sa seyyidi kutup mucadelesini yaptı ve bu dünyadan göçtü oda bir beşer olarak elbette'ki hataları olmuştur.ancak bazıların dediği veya israr ettiği gibi haşa din düşmanı falan deyildir.kutupu eleştirenler şöyle bir kendilerine baksin.yaşadıkları şaşalı hayatla,kutupun hayatı aynı'mı? kimin hayatı islam daha yakın bi görsünler.ondan sonra eleştirilerini yapsınlar.bu kadar kelimeleri çarpıtıp sunmak iyi niyetli kişilerin işi deyildir.önce allahtan korkacaksın sonradan eleştiri yapacaksin.dünyevi hiç bir çikarın olmayacak ondan sonra eleştiri yapacaksin.eleştirtiğin kişiden çok daha iyi islamı yaşiyacaksin ondan sonra deyil eleştiri,yapsan yapsan tavsiyede bulunursun.yapmayin etmeyin,bu işin yarını vardır iyi düşünün.?
İftira zinadan daha büyük günahtır. En büyük kul hakkı yemektir. Kurtuluşu ve affı ancak iftira attığınız kişinin sizi afetmesi ve kalbten bağışmaması ile mümkündür. Böyle bir ağır yükün altına kim girmek ister ki?
ŞEHİD SEYYİD KUTUB; Eserlerinden bazılarının içinde cümleleri cımbızla ayıklayıp, onu mezhepsizlikle suçlayanlar, hatta onu sosyalist marksist olarak niteleyenler var.. Bu türlü davranş olsa olsa dinsizlerin taktiği olsa gerek. Oysa bunu yapanlarda islama hizmet ettiğini söyleyen siteler, yazarlar.
Bir müslüman olarak, hele rabbine dönmüş bir diğer müslüman hakkında suizanda bulunmak bana hoş gelmiyor.
Hatalarıyla sevaplarıyla mücadelesini yapmıştır, hapisler, işkenceler, zorluklar yaşamıştır, görevini yapmış Rabbi'ne dönmüştür.
Öyle sanıyorum ki: ' Cahil suçlar arif hikmetini anlamaya çalışır ' sözü her zaman ve her olay için geçerli bir söz olsa gerek.
1965 yılında, Yoldaki İşaretler'de yer alan düşüncelerinin kendisi için nasıl bir tehdit oluşturduğunu fark eden Abdülnasır'ın emriyle Seyyid Kutub bir kez daha tutuklandı ve mahkeme sonunda idamına karar verildi. Hapis ve işkence döneminin yeniden başladığı bu süreçte, Abdünnasır, özür dilediği takdirde Seyyid Kutub'u affedeceğini söylüyordu, hatta bunun için ailesini dahi baskı altına alıyordu ama 60 yaşında olmasına ve türlü işkencelere rağmen, Seyyid Kutub davasından vazgeçmedi ve Nasır'ın teklifine karşı şu tarihi cevabını verdi:
'Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.'
Ne denilebilir ki? Var mıdır bu kadar kutsal mücadele? O asrın unutulmaz şahsiyetlerindendir.O Kuran'ı engel tanımaksızın insanlığa sunan,sonunda canından olacağını bildiği halde sözünü esirgemeyen eşsiz kişiliktir.O Seyyid KUTUB değildir; ŞEHİD SEYYİD KUTUB'DUR...
Burada herkez görüşünü yazıyor ama karşı görüşede yer verilmelidir. Yazdığım bazı yazılar yayınlanmamaktadır. Burada hakaret yok. Yazığım şudurki: Seyyid Kutup, Hz.Osman efendimizin, bu büyük sahabinin kıymetini değerini anlayamamıştır. Anlayamadığı içinde ona İslam Alimi gözüyle bakılamaz. Sahabenin en alt derecedeki bile bütün Evliyadan üstün iken, Hz.Osman gibi Cennetle Müjdelenen 10 sahabeden birine saygısızlığı düşününde korkunçluğunu anlayın.
arkadaşlarımızın yazılarının seyyid kutup hakkında gerçeği yansıtmadığı her ehli insaf ve allah korkusu taşıyan müslümanlar tarafından bilinir bir arkadaşımız sosyal adelet kitabının 186. ayetinden itibaret seyyid kutup dört halifeye karşı kinini kustuğunu yazmışancak ben kitabın tamamında böyle bir iftiranın izine rastlayamadım başka bir arkadaşımızın seyyid kutubun zümer suresi 3 ayetindeki tefsirine ilişkin ifadelerde malesef asılsız ve iftiradır ayete ilişkin üstad seyyid kutubun tefsiri şöyledir Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.
- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.
- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, 'Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz ' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor:
'Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah'ın katındandır.'
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah):
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah) .
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na yönelmedir:
'Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik.' Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: 'Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı! ' Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.
'O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.'
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer. O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir.
'İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır.'
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan 'Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: 'Halis din, yalnız Allah'ındır.' Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: 'İyi bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır.'
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:
'O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir.'
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.
'Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.'
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar. her iddia ispat ister ve allah sizin her sözünüzü aleyhinize delil olarak kullanacaktır.
arkadaşlarımızın yazılarının seyyid kutup hakkında gerçeği yansıtmadığı her ehli insaf ve allah korkusu taşıyan müslümanlar tarafından bilinir bir arkadaşımız sosyal adelet kitabının 186. ayetinden itibaret seyyid kutup dört halifeye karşı kinini kustuğunu yazmışancak ben kitabın tamamında böyle bir iftiranın izine rastlayamadım başka bir arkadaşımızın seyyid kutubun zümer suresi 3 ayetindeki tefsirine ilişkin ifadelerde malesef asılsız ve iftiradır ayete ilişkin üstad seyyid kutubun tefsiri şöyledir Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.
- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.
- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, 'Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz ' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor:
'Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah'ın katındandır.'
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah):
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah) .
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na yönelmedir:
'Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik.' Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: 'Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı! ' Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.
'O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.'
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer. O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir.
'İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır.'
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan 'Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: 'Halis din, yalnız Allah'ındır.' Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: 'İyi bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır.'
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:
'O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir.'
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.
'Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.'
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar. her iddia ispat ister ve allah sizin her sözünüzü aleyhinize delil olarak kullanacaktır.
Bu kitapta Seyyid Kutub’un masonlara nasıl maşalık yaptığını, başta Eshâb-ı kirâm olmak üzere ehl-i sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur’ân-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu bir lâboratuar kat’iyetiyle isbat ediyoruz. Seyyid Kutub’un kitapları, mezhepsiz Mevdûdî'nin kitapları gibi Türkçeye tercüme edilirken galiz hataların çıkarıldığına şahit olduk.
Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler bulunduğunu okuyuculara isbat için Türkçe tercümelerini sayfa numaraları vermek suretiyle nasıl din düşmanlığı yaptığını göstermek istiyoruz.
Bekir Sadak isimli birisi tarafından tercüme edilerek CİHAN SULHU VE İSLÂM ismi verilen kitâba bir bakalım. Seyyid Kutub, diğer mezhepsizler gibi bütün kitâplarını nakil esası üzerine değil, mutlak müctehid usûlü ile Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden kendi kafasına göre manalar çıkarıp yeni din kaideleri koymaktadır. Evet Cihan Sulhu ve İslâm isimli kitâba göz atıyoruz:
“Devletçiliğe delince, bu sahada yapılan çalışmalar henüz pek azdır, cılızdır. Ve İslâm’ın bu tarafı gereği kadar açıklanmamıştır.” C. SULHU S. 13
Bu cümle ile İslâm’a ve İslâm âlimlerine iftira edilmiştir. Bugüne kadar hiçbir İslâm âlimi devletçiliği gereği gibi açıklamamış da Seyyid Kutub açıklıyormuş sanki Allahü teâlâ bugüne kadar devletçiliği açıklayan ve bu sahada çalışma yapan âlim ve halife yaratmamış. Başta dört halife olmak üzere, Emevî, Abbasî ve Osmanlı Halifeleri dinimizi bin küsur yıl idare etmiş,mezheb imamları ve diğer İslâm âlimleri vasıtası ile dinimiz açıklanmış, kanunlar, fetvalar hazırlanmıştır.
Geçen asır yapılan MECELLE ise o kanunların, toplanmış şeklidir. Bir akâid kâidesidir ki, İslâm âlimlerini küçümsemek, kötülemek küfürdür. İslâm kâmil bir nizamdır, asr-ı saadetten beri tatbik edilegelmiştir. Çalışma yapılmamış, açıklanma yapılmamış demek, İslâm kâmil olarak hayat sürmemiş, kâmil âlimler gelmemiş demektir.
Seyyid Kutup, sosyalist hümanistliğine dayanarak diyor ki: “İslâmiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.” C.SULHU S. 22 İslâm’dan başka olan hıristiyanlık ve yahudilik gibi din mensubu kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Halbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmek her müslümana farzdır.
Evet Hümanist ve sosyalist yazar Seyyid Kutup diyor ki: “İslâm, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslâm’a göre bütün insanlar yek diğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adâletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adâleti vâdeder.” C.Sulhu S.23
İslâm’a göre kâfir müslüman bir âileymiş Bugüne kadar hangi İslâm âlimi böyle bir ifadede bulunmuştur? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir.
Dinimiz “Ancak müslümanların kardeş” olduğunu bildirmiştir. Evet dinimizde ırk ve renk ayırımı yapılmaz ama, DİN ayırımı yapılır. Müslümana, Zimmîye ve kâfire ayrı ayrı muamele ile emredildik. Müslümandan öşür ve zekât alındığı halde kâfir olan Zimmîden zekât değil, harac ve Cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslâm âlimlerinin bu hükümleri mevcutken Seyyid Kutub hiç birisine iltifat etmeyerek kendi başına din kaideleri koymaktadır.
İ F Ş A A T S. Kutup, İslâmda Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, şiîlerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden; (Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman radiyallahü anh olmak üzere Eshâb-ı kirâmın büyüklerine haince dil uzatmaktadır. Fakat bu kitabı Türkçeye tercüme eden şahıslar, bu bariz ve galiz hataları, hainliklerini acaba niçin tercüme etmemişlerdir? Akla birkaç ihtimal gelebilir. Meselâ Eshâb-ı kirâma yapılan bu iftiralara edebleri müsaade etmediklerinden bu kısımları çıkarmış olabilirler desek, böyle bir sahâbe düşmanının kitabı nasıl tercüme edilir? S. Kutub’un ihanetleri meydana çıkmasın diye kasden o kısımları tercüme etmediler desek böyle bir ihaneti gizlemek, dinimize yapılmış bir hainlik değil midir? Gerek kitabın yazarı ve gerekse tercüme edenlerinin dine yaptıkları bu ihanet bilinirken bu kitapları İslâm adına nasıl müdafaa ederler? Şayet S. Kutub’un Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a ağır şekilde dil uzattığına ve bunları mütercimlerin tercüme etmediğine inanmayan mezhepsizler çıkarsa, okuyucularımıza kitabın aslını göstermelerini rica ediyoruz. S. Kutup, bu mahut kitabın 186. sayfasından itibaren 5 - 6 sayfa iğrenç zehirlerini kusmaktadır. Hattâ Dört Büyük Halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a « B U N A K» diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır.
