Kültür Sanat Edebiyat Şiir

tımarhane duvarı sizce ne demek, tımarhane duvarı size neyi çağrıştırıyor?

tımarhane duvarı terimi Maria Puder tarafından tarihinde eklendi

  • Deli Diyorlar Bana Desinler Değişemem
    Deli Diyorlar Bana Desinler Değişemem

    yahu niye unutuyorum ki ben buraya uğramayı,

  • Maria Puder
    Maria Puder 17.08.2019 - 17:18

  • Maria Puder
    Maria Puder 17.08.2019 - 17:15

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu


    Rüzgârımı Topladım Gittim

    Kayaların oyuklarında damla damla işlenmiş saadet aldanışları
    Köpürtüp çılgınca yeşilin içindeki yosunlaşmış kaygan kahrını
    Diş diş söküp yüzüme tükürürken hüznü kıyısında bekliyor
    Tuzlaşmış yorgun dalga artıklarını serin rüzgârında sağıyor
    Yar olup yüzümde ışıltısı dans eden gündüz yakamozlarına
    Sokulup tuzuna göz suyu cilası çekilen sivri kayalıklarına
    Şiirleri gözlerimden toplayıp denizli adada zeytinler salınırken
    Okuyup bir bir çıplak ayaklarımda mana köpüklenip dağılırken
    Hüzün ensemde toplayıp kulak arkası kelimelerin buğulu sılasını
    Kayaların siyah kumaşına işleyip yankısı kristalleşen beyazını
    Narin rüzgârlarıyla davetkar dansı kayaların çağıltısı ruhta
    Çeyizlerin hasta dantel buruşukluğu katlanıp artarak dalgada
    Saat şiir dokulu oyuklarında tarihi yorumlayan şair doğan
    Kelimelerin ağustosunda hece hece öten çam kokulu divan
    Oyuk zaman derinliği kıyı coğrafyasında çizip deltalar
    Aşırdığı şiirleri dinleyip koynunda mısra mısra uyuklar
    Ucunda şımartılmış ılık masallar parmak izinde kaybolunca
    Uçurum dizinde dalgalar yosun mavisi şiirler tarayınca
    Sayısı kendinde saklı suskun güneşler altın saçıp göz kırpar
    Ruhuma basan yangın beşibiryerdeler gözbebeklerimi kavrar
    Mavide buluşup altından kelebekler hep titreşerek suda
    Gözlerimde nazlanan kör ışıltı lacivertte oldu sarı nokta
    Hüznümü kırbaçlayan dalgada beyaz öfken köpük köpük
    Yanağıma değdi tuzu rüzgârdan solan buruk bir öpücük
    Sivri kayalar hırçın kelimeler döşeği sesime ket vurunca
    Tokat yüzde divandan maşuk sefil biçare gamlı kovulunca
    Cümlelerini denizden kelime kelime toplasın gitsin artık
    Harf harf öpüp kıyılarını ayrılsın gelin git kumsaldan utanıp

    29/07/2019

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Gelemem ki…

    Küçük bir dünyam var gözkapaklarımın ardında
    Ritimlerini belirleyen melodisi ağrılı kulaklarımda
    Hangi enstrüman hangi saatte çalarsa çalsın burada
    Kuralları belirlenmiş bir yazgı var notalarında
    İmza kalemle yazılan bir addan daha fazla anda
    Anlamı yüklüyor vicdanı sızlatan damara daha
    Sonumu iyi görmüyorum huzura artık elveda
    Kalbim ve aklım hem fikir gecikmiş intiharda
    Doldurmam gereken boşluklar çok fazla
    Acıdan kurtulamıyorum ne yapsam da
    Kanepelerin canına okuyup sabunla suyla
    Camların çamurunu sıkıp durulamayla
    Fayansları ovup uğraşıp parlatmakla
    Sıkıntımı yatıştıramıyorum bunlarla
    Kitaplara sarılıyorum candan yakın da
    Serzenişlerin çığlığı hep kulaklarımda
    Artık ben ne iflah olurum burada
    Ne de huzurlu olurum yârin kollarında
    Acı bir hüzün oturup kaldı bağrımda

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Korkulu Boşluk’um, 27/07/2019

    Benim yaşamımdaki doldurulmaz boşluk çocukluk çağımdan çıkmamla başladı. İnsanlar bir vesileyle tanışıp olağan sürecinde hayatın, içgüdülerinin de etkisiyle anlaşıp bir şekilde sonuca ulaşıyorlardı. Benim etrafımda sosyal anlayışların sınırı içerisinde teklifsizce adlandırabileceğim cüretkâr davranışlarım olmadı. Belki ben böyle olmasını istediğim içindir belki de mizacımdan kaynaklanıyordur. Kardeşlerimin annemi telaşlandıran, babamı sinirlendiren girişimleri bu sosyal çevre anlayışının ne kadar esnek olduğunu da gösterebilir.

    Aileler çocuklarının mürüvvetini görmek istiyorlardı. Gençler de heyecanlarını mizaçları yönünde kendi anlayışlarına göre uyum sağlayabilecekleri kişilerle paylaşmak istiyorlardı. Bazı kız babaları uygun çevre seçip maddi yükü önemsemeyip iyi kısmetler bulmak için mekân değiştiriyorlarmış. Bu da anlayışla karşılanabilir; bir baba hassasiyeti ne de olsa. Böyle bir düşünce ufku farklıydı tabii. Aynı evde yaşayan çok farklı insanlar olmak zıtlıkların daha kapıdan girer girmez başlaması demekti. Hayatın yaşanmasının ne kadar zor bir süreç olduğunu günün getirdiği mecburiyetler bütün soğukluğuyla yüzümüze vururdu.

    Sen o güzel mavi gözlerinle hak edilmemiş bir şansım olduğunu, aşkın sihirli şarkısıyla kulaklarıma fısıldıyordun. O kadar mutlu etmiştin ki beni, o kısacık zamanda. Başkaları sende ne görüyordu bilmiyorum ama yanımda hissettiğim arkadaştan öte bir sıcaklığın vardı. Senden korkmuyordum çünkü çekingendin. Gözlerine baktığımda tatlı bir hüzün kalbimi sarardı. Hiç ürkmeden yanında durabiliyordum ne bakarak ne de konuşarak beni rahatsız etmiyordun. Yani gerçek olamayacak kadar güzeldi. Bir defa girmiştin yüreğime ve yerleşmiştin sessizce, yavaş yavaş, hiç çıkmamacasına. Hiçbir şey sana evet dememe engel olamazdı. Yokluklar beni yıldıramazdı, bir ayakkabıyı yıllarca giyebilirdim, aynı yemeği her gün yiyebilirdim. Yeter ki o huzuru gözlerinde ve yüreğinde göreyim.

    Öyle hayat hikayeleri dinleyerek büyümüştüm ki yaşamaktan korkar olmuştum. Aile kadınları bir araya gelir gelmez, bu çok sık olurdu, başlarlardı maziden hüzün sayfaları çevirmeye. Yoğurulmuş hamuru mantı kıvamında çimdiklerken, yün diterken, dikişte teyellemeye yardım ederken… Nasıl iç parçalayıcı, insanı rahat nefes aldığı için utandıran… İnsan yapımı planlıydı bazıları, bazıları da düşüncesizlik eseri karşı tarafa fedakarlığın en üst merdivenlerine tırmanma mecburiyetiydi. Üvey anne bu anısı geçmişte gerçekleşen tarihi sayfaların ete kemiğe bürünmüş acıklı kısımlarını teşkil ediyordu. Üvey çocuğun acılara o zamanın şartlarında yastık uçlarını ısırarak tahammül etmişliğini ibret kaydedici kulaklarımızı açarak can kulağımızla anneannemden dinlerdik. Tahammül sınırlarının mizacın demir kalkanına eklenen maddelerin cinsine göre hayatın orta yerinde hava niyetine acı su niyetine kahır olduğunu kız kardeşlerden birinin hastalıktan yitip gitmesiyle beynime yazdım. Diğerinin tahammül sınırının yaşama odaklı olduğunu ise göğüslerine pamuk konularak evden başka bir eve çile doldurulmaya gönderildiğinde kalbimle anladım.

    Savaşların acı hadiselerinden gözyaşı kraterleri oluşturdum beynimin köşelerinde. Zihnime ulaşan her gerçek sayı hayatın matematiğine ait gözyaşı olup akıyordu hafızama. Bazen bir geçek kesit canlandırmasında nefes alıp verdiğim anın korkutuculuğundan zihnimi çıkarıp normal bilinen hayat gerçeğine geçmek için saatlerce çabalıyordum. Bilgisi zihnimde kendi gerçeğini depolamış acı hadiselerin varlığı hatta olmuş olabilme olasılığı bile kabuğuma gömüyordu beni. İnsanları çok sevdiğim kadar çok da korkuyordum. Boşluklarımın çoğu korkuyla doluydu; toplumun aynı fikirde birleşip kendinden olan yakın mesafedeki değişik düşünceli saygın ve kibar insanlara kapalı mekanlarda çay içme yasağı getirdiği günlerde bunu çok daha kuvvetli hissettim. Çay içmek yasaktı kahve içmekse serbest. Peki kahvenin içine mütemadiyen düşen gözyaşları kimin umurundaydı. Kahvenin şekerli olup olmaması bir çay tiryakisi için hiçbir önem arz etmiyordu. Kahveyi kâğıt bardakta verirken içine saçlarından kepek düşüren işletmeciler neden gülüyordu. Zihnim kepeksiz çay içmek isterken dışarıdan aldığım çayı neden bahçeye girerken çöpe atmak zorunda kalacaktım. Ya da bahçe kapısında çayımı bitirmek zorunda olmalıydım. Işıkları kapatıp gecelerce çay ve kahve arasındaki farkı düşündüm. Kahveyi sevenlerin çay sevenlerden devirlerin kıskacında kalmış çaya zulmedercesine intikam aldıklarını kaşık havasında oynarlarken anladım. Kuzeyliler ve Güneyliler felsefesinin silahtan soyunmuş halini andırıyordu.

