Kırmızı topuklu ayakkabısı sessiz sokağın tek enstrümanı gibiydi. Terk edilmiş gibi görünen şehrin sis inmiş sokaklarında sabahın en erkeninde yine yetişmeye çalıştığı şeylerin peşine düşmüştü. Dalgın olmaya bile lüksü olmadan hayatın en hızlı ritminden tutturmuştu müziğini. Hangi tarz hayat seversiniz diyen hiç olmamıştı. Önüne bir menü getirip en lezzetli bulduğu yaşamayı seçmesi içinde kimse bir şey yapmamıştı. Böyle yaşaması gerektiğini bir yerlerden, bir şekilde ezberlemiş ve doğaçlama bestelenmişti yaşadıkları. Topuklar tık tık tık… Saatler tik tak tik tak… Metronomun tik taklarına uyarken kaldırımdan piyanosunu çalarak ilerliyordu yaşamın portesi üzerinde.
Aslında yılgın yaşanmışlık zamanları doldurduğu geçmişinden midir bilinmez hep melankolik bir havası vardı onun. Yine aynı pespaye, zavallı duygularını boşluklarına doldurup çıkmıştı evden. Oysa o evde bırakıp çıkmak istediği öyle çok şey vardı ki. ‘’Keşke istemediğim tüm eski anları post it kâğıtlara yazıp saatlere yapıştırınca saatler onları yese,’’ dedi içinden. Bir an panikle çantasını karıştırmaya başladı. Çalışmak için eve götürdüğü dosyanın olduğu dijital belleği evde unuttuğunu düşündü. Hem yürüyor hem de çantasını karıştırmaya devam ediyordu. Bir yandan da eğer gerçekten belleği yanına almadı ise atabileceği sıradaki adımı hesaplıyordu. Ve…!
- Hay aksi ya… Eh be topuk, kaldırımların arasına takılıp kalmakta neyin nesi şimdi. Hah! Bir de kırıldın, çok güzel… - Hanımefendi sanırım zor durumdasınız. Size yardımcı olabilirim isterseniz. - A! Şey şu durumda buna hayır diyemeyeceğim. Yerinden oynamış olan taşa sıkışmış topuğu çıkarabilirsek ben bir şekilde tamir ettireceğim daha sonra. - Ben hemen halledeceğim merak etmeyin. - Çok teşekkür ederim bayım, çok zarifsiniz. - Hah! İşte topuk çıktı.
Kadının elinde ayakkabı, adamın elinde ise topuk göz göze geldiler doğrulduklarında. Adam tam bir şey söyleyecekken yüksek sesli bir gök gürültüsü ile inledi tenha sokak. İkisi aynı anda başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Sis dağılmış hava bir anda bulutlanmıştı. Her an yağacak olan yağmurun ayak sesleriydi bu gürültü. Kadın, adam ve sokaktaki birkaç kişi bir anlık şaşkınlıktan sonra yine yapacakları şeye geri döneceklerdi ki bu kez bir çığlık sesi duyuldu. İnsanın neredeyse kulaklarını kanatacak kadar acı ve tiz bir sesti bu kez sokağı dolduran. Kadın korku ile adamın elini tuttu. Adam diğer eli ile kadının eline sakin bir dokunuş bıraktı. Onun korkmaması için dokunarak teselli veriyordu parmak uçlarındaki sakinlikle. Oysa adam da en az kadın kadar korkmuştu bu tarifsiz ve ürkütücü sesten. Ama o, bir erkekti! Erkekler korkulacak bir şey yaşandığında tutunacak değil tutunulacak tarafta olurlardı. Kadınlar ise sadece anne kucağı olduklarında bunu yaparlardı. Dünya hiç adil değil…
Gökyüzünden gelen ağlama sesi ile artık herkes ne yapacağını bilemez bir halde idi. Bazı evlerin camlarından ve balkonlarından uykudan yeni uyanmış insanlar başlarını uzatmaya başladılar. Herkes şaşkın bir halde sağa sola ve sonra da gökyüzüne bakıyordu. Neredeyse bomboş olan sokak birer ikişer meraklı insanlarla dolmaya başladı.
‘’Bakmayın bana, utanıyorum’’ dedi bir kadın sesi. Herkesin şaşkınlık sesleri birbirine karıştı. Boş sokak artık uğuldayan bir karmaşaya dönüşmüştü. Kimse sesin geldiği yeri tam olarak kestiremiyordu. ‘’Ne yani, gökyüzü bizimle mi konuşuyor?’’ dedi kadın.’’ Yani, ben de bir anlam veremedim. Şey! Şu kocaman bulutun üzerinde duran şey, sudan bir insan silueti gibi sanki.’’ dedi adam. Kadın,’’ hani nerede? Ha! Şu.. A, evet, evet’’ derken bazı insanlarda aynı garipliği fark edip birbirlerine işaret etmeye başladılar. Şaşkınlık ve korku tüm sokağı sarmıştı artık. Bulutun üzerindeki sudan insan şekli ellerini beline koymuş kendisine bakanları izliyormuş gibiydi. Gözlerinin olması gereken yerde iki yuvarlak boşluk vardı. Bir süre o insanlara, insanlarda ona öylece baktılar. Sonunda bir elini insanların üzerine doğru yöneltip işaret etti Su ve sanki bir megafondan çıkıyor gibi güçlü, mekanik, ağlamaklı bir kadın sesi ile konuşmaya başladı. - Bakmayın bana öyle dehşet içinde. Asıl korkunç olan sizlersiniz. Şu gördüğünüz halimin sebebi her birinizsiniz. Başkalarına benzemeyenlere ellerinizle şekil vermeye çalışırsınız sizler. Günlük hayatınız içinde aslında kimse de ne bir zincir ne de ellerinde kelepçe vardır. Hepiniz birbirinize boynunuza takılmış tasmalarla bağlısınız. Görünmeyen tasmalarınız ile her biriniz bir diğerinin önünden giderken ardınızdan gelmek istemeyenleri ite kaka aynı yola sokarsınız. İster binlerce, ister milyonlarca olun tek istediğiniz sizin bir öncekine benzediğiniz kadar ardınızdan gelenin de size benzemesidir. Milyonlarca aynılık ile sabit bir düzenin huzurlu bir şey olduğuna inandınız, inandırıldınız. ‘’Kurallar’’ dediğiniz maddelerin bireysel özgürlükler olmadığını pekâlâ hepiniz biliyorsunuz. Ama yine o kurallar gereği bunu fısıltı ile bile dillendirmiyorsunuz. Hepinizin bildiği, sessiz bir itaatle uyduğu, birbirine dayattığı ahlak, namus, görgü, töre kurallarını gerekirse ölüp öldürerek devam ettiriyorsunuz. Hiç birinizin doğruluğunu sorgulamadığı inançlarınızı kutsallarınızın en üstüne koyup kendiniz bile açıp bakmadığınız kitaplar gibi seviyorsunuz. Anlamlarını bilmediğiniz, dilini öğrenmediğiniz ama uyulması uygun görülmüş emirleri sorgusuz sualsiz yaşıyorsunuz.