Mütercimler bunu gizlemekle hakikatı gizleyeceklerini sanıyorlarsa aldanmış olacaklarının acaba ne zaman farkına varacaklar?
Şimdi. 186. sayfadan itibaren birkaç satır tercüme edip iftiralarını ifşa edelim:
Mezhepsiz Seyyid Kutub’un ismi seyyit olup kendisi Seyyid falan değildir. Seyyid düşmanı Seyyid Kutub şöyle demektedir: «Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı.
Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi. »
Bu ve bunun gibi iftiralar etmektedir Bunların iftira olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. Hazret-i Osman radiyallahü anh hakkında birkaç hadis-i şerif yazarak mezhepsizlerden hain olmayanları insaf ile tövbeye davet ederiz: HADİS-i ŞERİFLER:
1 — Daha kızlarım olsaydı onları da Osman’a verirdim. 2— Ondan melekler hayâ eder ben hayâ etmez miyim? 3—Osman Cennette benim kardeşimdir. 4— Bugünlerden sonra Osman’a günah yazılmaz. 5 — Cehenneme girecek olan 70 bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaatıyle sorgıısuz sualsiz Cennete girecektir.
Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara, zulm edip, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimler ile cihâd etmesine izn verildi. Bu âyet, müslimânların kâfir, zâlim hükûmete isyân etmesi için değil, islâm devletinin, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihâd etmesine izn vermekdedir. Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebeb oldu. Bu fâci’a ve fitnelerin cezâsını kıyâmetde çekecekdir. Câhilce davranışları ve gâfilce yazıları ile devlete karşı ihtilâle sebeb olduğu için, kendisi de 1386 [m. 1966] da i’dâm edildi. İlmi, aklı ve ihlâsı olmıyan din adamları târîh boyunca, hep böyle felâketlere sebeb olmuşlardır. İslâm bilgilerini sessizce yayan ilmli ve akllı din âlimleri, hep başarı sağlamışlardır. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde 200. cü sahîfesinde buyuruyor ki, (El ile, güc kullanarak emr-i ma’rûf ve nehyi münker yapmak, ya’nî günâh işliyene mâni’ olmak; devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, düâ etmekle mâni’ olmak ise, her mü’minin vazîfesidir. Te’sîrli, başarılı olacağı zan olunursa, bu vazîfeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebeb olacağı zan olunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle zarûretsiz varmak câiz değildir. Eğer dînini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe lâyık olur. Şefâ’ate mazhar olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken niyyetin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabrlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.) Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı devlet yapar. Cihâd, Seyyid Kutbun anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsaydı, kendi başını yimez ve kırkbinden fazla müslimânı felâkete sürüklemezdi.
dava adamı diye kime denir? davasına hayatını adayana mı? emeğini, bedenini, zihnini? seyyid kutuba dava adamı demeyeceğim. davalarının ne olduklarını bile açıklayamayan adamlara dava adamı dendiği sürece ona dava adamı deyip hakkını yiyemem. seyyid kutub yolun sonunda idamı görüp ona koşan bir adam. o yolun her türlü işkenceyle zulümle dolu olduğunu bile bile ilerleyen bir adam. dünyanın müslümanlara putlar sunduğu, sözümona müslümanların da 'hangisine tapsak? ' diye düşünüğü bir devirde 'la ilahe! ' diyen bir adam. her geçen gün biraz daha haklı çıkarıyor onu. putperestlerin, müşriklerin, kafirlerin söylediği her söz, attığı her adım, sıktığı her kurşun, söylediği her yalan onu bir kez daha haklı çıkarıyor. bundan doğal ne olabilir? kuranla arınan, kuranla beslenen kuranı anlatan bir zihin nasıl olur da yanılır? yürüdüğü yolu çıkar hesaplarından, basit kurnazlıklardan, tavizden ve ikiyüzlülükten arındıran bir yolcu o. yolu kolaylaştırmak gibi bir gayesi yok. sevilmek gibi, bilinmek gibi bir gayesi yok. yolu hakkında aklında bir soru işareti yok. yolunu biliyor, yolunun adını biliyor, yolun nasıl olduğunu ve sonunda ne olduğunu biliyor. gayesi belli... 'ılıman müslüman', 'modern islam' yalanlarının dillerden düşmediği yeni bir binyılda bunların aslında `ben müslümanın ezik korkak ve aynı zamanda pısırığını severim` zihniyetinin güzel ambalajları olduğunu biliyoruz. ama bakan kor olmak ayri bir meziyet degilmi? seyyid kutub dava adamı mı? seyyid kutub profesör mü? seyyid kutup sosyalist islamcı mı? bunları geçin. seyyid kutub alim, seyyid kutub şehid, seyyid kutup müslüman, ehl-i iman! bilgisayari basinda, hamburger cips yiyip, download ettigi iki islami eseri okuyarak kendilerini bir sey zanneden ve o aziz sehide iftira atanlara sozum; gidin taslarin onunde bayrak sallayin.
Yazdığı 'Yoldaki İşaretler' isimli kitabından dolayı Mısırda idam cezası alan yazar kendisine teklif edilen 'eğer özür diler ve yazdıklarının yanlış olduğunu kabul edersen cezan ortadan kaldırılacak' teklifine verdiği cevap: 'Haklı olarak idam ediliyorsam, ben Hakkın hükmüne razıyım. Haksız yere mahkum oluyorsam; batıldan merhamet dileyecek kadar alçalmadım. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım Tağut'un hükmünü kabul eden bir harf bile yazmayı reddeder.' Takdir edilecek bir inanç örneği, sonucunda idam edilse bile fikirlerinden vazgeçmeyecek kadar bağlı bir insan....
1321 [m. 1903] de Mısrda doğdu. Kâhire ilm enstitüsünde okudu. Önce sosyalist fikrlerini yaydı. Sonra din adamı şekline girerek, eski Kâhire müftîsi ve mason locası başkanı olan Abduhun dinde reformist yolunu tutdu. Bütün kitâblarında olduğu gibi, (Fî-zılâl-il-Kur-ân) ismindeki tefsîrinin birinci cildinde de, cihâdın bir kısmını kabûl, esâs kısmını inkâr etmekde, (İnsanların dîne girmelerini kolaylaşdırmak için cihâd edilmez) demekdedir. (Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeyi ileri sürerek hükûmetlere karşı ayaklanmağa, ısyâna ve fitne çıkarmağa kışkırtmakdadır. Hâlbuki, zâlim sultânlara, hattâ kâfir hükûmetlere bile ayaklanmağı dînimiz yasak etmekdedir. Böyle ayaklanmak, cihâd değil, ahmaklıkdır. Böyle zemânlarda yapılacak cihâd, islâm bilgilerini yaymak, îmânlı gençlik yetişmesine çalışmakdır. Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara, zulm edip, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimler ile cihâd etmesine izn verildi. Bu âyet, müslimânların kâfir, zâlim hükûmete isyân etmesi için değil, islâm devletinin, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihâd etmesine izn vermekdedir. Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebeb oldu. Bu fâci’a ve fitnelerin cezâsını kıyâmetde çekecekdir. Câhilce davranışları ve gâfilce yazıları ile devlete karşı ihtilâle sebeb olduğu için, kendisi de 1386 [m. 1966] da i’dâm edildi. İlmi, aklı ve ihlâsı olmıyan din adamları târîh boyunca, hep böyle felâketlere sebeb olmuşlardır. İslâm bilgilerini sessizce yayan ilmli ve akllı din âlimleri, hep başarı sağlamışlardır. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde 200. cü sahîfesinde buyuruyor ki, (El ile, güc kullanarak emr-i ma’rûf ve nehyi münker yapmak, ya’nî günâh işliyene mâni’ olmak; devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, düâ etmekle mâni’ olmak ise, her mü’minin vazîfesidir. Te’sîrli, başarılı olacağı zan olunursa, bu vazîfeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebeb olacağı zan olunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle zarûretsiz varmak câiz değildir. Eğer dînini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe lâyık olur. Şefâ’ate mazhar olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken niyyetin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabrlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.) Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı devlet yapar. Cihâd, Seyyid Kutbun anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsaydı, kendi başını yimez ve kırkbinden fazla müslimânı felâkete sürüklemezdi. İstanbuldaki yüksek islâm enstitüsü eski müdîrlerinden ve öğretim üyelerinden Ahmed Dâvüdoğlu, 1394 [m. 1974] de İstanbulda basılan (Dîni ta’mîr da’vâsında din tahrîbcileri) kitâbında, (Seyyid Kutb bir edîbdir. Biraz dînî kültürü vardır. Mehmed Âkife benzemekdedir. Sözü dinde sened olamaz. Çünki, din âlimi değildir) demekdedir. Seyyid Kutb, Zümer sûresinin üçüncü âyetinin tefsîrinde, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün islâm memleketlerinde Evliyâya ibâdet ediliyor. Câhiliyye zemânındaki arabların meleklere, heykellere tapınmaları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Tevhîd ve ihlâs sâhibleri, Allah ile kul arasına vâsıta koymaz. Kimseden şefâ’at istemez) diyor. Bu sözleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bunlara verdikleri cevâblar arabî olarak (Fitne-tül-vehhâbiyye) kitâbınınn sonunda yazılıdır. Bu sözleri ile de, vehhâbî, mezhebsiz olduğunu ilân etmekdedir.
eğer okumaya zahmet edemeyen kardeşlerimiz olursa en azından şu ibretli cevabı okusunlar...ama bu cevabı kime verdiğinin açıklamasını yapmayı düşünmüyorum...
“Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam! ..”
Haci ibrahim Kutub’un oglu olan Seyyid Kutup, 1906′ da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi. Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi. O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi. Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi. Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi. Seyyid Kutub’a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti. Seyyid Kutup’un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi. Daha Kahire’de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu. O cia bu durumdan oldukça sikilmisti. Bu sikintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire’ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar. 1940′ da annesinin ani vefati Seyid Kutup’u oldukça etkilemisti. Kendisini. hayatta yalniz hissetmeye baslar. Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir.
Seyyid Kutub, 20. yüzyılın en büyük ve önemli düşünürlerinden biridir. O inancı uğruna tüm sıkıntı ve güçlüklere göğüs geren, hatta bu yolda canını vermekten dahi çekinmeyen düşünceleriyle, yaşantısıyla çevresine ışık saçan önder bir şahsiyettir.
Seyyid Kutub, Yüce Allah’ın: “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söz e sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır” (Ahzab, 33/23) ayetinde sözü edilen kişilerden olduğuna inandığımız ve çağın yetiştirdiği müstesna insanlardan biridir.
Dindar ve Seçkin Bir Aileye Mensuptu 1906′ da Mısır’ın Asyut kasabasında doğan Seyyid Kutub aslen Arabistanlıdır. Dedesi Şeyh Vakur, Arabistan’dan Mısır’a göç etmiş ve burada çiftçilikle uğraşmaya başlamıştır. Dedesi ilim, takva ve güzel ahlakıyla ünlüydü. Anne ve babası da çok dindar ve takva sahibi insanlardı. Kutub, kendisi annesine ithaf ettiği “Kur’an-ı Kerim’de Edebi Tasvir” adlı eserinde, onun dinine ne kadar bağlı bir kadın olduğundan söz eder.