    Bütünü arz eden bu tepside sen yanımda yoktun. Yalnızlığın salıncak kurduğu şehrimde rüzgâr siluetini yüzüme savurup gözyaşlarıma yapıştırıyordu. Yol ikiye ayrılmıştı parmaklarından bizim için çizdiğin haritada. Sen öndeydin, nefesin ve damarlarından akan güçlü kanla on sekiz yaşını bitireli beş altı yıl olmuştu. Ben de ailemin acıklı hikayelerine köşe bucak saklanarak ağlamayı azaltmıştım. Yabandım kendi çevreme, bir gruba giremiyordum ki hala öyleyim. Harita açık ve net çizilmişti. Ellerin Ferhat’ın çıkıp delemeyeceği benim aşamayacağım küçük ölçekli yükseltiler belirlemişti. Bu harita bir yönüyle geleceğimizi de gösteriyordu. Kararlı ve koyu renkli sert çizgiler derin vadilerle ayırmıştı yollarımızı. Senin şehrine açılan bütün yollara tabela bile konmuştu; herbir patika dahi beni üzecek sürpriz tuzaklarla doluydu. İş bitiriciliğin hayranlık uyandırmıştı bende. Kesin bir sonuca çoktan ulaşmıştın haritamızı çizerek; nedenlerini sembollerle belirterek açıklamıştın.

    Hayatın tadı tuzuydu bu yaşadıklarım. Hiçliğinde hafif kokusunu hissettiğim birtakım duygular uzay sarmalında ne ifade ediyorsa karşıma alıp konuşturduğum aynalarda da sen yerimi bildiriyordun bana. Zihnimde beliren oyuncak mutfak dolaplarından küçük tencerelerle oynamak istediğim çocukça bir evcilik oyunun hayaliydi bu. Birkaç büyük laf edip boyumu aşan cümleler kurmuştum. Nilüfer’e göğsünün birini kaybettiren aşkla boy ölçüşmenin bedelini ödemeliydim. Otobüs büyüklüğünde ağrılarım kulaklarımı deliyordu. Apartman boşluklarında gülümseyerek selam verdiğim Haticeler beni üzmüyordu. Sadece yorgundum, doğunun soğuğuna atmak istiyordum kendimi. Anlamını süslü elbiselerle giydirdiğim ince makyajını pahalı boyalarla yaptığım hatıralarımdan bu şehirden kaçarak kurtulabileceğimi zannediyordum. İnsan kendinden nereye kaçabilirdi ki…

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Sevdiğim Boşluk’um, 25/07/2019

    Suskun kelimelerinin beynimde ses bulduğundan beri kendimi dünyanın bizim için yapmaya çalıştığı işlevsel görevlerin rutinine ne kadar kaptırmış olduğumu anladım. Salkım saçak bir söğüdün altındaki bankta kendi kendine şiir okurken unuttuğum Rüveyda’yı saçaklarını araladığım söğüdün gövdesine dayanmış ağlarken buldum. Ufaklığın oraya saklanmış, ezberlediği birçok şiiri de unutmuş. O malum şahsın şiirini de bir daha okumaya cesaret edememiş. Neden diye sorduğumda “Hep boğazımda bir düğüm gözyaşı olup içime akıyor.” diye cevap veriyor. O şahısların sen ve ben olarak şiirde üçüncü şahsa dönüşeceğini aklının ucuna dahi getirmemiş yoksa hiç ezberler miydi?

    Onlarca yıl boyunca sesini birkaç defa duyduğum ve içimde hep bir yerlerde hicranın acılı sesini dinlediğim boşluğumun sen olduğunu biliyorsun. Şarkıların beni alıp dağların arkasında gezinen bir bozkurda götürmesine ne kadar izin versem de yaratılışımızın dünyanın menteşesine bağladığı kapı kolları olmuştuk bir kere. Yavru kurtların sevgi yumağına açılan bir kapının kolsuz olması ne kadar düşünülemezse sen de boşluğum kalbimdeki kapıdan yanımdaki boşluğa açılan bir kapı kolu yoksunluğu olarak düşünülebilirdin. Çay demlemeyi unutmuşum, seninle karşı karşıya boşluklarımıza bakarken anladım ki çaydan tat da almayı unutmuşum. Sulanmış beynimin sen boşluğunu ümitsiz bir şarkının nağmeleri doldurdu hep. Başımın sürekli döndüğü zamanlarda doktor beyin fotoğrafıma bakınca “Sizde unutkanlık var mı, beyniniz sulanmış, bu genç beyni olamaz.” demişti. Sen öyle dolusun ki orada boşluğum suyun içinde yüzmektesin.

    Birgün temizliği bitirip işe yetişmiştim, arka kapıya yaklaştığımda bir flüt sesi… Camı, pencereyi, duvarı aşıyor. Bir anda bütün benliğimi notaların hakimiyeti kaplıyor. Ses nasıl bir hamas gibi etrafımda dolanıp beni bozkıra uçuruyor, anlayabiliyor musun? Damlalarına teslim mi olsaydım arkasından çağırdığı bulutlara yoksa büyüsünde kaybolduğum ezgilerin elinde ölse miydim? Belediye orkestrasında çalan üniversite öğrencileri… Atatürk’ün sevdiği şarkıları belletiyorlar çocuklara. Anlam ve anlama anıların çay kahve içirişi beynimde… İlk değil biliyor musun, defalarca… Olmadık anlarda ya arkamdan itekliyor ya da kollarımdan tutup bir salona oturtup dinletiyor kendini.

    Ayağımı boşluğa bırakmak gibi çaresizce bir his anısında anı yaşamak. Kollarımı kullanamamak, arabanın olmadık yerde benzinin bitmesi ve bütün damarlarım yorgunluk sinyalleri verirken yemek yapmak zorunda olmak gibi. Zorunda olmak, Sevgilim Boşluk’um en iyi sen bilirsin. O kadar çok zorunda kalmak zorunda kaldık ki ayrılmak zorunda kalmak, ayrılık fikrine saygı duymak zorunda kalmak, onu arayıp bir defa bile rahatsız etmemek zorunda kalmak; sesini ne çok duymak istesen de… Bildik ki bu hayatın anlamına şiir kadar tat katmayan eylemlerimiz bizi insanlık yönünde çıkmaz sokaklara sürüklemedi. Yaratıcı yaşamın kurallar manzumesinde sözümüzü tutmamızı istediği yeminlerimizi “Ol!” derken ipotek altına almıştı zaten.

    O tatlı, yufka kalbini amaçsızca dolaştırırken sen şiirlerinde bir volta molasında sıkıntına park bahçe gezdiremezken bir de beni avutmaya çalışıyordun. Kulaklarımın, şiirlerini seslendiren dudaklarıma dayanamayıp ağrıdığını, gözlerimin bulanık manzumelerin sularından harf eksilttiğini biliyordun. Parmaklarım yazıyordu, bir defa yayları gevşemişti eklemlerimin. Gözlerinin mavisine hoyratça yerleşen ağrılı kelimelerim için beni affet Sevgili Boşluk’um. Kulaklarım ziyanda benim, ağrımadığı gün sayılı. Kalbim küskün bana silemediğim üzücü cümleleri için. Lütfen söyle yazmayayım. Sahilinde kumdan kaleler yapan umutlarına köpüklü dalgalar olmayayım. Yıllarca görünmeyeyim ezanların sesinde saklanayım. Yanlış anlamayıp, yanlış anlaşılmayayım ki sen bana küfretme. Halden hale girişlerinde Binbir Surat’ı oynağını sonradan anladım. Çok acı çekmeme sebep oldum. Acı anı yıkasa da geçmişle, ellerindeki günü geçmiş tiyatro biletlerini alıp boş salonlarda perdelerin açılmasını bekledim. Git kelimesinin sende ifade bulduğu anlamın gel kelimesinin de aynı anlama eş değer olduğunu seni tanıdıkça anladım. Git, gel demekti. Gel de git demekti. Sevmiyorum, seviyorum demekti. Seviyorum da ne demekti? Aklım karıştı Sevdiğim.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu


    Cami Avlusu Boşluk’um, 18/07/2018

    Yeni duygular cebren girdiği his odacıklarının kapısını bir tekme kuvvetiyle yere indirdi. Sohbetin en tatlı anında araya sıkıştırılan kızarmış şiş uçlu itham cümleleri geri geri gitmesine sebep olacakken birden oturdu Filiz ve ellerinin arasına aldı başını. Bu sırada elindeki kitap oturduğu banktan aşağıya kaydı yavaşça. Uzun fırfırlı eteğinin altında görünmez oldu.