Mesela aşkı dokunmak, soymak ve sevişmek olarak anlamışsınız ve öyle de yaşıyorsunuz. Birbirinize çok rahat sunduğunuz gönlünüzün onlarca benzeri var. Öyle çok gönlünüz var ki dağıtmakta asla tereddüt yaşamıyorsunuz. İnsan birini ‘’canı pahasına sevmeli’’ dersiniz de ilk ihanette yaşadığınız üzüntüyü ‘’ can alarak’’ ödetirsiniz. Her biriniz kendi küstah gururlarınız için yaşıyorsunuz. Oysa sahip olduğunuz gururu sizden daha güçlü olana sunmaktan hiç çekinmiyorsunuz. Ne sevmeyi ne de gururunuza sahip çıkmayı beceremiyorsunuz. Bir kadını sevmeyi ona sahip olmak sanıyorsunuz. Sizin olan sizin kalmak zorunda. Mülk edindiğiniz sevdiğinize bunu değer vermek gibi gösteriyorsunuz. Bu, sadece sizin lanet egonuzdan başka bir şey değil. Eşitiniz olan dişiler size ait değiller. Onları severken, özlerken, sevişirken, konuşurken tek hissettirdiğiniz gücünüz. Sahip olduğunuz gücün kadınlara güven verdiğini söylerken aslen istediğiniz onların bu gücün karşısında eğilip sizlere itaat etmesidir. Siz, güce itaat etmeyi zaten öğrenmediniz mi? Eş olmayı, çift olmayı çoğul bir şey sanıyorsunuz, bir olmayı ise tekil bir şey. Farklı iki insandan illaki biri diğerine uyum sağlayacak, güç kim de ise onun kuralları ile yaşanacak. Bunun adı tek olmak değil. Teklik onca kalabalığın için de bir kalabilmektir. Bir sürü nedene, bir sürü gereksizliğe, bir sürü farklılığa rağmen bunlarla beraber, onları yok edip değiştirmeye çalışmadan bir arada kalabilmektir. Yoksa biri zaten tek başına çok kolay ‘’tek’’ olabilir. Bazılarınızın daha eşit olduğunu severken bile öğrete öğrete aşk oluyorsunuz.
Kadınlar, hayatlarınıza dâhil ettiğiniz adamları sizleri taşısın diye seviyorsunuz. Sevmekten anladığınız kendinizi bir başkasının ahlakı olarak görüp ona sahip çıkmak sanıyorsunuz. Siz, birey olmayı kendinize inandırmadan erkeklerin sizi öyle görmesini istiyorsunuz. Bir işte çalışmayı özgürleşmek sanıyorsunuz. Nereye giderseniz gidin, hangi işte çalışırsanız çalışın kendinizin size ait olduğunuzu bilip öğrenmeden birilerinin olmaya devam edeceksiniz. Bununla gurur duyacaksınız. Gururun ve ahlakın bacaklarınızın arasında sakladığınız şeyden ibaret olduğuna, onu birine sunmanın büyük bir lütuf olduğuna, buna sadece bir kez hakkınız olduğuna, o hakkı kullandığınızda ya da kullandırıldığınızda artık o çok değer verdiğiniz şeyin bile artık size ait olmadığına inandığınız sürece mülk olmaya devam edeceksiniz. Bazılarından daha az eşit olmak bir dişinin kabul etmesi ve bununla uysal bir şekilde yaşaması gerektiğine inandırılmış olmanız sizin suçunuz değil. Ama tüm yaşamınız boyunca size dayatılan bu ikincil yaşam haklarında bir terslik olduğunu görüp isyan etmemek ve bununla koca bir ömrü yaşamak sizin suçunuz.
Benim tek istediğim farklı olduğumun bilinip kabul edilmesiydi. Aslında her biriniz farklısınız. Ancak aynı olmaya çalışmakta ısrar ediyorsunuz. Ben istemedim. Aynı olamadım. ‘’Konuşmamız lazım’’ dediğim her sevgili ‘’kavga etmeliyiz’’ diye anlamıştır. Şikayet ettiğim şeylerle ilgilenmek onlara hep önemsiz, gereksiz, çocukça gelmiştir. İçimin dağınıklığını toplayıp en çok kendimden bir kez daha giderken parmak uçlarımda hareket ettim hep. Gidişimin gürültüsü ile bile rahatsızlık vermek istemedim önemsediğime. Kendi inançlarımın mahkûmu olduğumu anladığımda özgür kalmaya başlamıştım. Şiddet ve ötelenmekle dersimi vermeye çalışan gerçek deccal sizlerin kurallarından başka bir şey değildir. Çocukluğumdan beri beni çepeçevre saran korunaklı güven ortamının en büyük zayıflığım olduğunu gerçeğin ortasına öylece bırakıldığımda çok acı bir şekilde öğrendim. Aranızda gezinirken biraz hissettirip biraz şüphe ettirdiğim isyanımı, acıyan ruhumun sessiz çığlığını duymak istemediğinizi görünce hep yeniden sustum. Duymak istemediniz! O kıymetli vicdanlarınıza ‘’ben iyiyim’’ dediğim anda sorumluluktan azad olundunuz. Size istediğinizi verdim.
Hayat katlanılacak kadar acımasız bir tecrübeden başka bir şey değildi. Kaybedilen inançların verdiği özgürlüğün çok daha acı verici bir yolculuk olduğunu sizler anlayamazsınız. Her aştığım korkuyla bir parçamı aranıza bıraktım. Önce derilerimden soyundum. Çıplak kalan etimle nereye değip dokunsam daha çok canım yanıyordu. Gerçek hissetmenin huzur veren, rahat bir tarafı yoktur. Etlerimin yaşadığı dayanılmaz acılara tahammül edemeyip birer birer kemiklerimi terk etmesinden sonra oldukça hafif ve bir o kadar da korkunç bir yansımaya kavuşmuştu ruhum. Acıya rağmen kemiklerim yürüyüşüne devam etti. Bütün kurallarınızın üzerinde gerçek olan şeyleri görmek için gözlere ihtiyacım olmadığını boş göz çukurlarım öğretmişti bana. Hayatı yaşamaya değer kılan tek şey sanatın ta kendisi oldu. Felsefenin yeniden doğuşuna sanatın kollarında şahit olduğumda yükselen bir egoya da sahip olmuştum. Ödenen onca bedelle acı veren bu ego aslında hiç öyle böbürlenecek bir şey değildi. Daha ağır bir yalnızlıkla sizlerden biri gibi aranızda gezinemiyordum. Ağlayan sokak kedilerinin açlığı bile bende derin izler bırakıyordu. Birbirinize kıran kıran yapıp ettikleriniz toplumsal bir çıldırış gibi. Toplumlar birbirinden ayrışıp kendi kurallarını yeniden şekillendirse de hep aynı dayatmaların temelinde büyütüyordu yeni gelenleri. Ayrışmak için hep nedenleriniz oldu. Etnik, dinsel, tinsel ve başka ve başka pek çok nedene sahiptiniz artık. Aranızda sadece havada asılı kalmış su zerrecikleri gibi geziniyordum. Sizlere tahammül etmek, kendime tahammül etmekten çok daha ağır. Aynı mahallenin çocukları iken bile ayrışacak bir şey buluyor olmanızı çaresiz bir şaşkınlık ile izliyordum.
Yaşadıklarımı bir araya getirip bütünü ile kabul edemeyişim işte benim başarısızlığım olmuştu. Üzüntülerin, kayıpların, aşkların,gitmelerin, gelmelerin sonunda hep yeni başlangıçlar olduğunu göremiyordum. Her gelenle yeniden başka sonlara yol alınacağını hesap etmekten ikisi arasında olabilecek iyi şeylerin farkına varamadım. Önceleri sonunu göremeden yaşadıklarım beni böyle binlerce zerreye dönüştürmüştü. Sonra da bitişlerin yeniden başlayanlara gebe olduklarını görememekten yılgın düştüm. Umudun kaybolduğu karanlık bir boşluğa savrulup kimsesiz bir avuç Suya dönüştüm.