Seyyid Kutub, annesinin yoğun istek ve teşvikiyle küçük yaşlarda Kur’an’ı ezberledi. Babası İbrahim Kutub’a ithaf ettiği “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri” adlı eserinde şöyle der: “Babamın en çok dikkat ettiği şey, bizim ruhumuza ahiret duygusunu yerleştirmekti.”
İlk eğitimini aile içinde aldıktan sonra, el-Ezher Üniversitesinde orta ve lise tahsilini yaptı. Daha sonra Daru’l-Ulum Fakültesi’ni bitirdi. 1933′ te aynı fakültede edebiyat dalında öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. O dönemde “Yeni Fikir” adı altında bir dergi çıkardı. 1941′ de sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif vekaleti tarafından Amerika’ya gönderildi. Yine aynı dönemlerde Müslüman Kardeşler cemaatiyle birtakım ilişkilere girmişti. 1945′ te Amerika’dan döndükten bir süre sonra da, tamamen bu cemaate katıldı.
Cahiliyeden Hidayete
Seyyid Kutub’un hayatı, iki döneme ayrılır: Birincisi, Allah’a olan inancını da koruyarak, sosyalizme yöneldiği ve daha çok edebi çalışmalara ağırlık verdiği dönemdir ki, kendisi bunu “cahiliye dönemi” olarak adlandırır. Bu dönemde “Dikenler”, “Köyden Bir Çocuk” ve “Sihirli Şehir” adlı üç romanı yayınlanmıştır.
İkincisi, İslami fikir ve anlayışının derinleştiği ve olgunlaştığı ve Müslüman Kardeşler’e katıldığı dönemdir.
Zulüm ve İşkence
Seyyid Kutub, 1954′ te tutuklanarak askeri hapishaneye kondu. Hapishane cellatları tarafından ağır işkencelere maruz kalması sonucunda mide ve bağırsak kanamasına maruz kaldı. Buna rağmen cellatlar eğitilmiş köpeklerle onu kovalıyor, hastalık ve yorgunluktan dolayı bir an bile koşamadığı zaman köpekler vücudunu parçalıyordu. Mahkemesini izlemek amacıyla Mısır’a gelen insan hakları temsilcisinin Seyyid Kutub’un vücudundaki işkence izlerini görmemesi için mahkemesi ertelendi. İnsan hakları temsilcisinin Mısır’dan ayrılmasından iki hafta sonra Kutub, mahkemeye çıkarılarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste on yıl kaldıktan sonra sıhhi sebeplerden dolayı serbest bırakıldı. Ama kendi evinde zorunlu ikamete tabi tutuldu.
1965′ te “Yoldaki İşaretler” adlı eserinden dolayı tekrar tutuklanan Kutub, bu kez üç - dört hastalığa birden yakalanmış, yaşı da 60′ a dayanmıştı. Cellatlar tam dört gün boyunca onu bağladılar, yiyecek ve içecekten de mahrum bıraktılar. Su istediğinde cellatlar suyu getiriyor ancak ona vermiyor, daha fazla eziyet çektirmek için getirilen suyu gözleri önünde yere döküyorlardı. (1) Yapılan bunca işkenceye rağmen onu davasından vazgeçiremeyince bu kez psikolojik işkence yapmaya başladılar. 25 yaşındaki mühendis yeğeni Rıfat Bekr eş-Şafii’yi getirerek gözleri önünde ona akıl almaz işkenceler yaptılar. İşkencelere dayanamayan Rıfat dayısının gözleri önünde şehit oldu. (2) Bu yolla da Kutub’u vazgeçiremeyince bu kez Azmi adındaki diğer yeğenini getirerek abisi Rıfat gibi şiddetli işkencelere tabi tuttular. Az daha o da abisi gibi şehit olacaktı. Cellatlar bununla da yetinmeyerek Şehit Rıfat’ın annesi Nefise Kutub ile Seyyid Kutub’un diğer kız kardeşi Emine Kutub’a da dehşet verici işkenceler yaptılar. Oğlu Rıfat şehit edildikten sonra Nefise hanım serbest bırakıldı. Kız kardeşi Emine Kutub’un tutukluluk hali ise devam etti. Daha sonra sözde mahkemeye çıkarılan Emine Kutub 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve bir bölümü askeri hapishanede diğer bölümü de Kanatir cezaevinde olmak üzere toplam altı yıl dört ay hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. (3)
“Zalimlerden Özür Dilemem” Caniler burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz onca işkenceye rağmen Seyyid Kutub’u davasından vazgeçiremeyince diğer kız kardeşi Hamide Kutub vasıtasıyla kendisiyle pazarlık yapmaya başladılar. Caniler Hamide Kutub vasıtasıyla kendisine şu teklifte bulundular: “Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’dan özür dilediğin takdirde, idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacaktır.” Hamide Kutub, ağabeyinin affedilmesini ve yaşamasını çok istiyordu. Bu yüzden de teklifi kendisine iletti. Üstad Kutub’un cevabı gayet açık ve tavizsizdi: “Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam! ..”
Bu sözleri onu ebedileştiren, tüm İslam aleminde örnek ve önder bir mücahit olarak tanınmasına vesile olan sözler olmuştur. Onun dünyevi bedeni idam yoluyla öldürülüp toprağa gömüldü, ama gösterdiği kararlılık fikirlerini kendisine yönelen inanç sahiplerinin önünü açan bir meşale kıldı.
Seyyid Kutub, eş-Şeyh Abdülfettah İsmail ve Muhammed Yusuf Havvaş’la birlikte idama mahkum edilmişti. İdam kararı 29 Ağustos 1966′ da infaz edildi
insanların Allah’ın yüce kitabını doğru bir şekilde anlamalarına yardımcı olmak için büyük ve örnek çabalar ortaya koymuştur. İhlas ve samimiyetle ortaya konulan ilmi faaliyetlerde yanılma halinde bile sevap olduğunu Allah Resulü (s.a.s.) bildirmiştir. O bir meşale yakmıştır. Bize o meşaleden istifade etmek düşüyor. Asıl izlenmesi gereken yol ise Allah’ın yoludur. Seyyid Kutub’un verdiği mesaj da zaten budur. Biz onun için Allah’tan rahmet ve mağfiret dilerken, Yüce Allah’ın ona lütfettiği şehadet mertebesini bize de lütfetmesini temenni ediyoruz
Makamın Cennet Olsun Azizim…. Ruhuna El-Fatiha paylaşmak istedim...
Şehit Seyyid Kutup; hakkında iğrenç iftiraların atıldığı ama o iftiraları atanların utanmazca oturup onun hakkındaki saçma kinlerini kaleme alırlarken unuttukları bir şey var ki kendisi ömrünü Mısır zindanlarında, işkenceler altında geçirmiş çağımız İslam Düşüncesinde öze dönüş fikrini savunarak bidat ve şirk düşüncesini yerle bir etmiş bir Fikir ve Hareket adamıdır bu uğurda yaşamış ve yine bu uğurda öldürülmüştür...
Türkçeye birçok kitabı tercüme edilen S.Kutb, İslâmın iktisâd sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh'un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki:
(Uyuyan fitneyi uyandırana Allah la'net etsin) buyuruluyor. (İ. Rafiî)
(Devlet, şahsî mülkiyetten ihtiyâcını, gerektiği kadar iâde etmemek üzere alır ve toplumun umûmî ihtiyâçlarına sarfeder.) [Cihan Sulhu s. 149]
(Devlet, lüzûmu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyâcı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.) [İslâmi Etüdler s. 92]
Şahsî malı almak, komünizmde vardır. Dinimizde, meşrû yoldan kazanılan mal, mübârektir. S. Kutb, şahsî mülkiyete devletin el koymasını isteyerek diyor ki:
(Şâyet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükümet, zenginlerin ellerindeki fazla malları alıp, fakirlere iâde eder.) [İslâmi Etüdler s. 98]
Mezheb düşmanı
S.Kutb, her kitabında hep İslâm düşüncesi diyor. Hâlbuki düşünce de, akıl gibi mahlûktur. Bunları Allahü teâlâ yaratmıştır. Allah düşüncesi, Allah aklı diyen kâfir olur. İslâm şerî'ati'ne İslâm düşüncesi denmez.
S.Kutb, Mezhebleri İslâmın bir cüz'ü kabûl ediyor. Bu cüzleri, ya'nî mezhepleri birleştirmek isteyerek diyor ki:
(İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleştirmeli, ihtilâflar ortadan kalkmalıdır.) [İslâmda Sos. Adâlet s.35]
Dört hak mezhebi ihtilâf olarak kabûl etmektedir. İhtilâflardan maksat, sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zâten imkân yok. Hak mezhepleri birleştirmek de Telfîk olur ki, bu da icmâ ile bâtıldır. Hadîs-i şerîfte, (Âlimlerin ihtilâfı [Mezheplere ayrılması] rahmettir) buyurulurken, mezhebleri birleştirmek suretiyle kaldırmak istiyor.
Bid'at ehlinden İbni Teymiye ve İbni Hazm'ı da imâm diye övüyor. [İslâmda İktisat s.94]
Mezhepsiz S.Kutb, Hz.Osman'a ve diğer Eshâb-ı kirâma alçakça dil uzatarak diyor ki:
(Çok yaşlı olan Osman'ın hilâfete geçmesi, kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Muâviye'nin mülkünü genişletip, Filistin'i de ona verdi. Bu, İslâmın rûhuna aykırı idi.) [İslâmda Sosyal Adâlet s.186]
Bunların iftirâ olduğu bütün mu'teber kitaplarda yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Bugünden sonra Osman'a günâh yazılmaz. [Ya'nî Osman günâh işlemez]) [Tirmizî]
(Yâ Rabbî, Osman'ın geçmiş, gelecek, Kıyâmete kadar bütün günâhlarını affet!) [Ebû Nuaym]
(Osman, 'Yâ Rabbî, yer ile göğün yerini değiştir' diye duâ etse, duâsı elbette kabûl olur.) [Mesâbîh]
(Osman bendendir, ben de Osman'danım.) [Taberânî]
(Meleklerin bile hayâ ettiği zâttan [Osman'dan] ben hayâ etmez miyim?) [Beyhekî]
(Osman'ın şefâ'ati ile Cehennemlik 70 bin kişi, hesâb görmeden Cennete girer.) [İ.Asâkir]
Fıkha da düşman
Hz.İsâ'nın ölmediği Kur'ân-ı kerîmde bildirilirken, (Hz. Îsâ vefât etti) diyor. [Bu ifâde, başka bir tercümeden çıkarılmıştır. Böyle fâhiş hatâlar kasten çıkarılmaktadır.]
Prof. S.Kutb, (İslâm toplumunu inşâ ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgûl olmak ömrü ve sevâbı zâyi etmektir) diyor. Hâlbuki hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Ancak mezhebsiz olan, ba'zan Hanefînin hükmüne, ba'zan Şâfi'îninkine uygun der. Mâide sûresinin 33. âyetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü bildirdikten sonra, (Biz bu husûsta, İmâm-ı Mâlik'in fikrini tercîhe şâyan görürüz) diyor. Mezhebler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.