    _ Filiz! Filiz! Ahhh Filiz!

    Şehrin devasa binaları ve onları kalın bellerinden yeni çıkmazlara sürükleyen sokakları bütün mahalleye yetecek kadar büyük bir kazandı. Çocukluğuyla birlikte kendiyle yaş alan çınar ağaçları sadece gözlerini okşamakla kalmıyor mütemadiyen başını kaldırma lüzumu hissedenlere yeşil banyosu yaptırıyordu. Geçmişte, mesai günlerinde kendini bu hızlı adımlar arasında rutine ayak uydurduğunu düşündükçe midesi bulanıyordu. Karşılaştığı mekâna ait her nesne sofrasına misafir olmak istemediği duygu yemeklerinden kaşık kaşık tattırıyordu. Oysaki bu obez mutfağını ruhu artık tatmak istemiyordu.

    _ Beni dinle Filiz! Sesime kulak ver! Bahane uydurma…

    _ Neredesin, göremiyorum? Hangi kelime çentiğine saklandın bilemiyorum. Kulağıma bir şarkı çalınıyor: İnleyen nağmeler ruhumu sardı.

    Tepeye tırmanan yollarda ayak izleri birbirinin içine tünel kazarak ilerliyordu. Ayakkabı izlerinin genetik şifresi şehrin ayakkabı izi merkezinde özenle saklanmış ki hangi kaldırım taşına baksa “Buradan da geçmiştin!” şerhi düşülmüştü. Yürürken küçük ayaklı bir kadının uzun topuklu ayakkabısından topuk taşıyla parlatılmış pembe ayak topuğuna gözü ilişti. İnce ayakkabı topuğu aksak bir eşek misali binicisinin yüküne artık dayanamayacağını eğilerek her adımda daha da aşağıya kayarak kendince giyicisine sinyaller veriyordu. Gözü takılan düşüm topuğuna acırken sağ tarafa dönüp kayboldu ağzı konuşkan bedenleri iş yorgunu kelimeleri sigara içimi hazzında paylaşan kadınlar…

    _ Döngüden çık! Hayat, sağlıklı olsun diye sigortana harcadığın paraların üstüne yattı.

    _ Dizlerim… Parmak eklemlerim… Çamurlu bir sel suyundan dere boyunca aktı, gitti. Berrak bir içim su yalnızlığında avuçlarımın düzünden süzüldü, kapayamadım. Düşen damlaları yakalamak için eğilemedim.

    Mithat Paşa şanına yakışır genişlikte içinden akan otomobil nehrine üstten köprülerle yandan geçişler sağlayan beton yığınları binalarla çevrilen yola adını verdiklerini duysa üzülürdü; ağaçların omuzlarla elim sende oynadığı keçi yollarına layık mütevazı adını çınarların oksijeniyle canlı tuttuklarına sevinirdi. Yürüyerek ancak yirmi dakikada şehri manzarasıyla üç yüz altmış derce kucaklayan tepeye çıkabilecek anemik bir kadın caddenin yorucu insan ve otomobil trafiğinde duygularına inen kara sulardan ayaklarını kurtarmaya çalışıyordu. Tedirgindi, yarınından emin değildi.

    _Filiz, yaşayama Filiz! Dinleneme! Burnunun direği sızlaya.

    _Kaldırım taşlarına sıkıştı eteğim, bir otomobil tekeri eşarbımı ezdi, çantamda son kalan otobüs bileti rüzgarla birlikte gökdelenin çatısına uçtu.

    Hangi okyanustan sularını devşirdiği belli olmayan uçak altı bulutlar Ankara’nın tozlanmış hantal sokaklarını yıkayıp soğuğunu da gardiyanı olarak bıraktı. Her sokak tabelasından hışmını alarak hazırlıksız bedenlerin iliğine işleyen devriyeler güneşin şereflendirdiği öğleye kadar kaldırımlarda dolaştı. Sıcağın vahametinden kısa anlarda da olsa kurtulan şehrin insanları mekanların kapısından girip çıkıyorlardı. Ruhun yabancı olduğu davetkar mağazalar kansızlığın kemiklerini sızlattığı yorgunluğuna aldırmaksızın elma şekerlerini bir gösterip bir saklardı. Bir ısırıktan sonra asla bir daha tatmak istenilmeyen kalabalık alışveriş yanılsaması en çok üçüncü mağazada karanlığa gömerdi gözleri.

    _Avizelerin parça tesirli kırılgan yansımalarına gizledim kendimi Filiz.

    _Yoksunluğun hiç şaşırtmıyor, bırakıldığımda bir camii avlusunda ağlamıştım. Şimdi yine camii avlusunda bırakılmışlığıma gözlerin ağlıyor.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu


    Sigaranın Dumanı Üşümez

    Parmaklarımdan omuzlarıma doğru titriyorum. Öylesi bir mide bulantısı ruhumu kaplıyor ki ruhum gözlerimden çıkacak yaşlarla yıkanmak isterken beyin hücrelerime dolan bozkır kaynaklı sıkıntı bulutları onu boğmaya çalışıyor. Aklım karıncalanma nöbetlerine tekrar yakalanmak istemezken göğsümün ortasından yukarıya doğru çıkmaya çalışan sen paketinden çıkardığın tütününü kağıdına sarıp yalayarak yapıştırıyorsun. Boğazımdaki düğümlerde mola veriyorsun. Karanlık bir his sarmalı içinde kendimden kaçamadan sana yakalanıyorum. Ateşlediğin çakmağını sönmesinden çekinerek avucunla kollarken gri bir duman burnundan ve ağzından gözlerime doğru geliyor. Bunca poyraz deli gibi eserken geçmiş yapraklarını önümüze henüz dökmemişken akşam serinliği kollarımdaki tüyleri diken diken ediyor. Bu kaçıncı yüzümü avuçlarım arasına alışım sıkıntımı satırlarında sigara dumanına sarışım. Sararmış dudaklarını örten bıyıklarından suskunluğunu sararmış şiirlerle dinleyişim.

    Aldı gitti hayat benden cesaret namına ne varsa ve ortada bir sen rüzgarında soyulmuş bir ben bıraktı. İnsanın son noktası kendinden utanmasıdır, diyebilirim. O raddeye gelen sarmalın ortasında zıt yönlü mıknatıs çubukları gibi aklım ve nefsim birbirini Kaf dağının arkasına fırlattığı gün ruhum bu dünyada olmayacak. Acı çekmeye programlanmış sen acıdan kurtulmaya azm ü cezm ü kast eylemiş ben senin çıkmaz sokaklarında bir gece bir yabancı tarafından tecavüze uğrarsam iki elim biliyorum yapışacak bir yaka bulamayacak sende. Şiirlerin ve onların sigarasında hayat bulan avare kelimelerin zil zurna sarhoş edip benliğimi bozulmaya yüz tutmuş eski bir sokak lambasının önüne atacak ve ay bile beni kendimden koruyamayacak.

    Serzeniyorsun, uluorta kelimelerin karnını delik deşik ediyorsun eşarbımın iğnesiyle. Poyrazına savurup saten mor kumaşı saçlarımdan tokamı çıkarıp şiirlerinin dağınık saçlarını toplamak için kullanıyorsun. Gözyaşlarım tıkanmış bir kanalizasyon gibi köpürüyor isteklerinin ucu kırılmış umuduna doğru. Utangaç türküler alıp eşarbımı elektrik tellerine takarken bir intihar süsü veriyorum, senden kasıt olmasın. Pul pul dökülüyor derim, yüzsüzlüğün yüzü kızarıyor bakınca yüzüme. Ayağa düşmüş kelimelerimin namusunu illegal yollardan korumaya çalışıyorum. Bir uçurtma çıkarıyorum sen tarihinden elimi daldırıp tellere takılan eşarbımı almak için geri poyrazdan. Kahkahasını yüzüme şamar gibi vuruyor poyraz elektrik tellerini cızırdatarak. Sen boğazımdaki düğümde tellendirdiğin sigaranla bir gece sineması keyfiyle izliyorsun beni. Çarelerimin deliğini şaşırmış bir fare korkaklığıyla uçurtmanın tahta çıtalarına tutunmaya çalıştığını ve her defasında deli esen poyrazın kuyrukları birbirine bağlayıp kahkahalar attığını sarı dumanının yeşile çevirdiği irislerinle takip ediyorsun. Gülüyor musun bilemiyorum, bıyıkların izin vermiyor pembesini sakladığı dudaklarını görmeme.

    Sigaranın dumanını alıp kaçıyor ağzından şımarık poyraz. Tablanda kül bırakmayan şiirlere özenip parmaklarından da tutup ayın tepesine atmak istiyor seni. Şiirler şairinin yalancısı olup bin bir surat kılığında ruhumu çimdikliyor. Gözlerime attığı kancalarıyla irislerimde parçalanan ruh halin senin boşluğa savurduğun gri dumanın kadar dolduruyor benliğimi. Melankoliyi senin kadar başka kim sevebilir ki ayrılıklardan vahşi bir tat almayı… Paketinden devşirilmiş ince belli kızları parmaklarının arasına sıkıştırıp poyraza pazarlamayı… Zehrini içine sömürüp şiirlerinde köstebek delikleri açan izmaritleri kafiyelerinden toplayıp çöpe atmayı…
    Hayatın anlamını şu anda senin karşında beynimden acı kıvamında fışkıran bunalımlı şiirler doldursun istiyorum. Eşarbımla poyraza savrulan yaşama sevincimi telgrafın tellerinden kuşlar sabah olunca yiyip bitirsinler. Secdeye değen alnımdan yüz derimi ıspatulayla kazısınlar ki bu boş kafayı herkes görüp iğrensin. Hücreler bir bir tükürsün içine beynini kuşlara yedirmiş benin. Tükürük hokkasından daha değersiz çanak köpekler bile tiksinir kokusundan. Ben’e bir sen veremezsin işte. Hadi paketini kıvırıp at kafa çanağıma ve sondan bir önceki sigaranı tellendirip izmaritini içinde söndür.