Seçimlerimi kendim yapamadığım için onları sevmeyi de beceremedim belki de. Acı çekmek asla ruhani bir ödül değildir. Acı, acıdır sadece… Yaratıcının değil yarattıklarının bize yaşattıkları şeydir acı. Buna tanrısal bir yön vermek ise yine insanın başka bir illüzyonu oldu. Hurafeleriniz kadınlara ikincil bir hayat, erkeklere ağır güç sorumlukları verdi. Hepiniz mutsuz ve öteki oldurulmuş hayatlara mahkûm edildiniz. Bunların dışında kalmak isteyen bazılarımızı da aranızda parçalayıp en küçük boyutlarına bölünene dek öğüttünüz.
Bu yaşadığınız sisli ve kasvetli sabah sizin ömrünüzün yarısı idi. Gözle görülemeyecek kadar sisler içinde yürüyorsunuz. ‘’Zerdüşt,’’ ilham verdiği onlarca düşüncenin ve melodinin buyurdukları ile sizleri acıya davet etti hep. Var olmanın ne olduğunu değil de ne olmadığını bilenlerin üstün bir yalınlık ile ödüllendirildiği bilinç. İşte bedenimin kalanında var olan şeye dönüştüm artık. ‘’Su’’ olarak bir araya gelen zerreciklerim ile size benzeyen bir siluetim en sonunda. Az sonra damla damla üzerinize yağacak olan ben, son kez veya belki de ilk kez sesimi duymanızı istedim. Geldiğim toprağa dönüşümün bana başka bir acı vereceğini düşünmüyorum. Hiç olan şey sadece Hiçtir. Hiç!
- Dur! Bir intiharın çözüm olacağını mı düşünüyorsun? Su, yaptığımız ve yaptığın hataların bedelini hepimize senin kendini yok etmeni izleyerek mi ödeteceksin. Bunu yapma. Madem sonunda her şeyi öğrendin ve farkında oldun. Bizlere de bunu öğretmek senin yaşamak için yeni nedenin değil mi? Sen böyle çekip gidersen bizlere yaşadıklarının böyle bir sonla biteceğini göstermiş olacaksın. Eğer senin yolun doğru olansa bize onun sonunu da göstermiş olduğun için yanlış bile olsa kendi hayatımızı yaşamaya devam etmeyi seçeceğiz. Bunun sebebi de sen olacaksın.
Elindeki ayakkabıyı heyecandan ve korkudan sallayarak konuşan kadın ne sebeple olursa olsun hiçbir canlının yaşamına bu şekilde son vermesine seyirci kalmak istememişti. Yapabileceği tek şeyi yaptı ve onunla konuştu. Bunun bir işe yaraması için büyük büyük dualar ediyordu içinden.
- Elif, yanında ayakkabının topuğunu tutan Mehmet ile büyük bir aşk yaşayacaksın. Bütün kuralların üzerinde, toplumun asla kabul görmeyeceği ilişkinizi sıra dışı bir şekilde büyüteceksiniz. Bu aşkı sadece ikinizin bileceği bir dünyada yaşıyor olmanız bile size ağır gelmeyecek. Sen kendi yükünü taşıyamadığından Mehmet’in şımarık bencilliğine katlanamayacaksın. Uzun lafın kısası soyulan derilerinin farkında olamadan sürdürdüğün ağır hasarlı hayatından eninde sonunda Mehmet’i çıkaracaksın. Sonunda sen bu bulutun üzerine çıkıp sessizce yok olacaksın.
Bu bir Gılgameş destanı değil ve hiçbir gölün dibinde ölümsüzlük otu yok. Ekindu ve Gılgameş ancak yeniden toprakta buluşacaklar. Onları bekleyen sadece soğuk, nemli bir yatak ve bir sürü böcekten başka bir şey olmayacak.
Su bulutun en ucuna gelip son kez insanlara bakınca ‘’dur, yapma!’’ gibi yükselen çığlıkların arasında kendini boşluğa bıraktı. Ardından başlayan şiddetli yağmur tüm olanları yıkadı.
İnsan, kendine ceza vermek ister mi? Canını her yaktığında intikam mı almış olur kendinden ? Ya da kendine verdigi zararlarla mı unutur ihaneti. Oysa topraktı insan. Tırmiklarsin ,çapalarsın ,Eker diker horlarsin . Ama yılmaz ,durmaz . Tenini yakan güneşe gülümser . Ürünler yetiştirir bağrında. Vefakar,cefakar,sadık ,güçlü,merhametli ....
İlla bulutlardan yağmur umma. Yağmurda yüreğinde gizli. Hıı buna rağmen cezalarla rahatlatacaksan ki ,rahatlıyamazsın , bedenini yakıp kül et. Değersiz olmanın doruğuna çıkar. Ama bı bilsen öyle değerli kılmış ki seni yaradan. Ne makyajına bakar ne boyuna posuna. Neyse uzattım . Ağacına iyi bak . Herşeyden ,herkesten önce SEV ONU_
-du bakaym ben ne anlatıyordum -evet. bir aşk konusu +anladım -valla bende pek anlamadım -ama sizi görünce kalbim güm güm atıyor +aman efendim -sizce bu bi aşk mıdır +bilmem -evet. bi aşk -hem de çok büyük bi aşk -ayyii dayanamayacam senin için yazdığım bi şiirimi okuyacağım +okuyun paşam -okuyuyum mi +okuyun -aşk kalbimi yakan bir volkan gibidir en sevdiğim tatlı kazan dibidir +ne kadar güzel -devamı daha güzel -leyla sev beni sokma müşküle seninle kaşık atalım iki tabak keşküle
Bütün mağazalar tıpkı mağaralara benziyordu. İçlerindeki insanlar indirimli ürünleri besin zincirinin en üst halkası için tüketiyorlardı. ‘’O’’ görünmeyen güç için verilen savaş, çaba, emek görülmeye değecek bir şeymiş gibi sunulmuştu. Her şey yüzde elliye varan indirimlerin cazibesi için seferber olmuştu. Kalpler, kalpler, kalpler… Kırmızı kalpler… A! Ve güller tabi ki. Gül suyundan çikolatalar, makyaj temizleme ürünleri, kazaklar ve daha, daha, daha başka güllü şeyler. Yoruldum ben. Kaybetmediğim bazı umutları aradım reyonlarda. Komik bir maskara ışıldıyordu yüzüme. Maskara şey işte… Bir fırça hareketi ile kirpiklerimi iki kat büyütüp dolgunlaştıracakmış. Vaadi büyük, iddialı üstelik. Bu maskaranın narsist olduğunu düşününce kendi egolarımın zayıf düştüğünü hissettim. Ona ödeyeceğim para yüzde kırk indirimli, kırmızı etiketli olarak serisinin yıldızı harikam ön plana çıkarılmış. Hayır, yani ben neden kendi kendime on dört Şubat tüketim çılgınlığı şeysi alamıyorum ki. Aldım gitti… Hem de yüzde kırk indirimle. Bence akıllıca bir alış veriş oldu. Benzeri ürünlerin normal fiyatının bile bu maskaranın yarı fiyatı kadar olması beni hiç ama hiç etkilemedi. Ama bu kırmızı etiketli ve yüzde kırk indirimli. Yani, dimi ama!
Aşkın yüzde elliye varan indirimle piyasaya düşmüş olması kimsenin umurunda değil. ‘’Ayyy, şu ikiz kalpli fincanlar çok tatlı değil mi amaaa…’’ diyen ergenin yanından geçerken elimdeki pakete baktım. En azından ben daha aptalca bir alışveriş yapmamıştım. Aklımı seviyorum, çok akıllıyım, zeka işte ,hiççç… Yüzde kırk indirimdeyken nasıl da kaçırmadım. Kendimi takdir ettiğim o an, kendimin bir kahveyi hak ettiğini düşündüm. Şımartılmanın sınırı paramız kadar. Deli gibi saldırın mağaralara…. Şımartalım kendi ponçik ruhlarımızı. Sevgilimiz olsun olmasın, hadi hadi mağaralara.
