir hutbe olarak biraraya getirilmiştir.
Rasûlüllah'ın bu son haccından bir yıl önce nâzil olan Tevbe sûresinde, müşriklerin pis olduğu ve bu yıldan sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmamaları (et-Tevbe, 9/28) emredildiği için, Veda Haccı'nda Mekke'de sadece Müslümanlar vardı, hutbeyi de yalnızca Müslümanlar dinlemişti. Zaten Mekke'in fethinden sonra müşriklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azalmıştı. Rasûlüllah, Medine'den kendisiyle birlikte yola çıkan yüzbin civarındaki ashâbıyla Mekke'ye haccetmek için geldiklerinde bir yıl önceki uyarı sebebiyle Mekke'de müşrik kalmamıştı; çoğunluk Müslüman olurken Mekke'yi terkedenler de vardı. Rasûlüllah, haccın bütün erkâmın bizzat kendisi yaparak Müslümanlara öğretmiş, İslâm'ın hac konusundaki emirleri de böylece tamamlanmıştı. İslâm'ın tamamlandığını bildiren bazı âyetler de bu Veda Haccı'nda nâzil oldu.
Cahiliye döneminde dışarıdan gelen hacılar Arafat'ta vakfeye dururken, Kureyş eşrafı diğer insanlardan üstün olduklarını belli edercesine Arafat yerine Müzdelife'de vakfeye dururlardı. Rasûlüllah cahiliye döneminin bu sınıf üstünlüğüne dayalı âdetini ortadan kaldırdı ve bütün hacılar gibi Arafat'ta vakfeye durdu. Rasûlüllah'a orada bu dinin tamamlandığı şu âyet-i kerimeyle müjdelendi: 'Ey Mü'minler, şu küfreden müşrikler bugün dininizi söndürmekten ümidlerini kesmişlerdir. Artık bundan böyle onlardan korkmayınız; ancak benden korkunuz. Bugün dininizi kemale erdirdim; ve size ihsan ettiğim nimetimi tamamladım. Din olarak da size İslâm'ı seçtim'(el-Mâide, 5/3) . Dinin kemale erdirilmesine bütün Müslümanlar sevinirken yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, bunun, Hz. Peygamber'in vefatının yaklaştığına delalet ettiğini anlamışlar ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Gerçekten de bundan sonra Rasûlüllah seksen iki gün yaşamış ve vefat etmiştir.
Arafat'ta yüz binin üzerindeki hacıya hitaben bir hutbe irad eden Rasûlüllah sesinin bütün hacılar tarafından işitilmesi için belli mesafelerde gür sesli sahabilerden bazılarını görevlendirdi. Rasulüllah'ın sözlerini tekrar eden bu kişiler hutbenin bütün hacılar tarafından duyulmasını sağlıyorlardı. Devesi Kusva'nın sırtında olduğu halde Rasûlüllah şu hutbeyi irac etti:
'Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha buluşamayacağım. Ey İnsanlar bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir. Ashabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ey ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Fa izin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımız altındadır. Lakin borcunuzun aslın vermek gerekir. Ne
ADL
Adil olan, adaleti emreden
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8
Allah adalet yapanların en hayırlısıdır. O'nun düzeni tüm kainatı kuşatmıştır. O, adaletini dünyada ve ahirette kullarına gösterecektir. Herşeyi hakkıyla gören, herşeyin içini dışını bilen, herşeyden haberdar olan Allah'ın tüm işleri hikmetli ve adaletlidir.
İnsanların yaşamları boyunca işledikleri tüm fiiller muhakkak Allah'ın adaletine göre değerlendirilecektir. Zulüm yapanların zulümlerinin elbette karşılıksız kalmayacağını, iyi tek bir sözün bile mükafatının verileceğini, Allah Kuran'da bize haber vermektedir. Tüm bunların adilce değerlendirileceği yer ahirettir; Allah'ın sonsuz adaletinin tecelli edeceği yer...
Dünya hayatında inkarcıların peygamberlere ve müminlere çıkardıkları zorluklar, attıkları iftiralar, işledikleri günahlar elbette karşılıksız kar kalmayacaktır. Müminlerin cennetteki derecelerini yükselten tüm bu zorluklar, inkarcıların da cehennemin en alt tabakalarında bulunmalarına vesile olacaktır. Allah hesap gününde son derece duyarlı terazilerle hiç kimseyi haksızlığa uğratmayacak, dünyada onlara verdiği sürenin sonunda sonsuz adaletine uygun olarak hesabını çok seri olarak görecektir. Şüphesiz Allah herşeyi bilen ve vaadine en sadık olandır. İnsanlar dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette muhakkak göreceklerdir. Böylece inkarcılar, içinde yaşadıkları inkarın, en acı şekilde karşılığını bulacak, Allah'a imanlarında ve bağlılıklarında kararlı olanlar ise yaptıklarının karşılığını en güzeliyle muhakkak Allah'tan alacaklardır. Ayette şöyle buyrulur:
Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir. (Fetih Suresi, 10)
Ancak burada üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir nokta vardır. Allah'ın adaletini düşünürken kesinlikle bir insanın adalet anlayışıyla kıyaslama yapılmamalıdır. Çünkü inkar eden bir insan isteklerine ve zaaflarına uyabilir, adaleti gözetirken duygusallığa kapılabilir, bir konu hakkında yanlış hükümler verebilir ve yapılanları unutabilir. En önemlisi de karşısındakinin içinden geçirdiklerini bilmesi mümkün değildir. Allah ise asla yanılmaz ve asla unutmaz. Her insan için onun her hareketini gözetleyen ve kaydeden melekler tayin etmiştir. Bu melekler insanların hem içinden geçeni, hem de tüm eylemlerini yazarlar. Sonuç olarak Allah insanın ruhuna tamamıyla hakimdir. En adaletli hüküm verecek olan da Rabbimizdir. İsra Suresi'nin 71. ayetinde, Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğu şöyle haber verilmektedir:
Her insan-grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (İsra Suresi, 71)
Yapılan tüm kötülüklerin, inananların aleyhine kurulan örgütlenmelerin, hazırlanan tuzakların karşılığı en küçük ayrıntısına kadar ahirette verilecektir. Allah inkarcılara, dünya hayatında aslında yalnızca onların kötülüklerini artırmaya neden olacak mal, mülk, zenginlik ve bunun gibi birçok imkan verebilir. Allah ayetlerinde bunlara aldanılmaması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü kısacık dünya hayatının karının, ahirettekinin yanında hiçbir anlam ve öneme sahip olmadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hele sonsuz bir cehennem inkarcılara gittikçe yaklaşıyorken...