  • Maria Puder
    Maria Puder

    tımarhane müdavimlerine

  • Maria Puder
    Maria Puder

    Yazmaktan vazgeçme gizemli R :))

  • Buğu Duyusu
    Buğu Duyusu

    simon & garfunkel - the sound of silence




    tüm yolların sonunda, küçük ve önemli ek iç hareketlere yer var.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    * “Dalkavukluktan kurtulmanın tek yolu, seni gerçeği duymaktan rahatsız olmayacağını herkesin bilmesidir. Ama önüne gelen herkes gerçeği yüzüne söylemeye kalkarsa bu kez de saygınlığın kalmaz”

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Okurken ruhum ne kadar haz aldı tahmin edemezsiniz Sayın D.... Bazen yazmasam diyorum, yazdıklarım sönük kalıyor.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    KİMSESİZLİK YASI 12/07/2019

    Boğazı yanıyor vicdan kelepçesi halka halka düğümlenirken düşüncelerin. Bir yalnızlık ağacının yaprakları aşkın kulaklarında hışırdıyor, bir de prangası nefes borusunu düğümleyen anahtarların şıngırtısı. Acının devamlılığını sağlayan nefes geçişlerinde, hüzün duvarlarında neminin akışkan damlalarını bıraktığı gözyaşları kuruyamadan donuyor. Arkasında ölümlü sükutun teneşirde yıkanan vücudu zindana gömülen garip aşkları temsil ederek gömülüyor. Henüz vuslatına bir adım dahi yaklaşamamış bu volta mağduru nasırlaşmış aşklar etiketinde bir ad taşımıyor.

    Düşünceler içinden nehirler akan hüznün kıyısında yeşil çimlerin boyna uzanan kollarında uyuyor. Hassasiyeti bir kedi uykusu kıvamıyken mavisine daldığı düşlerden uyanması korkulan aşk bu düşüncelerin beyne saplanan çivileriyle paslanıyor. Uzaklarda izleri parmaklarında nasırlaşan sigara dumanı yalnızlıklar aşkın kilo metrelerce süren sarı şeritli yollarında mola vermeden ilerliyor. Yer yer camdan fırlatılmış boş sigara paketleri aczinde kaybolduğu düşünceli aşklara felsefe yapıyor. Kırık parçaları yola savrulan dikiz aynaları farklı çevirileri okunan kitabın Hükümdar’ına atıfta bulunuyor.* Dip notlarına adam gibi kavramının iliştirildiği işi bitirilmiş aşk manzumeleri kırık aynalarda onlarca siluetin beliren sorumluluğuna akıtıldığında gözyaşı çeşmesi açılan muslukları anlatıyor. Şadırvanı gümüşi parlaklığını yitirmemiş bakır muslukların ağzına dayanan susuz çatlak dudaklı aşk kaftanını çaldığı hükümdardan dünyayı gözyaşısız yönetme dersi alıyor. Satırlarında ışıltısı ancak devrini aydınlatan düşüncelerin zayıf mumu dersini iyi çalışmış olsa da bulunduğu yüzyılın koynuna saklanmış adamlara gibilik dersi vermede yetersiz kalıyor.

    İntihar yapbozunun kaybolmuş parçaları aşkın morgdaki cesedinde parmak arası düşüncelere sıkışmış. Katili kendi düşüncelerinin tırnakları olan kemirgen duygular kapısında beklediği yas merasimini umursamıyor. Kokusu dondurucu sarhoşluğunda saklanıp aşkla kefenlenen yaslı kelimeler düşüncelere baş sağlığı sırasına girmişler, kanaması hala devam eden yaralı elleriyle tokalaşıyorlar. Aşkın ıstırap kanı bulaşan sağ ellerini ölü düşlerin mendiline siliyorlar.

    Bir insan cesedine oksijen dolu kabuğu kırılmamış aşklar kefen dikebilir mi? Sahte terziler kimlikleri sahipsiz mezarlıklara gömülen düşünceleri etamin iğnesine geçirdikleri aşk rengi ipliklerle kefenleyebilir mi? Belki de iğne deliği inceliğinde sanatkarane aşkları insanlar kendi gurur iplikleriyle kalbe dokuyamadıklarından üzgünler. Teyellenmemiş bileklerinden hızlı bir makine dikişi potluğunda aşka giydirdirilen giysiler insanoğlunun hayat dolabında bir kere giyilmişler askısında hiç gelmeyecek uygun zamanları bekliyor. Ağlıyor şal desenli morunda gözyaşı saklı bir yamalı aşk terzisi. Makinesinin iğnesi kırılmış artık aşka şarkılı kıyafetler dikememekten mustarip.

    Önünde durup acısı uçup giden ruhun saçına kurdele takılmış aşkın son duasını okusun kader yalnızlığı. Kimsesizlik karanlığına tuttuğu Fatiha mumundan mezar konforu ekleyebilir yan ve üst komşuluğu yaptığı ruhlara. Karasını kirli bir gömlek gibi üstünden çıkarıp acılarını toprak altı yaşamına başlayabilir.

  • Maria Puder
    Maria Puder



    Zamanın Peşinden Koşarken Anları Kaybediyoruz






    Kafa karışıklığını postmodernist bir kafede servis ediyordum. Bazı metinlerin kelimelere, gerçek kelimelere çok acıktığını fark ettim. Amerikan aksanlı İngilizcem ile onlara ne kadar global, ne kadar big bir patron olduğumu göstermek için mükemmel anekdotlar sıralarken hafiften Fransız dili de kullandım ki Avrupalı kelimelerimiz küsüp gitmesinler. Müşteri kaybetmek istemeyiz sonuçta değil mi? Yarattığım ambiyans mükemmeldi.

    Bu kafede full time aynı şekilde hizmet vererek yeni jenerasyonu müşteri portföyümün arasında tutmaya devam ediyordum. İtiraf etmeliyim ki aldığım feedbackler her zaman baş döndürücü olmaya başlamıştı. Böyle ışıl ışıl yanan metinler arasında gezinen hangi modern cümle kendine oturacak yer bulamaz ki. Önlerine hemen astronomik rakamların küçük puntolarla yazıldığı bir menü koyup istedikleri her şeyi fast-food hizmetimizden sağlayacaklarını belirtiyordum. Çok havalı oluyor dostum böyle şeyler.

    Müşterilerimize sağladığımız internet sayesinde sanal ortamda istedikleri gibi sörf yapıyorlardı. Bu karşılıklı diyalogların en aza inmesi, delikanların kavga potansiyelinin de azalması anlamına geliyordu. Hem üstelik daha az düşünen bir jenerasyon dini açıdan da etikmiş. Yeni jargonu ile sarıklı ulemalar böyle buyuruyorlardı. Artık nickname alan alemlere akıyor ki bildiğin gibi değil kanka. ‘’Online oldun, olmadın, çevirim içi sev beni, harika sörf yaparım, tüm kızlara chek-in. Aslen 50 yaşında, hem evli, çocuklu, bildiğin magandayım. Ancak nicknamemim m2dayı, tavladım tüm manitaları. Yalan benden sorulur. Ancak bir baksana bu kelime ne kadar cool. ‘’ diye devam edip giden günlük akışkanlıkların, alışkanlığa dönüştüğü kafemizde yer gök sıradan replikler, play-back bir dünya. Ama herkes ‘’çok mutlu’’ .
    Online platformda kelimeler cümlelere karışıp zihinsel printler akışmaya devam edip giderken ice içeceklerden adını telaffuz edemeyeceğiniz türlü zırva isimlerle servis ediyorduk ki müşteri ‘’aslında ben bunu istememiştim’’ bile diyemesin. Anamızdan avokado ve mango ile doğduğumuzdan deniz mahsullü salatalarımıza en çok bu meyveleri yakıştıran cümle müşterilerimize keyiflerine uygun bir platform hazırlamak için her boku ekledik. Aromaları perfect yiyecek ve içeceklerimizden artık tüm sığ kelimeler çok memnundu Herkes, hep çok ‘’mutlu’’ .