Akşam yani şimdiki zamanda bu yazıyı yazmaya başlamadan kısa bir süre önce muhteşem maskaramın paketini açmaya karar verdim. Onu deneyip kirpiklerime sihir yapmak için sabırsızlandığım anların verdiği keyfi anlatmaya kelimeler kifayetsiz. Heyecanla maskaranın üzerindeki sert jelatini açmaya çalışırken parmağımı kesti. Başparmağımın hemen tırnağın altındaki yerden kesilen yerinden ince bir kan akışı başladı. Başparmağım ve işaret parmağımın arasından avucuma doğru yayılan sızıntıyı durdurmak için hiçbir şey yapmadım. Avucuma dolan kıpkırmızı şeyin daha hızla ve öldürücü bir tazyikle akması için bir şeyler yapmayı geçirdim aklımdan. Kalkıp lavabonun içinde suyun akışına karışan kanın kanalizasyona yolculuğunu izledim. Su akışı bir miktar kanamayı hızlandırdı ama bu öldürücü değil. Bu yazıda olağan üstü hiçbir şey olmayacak. Hayat zaten fazlasıyla illüzyonel.
Ölmekle ilgili sıradan fikirlerim var. Öyle büyük büyük gitmeyi falan düşünmüyorum. Kaza süsü verdiğim mektupsuz bir veda herkesin içini rahatlatır diye düşünüyorum. Hayatım boyunca kimseye fazladan bir kişilik yer açması için hamle yapmadım. Bunu neden giderken yapayım ki. Bu da çok saçma. Aslında, en mantıklı olan saçmalık. Uzun zamandır dokunmak duygusuna irrite olduğumdan cesedimin yanarak ortadan kaybolacağı bir kazayı çok arzuluyorum. Hem de bir on dört şubat günü! Bence oldukça kırmızılı ve havalı bir gidiş olur bu. Havalı gitmeleri sevmiyorum ki ben. Her şeyin en basit hali ile yaşanabildiği bir yer arzuluyorum. Maskara sürmeden evden çıkabildiğim bambaşka bir hayatı yapılandıramayacağıma göre bu bedeni yakmanın neresi anlamsız? Buraya belki sonra yeniden gelirim.
Mutluluğun, yağmur sonrası toprak kokusu olduğunu düşünen insanlar kaldı mı hala acaba? Ya da sevgilinin dizlerine uzanmışken sana kitap okuması gibi basit şeylerde aşkı aramak çok saçma değil mi?
Saçma! Sevgiliye saçından bir tutam kesip ellerinle işlediğin bir mendilin arasına koyup hediye etmek çok saçma. Küçük bir odun parçasından ellerinle minik bir at yapıp o kınalı ellere sunmak çok ama çok saçma. Bir dere kenarında el ele otururken sebepsiz gülmek birbirinin gözlerine bakarken, saçmalık. Yılın en uygun zamanının dikeceğin ağacın kök salması için uygun olanını seçerek iki gönlün bir fidana can vermesi hepsinden daha saçma. Yılın Şubat ayının on dördünde gülümsü şeyler alıp mağaralardan coşku ile jan janlı paketlerle ayrılmak ve hiç emek vermeden herkesin aynı gün sevgilisini sevdiğini, anladığını ve aynı gün değer verdiğini gösterdiği toplu etkinliklerde öpüşüp sevişmek kadar anlamlı ne var ki âlemde.
Dört askerin düşen helikopterin içinde şehit olduklarını haykıran vicdanım yazıyı yazmama engel oldu bir ara. Şehitlerin öldüğünü en iyi aileleri bilir. Bir şehidin çocuğuna bunu sorsanıza. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Apartmanın önündeki çöpü eşeleyen bir kadın ve erkek bir yandan sohbet ediyorlardı. Konuşmaları gecenin karanlığında büyüdü. Onların on dört şubata bir arada girmek üzere olan bir çift olduğunu anladım. Kalpli şeylerden arıyorlardır belki de çöplerde. Ne sevimli, ne hoş, ne tatlış… Aç kardeşim onlar aç! Sen git de gül kokulu şeylerinle oyna.
Kendime tanıdığım imtiyazlarla hala nefes alıp verebiliyorken zifiri karanlık gece tüm yıldızlarını hediye paketlerine gönderdiğini söyledi sanki. Tek bir yıldız olmayan gecelerde evrenin başka işleri olduğunu düşünürüm. O yıldızları toplayıp başka bir gezgendeki belki de öksüz, yetim, tecavüze uğramış, dövülmüş, hırpalanmış, ezilmiş, horlanmış bazı canlıları için moral gecesi falan düzenliyor olamazlar mı? Öyle bir gece de yıldızsız gökyüzü mü olurmuş?
Kitap okuyunca geçen ağrılarım oluyor benim. Tam şuramda… bilmem ki belki de buramdadır, ya da başka bir yer. Tarif edemediğim ağrılarıma iyi gelen tek şey okumak veya yazmak. Soğukkanlı bir katilin şibumik varyasyonlarını akılcı satranç hilelerine dönüştürebilecek kadar batılı olabilmiş bir doğuluyum ben. Pek çoğumuzun etnik sorunları var. Eğitildikçe hep inkar ettiğimiz ‘’biz’’ cilik bölünmeler aklımızın en soğuk ve karanlık köşesinde bir savaş anına kadar bekliyor. Bosna katliamlarında yan komşudan neler gelebildiğini okumuşluğum var mesela. Bu tüyler ürperten ötekici kafalarımızla birbirimizin yüzüne utanmadan bakabiliyoruz. Kalpli yastıkların lafı mı olur ki aramızda. Bugün yanımdan öylesine geçip giden insanların arasından kaç tanesinde Hitler ruhunun hapsedildiğini düşünüp ürperdim. Oysa hepimiz ne kadar ‘’sadece insan’’ görünüyoruz.
‘’İçme şu sigarayı’’ demişti doktor. O zaman gidip rakıyı açayım ben.
Anlara bölündüm dilim dilim. Her bir kapakçığın sağır bir kulakçığa gittiği yolların içinden geçtim. Gözleri olmayan bazı beyaz şeylerin arasında seni aradım. Öyle çok ses vardı ki kendimi, kendimden duyamadım. Savaş tam tamları çalarken bir yangının ortasındaydım. Alev alev yanan bir ağacın tüm sırlarıma dek dokunduğu yollardan geçtim.
Ve bir ‘’olmak’’ anında; Kıpkırmızı bir kalabalığın karşısında deli gibi koşan atlar vardı. Baktım, bakındım… Sen buralarda bir yerde olmalıydın. Kıpkırmızı o şeyin sana dönüştüğünü çok geç anladım. Koca bir ağacı yakmaya aldırış etmiyorsun yine de!
Ağacın kollarını kesen bir testerenin, ağacın acısını umursadığını kim söyledi ki?
“Zayıflık ya da güçlülük: işte buradasın ya, güçlülük demektir. Ne nereye gittiğini ne niçin gittiğini biliyorsun, her yere gir çık, her şeye cevap ver. Eğer bir ceset olsaydın seni bundan fazla öldürmeyecekler nasıl olsa.”
Cehennemde Bir Mevsim & Aydınlanışlar, Arthur Rimbaud
BELKİ BİR SABUKLAMA NÖBETİ
Kırmızı topuklu ayakkabısı sessiz sokağın tek enstrümanı gibiydi. Terk edilmiş gibi görünen şehrin sis inmiş sokaklarında sabahın en erkeninde yine yetişmeye çalıştığı şeylerin peşine düşmüştü. Dalgın olmaya bile lüksü olmadan hayatın en hızlı ritminden tutturmuştu müziğini. Hangi tarz hayat seversiniz diyen hiç olmamıştı. Önüne bir menü getirip en lezzetli bulduğu yaşamayı seçmesi içinde kimse bir şey yapmamıştı. Böyle yaşaması gerektiğini bir yerlerden, bir şekilde ezberlemiş ve doğaçlama bestelenmişti yaşadıkları. Topuklar tık tık tık… Saatler tik tak tik tak… Metronomun tik taklarına uyarken kaldırımdan piyanosunu çalarak ilerliyordu yaşamın portesi üzerinde.