Zümer sûresinin 3. âyetinin tefsîrinde, (Bugün islâm ülkelerinde Evliyâya ibâdet ediliyor, onlardan şefâ'at isteniyor) diyerek necdî olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabî hazretlerine gayrı müslim diyor.
Böyle mezhepsiz kimselerin kitaplarını okumak çok tehlikelidir.
Cem'ıyyet-ül-meşârî' tarafından neşredilen Nehc-üs-Sevîy... kitabında deniyor ki:
Hakîkî ilim kitap okumakla elde edilemez. Taberânî'deki hadîs-i şerîfte (İlim ancak üstâddan öğrenilir) buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan S.Kutb, Allaha, mu'cize kalem, Yaratıcı kalem, diyor. Nebe' sûresini tefsîr ederken de Allaha 'Akl-i müdebbir' diyor. [Akıl ve şuur mahlûktur. Mahlûka âit bir sıfâtı Allah için söylemek küfürdür.] Böyle söylemek ilhâddır. Kur'ân-ı kerîmde buyuruluyor ki:
(En güzel isimler Allahındır. O'na onlarla duâ edin. Onun isimleri hakkında sapanları bırakın.) [A'râf 180]
'Küçük mes'elelerde de olsa idâreciler Allahın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde müslüman yoktur' diyor. Hâlbuki İmâm-ı Kurtubî hazretleri buyuruyor ki:
(Allahın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki âyet-i kerîmenin ma'nâsı şöyledir: Kur'ân-ı kerîmi reddederek ve Resûlullahın sözünü inkâr ederek Allahın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkâm-ul-Kur'ân]
Hz. İkrime de bu âyet-i kerîmenin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zâlimdir, fâsıktır) buyurdu. [Ehl-i sünnette amel, îmândan parça değildir. Günâh işleyene kâfir denmez. S.Kutb, günâh işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnetten ayrılıyor.]
Herkes Mürtedmiş
S.Kutb, herkesi mürtedlikle ithâm ederek diyor ki:
'Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir mes'elede de ona uymayan, îmândan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir mes'elede beşer kanûnuna uyan Lâ İlâhe illallah dese de müşrik olur, dinden çıkar. Bugün islâmiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürteddir, câhiliyet devrine dönmüştür. Bugün müslüman hükümdar ve müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.'
[Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dahil midir? Dahil değildir denemez. Çünkü, kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.]
S.Kutbun izinden gidenlerin bir kısmı avukat, bir kısmı da, pasaport çıkarmak gibi işlerde beşerî kanûnlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşerî kanûnlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Ya'ni beşerî kanûnlara tâbi oluyorlar. Hani beşerî kanûna uyan kâfir idi?
S.Kutb, 'O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir' meâlindeki âyet-i kerîmenin ma'nâsında da bütün islâm âlimlerine muhâlefet ederek 'Allah herkesle, herşeyle beraberdir ve her yerdedir' diyor. Bu görüş küfürdür. Hâlbuki bütün islâm âlimleri, bu âyet-i kerîmenin 'Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı' ma'nâsında olduğunu bildirmişlerdir.
Hz.Yusuf'tan sonra, Hz.Mûsâ'yı kötülüyerek diyor ki:
(Hz.Mûsâ, asabî mizâçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve halîm selîm olmuştur. Ama hayır olmamıştır.)
Peygamber ve Günâh
S.Kutbun bu sözleri, Peygamberlerin, büyük-küçük günâhlardan ma'sûm olması gerektiğini kesin olarak ifâde eden İslâm akîdesine tamamen zıddır. Hz. İbrâhim'in Yıldızı, Ay'ı, sonra da Güneş'i görünce, 'Bu benim Rabbim' sözü, istifhâm-ı inkârı takdîri üzerinedir. (Sizin zannetiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Ya'ni bu benim Rabbim değil, bu Rab olmaya lâyık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz) buyurmuştur. Hz.İbrâhim, bunları söylemeden önce de yegâne ilâhın Allah olduğunu, O'ndan başka ilâh olmadığını kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ 'Biz daha önce İbrâhim'e rüşdünü verdik' buyuruyor. (Enbiyâ 51)
S.Kutb, En'âm sûresinin 'Hüküm ancak Allahındır' meâlindeki 57. âyet-i kerîmeyi, murâd olan ma'nâsının tam aksine anladığından, Hz. Ali'yi ve onu sevenleri de tekfîr etti. Â.İmrân sûresinin (Sana tâbi olanları Kıyâmete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır) meâlindeki 55. âyet-i kerîmesi, bu ümmetin Kıyâmete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra câhiliyet üzere yaşadığını nasıl söyleyebiliyor? Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, her asırda dini tecdîd eden bir zât gönderir.) [Ebû Dâvüd]
(Kıyâmete kadar hak üzere olan bir cemâ'at mutlaka bulunur.) [Buhârî ]
müslüman müslümanı gördümü kalbi yumuşar,bir rahatlık hisseder ya resmlini ilk gördüğümde yüzümde bu duygularla beraber bir tebessüm oluştu.. okunacak kitaplar ve anılası bir hayat bıraktığı için ALLAH ondan razı olsun.......
20. yy başlarında Pakistan da Mevdudidinin İslamın özüne yönelik şanlı hareketinin Mısır da ki temsilcisidir. Zeynep Gazali,Hasan el Benna vb birlikte mısırda ki İngiliz sömürüsünü reddedip onun kukla yönetimini uyaran kişilerdendir. Davasını dönemin cumhurbaşkanı Abdurnasırın Seyyid kutup arkadaşlarını şehit edesiye kadar sürdürmüştür. kendisi Fi zilal Kuran tefsiri ile ünlenmiştir. 'yoldaki işaretler' isimli kitabı çağımız müslümanlarına uyarı mahiyetinde mutlaka okunması gereken bir kitaptır.
sa
seyyidi kutup mucadelesini yaptı ve bu dünyadan göçtü oda bir beşer olarak elbette'ki hataları olmuştur.ancak bazıların dediği veya israr ettiği gibi haşa din düşmanı falan deyildir.kutupu eleştirenler şöyle bir kendilerine baksin.yaşadıkları şaşalı hayatla,kutupun hayatı aynı'mı? kimin hayatı islam daha yakın bi görsünler.ondan sonra eleştirilerini yapsınlar.bu kadar kelimeleri çarpıtıp sunmak iyi niyetli kişilerin işi deyildir.önce allahtan korkacaksın sonradan eleştiri yapacaksin.dünyevi hiç bir çikarın olmayacak ondan sonra eleştiri yapacaksin.eleştirtiğin kişiden çok daha iyi islamı yaşiyacaksin ondan sonra deyil eleştiri,yapsan yapsan tavsiyede bulunursun.yapmayin etmeyin,bu işin yarını vardır iyi düşünün.?
VE LÜTFEN UNUTMAYINIZ Kİ;
İftira zinadan daha büyük günahtır.
En büyük kul hakkı yemektir.
Kurtuluşu ve affı ancak iftira attığınız kişinin sizi afetmesi ve kalbten bağışmaması ile mümkündür.
Böyle bir ağır yükün altına kim girmek ister ki?
ŞEHİD SEYYİD KUTUB;
Eserlerinden bazılarının içinde cümleleri cımbızla ayıklayıp, onu mezhepsizlikle suçlayanlar, hatta onu sosyalist marksist olarak niteleyenler var.. Bu türlü davranş olsa olsa dinsizlerin taktiği olsa gerek. Oysa bunu yapanlarda islama hizmet ettiğini söyleyen siteler, yazarlar.
Bir müslüman olarak, hele rabbine dönmüş bir diğer müslüman hakkında suizanda bulunmak bana hoş gelmiyor.
Hatalarıyla sevaplarıyla mücadelesini yapmıştır, hapisler, işkenceler, zorluklar yaşamıştır, görevini yapmış Rabbi'ne dönmüştür.
Öyle sanıyorum ki:
' Cahil suçlar arif hikmetini anlamaya çalışır '
sözü her zaman ve her olay için geçerli bir söz olsa gerek.
Mükemmel Bir
insan
1965 yılında, Yoldaki İşaretler'de yer alan düşüncelerinin kendisi için nasıl bir tehdit oluşturduğunu fark eden Abdülnasır'ın emriyle Seyyid Kutub bir kez daha tutuklandı ve mahkeme sonunda idamına karar verildi.
Hapis ve işkence döneminin yeniden başladığı bu süreçte, Abdünnasır, özür dilediği takdirde Seyyid Kutub'u affedeceğini söylüyordu, hatta bunun için ailesini dahi baskı altına alıyordu ama 60 yaşında olmasına ve türlü işkencelere rağmen, Seyyid Kutub davasından vazgeçmedi ve Nasır'ın teklifine karşı şu tarihi cevabını verdi:
'Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır.'
Ne denilebilir ki? Var mıdır bu kadar kutsal mücadele? O asrın unutulmaz şahsiyetlerindendir.O Kuran'ı engel tanımaksızın insanlığa sunan,sonunda canından olacağını bildiği halde sözünü esirgemeyen eşsiz kişiliktir.O Seyyid KUTUB değildir; ŞEHİD SEYYİD KUTUB'DUR...
Seyid Kutubun yaptığı gibi, İslam'ın içine çaktırmadan Sosyalizm fitnesini sokmaya çalışmak, Sahabelere saygısızlık çok veballi işlerdir.
Burada herkez görüşünü yazıyor ama karşı görüşede yer verilmelidir. Yazdığım bazı yazılar yayınlanmamaktadır. Burada hakaret yok. Yazığım şudurki: Seyyid Kutup, Hz.Osman efendimizin, bu büyük sahabinin kıymetini değerini anlayamamıştır. Anlayamadığı içinde ona İslam Alimi gözüyle bakılamaz. Sahabenin en alt derecedeki bile bütün Evliyadan üstün iken, Hz.Osman gibi Cennetle Müjdelenen 10 sahabeden birine saygısızlığı düşününde korkunçluğunu anlayın.
arkadaşlarımızın yazılarının seyyid kutup hakkında gerçeği yansıtmadığı her ehli insaf ve allah korkusu taşıyan müslümanlar tarafından bilinir bir arkadaşımız sosyal adelet kitabının 186. ayetinden itibaret seyyid kutup dört halifeye karşı kinini kustuğunu yazmışancak ben kitabın tamamında böyle bir iftiranın izine rastlayamadım
başka bir arkadaşımızın seyyid kutubun zümer suresi 3 ayetindeki tefsirine ilişkin ifadelerde malesef asılsız ve iftiradır ayete ilişkin üstad seyyid kutubun tefsiri şöyledir
Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.
- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.
- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, 'Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz ' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor:
'Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah'ın katındandır.'
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah):
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah) .
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na yönelmedir:
'Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik.' Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: 'Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı! ' Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.
'O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.'
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer. O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir.
'İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır.'
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan 'Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: 'Halis din, yalnız Allah'ındır.' Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: 'İyi bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır.'
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:
'O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir.'
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.
'Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.'