Asıl yurt olan ahirette her nefis yaptıklarını karşısında hazır bulacaktır. Allah sonsuz adaletinin tecellisini kullarına, cennetinde ve cehenneminde sonsuza kadar gösterecektir. Allah en sonunda Kendisine inananlarla inanmayanların arasını hak ile ayıracaktır.
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor! .. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever. (Maide Suresi, 42)
De ki: 'Rabbimiz (kıyamet günü) bizi birarada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir. (Sebe Suresi, 26)
AFÜVV
Affı çok olan
Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa Suresi, 149)
İnsan, yapısı gereği hata yapmaya çok müsait bir varlıktır. Her an, pek çok konuda eksik düşünebilir, yanlış bir karar verebilir, hatalı bir tavır sergileyebilir. Ancak insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hataları da affedicidir. Allah'ın 'affediciliği' olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da açıkça dikkat çekilmiştir:
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Fakat unutmamak gerekir ki, Allah'ın affediciliği samimi kulları için geçerlidir. O, Kendisine içten yönelip dönen insanların günahlarını affeder. Önemli olan kişinin samimi olup, kesin bir kararlılıkla tevbe etmesidir. Yoksa tevbe edip tekrar tekrar eski hatalarına geri dönenlerin ve yaptıklarından gerçek bir pişmanlık duymayanların tevbesini kabul etmeyeceğini Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir) . İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)
AHİR
Herşeyin yokoluşundan sonra da var olan
O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid Suresi, 3)
Allah kainatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Kuran'da bildirildiği gibi Allah evveldir, ahirdir yani başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra baki kalacak olan da O'dur.
Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kainat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız Allah'ın varlığı baki kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirir:
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur;
Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
AHKAM-ÜL HAKİMİN
Hüküm verenlerin hakimi
Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? (Tin Suresi, 8)
Her işin hükmünü veren, sonuçlandıran Allah'tır. Tüm olaylar O'nun emriyle, dilemesiyle oluşur ve gelişir. Allah'ın verdiği hükümlerde mutlaka birçok hikmet gizlidir. Fakat insanların çoğu, kendi kısıtlı akılları ile değerlendirme yapar ve dolayısıyla Allah'ın hükümlerini tam olarak kavrayamazlar. Oysa Allah sonsuz aklın sahibidir. Üstelik zaman ve mekandan da münezzehtir; bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve hatta kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına da hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli olandır.
Fakat iman etmeyenler bu gerçeğin farkına varamazlar. Çevrelerinde oluşan her olayın belirli sebeplere bağlı olarak, tesadüfen oluştuğunu düşünürler. Allah'ın hükmettiği olaylardaki hikmetleri değerlendiremezler. Meydana gelen her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu fark edemezler. Müminler ise Allah'ın verdiği hükümlerin hikmetlerini kavramaya çalışır ve O'nun daima en iyi ve en hayırlı hüküm veren olduğunu bilirler. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus Suresi, 109)
Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: 'Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va'din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. (Hud Suresi, 45)
ALİM
Herşeyi çok iyi bilen
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)
İnsanlar düşünebilecek bir şuura sahip oldukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur.
Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır elbette. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Allah'ın bilmesi...
Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün yaratıcısı O'dur. Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; Allah aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir.
İnsanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Allah yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. İnsan, içinde yaşadığı duyguların, düşüncelerin, sıkıntıların yalnızca kendi bilgisi dahilinde olduğunu zanneder; ama bu büyük bir yanılgıdır. Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah, insanın içine ve dışına da hakimdir. Nitekim Allah'ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle bildirilmiştir:
Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir. (Al-i İmran Suresi, 92)
Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)
Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah) ın takdiridir. (Yasin Suresi, 38)
Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer) ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)
Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. (Bakara Suresi, 95)
Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Müminleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)
ALİYY
Çok yüce olan
Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Şura Suresi, 51)
Allah Kuran'da Kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kainatın tek hakimi olan Allah yücedir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegane sahibi O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk Allah'a aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. Allah alemlerden müstağnidir.
Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. Allah'ı ancak Kendisinin bize bildirdiği kadarıyla tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran ayetleriyle takdir edebiliriz. Allah, bir ayetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
ASİM
Koruyan
(Oğlu) Dedi ki: 'Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.' Dedi ki: 'Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah) dan başka bir koruyucu yoktur.'... (Hud Suresi, 43)
İnsan acizliği sebebiyle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Örneğin, dünya her an doğal afetlerin oluşabildiği bir yerdir. Depremler, seller, kasırgalar, yanardağ patlamaları sık sık karşılaşılan olaylardır. Veya aynı şekilde kişiyi manen sıkıntıya düşürebilen de pek çok olay vardır. Ve bu olaylar karşısında unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar acizliğinden kurtulmaya çalışırsa çalışsın, Allah'ın dilemesi dışında başına gelecek herhangi bir şeyden korunamaz. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah'tır. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:
De ki: 'Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: 'Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz.' De ki: 'Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız.' (Enam Suresi, 63-64)
İnsanlar tek başlarına kaldıklarında, ellerindeki maddi imkanların, yakınlarının onlara hiçbir şeyle yardıma güç yetiremeyeceğini anladıkları anlarda ya da sağlıklarını yitirdiklerinde Allah'ı zikreder, O'ndan yardım dilerler. Ancak O, kendilerini kurtarınca yine nankörlük edip başlarına gelenleri unuturlar. Dünyada Allah'tan başka koruyucu bulamayacağını anlamayan, O'nun her türlü yardımına rağmen nankörlükte ayak direten bu kişiler, ahirette sonsuz bir azapla karşılaşarak gerçeği göreceklerdir.