    Oysa postmodernizm bu demek mi? Anlam çokluğunun zamandan sıyrılmış, ironik üst metinlerden bahsediyor olmalıydık aslında. Mutlak bir zamandan arınıp gelmiş geçmiş tüm edebiyatı sevip kucaklayan bir anlatım biçiminden bahsediyor olmamız gerekmez miydi? Anlam karmaşasından çok cehaletin getirdiği tanım tanımaz ergen tavrımızın isyankar bir sığlıkla anlamsızlık yüklediği bu koca akımın bu hale geleceğini kim bilebilirdi ki!
    Adso, Gülün Adı kitabında can bulurken kendi döneminin cesur yüreğidir. Tarikatların yaşam ivmesinde kan donduran yöntemlerle bir bebeğin çiğ çiğ yendiğini anlatan romanları yazanlar hangi soğuk içeceğin servis edileceğini düşünmüş olabilirler mi? Sormanın, sorgulamanın tek başına suç olduğu, karanlığın kurgusal tokadını sanal aşklarınızda aradınız mı? Önünüze konulan heyecanlı kurgunun içinde ortaçağın günümüze benzeyen yönlerini kaçırmıyorsanız sizi tebrik ederim. Postmodernizm beslenmeye devam ediyor ve edecek. Oysa Echo bu akımın karşısında bir yazar olarak postmodernizmin ta kendisi ile tarihe damgasını vurmuştur. Edebiyat sen ne güzel bir ironisin.

    Calvino’nun ütopyalarını olumlu ve olumsuz her anlamıyla kana kana içerken bana kimse slm,nbr, bye bye demesin artık. Kendi kelimelerinden elektronlar yaratmış yazarlardan cümle kuramayan öykünmeci kalemlere ne ara geldik biz? Yansımaların, soyut algıların somut olanlarla kucaklaştığı koca bir evren olan edebi metinlerden üç cümlelik insanlara nasıl evirildik ki? Cümlenin kavradığı genişliğe, mükemmelliğe bakar mısınız: ‘‘Yanaşacağımız son liman, o cehennem kenti olacak ve giderek daralan bir spiral boyunca kasırga bizi orada dibe çekecekse her şey boşuna.’’

    Yalnızlıktan bahsedenlere derim ki; sizin yalnızlık hakkında bildiğiniz hiçbir şey yok. Kelimelerinizin elliyi geçmeyen cümleleri ile konuşamıyorum sizlerle. Uzaklaşmak zorunda bırakıldığım sığ dimağlardan çok sıkıldım. Bir şey oluyor. Tam buldum sanıyorsunuz. Biri çıkıp geliyor ve ‘’artık tamam’’ diyorsunuz. Biri daha varmış. ‘’Benim gibi düşünen, benim anladıklarımı görebilen, benim baktıklarımı seçebilen biri daha varmış.’’ diyorsunuz. Bir hayale inanmakta edebiyata dairmiş meğer. Bilge Karasu gülümsüyor işte böyle anlarda mesela. ‘’şarkısız gecelerin olması için illa harp mi çıkması lazım abi?’’ diyorum ona. ‘’Kedileri sev’’ diyor bana,‘’kedileri sev’’ .

    Okudukça yalnızlaşan insanların bir yerlerde beni anladığını umarak döküp saçıyorum içimden geçenleri. Çürüyen şeylerin kitabına biraz da umutsuzluk kitabından serpiştirince ortaya avokado ve mangodan yapılmış gibi olmasa da lirik bir salata çıksın istiyorum. Gerçek üstü şeylerin, gerçeğin zamanından koparılıp yazdığım zamanda okunduğunu ve sonra bir büyü gibi tüm zamanlara yayıldığını hayal ediyorum. Belki bir gün kendi manifestomu yayınlarken Marks gibi hiç evlat sahibi olmamış birinin ebeveyn tavsiyeleri verdiği biri durumuna düşmemeyi diliyorum. Motaigne aforizmaları gibi ayakları yere basan, zamanlar üstü bir ustalıkla yazılmış tek bir eserim olsa size söz veriyorum mango yiyeceğim.


    D...

  • Maria Puder
    Maria Puder



    Kara Kutu



    Yağmur biterken ıslak şeyleri sever sakince rüzgar. Sağanaktan sağ çıkmış bulutlar, gökyüzünün tüttürdüğü sigaranın dumanının keyfini asarlar maviye. Cansız şehir objelerini yıkayan yağmur birkaç ağacın gövdesine dokunabildiği için şanslı hisseder. Canlı şeyleri şehirler pek sevmezler. Bir ormanın uğultusundan ağlayan yaşam unsurlarının seslerini duyabilirsiniz. Tam da baktığım pencereye dalları ile dokunan ağaçların yardım çığlıkları gibi. Doğa bizi sevmiyor… Ölgün ruhlarımızın anlık zevklerin alıcısı olduğumuzu bildiklerinden beri sevmiyorlar bizi çiçekler.

    Karanlığın tövbekar günden alacağı olmalı. Yoksa günahların saatlerle işi olmamıştır. Saatler bizim yaşlanan bedenlerimizin müziğidir sadece. O bedenler ki yabancılaşmış ruhlarına bile ağır gelirken her nefes arasında ölümcül gazlarını doğaya bırakırlar. Her nefesin hayatın duruluğu kadar olağan olduğunu düşünmemiz ne büyük küstahlık. O halde ağaçların çığlığını duyabilen kimse neden kalmadı?
    Gecenin yaralı kalbinde uykuya dalmış kokuşmuş bedenlerimizle daha kaç kıyamete umursamaz tebessümlerimizi bırakacağız? Açlık! Tek bildiğimiz bu. Açlıkla geceye tapınır hep sessizliğin uyuşmuş uzuvları. Çürüyen bedenler uykuya doğru gözlerini yumarken az önceki arzunun kaçıncı kaçış olduğunu hiç saymazlar. Bir Rem sürecinde kaydedilen sıradanlıkla yeni bir bilgiye yer açılır hepsi bu. İsimler, bedenler, bedenlerin izleri, izlerin acıları, acıların sessizliği kayıt sırasında öyle sıradan bir basitlikle kaydedilir ki bu detaylar uykunun umurunda bile olmaz. Hafızaya kaydedilen bir siluetten fazlası olmadığımı bilmek beni üzer miydi bilmiyorum. Belki bu da zamanın akışkanlığının alışkanlığı arasında sıradanlaşacaktır.
    Bu yağan, belki de çok kısa bir süreçte anların damlayarak hayatı zamanın toprağına damıttığı bir yağmur olmalı. Beynimin kıvrımları suya dayanıksız nesneler gibi parçalanıp ufalanıyor sanki. Bir bedenin arzu nesnesi olması dışında ne işe yaradığının bir öneminin olmadığı bazı yollara çıkıyor şehrin akıntısı. Hissetmeden acı çeken sokak ışıkları gibi suyun yüzü. Her şeyin karanlık ve soğuk akıntıyla daha derin sulara yürüdüğünü bilmek hayli yıpratıcı. Kendi alacakaranlığımdan hiç çıkmamalıydım. Evet, bunu yapmalıydım. Bazı bedenler hep ıssızdır. Güneşin hiç doğmadığı bir ülke gibidir onlar. Yaşamın içinde yürüyen arzu nesnelerinin anlamı kadardır bildikleri. Bu benim alacakaranlığımdan daha soğuk ve karanlık.
    Gecenin bir kapan gibi sardığı ıssız, sessiz, karanlık sular kendi kelimelerini tekrar eden bu metin kadar sığ suların öngörüsüdür. Rüzgâr olmasa belki de hiç hareket etmeyecek dağınık birikintiler gecenin siyahına taliptir. Hafif bir esintisi var bilincimin. Ruhumun derinliklerine ötelediklerimin tenine dokunuyor. Ürperme hissi ile kendini hatırlatan şeyler suyun kanını akıtıyor. Haz, bundan sonra olacakların acıtan tekrarlarını biliyor sanki. Pek çok sancılı zamanın, içimin kum saatine mahkûm olduğunu sanmak ne büyük yanılgı.

    İnanmamaya olan bağlılığında bir inanç olduğunu bilebilmek için pek çok puta veda etmek gerekirken inancın yamalı entarisini giyinmek çıplak duygularıma iyi geliyor sanırım. Bir avuç huzur için bilincin yapamayacağı şey yok gibi duruyor. Estetik bir yardımseverlik söylemi arasında nasıl da ağlıyor aslında kelimelerim. Sus! En çok sen sus… Artı hayal kırıklığının çıtırdayan kemik seslerini duymak beynimin kaldıramayacağı yükseklikte bir desibelle yankılanıyor belleğimde. Sus! Acınacak kadar zayıf olmak bir tercihtir. Tercihlerin sonuçları yağmura korunmasız çıkınca ıslanmak kadar bilinir bir durumdur. O yüzden şimdi o kemiklerin sesini kes ve sus!

    Bilinmeyen karanlık yüzleri de vardır her bilincin. İnsan eli değmemiş olan her şey saf ve masum değildir. Bilinmeyen bir sebeple ansızın başlayan sağanak açık yaralarımın üstünü örtmeye zaman tanımadığında kendime olan öfkemden çıkan şimşeklerden biliyorum bazılarını. İşte böyle zamanlarda ağrım, midemi bulandırıyor. En çok, en önce kendimden tiksiniyorum. ‘’Sevmek’’ diye bir şey hiç olmamışken buna inanmak ne budalalık. Aşkın tutkusal alevinde kurumak bir sağanak sonrası yeterli olmalıydı. Benim bedenim kendi üzerinize örtmeniz için tasarlanmış demek ki. Bunda anlam yükleyecek pek fazla bir şey yok aslında. Yüklemedim! Bazı hassasiyetler onarılamaz. Tamir etmeyi unuttuğum akan bir musluk kadar rahatsız edici bir damlama sesi bu. Onaracağım ve bitecek. Sonra, tatlı bir tebessümün aramız da hiçbir zaman lafı olmaz nasıl olsa.