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar.
her iddia ispat ister ve allah sizin her sözünüzü aleyhinize delil olarak kullanacaktır.
arkadaşlarımızın yazılarının seyyid kutup hakkında gerçeği yansıtmadığı her ehli insaf ve allah korkusu taşıyan müslümanlar tarafından bilinir bir arkadaşımız sosyal adelet kitabının 186. ayetinden itibaret seyyid kutup dört halifeye karşı kinini kustuğunu yazmışancak ben kitabın tamamında böyle bir iftiranın izine rastlayamadım
başka bir arkadaşımızın seyyid kutubun zümer suresi 3 ayetindeki tefsirine ilişkin ifadelerde malesef asılsız ve iftiradır ayete ilişkin üstad seyyid kutubun tefsiri şöyledir
Bu Kitab'ın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah katındadır.
- Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.
- İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, 'Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz ' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.
Sure şu kesin gerçeği kesin bir biçimde ortaya koyarak başlıyor:
'Bu Kitab'ın indirilmesi aziz ve hikmet sahibi Allah'ın katındandır.'
Kur'an'ı indirmeye gücü yeten aziz (Allah):
Kur'an'ı nereye ve niçin indirdiğini çok iyi bilen ve bunu bir hikmet, bir takdir ve plan gereği olarak gönderen hakim (Allah) .
Surenin akışı içinde bu gerçek üzerinde uzun uzun durulmuyor. Çünkü bu, surenin yaklaşık bütünü ile üzerinde durduğu, yerleştirilmesi ve pekiştirilmesi için Kur'an-ı Kerim'in indiği ana konunun bir girişi niteliğindedir. Bu ana konu; Allah'ın birliği, yalnız O'na kulluk, dini sırf O'na tahsis etme; O'nu, şirkin, ortak koşmanın her çeşidinden tenzih etme, aracısız ve vasıtasız olarak doğrudan doğruya O'na yönelmedir:
'Ey Muhammed! Şüphesiz ki, Kitab'ı sana hak olarak indirdik.' Kitab'ın, kendisi ile indirildiği hakk'ın temeli, bütün bir varlığın kendisiyle ayakta durduğu sınırsız birlik ilkesidir. Surenin beşinci ayetinde ise şöyle buyrulmaktadır: 'Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı! ' Demek ki, göklerin ve yerin kendisiyle indirildiği biricik hak budur. Göklere ve yere hükmeden düzendeki birliğin tanıklık ettiği yegane hak (gerçek) budur. Bu varlık aleminde, yaratıcı ve yoktan var edici, elden çıkmış olan her şeyin üzerinde damgasını taşıdığı haktır bu.
'O halde sen de dini Allah'a has kılarak ihlas ile kulluk et.'
Burada hitab, Kur'an-ı Kerim'in hak ile kendisine gönderildiği Allah'ın elçisinedir. -salât ve selâm üzerine olsun- Bu, Peygamberimizin bütün insanları kendisine çağırdığı yoludur: Yalnız Allah'a kulluk. Dini sadece O'na tahsis etme bütün bir hayatı bu Tevhid ilkesi üzerine kurma.
Allah'ı birleme ve dini yalnız O'na tahsis etme, sadece dille bir çırpıda söyleniveren bir sözden ibaret değildir: Bu, eksiksiz bir hayat programıdır: Vicdandaki, düşünce ve inançta meydana gelen bir inkılab ile başlar. Bireyin ve toplumun hayatını kuşatan bütün bir düzen ile sona erer.
Allah'ı birleyen bir kalp, yalnız O'na boyun eğer. O'nun dışında kimseye başını eğmez. O'ndan başkasından bir şey istemez. Yaratıklarından birine güvenip dayanmaz. O'na göre güçlü olan yalnız Allah'dır. Tüm kulları üzerinde hâkim ve üstün olan yalnız O'dur. Bütün kullar güçsüz ve zayıftır O'nun yanında. Kullar O'na ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Bu nedenle insanların onlardan birine başını eğmesine gerek yoktur. Onların hepsi de kendisi gibidir; ne bir fayda, ne de zarar verebilirler kendisine. Veren de vermeyen de yalnız Allah'dır. Onun içindir ki, Allah'dan başkasına yönelmeye gerek yoktur. Zira zengin olan yalnız O'dur. O'nun dışındaki bütün yaratıklar ise fakirdir.
Allah'ı birleyen kalp, bütün bir evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanır. Yüce Allah'ın insanlar için belirleyip seçtiği düzenin de bu bir olan ilahi yasanın bir bölümü olduğuna kesin kanaat getirir. Bu yasaya uymadıkları takdirde insan hayatının düzelmeyeceğine ve içinde yaşadığı evrenle uyum içine girmeyeceğine inanır. İşte bundan dolayı Allah'ı birleyen bir kalp, O'nun belirleyip seçtiği düzenlerin dışında bir düzen seçmez. Bütün evrenin düzeniyle olduğu kadar, hayatın düzeniyle de uyum içinde bulunan Allah'ın şeriatından başkasına uymaz.
Allah'ı birleyen kalp, kendisi ile yüce Allah'ın bu evrende yaratmış olduğu bütün canlı ve cansız varlıklar arasında bir yakınlık olduğunu kavrar. Kendisine şefkatle muamele eden, ihtiyaçlarına cevap veren,''dost bir evren içinde yaşar. Böylece yüce Allah ile ve elleriyle dokunduğu, gözleriyle gördüğü, O'nun şaheserleriyle tam bir uyum ve içtenlik içinde yaşar. Herhangi birine eziyet etmenin veya herhangi bir şeyi tahrip etmenin sakıncalı bir eylem olduğunun bilincine varır. İnsanlar ve diğer varlıklarla ilişkilerinde Allah'ın belirlediği sınırlar dışına çıkmaz. Her şeyi yaratan, her canlıyı dirilten, kendisinin Rabb'i, her şeyin ve her canlının Rabb'i olan Allah'ın koyduğu sınırları aşmaz.
Aynı şekilde Tevhid'in (Allah'ı birlemenin) etkileri, insanın düşüncelerinde ve duygularında ortaya çıktığı gibi, hayatında ve uygulamalarında da kendisini gösterir. Hayatın tümünü kuşatan eksiksiz, açık ve bütünü ile farklı bir program belirler. Böylece Tevhid, sırf dille söyleniveren bir söz olmaktan öte, bir anlam ifade etmektedir. İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine, açıklanmasına, yüce Allah'ın gönderdiği Kur'an'da tekrar tekrar kendisinden söz edilmesine bunca özen gösterilmiştir. Bu öyle önemli bir olgudur ki, her çağda ve her çevrede yaşayan herkes onun üzerinde adamakıllı düşünmek zorundadır. Bu anlamı ile Tevhid, anlaşılması ve kavranması zorunlu olan geniş kapsamlı, büyük bir gerçekliği ifade etmektedir.
'İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır.'
Bu sarsıcı ifade ile ve yüksek yankı yapacak bir şekilde bu gerçeği dile getiriyor. Hem de sözün girişinde kullanılan 'Elaa (iyi bil ki!) edatına yer vererek ve yalnız bire indirgeme metodunu kullanarak: 'Halis din, yalnız Allah'ındır.' Böylece ifadenin cümle yapısı ile, bu gerçeğin anlamını daha da pekiştiriyor. Çünkü bu, bütün bir hayatın üzerinde kurulduğu temel kaidedir. Hatta bütün bir varlığın kendisine dayandığı ana ilkedir. Onun için sağlam biçimde kökleşmesi, netleşmesi ve böyle kesin, kuşku götürmeyen bir üslupla açıklanması gerekmektedir: 'İyi bil ki, halis din, yalnız Allah'ındır.'
Sonra sure, müşriklerin, Tevhid çağrısına karşı bir kalkan olarak kullandıkları karmaşık efsaneyi ele alıyor:
'O'ndan başka dostlar edinerek, `Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir.'
Arap müşrikleri, kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısının yüce Allah olduğunu açıkça ifade ediyorlardı... Yalnız yaratıcıyı birleme ve sadece O'na kulluk yapma, O'na ortak koşmadan, dini yalnız O'na dayandırmak suretiyle arındırma konusunda fıtratın sağlam mantığının gereğini yapmıyorlardı. Meleklerin yüce Allah'ın kızları olduğu efsanesine inanıyorlardı. Ayrıca bu melekler adına birtakım heykeller yaparak onlar vasıtasıyla meleklere tapıyorlardı. Sonra dönüp meleklerin heykellerine tapmalarının aslında meleklere tapma anlamına gelmediğini, bunların Allah'a yaklaştıran, O'nunla kullar arasında aracı olan vasıtalar olduklarına inanıyorlardı. Bunların Allah katında kendilerine şefaat edeceklerini ve kendilerini O'na yaklaştıracaklarını sanıyorlardı. İşte Lat, Menat ve Uzza gibi ilahlar, melekler adına dikilen bu heykellerden bazılarıydı.
Bu anlayış ise, fıtratın normal bakış açısından ve doğru olan istikametinden sapıp, karmaşık ve aynı zamanda saçma bir inanca yönelmesinden başka bir şey değildi. Çünkü ne melekler Allah'ın kızlarıydı; ne de putlar ve heykeller melekleri temsil ediyorlardı. Yüce Allah böyle bir sapmaya razı değildi. Ne müşrikler hakkında herhangi bir şefaat kabul ediyordu, ne de onların bu yolla kendisine yaklaşmalarına izin veriyordu.
İnsanlık ne zaman islâm dininin ve ondan önceki tüm peygamberlere gönderilen ilahi inanç sisteminin öngördüğü kolay anlaşılan, arı-duru Tevhid'den sapmışsa, yaratılışın (fıtratın) doğal mantığından da ayrılmıştır. Bugün insanların dünyanın her yerinde, eski Araplar'ın meleklere -veya meleklerin heykellerine- yaptıkları ibadetlerine benzer bir şekilde azizlere ve ermişlere ibadet ettiklerini görüyoruz. Doğal olarak bu insanlar böylece Allah'a yaklaştıklarına veya Allah katında onların şefaatlarını elde edeceklerine inanıyorlar. Halbuki yüce Allah kendisine giden yolu belirlemiştir: Bu yol da, arı-duru biçimdeki Tevhid yoludur. Tevhid yolunda böyle akıl almaz efsanelerin ürettiği aracıların ve şefaatçıların yeri yoktur.
'Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.'
Onlar, Allah adına yalan söylüyorlar. Meleklerin O'nun kızları olduklarını söylemekle O'na iftira ediyorlar. Bu meleklere tapmanın, Allah katında kendilerine şefaatçı olacağını söylemekle de O'nun adına yalan uydurmuş oluyorlardı. Halbuki onlar böyle ibadet etmekle küfre giriyorlardı. Yüce Allah'ın apaçık ve kesin olan emrine karşı gelmiş oluyorlardı.
Yüce Allah, kendisi adına yalan uyduran ve kendisini inkâr edenlere doğru yolu (hidayeti) göstermez. Çünkü hidayet, Allah'a yönelişin, samimiyetin, kötülüklerden sakınmanın, doğru yolu arzu etmenin ve bu yolu araştırmanın bir karşılığıdır, mükafatıdır. İlahi mesajı yalan sayanlar ve inkâr edenler ise yüce Allah'ın hidayetine ve himayesine lâyık değillerdir. Zira onlar bu halleriyle kendileri için O'nun yolundan uzaklaşmayı tercih etmiş olmaktadırlar.
her iddia ispat ister ve allah sizin her sözünüzü aleyhinize delil olarak kullanacaktır.