Bu kişilerin durumu ayette şöyle haber verilmektedir:
... Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)
AZİM
Pek azametli, büyük olan
Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür. (Şura Suresi, 4)
Allah'ın büyüklüğü ve azameti kuşkusuz bir insanın kavrama sınırının çok üstündedir. Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu görebilir, anlayabilir. Zira tüm kainat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.
Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gök gürültüsü ve Allah'a boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delillerindendir.
Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kainatı yaratan sonsuz azamet sahibi Rabbimizi biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır:
Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekan içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kainat içindeki varlığımızın, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede olduğu anlaşılacaktır.
İşte insan, samimi olarak düşündüğünde dahi milyarlarca galakasiyi yaratan ve tümünü kontrolü altında tutan Rabbimizin azametini fark edebilir. Rabbimiz tüm kainatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibidir. Allah, üstün sıfatlarını bir ayette şöyle haber vermektedir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
AZİZ
Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip olan
Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir. (İbrahim Suresi, 47)
Allah'ın 'Aziz' sıfatı, O'nun hiçbir zaman mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın Kendisi olduğunu ifade eder. Allah kainatta mutlak kuvvet sahibidir ve O'ndan üstün hiçbir güç yoktur.
Kainattaki tüm düzeni, insanların sırrını kavramaya güç yetiremedikleri veya yeni yeni keşfedebildikleri her türlü kanunu yaratan Allah'tır. Bunun yanı sıra yeryüzünde bulunan her canlıyı yaratan da O'dur. Allah'ın kainatta Kendini gösteren sonsuz gücü ve kudreti karşısında, yarattıklarının acizliği ise apaçıktır. Yarattığı tüm varlıklar ancak O'nun emriyle hareket edebilmekte, yaşamlarını sürdürebilmekte, belirli bir düzen içinde var olabilmektedirler.
Kuşkusuz bu acizlik yeryüzüne hakim olduğunu zanneden insan için de geçerlidir. Bir insan ne kadar güçlü, zengin ve itibar sahibi olsa da, Allah karşısında acizdir, güçsüzdür. Ne malı, ne parası, ne de ona itibar eden insanların sayısı, onu Allah'ın azabına karşı koruyamaz. Ancak Allah'a teslim olan, O'nun emirlerine uygun yaşayan, rızasını kazanmaya çalışanlar hariç... Allah Kuran'da her zaman Kendi taraftarlarına üstünlük vereceğini vaat etmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Allah, yazmıştır: 'Andolsun, Ben galip geleceğim ve elçilerim de.' Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
Bundan (Kuran'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan) ı da indirdi. Gerçek şu ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azab vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır. (Al-i İmran Suresi, 4)
Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65)
BAİS
Gönderen (peygamber) , uyandıran, dirilten
Nasıl oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)
Şüphesiz yeryüzünde şu ana kadar yaşayan ve bundan sonra da yaşayacak olan tüm insanlar ölümlüdür. Herkes bir gün ölür ve mezara konulur. Ancak bu apaçık gerçeğe rağmen insanların büyük bir çoğunluğu ölümü düşünmezler ve mezara konulduktan sonra tekrar diriltilecekleri gerçeğini de görmezden gelirler. Kuran'da bu kişilerin durumları şöyle haber verilir:
Derler ki: 'Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı? ' (Naziat Suresi, 10-11)
Kuran'da insanların büyük bir yanılgı ile sordukları bu soruya en açık şekilde cevap verilmiştir:
Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek verdi; dedi ki: 'Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş? ' De ki: 'Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.' (Yasin Suresi, 78-79)
Yukarıdaki ayetlerde de bildirildiği gibi Allah tüm insanları ilk defa yaratıp-inşa edendir. Gelmiş geçmiş tüm insanları birbirlerinden farklı özelliklerle donatmıştır. Öyle ki, bugün bilindiği gibi her insanın parmak ucuna kadar birçok özelliği diğer insanlardan farklıdır. Kuşkusuz onları ilk defa yaratmış olan Allah, ikinci kere ve hatta sayısız kereler aynı şekilde yaratmaya güç yetirir. Nitekim Allah bunun delillerini bizlere yeryüzünün diriltilişinde göstermektedir.
Çevremize baktığımızda her sonbahar tüm doğanın bir nevi 'ölüm' yaşadığına şahit oluruz. Bu 'ölüm' bütün bir kış mevsimi boyunca da sürer. Ancak ilkbahar geldiğinde ağaçların kupkuru olmuş dallarında yeniden rengarenk çiçeklerin, yemyeşil yaprakların çıktığını görürüz; tüm doğanın canlanarak yeşillendiğini fark ederiz. Üstelik bu 'ölümden sonra diriliş' binlerce senedir hiç aksaklık göstermeden devam eder. İşte insanın ölümünden sonra dirilişi de Allah için bu derece kolaydır. İnsanın diriltilişi ile doğanın diriltilişi arasındaki bu benzerliğe Allah ayetlerinde şöyle dikkat çekmiştir:
O ölüden diriyi çıkarır ve diriden ölüyü çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir. İşte siz de böyle çıkarılacaksınız. (Rum Suresi, 19)
Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir? Şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, herşeye güç yetirendir. (Rum Suresi, 50)
Allah'ın 'Bais' sıfatının bir başka anlamı da 'peygamber gönderen'dir. Allah insanlara uyarıcı-korkutucular, müjde vericiler olarak elçiler göndermiş ve onları doğru yola davet etmiştir. Elçilerinden kimine insanları karanlıktan aydınlığa çıkaracak kitaplar vahyetmiştir. Kuşkusuz bu, Allah'ın insanlara büyük bir lütfudur. Kuran'da şöyle buyrulmaktadır:
İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi... (Bakara Suresi, 213)
Andolsun ki Allah, mü'minlere, içlerinde kendilerinden onlara bir peygamber göndermekle lütufta bulunmuştur. (Ki O) Onlara ayetlerini okuyor, onları arındırıyor ve onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor. Ondan önce ise onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler. (Al-i İmran Suresi, 164)
BAKİ
Devam eden, fani olmayan
(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (Kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
Kainat içinde bulunan tüm varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyada sürdürdüğü sınırlı ömrün sonunda ölür. Bu son, bütün insanlar için kaçınılmazdır. İnsanlar gibi bitkiler ve hayvanlar aleminin de yokoluşu kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Örneğin bir ağaç yeryüzünde yüzlerce sene yaşayabilir. Fakat en nihayetinde ölmeye mahkumdur. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecek ve yok olacaktır.