    Şimdi, cama vuran sağanağın fırtınaya kafa tutan anarşizmine hayran kalıyorum. Tüm uzuvlarımla binlerce damla ederken tek bir hayata böyle kafa tutamadım ben. Bazı gidişler için asla geç değildir. İçimde uyanan aristokrat şiirlere yavan küfürler ekliyorum. Böylesi daha çok hayattan. Hayatın çamurdan başka bir anlamı yok nasıl olsa. İçinde benim olmadığım şeylerin daha saf ve duru olduğunu söylemiyorum. Ama benim varlığım da olan bitene bir şey katmıyor. Bazen kalmak öyle manasız geliyor ki…

    Teslimiyetle boyun eğdiğim anlamsız yağmurun delice ıslattığı her şeyden akan kirle içimde büyüyen yalnızlık, yalın bir çıplaklıkla önümde eğiliyor. Hiç gururu olmayan bir yalınlık görmemişliğimle ben, dehşete kapılıyorum. Kendimi içimden sıyırıp atmanın bir yolu olmalı. Hiç olabilmenin sancılı bir geçişkenlik olduğunu hiçbir edim bana söylememişti. Keşke sadece bir ağacın yaprağı olsaydım. O zaman bu kadar kalın giysilerle ruhumu giydirmek zorunda kalmazdım. O rüzgarın bir gün gelip beni dalımdan söküp alacağını bilsem de bilmesem de tek yapacağım orada öylece sallanmak olacaktı. Ruhumu her soyduğumda giydiği şeylere bu kadar alışmışken onu bu derece ürpertip üşütmek zorunda kalmayacaktım. Hayata dair tek sorumluluğum o ağacın dalında sallanmak olacaktı. Yüklerimi taşımaktan yıldığım en bıkkın zamanlardan biri bu. Biri şu tenime iğnelediğim saatleri de yıkasaydı ya… Mademki kirlenen şeylerimizden arınıyoruz neden yaşlanan içimizden de kurtulamıyoruz?

    Buda sadece bir ahmak… Saatlerce susmanın hiçliğe gittiğini görebilseydi benim ruhum görürdü. Görebileceğiniz en ıssız ve sessiz kent benim içim… Sadece yağan yağmurun ıslak sesini duyabildiğiniz, kendi sesinizin bile boğulup ölebileceği kör bir kuyu orası. İşte tüm cesetleri oraya gömüyorum. Üzülmeyin… Hepinizi taşıyabilirim. Kendi ruhumu soydukça size yer açıyorum. Kendime kalan bir avuç kendimle yola devam edemezsem eğer bir gün gelip sizde kalan benlerden bir miktar isteyebilirim. O güne dek özgürsünüz!

    Ah! Mary, içimdeki Frankenstein johanna’nın Heidi sini öldüreli çok oldu. Haydi, ondan da yeni bir yürüyen ceset yarat. Ben senin düşlerini ruhuma yaşatıyorum. Kelimelerimin kitaplardan doğduğu doğru olabilir ama onları yedirdiğim kuyudan kimseye bahsetmedim. Bir enkazın gecesinden asılı kalan son damlalardan yazacak daha umutlu şeyler bulunamıyor.


    D...

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Sus Temmuzsuzum 27/06/2019

    Doğ, dökülen sıvalarımın mesnetsiz sabahı kan ağlıyor; güneşim,
    Kal, içimi damla damla oyan gözyaşlarım bulanık akıyor; masmavim,
    Söyle, eksilen aklımı şahsına münhasır sözcükler götürüyor; ezberim,
    Ruh, ölümlü kabına sığamadan artık sonsuzluğa göçüyor; sevgilim.

    Sat, elvedası bozuk altın saatlerin akrebi zehirliyor; zamansızım,
    Boz, adresini şaşırmış büyüler çocukları delirtiyor; mekânsızım,
    Dinle, kulakların zarı yok ses boşlukta yayılmıyor; kelamsızım,
    Vücut, ölümsüz ağır emanetini semaya doğru uğurluyor sevgilim.

    Yaşa, zerreler henüz şifreli suskunluklarını bozmuyor; duacınım,
    Sorma, kaybedilmiş mazi sırlı dudaklarını aralamıyor; yalancınım,
    Duyma, âli zatına layık değil bu sözcükler kâfi gelmiyor; acizinim,
    Sükût, ebedi aşkın mahrem çığlıklarını ipsiz boğuyor sevgilim.

    Bak, kahverengi bir camdan dünya önümde şekilleniyor; kadrajsızım,
    Anlat, ana dilimde olsun sevgiyi içim sade kan doluyor; mecazsızım,
    Koru, şahidi Allah astarsız sözcüklerin sıvası dökülüyor; umarsızım,
    İtimat, sükût orucunun boğazına ispat bıçağını şüpheyle dayıyor sevgilim.

    Kaldır, bulutsu sis kalkanını ciğerlerin gittikçe kararıyor; çaresizim,
    Silk, dumanları sakallarından çile çile ayağına dolanıyor; çözümsüzüm,
    Kırp, sabaha selam duran gözlerini feri karanlığa akıyor; ilaçsızım,
    Metanet, emanet yazılım kat’iyken ruh bedene mahkûm oluyor sevgilim.

    Soluklan, mesuliyet sarmalı kayıtsız elini ayağını bağlıyor; mecalsizim,
    Umutlan, rayihalı pak güller ince fikrinde tomurcuklanıyor; bahçesizim,
    Davran, omuzların düştüğü yerden üveyikler umuda uçuyor, kuvvetsizim,
    Sırat, reçineli saçlarımdan yıldızlanan ayna kırıklarıyla tozuyor sevgilim.

    Uzat, avucunda piyanonun kaybolmuş notaları resital veriyor; tutayım,
    Büzme, içimi sızlatan sesli kelimelerin pembe dudakları acıyor; öpeyim,
    Otur, başımı huzurla kucaklayan dizlerin nasıl da titriyor; dinleneyim,
    Heyhat, derinlerde mavi gözlerin ruhuma can simidi oluyor sevgilim.

    Yat, tuzu acı denizden ödünç kumlar sahipsiz düşleri yakıyor; güneşsizim,
    Diz, köpüklü dalgalarında mavi yengeçler kaçak şiirler inciliyor; ipliksizim,
    Yüz, Klopatra ıssız kestane sahilinde turkuaz türküler biriktiriyor; adasızım,
    İmbat, sırlandığı dağları önüne sürüp defnelerin kokusunu çalıyor sevgilim.

    Geç, çetrefilli imtihan yollarında kırmızılar aşk kanıyor; sabırsızım,
    Seç, savrulan saf benlikleri pişmanlıklar sırtından vuruyor; kararsızım,
    Aç, alnımıza çizikleri kilitlenen mazinin tozu kalınlaşıyor, anahtarsızım,
    Emanet, arşı âlâya süzülen dualar ayazında ölüme sürükleniyor sevgilim.

    Kur, serin sen yoksulu gece zamanını çekirge seslerine ayarlıyor; saatsizim,
    Yaz, doğumuna şerh düşülen hisli yavrular sekizi buluyor; takvimsizim,
    Oku, bin dokuzun sırmalı uzun kaftanı yetmişi altına boğuyor; tarihsizim,
    Ahmet, kırk üç kere maşallah tespihte tevekkülüm atiye uzanıyor sevgilim.

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    Fikrimin İnce Boşluk’una, 11/06/2019

    Görüntüsü gözlerimin kallavi boşluklarında gezen kelimeler kalbime basa basa atiye doğru ilerledi sevgilim. Tarihi geçmiş kelime konserveleri beynimin hücrelerinde çürümüş duygu tadı bıraktı. Avucumdaki mazisinde parçalanmış çizgilerime bakarken gözlük camıma yansıyan mavi kaderi anlama ihtiyacı hissettim.

    “Doğ”

    Tarihin kuşağında dünyaya nefesin üflenirken yıldızlar cazibelerini karanlık boşluklarda gösteriyordu sevgilim. Saatler zeki bir kadın bekçiliğinde kadere teslim ederken bir ah, mutsuzluğuna karşı tılsımlı duaları fısıldıyordu. Doğunun ortasında kutlu sabahlara mavi gökyüzü bakışları uzanırken masumiyetin sütten parmakları emzik oluyordu minik dudaklarına. Doğduğun gün, artık günleri tarihin cebine saklayarak hayırlara kitap okutan müjdeler oluyordu.

    “Gel!”