Bu kitapta Seyyid Kutub’un masonlara nasıl maşalık yaptığını, başta Eshâb-ı kirâm olmak üzere ehl-i sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur’ân-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu bir lâboratuar kat’iyetiyle isbat ediyoruz. Seyyid Kutub’un kitapları, mezhepsiz Mevdûdî'nin kitapları gibi Türkçeye tercüme edilirken galiz hataların çıkarıldığına şahit olduk.
Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler bulunduğunu okuyuculara isbat için Türkçe tercümelerini sayfa numaraları vermek suretiyle nasıl din düşmanlığı yaptığını göstermek istiyoruz.
Bekir Sadak isimli birisi tarafından tercüme edilerek CİHAN SULHU VE İSLÂM ismi verilen kitâba bir bakalım. Seyyid Kutub, diğer mezhepsizler gibi bütün kitâplarını nakil esası üzerine değil, mutlak müctehid usûlü ile Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden kendi kafasına göre manalar çıkarıp yeni din kaideleri koymaktadır. Evet Cihan Sulhu ve İslâm isimli kitâba göz atıyoruz:
“Devletçiliğe delince, bu sahada yapılan çalışmalar henüz pek azdır, cılızdır. Ve İslâm’ın bu tarafı gereği kadar açıklanmamıştır.” C. SULHU S. 13
Bu cümle ile İslâm’a ve İslâm âlimlerine iftira edilmiştir. Bugüne kadar hiçbir İslâm âlimi devletçiliği gereği gibi açıklamamış da Seyyid Kutub açıklıyormuş sanki Allahü teâlâ bugüne kadar devletçiliği açıklayan ve bu sahada çalışma yapan âlim ve halife yaratmamış. Başta dört halife olmak üzere, Emevî, Abbasî ve Osmanlı Halifeleri dinimizi bin küsur yıl idare etmiş,mezheb imamları ve diğer İslâm âlimleri vasıtası ile dinimiz açıklanmış, kanunlar, fetvalar hazırlanmıştır.
Geçen asır yapılan MECELLE ise o kanunların, toplanmış şeklidir. Bir akâid kâidesidir ki, İslâm âlimlerini küçümsemek, kötülemek küfürdür. İslâm kâmil bir nizamdır, asr-ı saadetten beri tatbik edilegelmiştir. Çalışma yapılmamış, açıklanma yapılmamış demek, İslâm kâmil olarak hayat sürmemiş, kâmil âlimler gelmemiş demektir.
Seyyid Kutup, sosyalist hümanistliğine dayanarak diyor ki:
“İslâmiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.” C.SULHU S. 22
İslâm’dan başka olan hıristiyanlık ve yahudilik gibi din mensubu kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Halbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmek her müslümana farzdır.
Evet Hümanist ve sosyalist yazar Seyyid Kutup diyor ki:
“İslâm, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslâm’a göre bütün insanlar yek diğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adâletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adâleti vâdeder.” C.Sulhu S.23
İslâm’a göre kâfir müslüman bir âileymiş Bugüne kadar hangi İslâm âlimi böyle bir ifadede bulunmuştur? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir.
Dinimiz “Ancak müslümanların kardeş” olduğunu bildirmiştir. Evet dinimizde ırk ve renk ayırımı yapılmaz ama, DİN ayırımı yapılır. Müslümana, Zimmîye ve kâfire ayrı ayrı muamele ile emredildik. Müslümandan öşür ve zekât alındığı halde kâfir olan Zimmîden zekât değil, harac ve Cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslâm âlimlerinin bu hükümleri mevcutken Seyyid Kutub hiç birisine iltifat etmeyerek kendi başına din kaideleri koymaktadır.
İ F Ş A A T
S. Kutup, İslâmda Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, şiîlerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden; (Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman radiyallahü anh olmak üzere Eshâb-ı kirâmın büyüklerine haince dil uzatmaktadır. Fakat bu kitabı Türkçeye tercüme eden şahıslar, bu bariz ve galiz hataları, hainliklerini acaba niçin tercüme etmemişlerdir?
Akla birkaç ihtimal gelebilir. Meselâ Eshâb-ı kirâma yapılan bu iftiralara edebleri müsaade etmediklerinden bu kısımları çıkarmış olabilirler desek, böyle bir sahâbe düşmanının kitabı nasıl tercüme edilir? S. Kutub’un ihanetleri meydana çıkmasın diye kasden o kısımları tercüme etmediler desek böyle bir ihaneti gizlemek, dinimize yapılmış bir hainlik değil midir? Gerek kitabın yazarı ve gerekse tercüme edenlerinin dine yaptıkları bu ihanet bilinirken bu kitapları İslâm adına nasıl müdafaa ederler?
Şayet S. Kutub’un Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a ağır şekilde dil uzattığına ve bunları mütercimlerin tercüme etmediğine inanmayan mezhepsizler çıkarsa, okuyucularımıza kitabın aslını göstermelerini rica ediyoruz. S. Kutup, bu mahut kitabın 186. sayfasından itibaren 5 - 6 sayfa iğrenç zehirlerini kusmaktadır. Hattâ Dört Büyük Halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a « B U N A K» diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır.
Mütercimler bunu gizlemekle hakikatı gizleyeceklerini sanıyorlarsa aldanmış olacaklarının acaba ne zaman farkına varacaklar?
Şimdi. 186. sayfadan itibaren birkaç satır tercüme edip iftiralarını ifşa edelim:
Mezhepsiz Seyyid Kutub’un ismi seyyit olup kendisi Seyyid falan değildir. Seyyid düşmanı Seyyid Kutub şöyle demektedir:
«Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı.
Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi. »
Bu ve bunun gibi iftiralar etmektedir Bunların iftira olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. Hazret-i Osman radiyallahü anh hakkında birkaç hadis-i şerif yazarak mezhepsizlerden hain olmayanları insaf ile tövbeye davet ederiz:
HADİS-i ŞERİFLER:
1 — Daha kızlarım olsaydı onları da Osman’a verirdim.
2— Ondan melekler hayâ eder ben hayâ etmez miyim?
3—Osman Cennette benim kardeşimdir.
4— Bugünlerden sonra Osman’a günah yazılmaz.
5 — Cehenneme girecek olan 70 bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaatıyle sorgıısuz sualsiz Cennete girecektir.
Şehid olandır inancı uğruna...
Gerçek müslüman
Dini kafasına göre yorumlayan biridir. Ehli Sünnet dışındadır.
Hz. OSMAN efendimize dil uzatan terbiyesizin, haddini bilmezin biridir. Hz. Osmana dil uzatmanın cezasını çekiyordur şimdi mezarında.
Böyle sapıklardan uzak durmalıyız.
Tekrar ediyoruz;
Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara, zulm edip, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimler ile cihâd etmesine izn verildi. Bu âyet, müslimânların kâfir, zâlim hükûmete isyân etmesi için değil, islâm devletinin, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihâd etmesine izn vermekdedir. Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebeb oldu. Bu fâci’a ve fitnelerin cezâsını kıyâmetde çekecekdir. Câhilce davranışları ve gâfilce yazıları ile devlete karşı ihtilâle sebeb olduğu için, kendisi de 1386 [m. 1966] da i’dâm edildi. İlmi, aklı ve ihlâsı olmıyan din adamları târîh boyunca, hep böyle felâketlere sebeb olmuşlardır. İslâm bilgilerini sessizce yayan ilmli ve akllı din âlimleri, hep başarı sağlamışlardır. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde 200. cü sahîfesinde buyuruyor ki, (El ile, güc kullanarak emr-i ma’rûf ve nehyi münker yapmak, ya’nî günâh işliyene mâni’ olmak; devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, düâ etmekle mâni’ olmak ise, her mü’minin vazîfesidir. Te’sîrli, başarılı olacağı zan olunursa, bu vazîfeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebeb olacağı zan olunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle zarûretsiz varmak câiz değildir. Eğer dînini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe lâyık olur. Şefâ’ate mazhar olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken niyyetin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabrlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.) Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı devlet yapar. Cihâd, Seyyid Kutbun anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsaydı, kendi başını yimez ve kırkbinden fazla müslimânı felâkete sürüklemezdi.
dava adamı diye kime denir? davasına hayatını adayana mı? emeğini, bedenini, zihnini? seyyid kutuba dava adamı demeyeceğim. davalarının ne olduklarını bile açıklayamayan adamlara dava adamı dendiği sürece ona dava adamı deyip hakkını yiyemem.
seyyid kutub yolun sonunda idamı görüp ona koşan bir adam. o yolun her türlü işkenceyle zulümle dolu olduğunu bile bile ilerleyen bir adam. dünyanın müslümanlara putlar sunduğu, sözümona müslümanların da 'hangisine tapsak? ' diye düşünüğü bir devirde 'la ilahe! ' diyen bir adam.
her geçen gün biraz daha haklı çıkarıyor onu. putperestlerin, müşriklerin, kafirlerin söylediği her söz, attığı her adım, sıktığı her kurşun, söylediği her yalan onu bir kez daha haklı çıkarıyor. bundan doğal ne olabilir? kuranla arınan, kuranla beslenen kuranı anlatan bir zihin nasıl olur da yanılır?
yürüdüğü yolu çıkar hesaplarından, basit kurnazlıklardan, tavizden ve ikiyüzlülükten arındıran bir yolcu o. yolu kolaylaştırmak gibi bir gayesi yok. sevilmek gibi, bilinmek gibi bir gayesi yok. yolu hakkında aklında bir soru işareti yok. yolunu biliyor, yolunun adını biliyor, yolun nasıl olduğunu ve sonunda ne olduğunu biliyor.
gayesi belli...
'ılıman müslüman', 'modern islam' yalanlarının dillerden düşmediği yeni bir binyılda bunların aslında `ben müslümanın ezik korkak ve aynı zamanda pısırığını severim` zihniyetinin güzel ambalajları olduğunu biliyoruz. ama bakan kor olmak ayri bir meziyet degilmi?
seyyid kutub dava adamı mı? seyyid kutub profesör mü? seyyid kutup sosyalist islamcı mı? bunları geçin. seyyid kutub alim, seyyid kutub şehid, seyyid kutup müslüman, ehl-i iman!
bilgisayari basinda, hamburger cips yiyip, download ettigi iki islami eseri okuyarak kendilerini bir sey zanneden ve o aziz sehide iftira atanlara sozum; gidin taslarin onunde bayrak sallayin.
Kendi mezhepsiz olduğu gibi başkalarını da bu cereyana sürüklemeye çalışan biri.
www.mezhepsizler.com adresine bakınız.