Aynı şekilde cansız varlıkların da bir sonu vardır. Zaman, tümü üzerinde yıpratıcı etkisini gösterir. Örneğin, binlerce yıl önce ihtişam içinde yaşamış kavimlerden bugün yalnızca yıkıntıların geriye kaldığını görürüz.
Allah Kuran'da, '(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terk edilmiş bulunmakta) , yüksek sarayları (çın çın ötmektedir) ' (Hac Suresi, 45) ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
İçinde yaşayan varlıkların bir sonu olduğu gibi kainatın da bir sonu vardır. Kainattaki tüm gök cisimleri, yıldızlar, güneşler bir gün enerjilerini tüketip yok olacaklardır. Veya Allah dilediği başka bir sebeple tüm kainatı yok edecek, kıyamet günü ile ilgili vaadini gerçekleştirecektir.
Görüldüğü gibi herşey sonludur; kainat da, yaratılmış tüm varlıklar da...
Allah ise yaratandır. Ve sonsuzluk yalnızca Kendisine aittir.
Rabbimiz, insanlara Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
BARİ
Yaratan, kusursuzca var eden
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Yaşadığımız evren ile ilgili herşeyde bir denge ve ahenge rastlarız. Özellikle bilim alanında yeni gelişmeler kaydedilip bugüne kadar bilinmeyen pek çok detay ortaya çıktıkça, bu denge ve ahenk daha da netleşmektedir. Görünen odur ki, kainat üzerinde var olan her sistem üstün bir aklın tasarımıdır. Bu üstün aklın sahibi, herşeyi hayranlık uyandırıcı bir düzen içinde var etmiştir. Kainattaki her cisim, yeryüzünde yaşayan milyarlarca canlı müthiş bir ahenk içinde varlıklarını sürdürürler. Doğadaki düzen hiçbir şekilde bozulmaz ve milyonlarca yıldır son derece istikrarlı bir şekilde devam eder.
Yalnızca dünya üzerindeki yaşamı incelediğimizde bile hayranlık uyandırıcı pek çok detayla karşılaşırız. Etrafımız, farkında olduğumuz veya olmadığımız, sayısız yaratılış delili ile doludur. Örneğin, havadaki gazların karışımı tüm canlıların yaşamlarını sürdürebilmesi için en elverişli şekilde oranlanmıştır. İnsanlar ve hayvanlar yaşayabilmek için oksijen alır ve karbondioksit verirler. Ancak bu işlem sürekli devam ettiği halde havadaki oksijen miktarı azalıp, karbondioksit miktarı artarak mevcut dengeyi bozmaz. Çünkü bu noktada çok ince bir düzen var edilmiştir; insanların ve hayvanların tersine bitkiler, yaşamlarını sürdürürken karbondioksit alır ve oksijen verirler. Dolayısıyla insanların ve hayvanların tükettiği oksijen, bitkiler vasıtasıyla tekrar üretilir ve dünyadaki denge korunur.
Kuşkusuz bu örnek dünya üzerinde görebileceğimiz yaratılış delillerinden yalnızca bir tanesidir. Gerek mikro gerekse makro alem incelendiğinde bunun gibi sayısız örnekle karşılaşmak mümkündür. Eğer kainat ve dolayısıyla dünya üzerindeki canlılık varlığını sürdürebiliyorsa, bu, üstün akıl sahibi, herşeyin yaratıcısı olan Rabbimizin 'herşeyi birbirine uygun olarak yaratması' ile mümkün olmaktadır. Allah bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Hani Musa, kavmine: 'Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca yaratan (gerçek ilah) ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır' demişti. Bunun üzerine (Allah) tevbelerinizi kabul etti. Şüphesiz O tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 54)
BASİR
İyi gören
Onlar, üstlerinde dizi dizi kanat açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları Rahman (olan Allah') tan başkası (boşlukta) tutmuyor. Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla görendir. (Mülk Suresi, 19)
İnsanın görme kapasitesi kuşkusuz çok sınırlıdır. Çıplak gözle görebileceği mesafe en fazla birkaç kilometre ötesidir. Üstelik bu da ancak açık bir havada, yüksek bir yerden bakıyorsa mümkün olur. Ancak şartlar ne kadar uygun olsa da görebildiği en uzak yer onun için puslu bir görüntüden başka bir şey değildir.
İnsan bazı durumlarda -özellikle de yalnız kaldığı zaman) kendisini de hiç kimsenin göremeyeceğini zanneder. Gizli bir iş yaparken, saklanırken, etrafında hiç kimse yoksa görülmediğinden emindir. Bu tarz ortamlarda insanlar istedikleri herşeyi yapabileceklerini, hiç kimseye karşı sorumlu tutulamayacaklarını, yaptıkları hataların asla karşılarına çıkmayacağını sanırlar.
Oysa bu bir yanılgıdır. Çünkü insanın unuttuğu çok önemli bir gerçek vardır: Allah her an herşeyi tüm detaylarıyla görendir.