Aslında yılgın yaşanmışlık zamanları doldurduğu geçmişinden midir bilinmez hep melankolik bir havası vardı onun. Yine aynı pespaye, zavallı duygularını boşluklarına doldurup çıkmıştı evden. Oysa o evde bırakıp çıkmak istediği öyle çok şey vardı ki. ‘’Keşke istemediğim tüm eski anları post it kâğıtlara yazıp saatlere yapıştırınca saatler onları yese,’’ dedi içinden. Bir an panikle çantasını karıştırmaya başladı. Çalışmak için eve götürdüğü dosyanın olduğu dijital belleği evde unuttuğunu düşündü. Hem yürüyor hem de çantasını karıştırmaya devam ediyordu. Bir yandan da eğer gerçekten belleği yanına almadı ise atabileceği sıradaki adımı hesaplıyordu. Ve…!
- Hay aksi ya… Eh be topuk, kaldırımların arasına takılıp kalmakta neyin nesi şimdi. Hah! Bir de kırıldın, çok güzel…
- Hanımefendi sanırım zor durumdasınız. Size yardımcı olabilirim isterseniz.
- A! Şey şu durumda buna hayır diyemeyeceğim. Yerinden oynamış olan taşa sıkışmış topuğu çıkarabilirsek ben bir şekilde tamir ettireceğim daha sonra.
- Ben hemen halledeceğim merak etmeyin.
- Çok teşekkür ederim bayım, çok zarifsiniz.
- Hah! İşte topuk çıktı.
Kadının elinde ayakkabı, adamın elinde ise topuk göz göze geldiler doğrulduklarında. Adam tam bir şey söyleyecekken yüksek sesli bir gök gürültüsü ile inledi tenha sokak. İkisi aynı anda başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Sis dağılmış hava bir anda bulutlanmıştı. Her an yağacak olan yağmurun ayak sesleriydi bu gürültü. Kadın, adam ve sokaktaki birkaç kişi bir anlık şaşkınlıktan sonra yine yapacakları şeye geri döneceklerdi ki bu kez bir çığlık sesi duyuldu. İnsanın neredeyse kulaklarını kanatacak kadar acı ve tiz bir sesti bu kez sokağı dolduran. Kadın korku ile adamın elini tuttu. Adam diğer eli ile kadının eline sakin bir dokunuş bıraktı. Onun korkmaması için dokunarak teselli veriyordu parmak uçlarındaki sakinlikle. Oysa adam da en az kadın kadar korkmuştu bu tarifsiz ve ürkütücü sesten. Ama o, bir erkekti! Erkekler korkulacak bir şey yaşandığında tutunacak değil tutunulacak tarafta olurlardı. Kadınlar ise sadece anne kucağı olduklarında bunu yaparlardı. Dünya hiç adil değil…
Gökyüzünden gelen ağlama sesi ile artık herkes ne yapacağını bilemez bir halde idi. Bazı evlerin camlarından ve balkonlarından uykudan yeni uyanmış insanlar başlarını uzatmaya başladılar. Herkes şaşkın bir halde sağa sola ve sonra da gökyüzüne bakıyordu. Neredeyse bomboş olan sokak birer ikişer meraklı insanlarla dolmaya başladı.
‘’Bakmayın bana, utanıyorum’’ dedi bir kadın sesi. Herkesin şaşkınlık sesleri birbirine karıştı. Boş sokak artık uğuldayan bir karmaşaya dönüşmüştü. Kimse sesin geldiği yeri tam olarak kestiremiyordu. ‘’Ne yani, gökyüzü bizimle mi konuşuyor?’’ dedi kadın.’’ Yani, ben de bir anlam veremedim. Şey! Şu kocaman bulutun üzerinde duran şey, sudan bir insan silueti gibi sanki.’’ dedi adam. Kadın,’’ hani nerede? Ha! Şu.. A, evet, evet’’ derken bazı insanlarda aynı garipliği fark edip birbirlerine işaret etmeye başladılar. Şaşkınlık ve korku tüm sokağı sarmıştı artık. Bulutun üzerindeki sudan insan şekli ellerini beline koymuş kendisine bakanları izliyormuş gibiydi. Gözlerinin olması gereken yerde iki yuvarlak boşluk vardı. Bir süre o insanlara, insanlarda ona öylece baktılar. Sonunda bir elini insanların üzerine doğru yöneltip işaret etti Su ve sanki bir megafondan çıkıyor gibi güçlü, mekanik, ağlamaklı bir kadın sesi ile konuşmaya başladı.
- Bakmayın bana öyle dehşet içinde. Asıl korkunç olan sizlersiniz. Şu gördüğünüz halimin sebebi her birinizsiniz. Başkalarına benzemeyenlere ellerinizle şekil vermeye çalışırsınız sizler. Günlük hayatınız içinde aslında kimse de ne bir zincir ne de ellerinde kelepçe vardır. Hepiniz birbirinize boynunuza takılmış tasmalarla bağlısınız. Görünmeyen tasmalarınız ile her biriniz bir diğerinin önünden giderken ardınızdan gelmek istemeyenleri ite kaka aynı yola sokarsınız. İster binlerce, ister milyonlarca olun tek istediğiniz sizin bir öncekine benzediğiniz kadar ardınızdan gelenin de size benzemesidir. Milyonlarca aynılık ile sabit bir düzenin huzurlu bir şey olduğuna inandınız, inandırıldınız. ‘’Kurallar’’ dediğiniz maddelerin bireysel özgürlükler olmadığını pekâlâ hepiniz biliyorsunuz. Ama yine o kurallar gereği bunu fısıltı ile bile dillendirmiyorsunuz. Hepinizin bildiği, sessiz bir itaatle uyduğu, birbirine dayattığı ahlak, namus, görgü, töre kurallarını gerekirse ölüp öldürerek devam ettiriyorsunuz. Hiç birinizin doğruluğunu sorgulamadığı inançlarınızı kutsallarınızın en üstüne koyup kendiniz bile açıp bakmadığınız kitaplar gibi seviyorsunuz. Anlamlarını bilmediğiniz, dilini öğrenmediğiniz ama uyulması uygun görülmüş emirleri sorgusuz sualsiz yaşıyorsunuz.
