Yaylı sazlarımızın en eskisi kopuz’dur (yaylı kopuz) .Iklığ adı verilen bir yaylı sazın geçen yüzyıla kadar doğu Türkleri tarafından kullanıldığı söylenmekte Sazın, yarım Hindistan cevizinin kesik yüzüne gerilmiş bir deri ve üst tarafına takılmış bir kol ile alt tarafına takılmış bir ayaktan ibaret olduğu bildiriliyor.Orta Çağda İran ve çevresinde “rebab” ya da “rüd” diye adlandırılan bu çalgı, “kopuz” adıyla en geç XV. yüzyılda Osmanlı müziğinde kullanılmaya başlamıştır. Ancak Anadolu’ya, göçler, gezginler, ozanlar ya da akınlar kanalıyla taşınarak bu tarihten çok daha önce geldiği sanılmaktadır. Günümüzde Iklığ Yavuz Top ve Cahit Berkay gibi usta sanatçılar tarafından tekrar kullanılmaya başlamıştır,
karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan baltabaş gemi ingiliz torpitosudur. ve dalgaların üstünde sallanarak alev alev yanan: şaban reisin beş tonluk takası.
kerempe fenerinin yirmi mil açığında, gecenin karanlığında, dalgalar minare boyundaydılar ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. rüzgar: yıldız - poyraz. esirlerini bordasına alıp kayboldu ingiliz torpitosu. şaban reisin teknesi ateşten diregiyle gömüldü suya.
arheveli ismail bu ölen teknedendi. ve şimdi kerempe fenerinin açığında, batan teknenin kayığında emanetiyle tek başınadır, fakat yalnız değil: rüzgârın, bulutların ve dalgaların kalabalığı, ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
arheveli ismail kendi kendine sordu: «emanetimizle varabilecek miyiz? » kendine cevap verdi: «varmamış olmaz.»
gece, tophane rıhtımında kamacı ustası bekir usta ona: «evlâdım ismail, » dedi, «hiç kimseye değil, » dedi, «bu, sana emanettir.»
ve kerempe fenerinde düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, ismail, reisinden izin isteyip, «şaban reis, » deyip, «emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip atladı takanın patalyasına, açıldı.
«allah büyük ama kayık küçük» demiş yahudi. ismail bodoslamadan bir sağnak yedi, bir sağnak daha, peşinden üç-kardeşler. ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer alabora olacaktı.
rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor: sıvastopol'a giden bir geminin sancak feneri.
elleri kanayarak çekiyor ismail kürekleri. ismail rahattır. kavgadan ve emanetinden başka her şeyin haricinde, ismail unsurunun içinde. emanet: bir ağır makinalı tüfektir. ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini ta ankara'ya kadar gidip onu kendi eliyle teslim edecektir.
rüzgâr bocalıyor. belki karayel gösterecek. en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. fakat ismail ellerine güvenir. o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini aynı emniyetle tutarlar.
rüzgâr karayel göstermedi. yüz kerte birden atlayıp rüzgâr bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi düştü.
ismail beklemiyordu bunu. dalgalar bir müddet daha yuvarlandılar teknenin altında sonra deniz dümdüz ve simsiyah durdu. ismail şaşırıp bıraktı kürekleri. ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. bir ürperme geldi ismail'in içine. ve bir balık gibi ürkerek, bir sandal bir çift kürek ve durgun ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. ve birdenbire öyle kahrolup duydu ki insansızlığı yıldı elleri, yüklendi küreklere, kırıldı kürekler.
sular tekneyi açığa sürüklüyor. artık hiçbir şey mümkün değil. kaldı ölü bir denizin ortasında kanayan elleri ve emanetiyle ismail. ilkönce küfretti. sonra, «elham» okumak geldi içinden. sonra, güldü, eğilip okşadı mübarek emaneti. sonra... sonra, malûm olmadı insanlara arhaveli ismail'in âkıbeti... Nazım...
Rus işgali sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis'ten kaçan bir baba ve oğul, Bitlis'e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar.
Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir:
'Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış.' Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır.
Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel. Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.
Bu ağıt zamanla türkü ve manilere konu olarak günümüze kadar gelir.
Türkünün Sözleri
Bitliste beş minare beri gel oğlan beri gel Yüreğim dolu yare beri gel oğlan beri gel İsterem yanen gelem beri gel oğlan beri gel Cebimde yok on pare beri gel oğlan beri gel
Tüfeğim dolu saçma beri gel oğlan beri gel Kaçma vururum kaçma beri gel oğlan beri gel Doksan dokuz yarem var beri gel oğlan beri gel Bir yarede sen açma beri gel oğlan beri gell
DEĞİLİM
Kendimi...