İnsan gözleriyle ancak belli bir alanı görebilirken, Allah o kişinin bulunduğu odayı, onun dışındaki diğer odaları, o evin tamamını, o evin içinde bulunduğu şehri, şehrin içinde bulunduğu ülkeyi, onları içine alan kıtayı, bütün bunların tamamını kapsayan Dünya'yı, tüm gezegenleri, uzayı ve onun da ötesindeki boyutları aynı anda görmektedir. Kuran'da Allah'ın herşeyden haberdar olduğu şöyle bildirilmektedir:
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin; önceden kendiniz için hayır olarak neyi takdim ederseniz, onu Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 110)
Allah katında onlar derece derecedir. Allah yaptıklarını görendir. (Al-i İmran Suresi, 163)
Bizim ayetlerimiz konusunda çarpıtma yapanlar, Bize gizli kalmazlar. Öyleyse ateşin içine bırakılan mı daha hayırlıdır yoksa kıyamet günü güvenle gelen mi? Siz dilediğinizi yapın. Çünkü O yaptıklarınızı gerçekten görendir. (Fussilet Suresi, 40)
BASIT
Açan, genişleten, bollaştıran
Allah'a karşılığını çok artırma ile kat kat artıracağı güzel bir borcu verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 245)
Allah, Kendisine iman eden, kalpten itaat eden kişilere dünyada maddi ve manevi bolluk, genişlik verir. Onların önündeki zorlukları açar. İman edenler karşılaştıkları her türlü zorlukta, sıkıntıda ve hastalıkta yalnızca Allah'a sığınırlar ve O'nu vekil edinirler. Bunun bir karşılığı olarak Allah inkar edenlerin işlerini zorlaştırırken, müminlerin işlerini kolaylaştırır.
Bu konuda Kuran'da verilmiş pek çok örnek vardır. Örneğin Hz. Musa ve ona tabi olan İsrailoğulları, Firavun'un zulmü nedeniyle yurtlarından çıkmak zorunda kalmışlardır. Ancak Firavun peşlerini bırakmamış ve yakalamak için ordusuyla beraber onları takip etmiştir. Bu kaçış esnasında Firavun'un ordusu ile deniz arasında kalan İsrailoğulları 'gerçekten yakalandıklarını' sanmışlardır. Fakat Allah Hz. Musa'nın duasına icabet etmiş, bir mucize göstererek denizi yarmış ve İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmıştır. Üstelik bunun ardından Firavun'u ve ordusunu yok etmiş, onların çıktıkları yerlere İsrailoğullarını mirasçı kılmıştır. Böylece Allah'ın, Kuran'da bildirilen 'Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da Allah'a ve Resûlü'ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah'a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir.' (Nisa Suresi, 100) ayeti de tecelli etmiştir. Kuşkusuz Allah'ın vaadi tüm inanan kulları için, her dönemde geçerli olmuştur ve olacaktır. Bir ayette şöyle haber verilir:
Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir. (İsra Suresi, 30)
BATIN
Gizli
O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid Suresi, 3)
Bulunduğunuz odada şöyle bir çevrenize bakın. Gözlerinizle görebildiğiniz herşeyin 'yapılmış' olduğunu görürsünüz. Kapı, masanın üzerindeki teyp, duvara asılmış resim, pencere... Tüm bunların birileri tarafından tasarlanıp, üretildiğine eminsinizdir. Şimdi de pencereden dışarı bir bakın. Gördüğünüz manzarada muhtemelen deniz, ağaçlar, Güneş, gökyüzü, uçan kuşlar, belki bir ada veya bunlara benzer detaylar olacaktır. Eğer gece ise gökyüzünde asılı duran yıldızları ve Ay'ı da seyredebilirsiniz. Peki oturduğunuz odadaki eşyaların yapılmış olduğuna emin olduğunuza göre, dışarıda gördüğünüz şeylerin de tasarlandığı kesin değil midir?
Elbette kesindir. Eğer bir duvardaki resmin tesadüfen oluşup oraya geldiğini iddia edemiyorsanız, Güneş'in, yıldızların ve ayın da tesadüfen oluşup gökyüzündeki yerlerini aldığını iddia edemezsiniz. Yerde ve gökte gördüğünüz herşeyin bir tasarlayıcısı, üreticisi, yaratıcısı vardır. Ve herşeyi üstün bir sanatla var eden Rabbimiz, yarattığı şeylerle Kendini bize tanıtmaktadır.
Pencereden dışarı baktığınızda O'nu göremezsiniz, çünkü Allah'ın varlığı, gücü ve sanatı yarattığı şeylerle apaçık görünmesine rağmen, Zatı gizlidir.
İşte Allah'ın yukarıdaki ayette bildirilen 'Batın' sıfatının anlamı budur. O'nun varlığı ve hakimiyeti kainattaki her noktada apaçık görülür ancak insan O'nun Zatını göremez. O'nu (Allah'ın dilemesi dışında) kimse göremez ama O, her yeri sarıp kuşatmıştır. Aşağıdaki ayetle bildirildiği gibi:
Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 103)
BEDİ
Örneksiz olarak yaratan
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca 'OL' der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Ne kadar yetenekli, ne kadar zeki olursa olsun bir insanın keşfedebileceği bir yenilik, düşünebileceği farklı bir fikir ancak o güne kadar öğrendikleri ve çevresinde gördükleriyle sınırlıdır. İnsan yeryüzüne beş duyu ile gelmiştir ve bu duyuların dışında altıncı bir duyuyu tahayyül etmesi bile mümkün değildir. Üstelik sahip olduğu duyuları da ancak kısıtlı olarak kullanabilmektedir. Örneğin belirli bir renk tayfını görebilmekte, belirli frekanslardaki sesleri duyabilmektedir. Dolayısıyla yeryüzünde var olmayan bir şeyi düşünmesi, keşfedebilmesi, akledebilmesi asla mümkün değildir.