Mesela aşkı dokunmak, soymak ve sevişmek olarak anlamışsınız ve öyle de yaşıyorsunuz. Birbirinize çok rahat sunduğunuz gönlünüzün onlarca benzeri var. Öyle çok gönlünüz var ki dağıtmakta asla tereddüt yaşamıyorsunuz. İnsan birini ‘’canı pahasına sevmeli’’ dersiniz de ilk ihanette yaşadığınız üzüntüyü ‘’ can alarak’’ ödetirsiniz. Her biriniz kendi küstah gururlarınız için yaşıyorsunuz. Oysa sahip olduğunuz gururu sizden daha güçlü olana sunmaktan hiç çekinmiyorsunuz. Ne sevmeyi ne de gururunuza sahip çıkmayı beceremiyorsunuz. Bir kadını sevmeyi ona sahip olmak sanıyorsunuz. Sizin olan sizin kalmak zorunda. Mülk edindiğiniz sevdiğinize bunu değer vermek gibi gösteriyorsunuz. Bu, sadece sizin lanet egonuzdan başka bir şey değil. Eşitiniz olan dişiler size ait değiller. Onları severken, özlerken, sevişirken, konuşurken tek hissettirdiğiniz gücünüz. Sahip olduğunuz gücün kadınlara güven verdiğini söylerken aslen istediğiniz onların bu gücün karşısında eğilip sizlere itaat etmesidir. Siz, güce itaat etmeyi zaten öğrenmediniz mi? Eş olmayı, çift olmayı çoğul bir şey sanıyorsunuz, bir olmayı ise tekil bir şey. Farklı iki insandan illaki biri diğerine uyum sağlayacak, güç kim de ise onun kuralları ile yaşanacak. Bunun adı tek olmak değil. Teklik onca kalabalığın için de bir kalabilmektir. Bir sürü nedene, bir sürü gereksizliğe, bir sürü farklılığa rağmen bunlarla beraber, onları yok edip değiştirmeye çalışmadan bir arada kalabilmektir. Yoksa biri zaten tek başına çok kolay ‘’tek’’ olabilir. Bazılarınızın daha eşit olduğunu severken bile öğrete öğrete aşk oluyorsunuz.
Kadınlar, hayatlarınıza dâhil ettiğiniz adamları sizleri taşısın diye seviyorsunuz. Sevmekten anladığınız kendinizi bir başkasının ahlakı olarak görüp ona sahip çıkmak sanıyorsunuz. Siz, birey olmayı kendinize inandırmadan erkeklerin sizi öyle görmesini istiyorsunuz. Bir işte çalışmayı özgürleşmek sanıyorsunuz. Nereye giderseniz gidin, hangi işte çalışırsanız çalışın kendinizin size ait olduğunuzu bilip öğrenmeden birilerinin olmaya devam edeceksiniz. Bununla gurur duyacaksınız. Gururun ve ahlakın bacaklarınızın arasında sakladığınız şeyden ibaret olduğuna, onu birine sunmanın büyük bir lütuf olduğuna, buna sadece bir kez hakkınız olduğuna, o hakkı kullandığınızda ya da kullandırıldığınızda artık o çok değer verdiğiniz şeyin bile artık size ait olmadığına inandığınız sürece mülk olmaya devam edeceksiniz. Bazılarından daha az eşit olmak bir dişinin kabul etmesi ve bununla uysal bir şekilde yaşaması gerektiğine inandırılmış olmanız sizin suçunuz değil. Ama tüm yaşamınız boyunca size dayatılan bu ikincil yaşam haklarında bir terslik olduğunu görüp isyan etmemek ve bununla koca bir ömrü yaşamak sizin suçunuz.
Benim tek istediğim farklı olduğumun bilinip kabul edilmesiydi. Aslında her biriniz farklısınız. Ancak aynı olmaya çalışmakta ısrar ediyorsunuz. Ben istemedim. Aynı olamadım. ‘’Konuşmamız lazım’’ dediğim her sevgili ‘’kavga etmeliyiz’’ diye anlamıştır. Şikayet ettiğim şeylerle ilgilenmek onlara hep önemsiz, gereksiz, çocukça gelmiştir. İçimin dağınıklığını toplayıp en çok kendimden bir kez daha giderken parmak uçlarımda hareket ettim hep. Gidişimin gürültüsü ile bile rahatsızlık vermek istemedim önemsediğime. Kendi inançlarımın mahkûmu olduğumu anladığımda özgür kalmaya başlamıştım. Şiddet ve ötelenmekle dersimi vermeye çalışan gerçek deccal sizlerin kurallarından başka bir şey değildir. Çocukluğumdan beri beni çepeçevre saran korunaklı güven ortamının en büyük zayıflığım olduğunu gerçeğin ortasına öylece bırakıldığımda çok acı bir şekilde öğrendim. Aranızda gezinirken biraz hissettirip biraz şüphe ettirdiğim isyanımı, acıyan ruhumun sessiz çığlığını duymak istemediğinizi görünce hep yeniden sustum. Duymak istemediniz! O kıymetli vicdanlarınıza ‘’ben iyiyim’’ dediğim anda sorumluluktan azad olundunuz. Size istediğinizi verdim.
Hayat katlanılacak kadar acımasız bir tecrübeden başka bir şey değildi. Kaybedilen inançların verdiği özgürlüğün çok daha acı verici bir yolculuk olduğunu sizler anlayamazsınız. Her aştığım korkuyla bir parçamı aranıza bıraktım. Önce derilerimden soyundum. Çıplak kalan etimle nereye değip dokunsam daha çok canım yanıyordu. Gerçek hissetmenin huzur veren, rahat bir tarafı yoktur. Etlerimin yaşadığı dayanılmaz acılara tahammül edemeyip birer birer kemiklerimi terk etmesinden sonra oldukça hafif ve bir o kadar da korkunç bir yansımaya kavuşmuştu ruhum. Acıya rağmen kemiklerim yürüyüşüne devam etti. Bütün kurallarınızın üzerinde gerçek olan şeyleri görmek için gözlere ihtiyacım olmadığını boş göz çukurlarım öğretmişti bana. Hayatı yaşamaya değer kılan tek şey sanatın ta kendisi oldu. Felsefenin yeniden doğuşuna sanatın kollarında şahit olduğumda yükselen bir egoya da sahip olmuştum. Ödenen onca bedelle acı veren bu ego aslında hiç öyle böbürlenecek bir şey değildi. Daha ağır bir yalnızlıkla sizlerden biri gibi aranızda gezinemiyordum. Ağlayan sokak kedilerinin açlığı bile bende derin izler bırakıyordu. Birbirinize kıran kıran yapıp ettikleriniz toplumsal bir çıldırış gibi. Toplumlar birbirinden ayrışıp kendi kurallarını yeniden şekillendirse de hep aynı dayatmaların temelinde büyütüyordu yeni gelenleri. Ayrışmak için hep nedenleriniz oldu. Etnik, dinsel, tinsel ve başka ve başka pek çok nedene sahiptiniz artık. Aranızda sadece havada asılı kalmış su zerrecikleri gibi geziniyordum. Sizlere tahammül etmek, kendime tahammül etmekten çok daha ağır. Aynı mahallenin çocukları iken bile ayrışacak bir şey buluyor olmanızı çaresiz bir şaşkınlık ile izliyordum.
Yaşadıklarımı bir araya getirip bütünü ile kabul edemeyişim işte benim başarısızlığım olmuştu. Üzüntülerin, kayıpların, aşkların,gitmelerin, gelmelerin sonunda hep yeni başlangıçlar olduğunu göremiyordum. Her gelenle yeniden başka sonlara yol alınacağını hesap etmekten ikisi arasında olabilecek iyi şeylerin farkına varamadım. Önceleri sonunu göremeden yaşadıklarım beni böyle binlerce zerreye dönüştürmüştü. Sonra da bitişlerin yeniden başlayanlara gebe olduklarını görememekten yılgın düştüm. Umudun kaybolduğu karanlık bir boşluğa savrulup kimsesiz bir avuç Suya dönüştüm.
Seçimlerimi kendim yapamadığım için onları sevmeyi de beceremedim belki de. Acı çekmek asla ruhani bir ödül değildir. Acı, acıdır sadece… Yaratıcının değil yarattıklarının bize yaşattıkları şeydir acı. Buna tanrısal bir yön vermek ise yine insanın başka bir illüzyonu oldu. Hurafeleriniz kadınlara ikincil bir hayat, erkeklere ağır güç sorumlukları verdi. Hepiniz mutsuz ve öteki oldurulmuş hayatlara mahkûm edildiniz. Bunların dışında kalmak isteyen bazılarımızı da aranızda parçalayıp en küçük boyutlarına bölünene dek öğüttünüz.