    Allah’ım gelmelerin olumlu bir havası olurdu hep. Göğsümde kıpırtısını duyduğum tatlı sıcak akışkan aşk şerbeti davetiye sahibinin mavi duruluğunda, kahve acılığında gözbebeklerimin girdabında eriyip dibe çöktü. Oltasını öyle sallamıştı ki yüzlerce iğne kancasını beynimin nöronlarına, kalbimin ipliklerine saplamıştı. Sükutun huzuru elediği akşam durgunluğunda pencereden kütüphaneye sızan ıhlamur rayihasının ruhumu teskin etmesini bekledim. Oltasını çekiştirirken senli şiirler asırlardır gemisi demirli bekleyen kaptana denizden çıkacak balıklar, ağrılı kulaklarıma hangi efsunlu sözcükleri söylemeliydi. O sözcüklerin yer yer kırılmış basamakları aşkının ağır ithamlarına dayanabilecek miydi…

    Uzanmış avucun, yumuşak bir kedi başı okşar gibi yanağımı okşamak için işaret parmağıyla davet ediyordu. Öpüp ucundan parmağın, yüreğinin davetine icabet mi etmek gerekiyordu, kapatıp gözlerimi avuç içlerinde yok mu olmalıydım. Zerrelerin kalbimde oluşturduğu sıkıntı girdabından dingin mavi denizlerinden yüzerek kurtulabilir miydim. Rüyamda bile sadece bir defa sarıldığım boynuna başımı gömsem, huzurla uçurumun akışına kendimi bıraksam, hikâyesinde tek kişilik rol aldığım bu hayat manzumesini hakkıyla tamamlamış olur muydum. Peki bu “Gel!” emri neden bu kadar geç kalmıştı, Allah bize gülümserken, yolların hepsi açık bizim için beklerken… Reddedilen yıldızlar kayarak karadeliğe mi dönüşüyordu hep, cazibesinde ne varsa peşinden sürükler miydi hem ne sebep.

    “Evet!”

    Keman ıstırabını gerili bir yaydan ödünç alırken oyulmuş bedeninden notalarını gizlemediği hikayesinde ne anlattı. Göğü mavisinden kucaklayan bir adam vardı. “Ev” kelimesini ustaca kurduğu yuvasına verip sıcaklığında civciv çıkardığı uykusuz geceleri bir de. Biçimli saçları, diğerlerinden onu ayırt eden harika tıraşı, davranışlarındaki sadeliği tabii ki yürek parçalamıştı hem de çok. Hatırası yanaklardan gözyaşı döktüren bakışları da vardı. Hüzün bulutlarına sisli şiirler misafirliğinde cümleler kabul ederdi. Bu cümleler sahiplenicilikten uzak düzleşmiş dik bir avuç içi kadar dur işaretine atıfta bulunurdu. Acılar denizinde yüzmeye hevesli değildim. Gevişgetirici şirin mi şirin sevimli ağızlarında beyaz sakız olmaya da. Koruyucu kanatların çatı olduğu yuvaların manevi anlam yüklü sokağında şirin bir evi vardı; cıvıltısı kuşların tatlı şakımalarına karışan maneviyatı derin nazarlara gelmesi istenmeyen. Maziden kalan eski tabloların duvarlarında ne işi vardı, içinde aşkın bulanık camlarında acılı damlalar bıraktığı gökyüzü temalı. “Et” fiilini kalbindeki sızıyla yoğurup sırça köşklerde kalan kalbi hala kırıklarıyla doluyken güzel bir “Ev” haline getirdi. Uzanılası kanepeler, oturulası koltuklar, mutfakta ansızın beline sarılınası nefesler var etmişti.

    “Et” kelimesinin dokusu narin ve nazikti. Üflenen ney kadar ipeksi dokunuşlara meyyal olan ağzı dili olmayan ve hep içine tutsak ettiği ruhun emrinde. Bu karşılıklı tutsaklıkta ruh bir adım öndeyken başka bir bedenin başka bir ruhuna tutsaklık da ne oluyordu. Maşuk ıstırapları nasıl âşık şiirlerinde acıyla yaralar oluşturuyordu. Görüntüsüyle âşığın ruhuna hükmedebiliyordu. Akıl ziyan ederken ruhu kalp neden hep bedenin aleyhinde oy kullanıyordu. Kuralları kesinleşmiş evrile evrile makul bir şekle girmiş davranışlar, örümceğin ustaca ördüğü yapışkan ağın içinden geçmeyi beceremedi. Âşığın arkasından gurur, maşukun eteğinden neticeler tuttu. Dondurucu koruyuculuğunda aylarca tazeliğini beynin protein kontrolüne takılmadan faydasını kanda hissettiren “Et” az olduğunda karardı. Kaçak olduğunda akla zarardı. Et ruhu kokutmadan bunca yıl derecesi bozuk şiirlere maruz kalarak nasıl muhafaza edebilirdi. “Et”in sevgilim içine çörekotu ek. Bir yaprak defne ekle, kokusunu da kalbinin iplikçiklerine as. Damarlarında akan alyuvarlar bayram etsin, şekerleri yüzünde gülümseme çizgileri çizsin. Ruhun bu atmosferde adilane kelimelerle suçsuz harfleri affetsin. Kurduğun giyotinde boynum kıldan incedir ki rolünü hâkimin dudaklarından çıkan namuslu her replik için ustaca oynayacaktır. Üstüne yağan yağmurlar suçlu rolünde boynuma inen darbenin akıttığını namusluca yıkayacaktır. Ölüm en temizi değil midir arınmanın, bakınca mavi denizlerini kirletmez sabır “Et” sevgilim…

    Kader vitaminli ıslak güneşini saçlarımda kuruturken avucuma üç çizik attı. Hicranın alnımı parçalayan yazısı sülüsün marifetiydi ki hokka divite aşkını kusmasa gecelere forsa bir şairi başka hangi nesne maşukuna tanıtabilirdi. Bu bitmez tükenmez ruhumu saran nağmesi tenimde iz bırakan güfteler avuçlarımda yüzümün mürekkebini dağıtıyordu. Dakikalar sonra seni acımasız hayat yapbozunda gözlerime resmediyordu. Bulanık bir sızı göğüs kafesimi çağrılarının kuvvetli dalgasında yüreğime dar ediyordu. Çile diyarı değil miydi burası, yârin tatlı kucağından acılar devşirme yeri… Romanlardan topladığımız ütüsü bozulmamış kelimeleri beynimizin gizli çekmecelerine yerleştirme yeri… Sükutu muhafazalı önü düğmelenmiş kelimelerim var sevgilim. Alın yazıma dikilmiş sensiz desenli askılı bir elbisem var. Kirleri ölünce de temizlenmeyecek olan yamalı bir tenim… Dikilirken çığlıkları duyulmasın diye ağzı kapatılan… Layığı cehennemi bir kimsesizlik dolabında mahşere kadar unutulmak olan…

    Kutlu ve mutlu gününde nüfus sayımında mavi gözlere bir rakam daha eklendi. Eklendiğin ana anne olan mukaddes varlık acısından sıyrılıp huzuru ne de güzel kucaklamış. Günün üzerine zimmetli olan iki çift göz ve bir çift yeşil gözle birlikte şen olsun. Rayihalı hayat bahçesinde Allah anasız babasızlık yaşatmasın. Sevdiğin ve sevildiğin yerlerde, sevmen gereken kişilerle sevilen mekanlarda sevgi dolu zamanların olsun. Doğduğun gün kutlu olsun sevgilim.

  • Dex Der Kori
    Dex Der Kori 06.07.2019 - 21:27

  • Buğu Duyusu
    Buğu Duyusu

    no coke ;)

  • Aslı Gibidir
    Aslı Gibidir 01.07.2019 - 16:11

  • Dex Der Kori
    Dex Der Kori

    ?t=94

  • Deli Diyorlar Bana Desinler Değişemem
    Deli Diyorlar Bana Desinler Değişemem

    Allah,Allah ya ben buraya niye uğramıyorda ihmal ediyorum ki.. ?.
    Sevgili Maria bana ceza yaz hemen,hemen,
    hem deli ol,.. hemde bizim bu duvara yazma birşeyler,... tüh,tühhhhhh

  • Maria Puder
    Maria Puder 27.06.2019 - 16:05

  • Maria Puder
    Maria Puder




    Bana bunu söyleme
    Bu şeyler için hala yaşamak zorundayız.
    Hikayemizin delirmesini istiyorum
    Kitaplarda okuyabildiğiniz gibi
    Çok fazla düşünmeden birbirimizi delice sevebiliriz
    Asla tekrar karşılaşamayacağımız gerçeği hakkında

    Ama gerçekten gidiyorsan,
    Söz veriyorum seni unutmayacağım

    Bütün geceleri harcayabiliriz
    Sevişmek ve bira içmek,
    Her pahalı restoranda yemek yemek,
    Ama bana sorma
    Parayı nereden alacağız

    Ama gerçekten gidiyorsan,
    O zaman beni de yanına al

    Burada havalı davranıyor olmama rağmen,
    Yemin ederim bence berbat
    Gideceğini bilmek için
    Ve sadece sana söyleyebilmek için
    'Umarım geri dönersin'

    Kendimizi bir gezi planlayabiliriz
    Güney sahilinde sona ermek için
    Nişanlanabiliriz bile.
    Sadece bu şeyin devam etmesi durumunda

    Ama gerçekten gidiyorsan,
    O zaman beni de yanına al

    Burada havalı davranıyor olmama rağmen,
    Yemin ederim bence berbat
    Gideceğini bilmek için
    Ve sadece sana söyleyebilmek için
    'Umarım geri dönersin'

    Ama ben gitmiyor musun?
    Oh hayır, bana bunu söyleme

    Ama ben gitmiyor musun?
    Oh hayır, bana bunu söyleme

  • Rüveyda Pamukçu
    Rüveyda Pamukçu

    31/05/2019
    Yaprak Altı Sohbetleri

    Karşı koltukta oturan Gözde göstermiyordu ama otuz yaşının son basamaklarında bir aşağı inip bir yukarı çıkıyordu. Elinde pembe küçük telefonu, öyle dalmış ki akraba trafiği mesajlarına kafasını kaldırıp masada kendisini seyreden Dilara’nın farkında bile değildi. Kızılın koyu tonuna boyalı uzun saçları ilkokula giden kızının şekerleme biçiminde tokasıyla yukarıdan tutturulmuş. Pantolon rahatlığına alışıp artık etek reyonuna uğramadan geçen uzun boylu yengeç burcu arkadaşına samimiyetin sınırlarını zorlamadan seslendi Dilara:

    _ Dersin yokmuş gibi rahat bir halin var…

    Gözlerini yorucu ev hayatından vakit bulup da gülümseme noktasına her an geçiş yapabilen bir rahatlıkla kaldırıp telefonundan Dilara’ya tanıdık bir bakış attı. Arkadaşının konuşmaya istekli halini yavaştan sezdiğini belli etti.