Nitekim bugün bilimsel keşiflerin bir kısmını incelediğimizde, insanların pek çok konuda doğada gördükleri canlıları ve bunların arasındaki kusursuz sistemleri, kendilerine örnek aldıklarını görürüz. Örneğin yunusların burun çıkıntısı, modern büyük gemilerin pruvasına model olmuştur. Radarların çalışma prensibi yarasaların ses dalgaları yayarak çalışan algılama sistemi ile aynıdır. Bunlar gibi daha pek çok örnek de verilebilir. (Bakınız Harun Yahya, Düşünen İnsanlar İçin, İstanbul: Vural Yayıncılık)
Oysa Allah'ın ilmi sınırsızdır. İnsanın çevresinde görebildiği ve göremediği herşeyi Allah örneksiz olarak yaratmıştır. Kainatın, galaksilerin, gezegenlerin, canlıların, hatta tek bir hücrenin olmadığı bir zamanda Allah'ın dilemesi ve 'OL' demesiyle, atomlardan, moleküllerden, hücrelerden, canlılardan, gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden oluşan kusursuz bir sistem oluşturmuştur. İnsanların binlerce sene sonra keşfedebildikleri mikro dünyadan, ancak 20. yüzyılda haberdar olunan gök cisimlerine kadar herşey Allah'ın tasarladığı sistemlerdir ve O'nun belirlediği kanunlara tabidir. Allah hiçbir örnek yokken evreni ve içindeki her ayrıntıyı meydana getirmiştir. Allah'ın herşeyi yaratan olduğu ayetlerde şöyle haber verilmektedir:
De ki: 'Rabbim adaletle davranmayı emretti. Her mescid yanında (secde yerinde) yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin. 'Başlangıçta sizi yarattığı' gibi döneceksiniz.' (Araf Suresi, 29)
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. (Enam Suresi, 101)
BERR
Kullarına karşı iyiliği çok olan
'Şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir.' (Tur Suresi, 28)
Allah insanı yaratmış ve onu, yaşaması için her yönden elverişli olan bir mekana yerleştirmiştir. Bu mekanda var olan herşeyi de insan için özel yaratmış ve onun hizmetine vermiştir. Nahl Suresi'nde Allah insanlara sunduğu nimetlerin bir kısmını şöyle haber vermektedir:
İnsanı bir damla sudan yarattı, buna rağmen o, apaçık bir düşmandır. Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır. Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir. Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı) . Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi. Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi) . Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız ve şükretmeniz içindir. Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı) . Umulur ki doğru yolu bulursunuz. Ve (başka) işaretler de (yarattı): onlar yıldız(lar) la da doğru yolu bulabilirler. (Nahl Suresi, 4-16)
Kuşkusuz yukarıda sayılan nimetlerin tek bir tanesi bile insanın kendi imkanlarıyla elde edebileceği, oluşturabileceği, sahip olabileceği şeyler değildir. Bunların tümü Allah'ın insana lütuf olarak sunduğu güzelliklerdir. Yukarıda arka arkaya sıralanan nimetler Allah'ın kullarına karşı 'iyiliğinin çok' olduğunun apaçık delilleridir.
Peki bunca iyilik karşısında insana düşen nedir?
Allah yukarıdaki ayetlerin devamında kullarına verdiği nimetlerin karşılığında öğüt alıp düşünmelerini ve Kendisine kulluk etmelerini şöyle bildirmektedir:
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 17-18)
CAMİ
İstediğini, istediği zaman, istediği yerde toplayan
'Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, va'dinden cayıp-dönmez.' (Al-i İmran Suresi, 9)
Dağınık şeylerin biraraya toplanması demek olan 'cem' kelimesi, Allah'ın tüm evrendeki sistemler üzerindeki hakimiyetini gösteren sıfatını ifade eder. Evreni ve içindekileri yaratan Allah, canlı ve cansız tüm varlıklara dilediğini yaptırma, istediği yerde ve istediği şekilde toplama kudretine sahiptir. Kuran'da Allah dünyada müminleri biraraya toplayacağını şöyle vaat etmiştir.
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri biraraya getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)
Ancak gerçek toplanma günü kıyametle gerçekleşecektir. Kendisinden şüphe olmayan kıyamet gününde, Allah'ın bütün kulları O'nun huzurunda toplanacaklardır. Dünyada Kendisini ve elçilerini yalanlayan kişilerin inkarlarını ve bu inkarlarından kaynaklanan bütün eylemlerini bilen Allah, elçileriyle tüm insanlığa haber verdiği büyük hesap gününde, gelmiş geçmiş tüm toplumları biraraya toplayacaktır. Sur'a üfürüldüğü gün suçlu günahkarların tümü biraraya getirilecekler ve yaptıklarından topluca hesaba çekileceklerdir. İnkar edenler yine topluca, yüzükoyun cehenneme sürülecek, layık oldukları karşılığı yine yandaşlarıyla beraber topluca göreceklerdir.