Bu yaşadığınız sisli ve kasvetli sabah sizin ömrünüzün yarısı idi. Gözle görülemeyecek kadar sisler içinde yürüyorsunuz. ‘’Zerdüşt,’’ ilham verdiği onlarca düşüncenin ve melodinin buyurdukları ile sizleri acıya davet etti hep. Var olmanın ne olduğunu değil de ne olmadığını bilenlerin üstün bir yalınlık ile ödüllendirildiği bilinç. İşte bedenimin kalanında var olan şeye dönüştüm artık. ‘’Su’’ olarak bir araya gelen zerreciklerim ile size benzeyen bir siluetim en sonunda. Az sonra damla damla üzerinize yağacak olan ben, son kez veya belki de ilk kez sesimi duymanızı istedim. Geldiğim toprağa dönüşümün bana başka bir acı vereceğini düşünmüyorum. Hiç olan şey sadece Hiçtir. Hiç!
- Dur! Bir intiharın çözüm olacağını mı düşünüyorsun? Su, yaptığımız ve yaptığın hataların bedelini hepimize senin kendini yok etmeni izleyerek mi ödeteceksin. Bunu yapma. Madem sonunda her şeyi öğrendin ve farkında oldun. Bizlere de bunu öğretmek senin yaşamak için yeni nedenin değil mi? Sen böyle çekip gidersen bizlere yaşadıklarının böyle bir sonla biteceğini göstermiş olacaksın. Eğer senin yolun doğru olansa bize onun sonunu da göstermiş olduğun için yanlış bile olsa kendi hayatımızı yaşamaya devam etmeyi seçeceğiz. Bunun sebebi de sen olacaksın.
Elindeki ayakkabıyı heyecandan ve korkudan sallayarak konuşan kadın ne sebeple olursa olsun hiçbir canlının yaşamına bu şekilde son vermesine seyirci kalmak istememişti. Yapabileceği tek şeyi yaptı ve onunla konuştu. Bunun bir işe yaraması için büyük büyük dualar ediyordu içinden.
- Elif, yanında ayakkabının topuğunu tutan Mehmet ile büyük bir aşk yaşayacaksın. Bütün kuralların üzerinde, toplumun asla kabul görmeyeceği ilişkinizi sıra dışı bir şekilde büyüteceksiniz. Bu aşkı sadece ikinizin bileceği bir dünyada yaşıyor olmanız bile size ağır gelmeyecek. Sen kendi yükünü taşıyamadığından Mehmet’in şımarık bencilliğine katlanamayacaksın. Uzun lafın kısası soyulan derilerinin farkında olamadan sürdürdüğün ağır hasarlı hayatından eninde sonunda Mehmet’i çıkaracaksın. Sonunda sen bu bulutun üzerine çıkıp sessizce yok olacaksın.
Bu bir Gılgameş destanı değil ve hiçbir gölün dibinde ölümsüzlük otu yok. Ekindu ve Gılgameş ancak yeniden toprakta buluşacaklar. Onları bekleyen sadece soğuk, nemli bir yatak ve bir sürü böcekten başka bir şey olmayacak.
Su bulutun en ucuna gelip son kez insanlara bakınca ‘’dur, yapma!’’ gibi yükselen çığlıkların arasında kendini boşluğa bıraktı. Ardından başlayan şiddetli yağmur tüm olanları yıkadı.
D...
İnsan, kendine ceza vermek ister mi? Canını her yaktığında intikam mı almış olur kendinden ? Ya da kendine verdigi zararlarla mı unutur ihaneti.
Oysa topraktı insan. Tırmiklarsin ,çapalarsın ,Eker diker horlarsin . Ama yılmaz ,durmaz . Tenini yakan güneşe gülümser . Ürünler yetiştirir bağrında. Vefakar,cefakar,sadık ,güçlü,merhametli ....
İlla bulutlardan yağmur umma. Yağmurda yüreğinde gizli.
Hıı buna rağmen cezalarla rahatlatacaksan ki ,rahatlıyamazsın , bedenini yakıp kül et. Değersiz olmanın doruğuna çıkar. Ama bı bilsen öyle değerli kılmış ki seni yaradan. Ne makyajına bakar ne boyuna posuna.
Neyse uzattım . Ağacına iyi bak . Herşeyden ,herkesten önce SEV ONU_
-du bakaym ben ne anlatıyordum
-evet. bir aşk konusu
+anladım
-valla bende pek anlamadım
-ama sizi görünce kalbim güm güm atıyor
+aman efendim
-sizce bu bi aşk mıdır
+bilmem
-evet. bi aşk
-hem de çok büyük bi aşk
-ayyii dayanamayacam senin için yazdığım bi şiirimi okuyacağım
+okuyun paşam
-okuyuyum mi
+okuyun
-aşk kalbimi yakan bir volkan gibidir en sevdiğim tatlı kazan dibidir
+ne kadar güzel
-devamı daha güzel
-leyla sev beni sokma müşküle seninle kaşık atalım iki tabak keşküle
:))
AYILI, PONÇİKLİ, SAÇMA BİR YAZI
Bütün mağazalar tıpkı mağaralara benziyordu. İçlerindeki insanlar indirimli ürünleri besin zincirinin en üst halkası için tüketiyorlardı. ‘’O’’ görünmeyen güç için verilen savaş, çaba, emek görülmeye değecek bir şeymiş gibi sunulmuştu. Her şey yüzde elliye varan indirimlerin cazibesi için seferber olmuştu. Kalpler, kalpler, kalpler… Kırmızı kalpler… A! Ve güller tabi ki. Gül suyundan çikolatalar, makyaj temizleme ürünleri, kazaklar ve daha, daha, daha başka güllü şeyler. Yoruldum ben. Kaybetmediğim bazı umutları aradım reyonlarda. Komik bir maskara ışıldıyordu yüzüme. Maskara şey işte… Bir fırça hareketi ile kirpiklerimi iki kat büyütüp dolgunlaştıracakmış. Vaadi büyük, iddialı üstelik. Bu maskaranın narsist olduğunu düşününce kendi egolarımın zayıf düştüğünü hissettim. Ona ödeyeceğim para yüzde kırk indirimli, kırmızı etiketli olarak serisinin yıldızı harikam ön plana çıkarılmış. Hayır, yani ben neden kendi kendime on dört Şubat tüketim çılgınlığı şeysi alamıyorum ki. Aldım gitti… Hem de yüzde kırk indirimle. Bence akıllıca bir alış veriş oldu. Benzeri ürünlerin normal fiyatının bile bu maskaranın yarı fiyatı kadar olması beni hiç ama hiç etkilemedi. Ama bu kırmızı etiketli ve yüzde kırk indirimli. Yani, dimi ama!
Aşkın yüzde elliye varan indirimle piyasaya düşmüş olması kimsenin umurunda değil. ‘’Ayyy, şu ikiz kalpli fincanlar çok tatlı değil mi amaaa…’’ diyen ergenin yanından geçerken elimdeki pakete baktım. En azından ben daha aptalca bir alışveriş yapmamıştım. Aklımı seviyorum, çok akıllıyım, zeka işte ,hiççç… Yüzde kırk indirimdeyken nasıl da kaçırmadım. Kendimi takdir ettiğim o an, kendimin bir kahveyi hak ettiğini düşündüm. Şımartılmanın sınırı paramız kadar. Deli gibi saldırın mağaralara…. Şımartalım kendi ponçik ruhlarımızı. Sevgilimiz olsun olmasın, hadi hadi mağaralara.