Yazdığı 'Yoldaki İşaretler' isimli kitabından dolayı Mısırda idam cezası alan yazar kendisine teklif edilen 'eğer özür diler ve yazdıklarının yanlış olduğunu kabul edersen cezan ortadan kaldırılacak' teklifine verdiği cevap:
'Haklı olarak idam ediliyorsam, ben Hakkın hükmüne razıyım. Haksız yere mahkum oluyorsam; batıldan merhamet dileyecek kadar alçalmadım. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım Tağut'un hükmünü kabul eden bir harf bile yazmayı reddeder.'
Takdir edilecek bir inanç örneği, sonucunda idam edilse bile fikirlerinden vazgeçmeyecek kadar bağlı bir insan....
1321 [m. 1903] de Mısrda doğdu. Kâhire ilm enstitüsünde okudu. Önce sosyalist fikrlerini yaydı. Sonra din adamı şekline girerek, eski Kâhire müftîsi ve mason locası başkanı olan Abduhun dinde reformist yolunu tutdu. Bütün kitâblarında olduğu gibi, (Fî-zılâl-il-Kur-ân) ismindeki tefsîrinin birinci cildinde de, cihâdın bir kısmını kabûl, esâs kısmını inkâr etmekde, (İnsanların dîne girmelerini kolaylaşdırmak için cihâd edilmez) demekdedir. (Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeyi ileri sürerek hükûmetlere karşı ayaklanmağa, ısyâna ve fitne çıkarmağa kışkırtmakdadır. Hâlbuki, zâlim sultânlara, hattâ kâfir hükûmetlere bile ayaklanmağı dînimiz yasak etmekdedir. Böyle ayaklanmak, cihâd değil, ahmaklıkdır. Böyle zemânlarda yapılacak cihâd, islâm bilgilerini yaymak, îmânlı gençlik yetişmesine çalışmakdır. Hac sûresinin otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlere saldıran zâlimlerle cihâd etmeğe izn verildi) buyruldu. Mekkede kâfirler, müslimânlara, zulm edip, öldürünce, bunlarla döğüşmek için, tekrâr tekrâr izn istediler. İzn verilmedi. Medîneye hicret edince, bu âyet gelerek, yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki zâlimler ile cihâd etmesine izn verildi. Bu âyet, müslimânların kâfir, zâlim hükûmete isyân etmesi için değil, islâm devletinin, insanların islâm dînini işitmelerine, müslimân olmalarına mâni’ olan, zâlim diktatörlerin orduları ile cihâd etmesine izn vermekdedir. Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebeb oldu. Bu fâci’a ve fitnelerin cezâsını kıyâmetde çekecekdir. Câhilce davranışları ve gâfilce yazıları ile devlete karşı ihtilâle sebeb olduğu için, kendisi de 1386 [m. 1966] da i’dâm edildi. İlmi, aklı ve ihlâsı olmıyan din adamları târîh boyunca, hep böyle felâketlere sebeb olmuşlardır. İslâm bilgilerini sessizce yayan ilmli ve akllı din âlimleri, hep başarı sağlamışlardır. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde 200. cü sahîfesinde buyuruyor ki, (El ile, güc kullanarak emr-i ma’rûf ve nehyi münker yapmak, ya’nî günâh işliyene mâni’ olmak; devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, düâ etmekle mâni’ olmak ise, her mü’minin vazîfesidir. Te’sîrli, başarılı olacağı zan olunursa, bu vazîfeleri yapmak vâcib olur. Fitneye sebeb olacağı zan olunursa, terk etmek vâcib olur. Fitne bulunan mahalle zarûretsiz varmak câiz değildir. Eğer dînini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeğe lâyık olur. Şefâ’ate mazhar olur. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparken niyyetin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabrlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.) Görülüyor ki, zor kullanarak cihâdı devlet yapar. Cihâd, Seyyid Kutbun anladığı gibi değildir. Eğer cihâd ile emr-i ma’rûfu iyi anlamış olsaydı, kendi başını yimez ve kırkbinden fazla müslimânı felâkete sürüklemezdi. İstanbuldaki yüksek islâm enstitüsü eski müdîrlerinden ve öğretim üyelerinden Ahmed Dâvüdoğlu, 1394 [m. 1974] de İstanbulda basılan (Dîni ta’mîr da’vâsında din tahrîbcileri) kitâbında, (Seyyid Kutb bir edîbdir. Biraz dînî kültürü vardır. Mehmed Âkife benzemekdedir. Sözü dinde sened olamaz. Çünki, din âlimi değildir) demekdedir. Seyyid Kutb, Zümer sûresinin üçüncü âyetinin tefsîrinde, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan başka kimseden birşey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. İnsanlar, islâmiyyetin bildirdiği tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün islâm memleketlerinde Evliyâya ibâdet ediliyor. Câhiliyye zemânındaki arabların meleklere, heykellere tapınmaları gibi, onlardan şefâ’at istiyorlar. Tevhîd ve ihlâs sâhibleri, Allah ile kul arasına vâsıta koymaz. Kimseden şefâ’at istemez) diyor. Bu sözleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bunlara verdikleri cevâblar arabî olarak (Fitne-tül-vehhâbiyye) kitâbınınn sonunda yazılıdır. Bu sözleri ile de, vehhâbî, mezhebsiz olduğunu ilân etmekdedir.
eğer okumaya zahmet edemeyen kardeşlerimiz olursa en azından şu ibretli cevabı okusunlar...ama bu cevabı kime verdiğinin açıklamasını yapmayı düşünmüyorum...
“Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam! ..”
Seyyid Kutub
Haci ibrahim Kutub’un oglu olan Seyyid Kutup, 1906′ da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi. Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi.
O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi. Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi. Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi. Seyyid Kutub’a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti.
Seyyid Kutup’un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi. Daha Kahire’de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu. O cia bu durumdan oldukça sikilmisti. Bu sikintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire’ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar.
1940′ da annesinin ani vefati Seyid Kutup’u oldukça etkilemisti. Kendisini. hayatta yalniz hissetmeye baslar. Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir.
Seyyid Kutub, 20. yüzyılın en büyük ve önemli düşünürlerinden biridir. O inancı uğruna tüm sıkıntı ve güçlüklere göğüs geren, hatta bu yolda canını vermekten dahi çekinmeyen düşünceleriyle, yaşantısıyla çevresine ışık saçan önder bir şahsiyettir.
Seyyid Kutub, Yüce Allah’ın: “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söz e sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır” (Ahzab, 33/23) ayetinde sözü edilen kişilerden olduğuna inandığımız ve çağın yetiştirdiği müstesna insanlardan biridir.
Dindar ve Seçkin Bir Aileye Mensuptu
1906′ da Mısır’ın Asyut kasabasında doğan Seyyid Kutub aslen Arabistanlıdır. Dedesi Şeyh Vakur, Arabistan’dan Mısır’a göç etmiş ve burada çiftçilikle uğraşmaya başlamıştır. Dedesi ilim, takva ve güzel ahlakıyla ünlüydü. Anne ve babası da çok dindar ve takva sahibi insanlardı. Kutub, kendisi annesine ithaf ettiği “Kur’an-ı Kerim’de Edebi Tasvir” adlı eserinde, onun dinine ne kadar bağlı bir kadın olduğundan söz eder.
Seyyid Kutub, annesinin yoğun istek ve teşvikiyle küçük yaşlarda Kur’an’ı ezberledi. Babası İbrahim Kutub’a ithaf ettiği “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri” adlı eserinde şöyle der: “Babamın en çok dikkat ettiği şey, bizim ruhumuza ahiret duygusunu yerleştirmekti.”
İlk eğitimini aile içinde aldıktan sonra, el-Ezher Üniversitesinde orta ve lise tahsilini yaptı. Daha sonra Daru’l-Ulum Fakültesi’ni bitirdi. 1933′ te aynı fakültede edebiyat dalında öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. O dönemde “Yeni Fikir” adı altında bir dergi çıkardı. 1941′ de sosyoloji doktorası yapmak üzere Maarif vekaleti tarafından Amerika’ya gönderildi. Yine aynı dönemlerde Müslüman Kardeşler cemaatiyle birtakım ilişkilere girmişti. 1945′ te Amerika’dan döndükten bir süre sonra da, tamamen bu cemaate katıldı.
Cahiliyeden Hidayete
Seyyid Kutub’un hayatı, iki döneme ayrılır:
Birincisi, Allah’a olan inancını da koruyarak, sosyalizme yöneldiği ve daha çok edebi çalışmalara ağırlık verdiği dönemdir ki, kendisi bunu “cahiliye dönemi” olarak adlandırır. Bu dönemde “Dikenler”, “Köyden Bir Çocuk” ve “Sihirli Şehir” adlı üç romanı yayınlanmıştır.
İkincisi, İslami fikir ve anlayışının derinleştiği ve olgunlaştığı ve Müslüman Kardeşler’e katıldığı dönemdir.
Zulüm ve İşkence
Seyyid Kutub, 1954′ te tutuklanarak askeri hapishaneye kondu. Hapishane cellatları tarafından ağır işkencelere maruz kalması sonucunda mide ve bağırsak kanamasına maruz kaldı. Buna rağmen cellatlar eğitilmiş köpeklerle onu kovalıyor, hastalık ve yorgunluktan dolayı bir an bile koşamadığı zaman köpekler vücudunu parçalıyordu. Mahkemesini izlemek amacıyla Mısır’a gelen insan hakları temsilcisinin Seyyid Kutub’un vücudundaki işkence izlerini görmemesi için mahkemesi ertelendi. İnsan hakları temsilcisinin Mısır’dan ayrılmasından iki hafta sonra Kutub, mahkemeye çıkarılarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapiste on yıl kaldıktan sonra sıhhi sebeplerden dolayı serbest bırakıldı. Ama kendi evinde zorunlu ikamete tabi tutuldu.
1965′ te “Yoldaki İşaretler” adlı eserinden dolayı tekrar tutuklanan Kutub, bu kez üç - dört hastalığa birden yakalanmış, yaşı da 60′ a dayanmıştı. Cellatlar tam dört gün boyunca onu bağladılar, yiyecek ve içecekten de mahrum bıraktılar. Su istediğinde cellatlar suyu getiriyor ancak ona vermiyor, daha fazla eziyet çektirmek için getirilen suyu gözleri önünde yere döküyorlardı. (1) Yapılan bunca işkenceye rağmen onu davasından vazgeçiremeyince bu kez psikolojik işkence yapmaya başladılar. 25 yaşındaki mühendis yeğeni Rıfat Bekr eş-Şafii’yi getirerek gözleri önünde ona akıl almaz işkenceler yaptılar. İşkencelere dayanamayan Rıfat dayısının gözleri önünde şehit oldu. (2) Bu yolla da Kutub’u vazgeçiremeyince bu kez Azmi adındaki diğer yeğenini getirerek abisi Rıfat gibi şiddetli işkencelere tabi tuttular. Az daha o da abisi gibi şehit olacaktı. Cellatlar bununla da yetinmeyerek Şehit Rıfat’ın annesi Nefise Kutub ile Seyyid Kutub’un diğer kız kardeşi Emine Kutub’a da dehşet verici işkenceler yaptılar. Oğlu Rıfat şehit edildikten sonra Nefise hanım serbest bırakıldı. Kız kardeşi Emine Kutub’un tutukluluk hali ise devam etti. Daha sonra sözde mahkemeye çıkarılan Emine Kutub 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve bir bölümü askeri hapishanede diğer bölümü de Kanatir cezaevinde olmak üzere toplam altı yıl dört ay hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. (3)
“Zalimlerden Özür Dilemem”
Caniler burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz onca işkenceye rağmen Seyyid Kutub’u davasından vazgeçiremeyince diğer kız kardeşi Hamide Kutub vasıtasıyla kendisiyle pazarlık yapmaya başladılar. Caniler Hamide Kutub vasıtasıyla kendisine şu teklifte bulundular: “Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinde yanıldığını beyan ederek Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’dan özür dilediğin takdirde, idam hükmünü bozacak ve seni serbest bırakacaktır.” Hamide Kutub, ağabeyinin affedilmesini ve yaşamasını çok istiyordu. Bu yüzden de teklifi kendisine iletti. Üstad Kutub’un cevabı gayet açık ve tavizsizdi: “Eğer idamı hak etmiş olarak hakkın emri ile ipe çekiliyorsam buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer batılın zulmüne kurban gidiyorsam, batıldan merhamet dileyecek kadar alçalamam! ..”