Allah Kendisine iman edenleri ise tüm yaptıklarına bir karşılık olmak üzere cennette de -dünyada olduğu gibi- hep birlikte ağırlayacaktır. Allah takva sahiplerini de önderleriyle birlikte bir heyet halinde huzuruna getirecektir. Onlar nurları önlerinde ve yanlarında olacak şekilde, Allah'ın izni ve rahmetiyle topluca cennete gireceklerdir. Kendisini inkar eden insanları ise, dünyada da birbirlerine arka çıkıp örgütlendikleri gibi, cehennemde de hep birarada tutacak, birbirleriyle çekişip durmalarına izin verecektir. Zulmedenlerin eşleri ve taptıkları hep birarada olacaklar, yaptıklarının karşılıklarını cehennemin dar bir köşesinde hep beraber göreceklerdir. Çok güvendikleri eşleri ve dostlarıyla birlikte cehenneme sürülmenin azabını yaşayacaklardır. Allah dünyada şeytana uyan insanları ahirette biraraya toplayarak cehenneme süreceğini aşağıdaki ayetiyle bildirmiştir:
O, size Kitapta: 'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde, onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz' diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır. (Nisa Suresi, 140)
CEBBAR
Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan
O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddus'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir. (Haşr Suresi, 23)
Allah'a karşı büyüklenmenin, O'na teslim olmamanın altında, insanın kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık olarak görüp, sahip olduğu bazı özelliklerin kendinden kaynaklandığını zannetmesi, dolayısıyla kendine bir 'benlik' vermesi yatar. Halbuki bu, son derece çarpık bir mantıktır. İnsan biraz durup düşünse, bu dünyaya kendi iradesiyle gelmediğini, hayatının ne zaman son bulacağını bilmediğini, sahip olduğu fiziksel özelliklerin kendi seçimiyle kendisine verilmediğini rahatlıkla görebilir. Kendi bedeni de dahil olmak üzere sahip olduğu herşeyin geçici olduğunu ve sonunda yok olacağını anlar. Tüm bunlar insanın tümüyle aciz olduğunun, hiçbir şeyin gerçekte kendisine ait ve kendi kontrolü dahilinde olmadığının açık delilleridir. Eğer biraz daha düşünürse, bu delillerin sayısız olduğunu görebilir.
Bütün bu gerçekler karşısında insanın, kendisini yaratan Rabbimize karşı büyüklenmeye kalkmasının ne kadar akılsızca bir tavır olacağı ortadadır.
Oysa insanın Allah'ın büyüklüğünü, herşeyi yoktan var ettiğini, insanların sahip oldukları bütün imkan ve özellikleri verenin Allah olduğunu, dilediği anda da hepsini geri alabileceğini, tüm canlıların ölümlü olduğunu, tek baki kalacak olanın Allah olduğunu kabul edip, gerçek sahibine teslim olması gerekir. Çünkü Allah, Kendisine karşı haksız yere büyüklenen, aczini bilmeyen ve yüz çeviren herkese dilediği zaman zorla boyun eğdirmeye güç yetirendir.
Kuran'da sahip olduğu şeylerden dolayı kibirlenen ve sonunda da Allah'ın Cebbar sıfatıyla acizliklerini gören ve hatalarını ikrar eden bahçe sahiplerinin durumu ibret olarak anlatılmıştır. Ertesi gün bahçelerini erkenden devşireceklerine dair and içen bahçe sahiplerinin başlarına gelenler şöyle bildirilmiştir:
... Uyuyorlarken, Rabbin tarafından dolaşıp gelen bir bela onun üstünü sarıp-kuşatıverdi. Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi. (Kalem Suresi, 19-20)
Ama onu görünce: 'Muhakkak biz (gideceğimiz yeri) şaşırmışız' dediler.
'Hayır, biz (herşeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık.'
(İçlerinde) Mutedil olan biri dedi ki: 'Ben size dememiş miydim? (Allah'ı) Tesbih edip yüceltmeniz gerekmez miydi? '
Dediler ki: 'Rabbimiz seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz.'
Şimdi birbirlerine karşı kendilerini kınamaya başladılar.
'Yazıklar bize, gerçekten bizler azgınmışız' dediler.
'Belki Rabbimiz, onun yerine daha hayırlısını verir; şüphesiz biz, yalnızca Rabbimize rağbet eden kimseleriz.'
İşte azab böyledir. Ahiret azabı ise, muhakkak çok daha büyüktür; bir bilseler. (Kalem Suresi, 26-33)
DA'İ
Çağıran
Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'a ve Resûlü'ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O'na götürülüp toplanacaksınız. (Enfal Suresi, 24)
İnsan her zaman en iyi düşünenin, hayatı ile ilgili en isabetli kararları alanın kendisi olduğunu zanneder. Kendine göre belirlediği bazı kurallar vardır; eğer o kurallar çerçevesinde bir hayat sürdürürse kendisi için 'en iyi olanı' yapmış olacağını düşünür. Oysa bu, birçok insanın içinde yaşadığı ciddi bir yanılgıdır.
İnsanı Allah yaratmıştır ve ona şahdamarından daha yakındır. Kişi kimi zaman kendisi ile ilgili birçok konuyu bilemeyebilir; ama o, kendisiyle ilgili bilgilerden habersizken Allah bunların tümünü bilir. Çünkü onun içine, dışına, düşüncelerine, bilinç altına tamamen hakimdir. Hatta insan bir an sonra neyle karşılaşacağını bilmez veya geçmişte karşılaştığı bazı olayları unutabilir. Ama Allah unutmaz ve yanılmaz. İnsanın geçmişte yaşadığı ve gelecekte yaşayacağı her olaya da hakimdir. Bu yüzden insan için 'en hayırlı' olanı bilen ancak onu yaratan ve yaşam sürdüğü her anın bilgisine sahip olan Allah'tır.
Nitekim Kuran'da, '... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.' (Bakara Suresi, 216) ayetiyle bu gerçeğe açıkça dikkat çekilmiştir.
Bu yüzden insanın yapması gereken Allah'ın kendisine bildirdiği, davet ettiği hak yola yani 'kendisine hayat verecek şeylere' uymaktır. Allah bu doğruluk yolunu Peygamberimize vahyettiği Kuran vasıtasıyla insanlara bildirmiştir. Herkesin yaşamı boyunca neler yapması gerektiği, nasıl bir hayat sürdürmesi gerektiği, nasıl davranırsa kurtuluşa ereceği Allah'ın ayetleriyle birer birer bildirilmiştir.
1- Allah: Her ismin vasfını ihtiva eden öz adı. Kendinden başka ilah bulunmayan tek Allah.
2- Er-Rahman: Dünyada bütün mahlukata merhamet eden, şefkat gösteren, ihsan eden.
3- Er-Rahim: Ahirette, müminlere acıyan, merhamet eden.