Akşam yani şimdiki zamanda bu yazıyı yazmaya başlamadan kısa bir süre önce muhteşem maskaramın paketini açmaya karar verdim. Onu deneyip kirpiklerime sihir yapmak için sabırsızlandığım anların verdiği keyfi anlatmaya kelimeler kifayetsiz. Heyecanla maskaranın üzerindeki sert jelatini açmaya çalışırken parmağımı kesti.
Başparmağımın hemen tırnağın altındaki yerden kesilen yerinden ince bir kan akışı başladı. Başparmağım ve işaret parmağımın arasından avucuma doğru yayılan sızıntıyı durdurmak için hiçbir şey yapmadım. Avucuma dolan kıpkırmızı şeyin daha hızla ve öldürücü bir tazyikle akması için bir şeyler yapmayı geçirdim aklımdan. Kalkıp lavabonun içinde suyun akışına karışan kanın kanalizasyona yolculuğunu izledim. Su akışı bir miktar kanamayı hızlandırdı ama bu öldürücü değil. Bu yazıda olağan üstü hiçbir şey olmayacak. Hayat zaten fazlasıyla illüzyonel.
Ölmekle ilgili sıradan fikirlerim var. Öyle büyük büyük gitmeyi falan düşünmüyorum. Kaza süsü verdiğim mektupsuz bir veda herkesin içini rahatlatır diye düşünüyorum. Hayatım boyunca kimseye fazladan bir kişilik yer açması için hamle yapmadım. Bunu neden giderken yapayım ki. Bu da çok saçma. Aslında, en mantıklı olan saçmalık. Uzun zamandır dokunmak duygusuna irrite olduğumdan cesedimin yanarak ortadan kaybolacağı bir kazayı çok arzuluyorum. Hem de bir on dört şubat günü! Bence oldukça kırmızılı ve havalı bir gidiş olur bu. Havalı gitmeleri sevmiyorum ki ben. Her şeyin en basit hali ile yaşanabildiği bir yer arzuluyorum. Maskara sürmeden evden çıkabildiğim bambaşka bir hayatı yapılandıramayacağıma göre bu bedeni yakmanın neresi anlamsız? Buraya belki sonra yeniden gelirim.
Mutluluğun, yağmur sonrası toprak kokusu olduğunu düşünen insanlar kaldı mı hala acaba? Ya da sevgilinin dizlerine uzanmışken sana kitap okuması gibi basit şeylerde aşkı aramak çok saçma değil mi?
Saçma! Sevgiliye saçından bir tutam kesip ellerinle işlediğin bir mendilin arasına koyup hediye etmek çok saçma. Küçük bir odun parçasından ellerinle minik bir at yapıp o kınalı ellere sunmak çok ama çok saçma. Bir dere kenarında el ele otururken sebepsiz gülmek birbirinin gözlerine bakarken, saçmalık. Yılın en uygun zamanının dikeceğin ağacın kök salması için uygun olanını seçerek iki gönlün bir fidana can vermesi hepsinden daha saçma. Yılın Şubat ayının on dördünde gülümsü şeyler alıp mağaralardan coşku ile jan janlı paketlerle ayrılmak ve hiç emek vermeden herkesin aynı gün sevgilisini sevdiğini, anladığını ve aynı gün değer verdiğini gösterdiği toplu etkinliklerde öpüşüp sevişmek kadar anlamlı ne var ki âlemde.
Dört askerin düşen helikopterin içinde şehit olduklarını haykıran vicdanım yazıyı yazmama engel oldu bir ara. Şehitlerin öldüğünü en iyi aileleri bilir. Bir şehidin çocuğuna bunu sorsanıza. Balkona çıkıp bir sigara yaktım. Apartmanın önündeki çöpü eşeleyen bir kadın ve erkek bir yandan sohbet ediyorlardı. Konuşmaları gecenin karanlığında büyüdü. Onların on dört şubata bir arada girmek üzere olan bir çift olduğunu anladım. Kalpli şeylerden arıyorlardır belki de çöplerde. Ne sevimli, ne hoş, ne tatlış… Aç kardeşim onlar aç! Sen git de gül kokulu şeylerinle oyna.
Kendime tanıdığım imtiyazlarla hala nefes alıp verebiliyorken zifiri karanlık gece tüm yıldızlarını hediye paketlerine gönderdiğini söyledi sanki. Tek bir yıldız olmayan gecelerde evrenin başka işleri olduğunu düşünürüm. O yıldızları toplayıp başka bir gezgendeki belki de öksüz, yetim, tecavüze uğramış, dövülmüş, hırpalanmış, ezilmiş, horlanmış bazı canlıları için moral gecesi falan düzenliyor olamazlar mı? Öyle bir gece de yıldızsız gökyüzü mü olurmuş?
Kitap okuyunca geçen ağrılarım oluyor benim. Tam şuramda… bilmem ki belki de buramdadır, ya da başka bir yer. Tarif edemediğim ağrılarıma iyi gelen tek şey okumak veya yazmak. Soğukkanlı bir katilin şibumik varyasyonlarını akılcı satranç hilelerine dönüştürebilecek kadar batılı olabilmiş bir doğuluyum ben. Pek çoğumuzun etnik sorunları var. Eğitildikçe hep inkar ettiğimiz ‘’biz’’ cilik bölünmeler aklımızın en soğuk ve karanlık köşesinde bir savaş anına kadar bekliyor. Bosna katliamlarında yan komşudan neler gelebildiğini okumuşluğum var mesela. Bu tüyler ürperten ötekici kafalarımızla birbirimizin yüzüne utanmadan bakabiliyoruz. Kalpli yastıkların lafı mı olur ki aramızda. Bugün yanımdan öylesine geçip giden insanların arasından kaç tanesinde Hitler ruhunun hapsedildiğini düşünüp ürperdim. Oysa hepimiz ne kadar ‘’sadece insan’’ görünüyoruz.
‘’İçme şu sigarayı’’ demişti doktor. O zaman gidip rakıyı açayım ben.
D...
Kaybolan ‘’p’’ lerin Flutter Öyküsü
Anlara bölündüm dilim dilim. Her bir kapakçığın sağır bir kulakçığa gittiği yolların içinden geçtim. Gözleri olmayan bazı beyaz şeylerin arasında seni aradım. Öyle çok ses vardı ki kendimi, kendimden duyamadım. Savaş tam tamları çalarken bir yangının ortasındaydım. Alev alev yanan bir ağacın tüm sırlarıma dek dokunduğu yollardan geçtim.
Ve bir ‘’olmak’’ anında;
Kıpkırmızı bir kalabalığın karşısında deli gibi koşan atlar vardı. Baktım, bakındım… Sen buralarda bir yerde olmalıydın. Kıpkırmızı o şeyin sana dönüştüğünü çok geç anladım. Koca bir ağacı yakmaya aldırış etmiyorsun yine de!
Ağacın kollarını kesen bir testerenin, ağacın acısını umursadığını kim söyledi ki?
D…
Bugün :))
Ive been waiting my whole life
For things to work out right,
But, those lonely days turn into lonely nights
Yes, it do
Bir kaç şiiri idam ettiklerinden beri kuşların kanat çırpması kimsenin umurunda olmadı.
Lili Marleen hiç yoktu belki de , su kuruyor zaten...
Taşıma suyla değirmen döndürüyoruz..
?t=45
North Country OST_ Gustavo Santaolalla
I like İzmir :))
Bazı düşler érken ölür dostum....
Yine de ''S''
“Zayıflık ya da güçlülük: işte buradasın ya, güçlülük demektir. Ne nereye gittiğini ne niçin gittiğini biliyorsun, her yere gir çık, her şeye cevap ver. Eğer bir ceset olsaydın seni bundan fazla öldürmeyecekler nasıl olsa.”
Cehennemde Bir Mevsim & Aydınlanışlar, Arthur Rimbaud
Ege Efem Gitar soloya dikkat :)))