    _ Arkadan yeni geldim ama beklersen… Birkaç mesaj atmam lazım.

    _Olur.

    Masanın üzerine dik yerleştirilmiş ağır erkek çantasının arkasına sakladığı yeşil kupasındaki ballı çayını yavaşça yudumladı Dilara. Sinema etkinliğine giden sınıfların sessizliğinde öğretmenler odası boşalmıştı. Çaylarını rahat rahat içen bir iki bayan öğretmen masada tatil planlarının nasıl suya düştüğünü anlatan Günay Hanım’ı ilgiyle dinliyorlardı. Tatlı Rumeli ağzı konuşmasıyla dinleyeni sıkmayan ses tonu meraklı kulaklara dert yanıyordu. Aydem’e yeni gelen müdürün sırayla bayram tatili yapıp rahatlayan işçilere uyguladığı zorunlu on iki saat nöbetin adaletsizliğinden yakınıyordu. Dilara yıllardır tanıdığı arkadaşının duygularını anlayıp üzüldüğünü mimikleriyle yansıtıyordu. Hemen karşısında oturan beyaz yüzlü göçmen güzeli arkadaşına empati yaprağına sarılmış cümleleri ilaç kıvamında sunmak için bekliyordu.

    _ Annem biz geleceğiz diye sevincinden oturup yetmiş yaşının üstünde olmasına rağmen baklava yapmış. Üzülmesine dayanamadık. Gelemeyeceğimizi söylemedik. Üstelik geç yaş hamileliği sıkıntılı geçen İstanbul’daki öğretmen kardeşim de Manisa’ya gidemeyecek.

    _Geldiği yere yeni kurallar koyup, eskiye üstünlüğünü ispat etmeye çalışan müdürler, oturmuş çalışma sisteminde nasıl bir tıkanıklığa sebep olduklarını zamanla ortaya çıkan aksaklıkları anladıklarında sorumluluğu asla üzerlerine almak istemezler. Annen nasıl üzülmüştür Ramazan Bayramını iple çekerken çocuklarını, torunlarını göremeyeceği için. Babanız olmasa da siz gidersiniz.

    Bu öneriyi sanki önceden bekliyormuş gibi:

    _ Oğlanlar babamız gitmezse biz de gitmeyiz, sıkılırız, diyorlar.

    Arkada mesaj atma işleminden sonra bir iki telefon konuşması daha yapan Gözde ayağa kalktı. Dilara da henüz yarıya gelmeyen yeşil kupasını eline alıp mutlu bakışlarla arkadaşının yanına gitti.

    _ Hadi, mutfaktan sana da bir çay koyalım!

    _Olur.

    Serin koridordan sağa, belediye aşevinin öğle yemeği hazırlıkları yaptığı arka bahçeye açılan kapısından sola dönüp akasya ağacının çardak görünümündeki sessizliğine yavaş adımlarla daldılar. Öğrencilerin girmelerinin yasak olduğu bu mekân sigara tiryakilerinin müdavimi oldukları saklı bir bahçeydi. Birkaç sıra tuğla döşenip üzerine beton dökülmüş hilal şeklinde oturması pek rahat olmayan yere bir de tahta bank ilave edilmişti. Yüzü ve saçları okşayan serin esen bahar yeliyle manzarası Asarı’ı kucaklayan, perşembe pazarına yukarıdan bakan, yeşil arsız otlarıyla gözleri ferahlatan tenha atmosfer Dilara’da iyi ki gelmişiz duyguları uyandırdı. Gözde:

    _ Tarçın kokusu senden mi geliyor?

    _ Evet, ister misin?

    Bardağındaki çubuk tarçını arkadaşının çay bardağına bıraktı. Gözde bahçe duvarına yan dönerek bacağını diğer tarafa atıp tahta banka at biner gibi oturdu. Kırmızı krem rengi çantasını bankın üzerine bıraktı. Duvarın çıkıntısına da çay bardağını koydu. Dilara da onun gibi oturmaya yeltendi ama lacivert uzun tülden elbisesi buna izin vermedi. Bacaklar açıkta kalacağı için rahatsız oldu. Renkli kocaman çiçek desenli elbisesini topladı, yavaşça ayakkabılarını çıkarıp bağdaş kurup oturdu. Altında oturanlara küçük yapraklı kocaman kaslı kollarıyla bu orta yaşlı ağaç güven veriyordu: Sırlarınız özenle saklanır, yaklaşın yamacıma…

    _ Bugün sigarayı bırakıyorum.

    Sesindeki kararlı tını inandırıcı geldi. Uzun boylu geniş omuzlu Gözde’ye bakarken Dilara güven ve huzur hisleriyle doluyordu. Teklifsizce küçük çantasını kendine çekip içindeki sigara paketini eline aldı.

    _ Ya şimdi ya da hiç!

    Birkaç defa daha bırakma çabaları aklına geldi.

    _ Hayır, paketi bitirip Kadir Gecesi vesilesiyle bırakacağım. Şimdi arkadaşlar gelir, paketi alırsan onlardan otlanırım. Bu da benim hoşuma girmez.

    _ Peki…

    Paketi çantaya bıraktı, çayından bir yudum alıp duvarın çıkıntısına geri bıraktı Dilara. Baharla birlikte yapraklara kiracı olan küçük yeşil böcekler terki diyar etmiş ki teni kaşıyan adımları altında oturanlar tarafından hissedilmiyordu. Yapraklar bütün ihtişamıyla boylarına bakmadan rüzgâra kafa tutup elim sende oynuyordu. Bu coşkulu koşturmada aralarına dalan güneş ışıkları yıldız olup etrafa göz kırpıyor, boşluğa atılmış sarı renkli havai fişek misali kime dek gelirse sıcak buselerini konduruyordu.

    Sigarasından derin bir nefes çekip dumanı nazikçe sol tarafına üfledi Gözde. Anestezi uzmanı olan eşi Gözde’nin duygularına duyargalarını ancak rutin ihtiyaçlar nezdinde karşılık veriyordu. Hastalarına verdiği ağrı kesici dozunu ev arkadaşına vermede cimri olduğunu içine çektiği dumanın ciğerlerde daha fazla kalmasından anladı Dilara.

    _ Erkekler kadınlar kadar duygularını belli edemez; yorgun ve alışılmış hayat kurallarından bıkkın olarak üç çocuk gürültüsüne duyarsız hale gelmiş olabilir. Çocukları annene bırakıp ara ara yalnız kalabilirsiniz.
    Dilara’nın sözleri boş bir kuyuya taş atmışçasına Gözde’nin gözlerinde karanlığa gömüldü.

    _Biliyorsun, tiyatro turnelerine devam ediyoruz. Bodrum’a beraber gitmeyi teklif ettim. Olur, dedi. Yalnızlıktan onun sıcak omuz temasıyla kurtulacağımı düşünerek içimde kelebekler uçuşmuştu. Yüzümdeki gülümseme kalp atışlarımı ona belli edercesine dudaklarımda titreyişe dönüştü sonra.

    _ Çok iyi bir teklif olmuş, sahnede Jülyet’i canlandırırken sana bir daha âşık olacak.

    Gözde’nin gözleri, son bir nefes çekerken sigarasından gri dumanlara büründü. Yerde uçuşan ufak yaprakların düzensiz dansına daldı.

    _ Ben de aynı duygularla cevabını bekledim. Tamam, iyi olur, olta takımımı da alırım, dedi.

    _ Size bu iki gün evden uzaklaşma iyi gelecek, harika düşünmüşsün. Buradaki suarede ön sırada seni alkışlarken gördüm. Kucağında Ali Kemal gözleri parlayarak sahnede devleşen rolün kahramanını alkışlıyordu.

    _ Anlamıyorsun, yanımda olmayacak. Geceye kadar balık tutacak. Ben yalnız…

    Kelimelerin dilimin ucundan rüzgârdan kaçan yapraklar gibi kaybolmasına engel olamadım. Artık beynimde eşine sıcaklık uyandıracak şatafatlı kelimelerden iz yoktu. Soğumuş çayından son büyük yudumu alıp zor yutkundu. Yaprakların rüzgarla yaptığı tango bahçede devam ediyordu.

  • Aslı Gibidir
    Aslı Gibidir

    Hadi gülüm oyna görsünler atıver göbeği görsünler sonra da oturup gülsünler

  • Maria Puder
    Maria Puder 19.06.2019 - 00:53

  • Maria Puder
    Maria Puder 19.06.2019 - 00:34