4- El-Melik: Mülkün, kâinatın sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
5- El-Kuddüs: Her noksanlıktan uzak.
6- Es-Selam: Her türlü tehlikelerden selamete çıkaran.
7- El-Mümin: Güven veren, emin kılan, koruyan, iman nurunu veren.
8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdar olan.
9- El-Aziz: İzzet sahibi, her şeye galip olan.
10- El-Cebbar: Azamet ve kudret sahibi. Dilediğini yapan ve yaptıran.
11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi yok.
12- El-Halık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği halleri takdir eden.
13- El-Bari: Her şeyi kusursuz ve mütenasip yaratan.
14- El-Musavvir: Varlıklara suret, şekil veren, onları birbirinden farklı özellikte yaratan
15- El-Gaffar: Günahları örten ve çok mağfiret eden.
16- El-Kahhar: Her istediğini yapacak güçte olan.
17- El-Vehhab: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsan eden.
18- Er-Razzak: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
19- El-Fettah: Her türlü sıkıntıları gideren.
20- El-Âlim: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezeli ve ebedi ilmi ile çok iyi bilen.
21- El-Kabıd: Dilediğinin rızkını daraltan, ruhları alan.
22- El-Basıt: Diediğinin rızkını genişleten, ruhları veren.
23- El-Hafıd: Kâfir ve facirleri alçaltan.
24- Er-Rafi: Şeref verip yükselten.
25- El-Muız: Dilediğini aziz eden.
26- El-Müzil: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.
27- Es-Semi: Her şeyi en iyi işiten, duaları kabul eden.
28- El-Basir: Gizli açık, her şeyi çok iyi gören.
29- El-Hakem: Mutlak hakim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet sahibi.
30- El-Adl: Mutlak adil, yerli yerinde yapan.
31- El-Latif: Her şeye vakıf, lütuf ve ihsan sahibi olan.
32- El-Habir: Her şeyden haberdar. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan.
33- El-Halim: Cezada, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sahibi.
34- El-Azim: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce.
35- El-Gafur: Affı, mağfireti bol.
36- Eş-Şekur: Az amele, çok sevap veren.
37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce.
38- El-Kebir: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük.
39- El-Hafiz: Her şeyi koruyucu olan.
40- El-Mukit: Rızıkları yaratan.
41- El-Hasib: Kulların hesabını en iyi gören.
42- El-Celil: Celal ve azamet sahibi olan.
43- El- Kerim: Keremi bol, karşılıksız veren, çok ikram eden.
44- Er-Rakib: Her varlığı, her işi her an gözeten.
45- El-Mucib: Duaları, istekleri kabul eden.
46- El-Vasi: Rahmet ve kudret sahibi, ilmi ile her şeyi ihata eden.
47- El-Hakim: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan.
48- El- Vedud: İyiliği seven, iyilik edene ihsan eden. Sevgiye layık olan.
49- El-Mecid: Nimeti, ihsanı sonsuz, şerefi çok üstün olan.
50- El-Bais: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen.
51- Eş-Şehid: Her zaman her yerde her an hazır ve nazır olan.
52- El-Hak: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran.
53- El-Vekil: Kulların işlerini bitiren.
54- El-Kavi: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz.
55- El-Metin: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü.
56- El-Velîyy: Müminlerin dostu, onları sevip yardım eden.
57- El-Hamid: Hamd ve senaya layık olan.
58- El-Muhsi: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen.
59- El-Mübdi: Maddesiz, örneksiz yaratan.
60- El-Muid: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrar diriltecek olan.
61- El-Muhyi: İhya eden, yarattıklarına can veren.
62- El-Mümit: Her canlıya ölümü tattıran.
63- El-Hay: Ezeli ve ebedi bir hayat ile diri olan.
64- El-Kayyum: Mahlukları varlıkta durduran, zatı ile kaim olan.
65- El-Vacid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan
66- El-Macid: Keremi, ihsanı bol olan.
67- El-Vahid: Zat, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan.
68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci.
69- El-Kadir: Dilediğini yaratmaya muktedir olan.
70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sahibi.
71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan.
72- El-Muahhır: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan.
73- El-Evvel: Ezeli olan, varlığının başlangıcı olmayan.
74- El-Ahir: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
75- Ez-Zahir: Yarattıkları ile varlığı açık olan.
76- El-Batın: Aklın tasavvurundan gizli olan.
77- El-Vali: Bütün kâinatı idare eden.
78- El-Müteali: Son derece yüce olan.
79- El-Birr: İyilik ve ihsanı bol olan.
80- Et-Tevvab: Tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan.
81- El-Müntekım: Asilerin cezasını veren.
82- El-Afüv: Affı çok olan, günahları mağfiret eden.
83- Er-Rauf: Çok merhametli, pek şefkatli.
84- Malik-ül Mülk: Mülkün [Her varlığın] sahibi.
85- Zül-Celali vel İkram: Celal, azamet, şeref, kemal ve ikram sahibi.
86- El-Muksıt: Mazlumların hakkını alan, adaletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan
87- El-Cami: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyamette her mahlukatı bir araya toplayan.
88- El-Gani: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan.
89- El-Mugni: Müstağni kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden.
90- El-Mani: Dilemediği şeye mani olan, engelleyen.
91- Ed-Dar: Elem, zarar verenleri yaratan.
92- En-Nafi: Fayda veren şeyleri yaratan.
93- En-Nur: Âlemleri nurlandıran, dilediğine nur veren.
94- El-Hadi: Hidayet veren.
95- El-Bedi: Misalsiz, örneksiz harikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan)
96- El-Bâki: Varlığının sonu olmayan, ebedi olan.
97- El-Vâris: Her şeyin asıl sahibi olan.
98- Er-Reşid: İrşada muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren.
99- Es-Sabur: Ceza vermede, acele etmeyen.
demek geliyor içimden...
O'nu anlatmak kelam ve duygu birikimimi aşar...