Siz onu birde Kerem'e sorun)))
Yaylı sazlarımızın en eskisi kopuz’dur (yaylı kopuz) .Iklığ adı verilen bir yaylı sazın geçen yüzyıla kadar doğu Türkleri tarafından kullanıldığı söylenmekte Sazın, yarım Hindistan cevizinin kesik yüzüne gerilmiş bir deri ve üst tarafına takılmış bir kol ile alt tarafına takılmış bir ayaktan ibaret olduğu bildiriliyor.Orta Çağda İran ve çevresinde “rebab” ya da “rüd” diye adlandırılan bu çalgı, “kopuz” adıyla en geç XV. yüzyılda Osmanlı müziğinde kullanılmaya başlamıştır. Ancak Anadolu’ya, göçler, gezginler, ozanlar ya da akınlar kanalıyla taşınarak bu tarihten çok daha önce geldiği sanılmaktadır.
Günümüzde Iklığ Yavuz Top ve Cahit Berkay gibi usta sanatçılar tarafından tekrar kullanılmaya başlamıştır,
karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
baltabaş gemi
ingiliz torpitosudur.
ve dalgaların üstünde sallanarak
alev alev
yanan:
şaban reisin beş tonluk takası.
kerempe fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
rüzgar:
yıldız - poyraz.
esirlerini bordasına alıp
kayboldu ingiliz torpitosu.
şaban reisin teknesi
ateşten diregiyle gömüldü suya.
arheveli ismail
bu ölen teknedendi.
ve şimdi
kerempe fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil:
rüzgârın,
bulutların
ve dalgaların kalabalığı,
ismail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.
arheveli ismail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»
gece, tophane rıhtımında
kamacı ustası bekir usta ona:
«evlâdım ismail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»
ve kerempe fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
ismail, reisinden izin isteyip,
«şaban reis, » deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.
«allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
ismail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.
rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.
elleri kanayarak
çekiyor ismail kürekleri.
ismail rahattır.
kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
ismail unsurunun içinde.
emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
ve ismail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.
rüzgâr bocalıyor.
belki karayel gösterecek.
en azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
fakat ismail
ellerine güvenir.
o eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve kemeraltı'nda fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.
rüzgâr karayel göstermedi.
yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.
ismail beklemiyordu bunu.
dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
ismail şaşırıp bıraktı kürekleri.
ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
bir ürperme geldi ismail'in içine.
ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.
sular tekneyi açığa sürüklüyor.
artık hiçbir şey mümkün değil.
kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
ilkönce küfretti.
sonra, «elham» okumak geldi içinden.
sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
sonra...
sonra, malûm olmadı insanlara
arhaveli ismail'in âkıbeti...
Nazım...
Ankara'da parıldayan bir çift göz...
Keşke bizim 'keşke' lerimiz hiç olmasa...
Ne Fayda (Enver Gökçe'ye)
«Telden
Demirden geçsen
Mapusu delsen
Ne fayda! »
I
yüreklerimizi gencecik
çıkarıp verebilseydik
üşümezdi göğsümüzde
biber gibi bir uçurum
II
tam da yakalamışken doğanın gizini
bir bir vururken emperyalizmi
toprak geniş kalçalarında
neden kalktın soframızdan
ENVER USTA
günü akşam etmek sana yakışır mı
yakışır mı sana upuzun yatmak
biz yaştakileri ustasız bırakmaz
adam sen de
yatarsan yat
biz dik durdukça
sen ölsen
NE FAYDA!
1982
Nevzat Çelik
Rus işgali sırasında Bitlis, bir harabe şehir görüntüsü alır. Düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis'ten kaçan bir baba ve oğul, Bitlis'e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varırlar.
Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre gönderir. Bir süre sonra oğul geri döner ve uzaktan babasına şöyle seslenir:
'Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış.'
Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır.
Bitlis'te beş minare, beri gel oğlan beri gel.
Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.
Bu ağıt zamanla türkü ve manilere konu olarak günümüze kadar gelir.
Türkünün Sözleri
Bitliste beş minare beri gel oğlan beri gel
Yüreğim dolu yare beri gel oğlan beri gel
İsterem yanen gelem beri gel oğlan beri gel
Cebimde yok on pare beri gel oğlan beri gel
Tüfeğim dolu saçma beri gel oğlan beri gel
Kaçma vururum kaçma beri gel oğlan beri gel
Doksan dokuz yarem var beri gel oğlan beri gel
Bir yarede sen açma beri gel oğlan beri gell
Nazmi Zülfikar
NEDİR ÖLMEK?
Nedir ölmek insan için
ebedi bir mutlulukmu
Yoksa ızdırap...
Nedir ölmek,
bütün bir yaşamın
tatlı bir huzurla anıldığı gece,
var oluş mu?
yoksa,
hiç bir iz bırakmadan yok oluş mu?
dünya nimetlerinin verdiği haz
şimdi kanlı bir bıçak mı
nedir ölmek
yok olmak mı iyi
yoksa
YAŞARKENMİ ÖLMEK...
07.12.2009