Bu sözleri onu ebedileştiren, tüm İslam aleminde örnek ve önder bir mücahit olarak tanınmasına vesile olan sözler olmuştur. Onun dünyevi bedeni idam yoluyla öldürülüp toprağa gömüldü, ama gösterdiği kararlılık fikirlerini kendisine yönelen inanç sahiplerinin önünü açan bir meşale kıldı.
Seyyid Kutub, eş-Şeyh Abdülfettah İsmail ve Muhammed Yusuf Havvaş’la birlikte idama mahkum edilmişti. İdam kararı 29 Ağustos 1966′ da infaz edildi
insanların Allah’ın yüce kitabını doğru bir şekilde anlamalarına yardımcı olmak için büyük ve örnek çabalar ortaya koymuştur. İhlas ve samimiyetle ortaya konulan ilmi faaliyetlerde yanılma halinde bile sevap olduğunu Allah Resulü (s.a.s.) bildirmiştir. O bir meşale yakmıştır. Bize o meşaleden istifade etmek düşüyor. Asıl izlenmesi gereken yol ise Allah’ın yoludur. Seyyid Kutub’un verdiği mesaj da zaten budur.
Biz onun için Allah’tan rahmet ve mağfiret dilerken, Yüce Allah’ın ona lütfettiği şehadet mertebesini bize de lütfetmesini temenni ediyoruz
Makamın Cennet Olsun Azizim….
Ruhuna El-Fatiha
paylaşmak istedim...
Şehit Seyyid Kutup; hakkında iğrenç iftiraların atıldığı ama o iftiraları atanların utanmazca oturup onun hakkındaki saçma kinlerini kaleme alırlarken unuttukları bir şey var ki kendisi ömrünü Mısır zindanlarında, işkenceler altında geçirmiş çağımız İslam Düşüncesinde öze dönüş fikrini savunarak bidat ve şirk düşüncesini yerle bir etmiş bir Fikir ve Hareket adamıdır bu uğurda yaşamış ve yine bu uğurda öldürülmüştür...
Türkçeye birçok kitabı tercüme edilen S.Kutb, İslâmın iktisâd sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh'un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki:
(Uyuyan fitneyi uyandırana Allah la'net etsin) buyuruluyor. (İ. Rafiî)
Dürr-ül Muhtâr'da, (Şahsî mal, sâhibinin rızâsı olmadan alınmaz, kullanılmaz) buyurulurken S.Kutb diyor ki:
(Devlet, şahsî mülkiyetten ihtiyâcını, gerektiği kadar iâde etmemek üzere alır ve toplumun umûmî ihtiyâçlarına sarfeder.) [Cihan Sulhu s. 149]
(Devlet, lüzûmu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyâcı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.) [İslâmi Etüdler s. 92]
Şahsî malı almak, komünizmde vardır. Dinimizde, meşrû yoldan kazanılan mal, mübârektir. S. Kutb, şahsî mülkiyete devletin el koymasını isteyerek diyor ki:
(Şâyet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükümet, zenginlerin ellerindeki fazla malları alıp, fakirlere iâde eder.) [İslâmi Etüdler s. 98]
Mezheb düşmanı
S.Kutb, her kitabında hep İslâm düşüncesi diyor. Hâlbuki düşünce de, akıl gibi mahlûktur. Bunları Allahü teâlâ yaratmıştır. Allah düşüncesi, Allah aklı diyen kâfir olur. İslâm şerî'ati'ne İslâm düşüncesi denmez.
S.Kutb, Mezhebleri İslâmın bir cüz'ü kabûl ediyor. Bu cüzleri, ya'nî mezhepleri birleştirmek isteyerek diyor ki:
(İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleştirmeli, ihtilâflar ortadan kalkmalıdır.) [İslâmda Sos. Adâlet s.35]
Dört hak mezhebi ihtilâf olarak kabûl etmektedir. İhtilâflardan maksat, sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zâten imkân yok. Hak mezhepleri birleştirmek de Telfîk olur ki, bu da icmâ ile bâtıldır. Hadîs-i şerîfte, (Âlimlerin ihtilâfı [Mezheplere ayrılması] rahmettir) buyurulurken, mezhebleri birleştirmek suretiyle kaldırmak istiyor.
Bid'at ehlinden İbni Teymiye ve İbni Hazm'ı da imâm diye övüyor. [İslâmda İktisat s.94]
Mezhepsiz S.Kutb, Hz.Osman'a ve diğer Eshâb-ı kirâma alçakça dil uzatarak diyor ki:
(Çok yaşlı olan Osman'ın hilâfete geçmesi, kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Muâviye'nin mülkünü genişletip, Filistin'i de ona verdi. Bu, İslâmın rûhuna aykırı idi.) [İslâmda Sosyal Adâlet s.186]
Bunların iftirâ olduğu bütün mu'teber kitaplarda yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Bugünden sonra Osman'a günâh yazılmaz. [Ya'nî Osman günâh işlemez]) [Tirmizî]
(Yâ Rabbî, Osman'ın geçmiş, gelecek, Kıyâmete kadar bütün günâhlarını affet!) [Ebû Nuaym]
(Osman, 'Yâ Rabbî, yer ile göğün yerini değiştir' diye duâ etse, duâsı elbette kabûl olur.) [Mesâbîh]
(Osman bendendir, ben de Osman'danım.) [Taberânî]
(Meleklerin bile hayâ ettiği zâttan [Osman'dan] ben hayâ etmez miyim?) [Beyhekî]
(Osman'ın şefâ'ati ile Cehennemlik 70 bin kişi, hesâb görmeden Cennete girer.) [İ.Asâkir]
Fıkha da düşman
Hz.İsâ'nın ölmediği Kur'ân-ı kerîmde bildirilirken, (Hz. Îsâ vefât etti) diyor. [Bu ifâde, başka bir tercümeden çıkarılmıştır. Böyle fâhiş hatâlar kasten çıkarılmaktadır.]
Prof. S.Kutb, (İslâm toplumunu inşâ ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgûl olmak ömrü ve sevâbı zâyi etmektir) diyor. Hâlbuki hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
(Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Ancak mezhebsiz olan, ba'zan Hanefînin hükmüne, ba'zan Şâfi'îninkine uygun der. Mâide sûresinin 33. âyetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü bildirdikten sonra, (Biz bu husûsta, İmâm-ı Mâlik'in fikrini tercîhe şâyan görürüz) diyor. Mezhebler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.
Zümer sûresinin 3. âyetinin tefsîrinde, (Bugün islâm ülkelerinde Evliyâya ibâdet ediliyor, onlardan şefâ'at isteniyor) diyerek necdî olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabî hazretlerine gayrı müslim diyor.
Böyle mezhepsiz kimselerin kitaplarını okumak çok tehlikelidir.
Cem'ıyyet-ül-meşârî' tarafından neşredilen Nehc-üs-Sevîy... kitabında deniyor ki:
Hakîkî ilim kitap okumakla elde edilemez. Taberânî'deki hadîs-i şerîfte (İlim ancak üstâddan öğrenilir) buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan S.Kutb, Allaha, mu'cize kalem, Yaratıcı kalem, diyor. Nebe' sûresini tefsîr ederken de Allaha 'Akl-i müdebbir' diyor. [Akıl ve şuur mahlûktur. Mahlûka âit bir sıfâtı Allah için söylemek küfürdür.] Böyle söylemek ilhâddır. Kur'ân-ı kerîmde buyuruluyor ki:
(En güzel isimler Allahındır. O'na onlarla duâ edin. Onun isimleri hakkında sapanları bırakın.) [A'râf 180]
'Küçük mes'elelerde de olsa idâreciler Allahın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde müslüman yoktur' diyor. Hâlbuki İmâm-ı Kurtubî hazretleri buyuruyor ki:
(Allahın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki âyet-i kerîmenin ma'nâsı şöyledir: Kur'ân-ı kerîmi reddederek ve Resûlullahın sözünü inkâr ederek Allahın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkâm-ul-Kur'ân]
Hz. İkrime de bu âyet-i kerîmenin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zâlimdir, fâsıktır) buyurdu. [Ehl-i sünnette amel, îmândan parça değildir. Günâh işleyene kâfir denmez. S.Kutb, günâh işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnetten ayrılıyor.]
Herkes Mürtedmiş
S.Kutb, herkesi mürtedlikle ithâm ederek diyor ki:
'Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir mes'elede de ona uymayan, îmândan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir mes'elede beşer kanûnuna uyan Lâ İlâhe illallah dese de müşrik olur, dinden çıkar. Bugün islâmiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürteddir, câhiliyet devrine dönmüştür. Bugün müslüman hükümdar ve müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.'
[Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dahil midir? Dahil değildir denemez. Çünkü, kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.]
S.Kutbun izinden gidenlerin bir kısmı avukat, bir kısmı da, pasaport çıkarmak gibi işlerde beşerî kanûnlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşerî kanûnlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Ya'ni beşerî kanûnlara tâbi oluyorlar. Hani beşerî kanûna uyan kâfir idi?
S.Kutb, 'O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir' meâlindeki âyet-i kerîmenin ma'nâsında da bütün islâm âlimlerine muhâlefet ederek 'Allah herkesle, herşeyle beraberdir ve her yerdedir' diyor. Bu görüş küfürdür. Hâlbuki bütün islâm âlimleri, bu âyet-i kerîmenin 'Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı' ma'nâsında olduğunu bildirmişlerdir.
Hz.Yusuf'tan sonra, Hz.Mûsâ'yı kötülüyerek diyor ki:
(Hz.Mûsâ, asabî mizâçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve halîm selîm olmuştur. Ama hayır olmamıştır.)
Peygamber ve Günâh
S.Kutbun bu sözleri, Peygamberlerin, büyük-küçük günâhlardan ma'sûm olması gerektiğini kesin olarak ifâde eden İslâm akîdesine tamamen zıddır. Hz. İbrâhim'in Yıldızı, Ay'ı, sonra da Güneş'i görünce, 'Bu benim Rabbim' sözü, istifhâm-ı inkârı takdîri üzerinedir. (Sizin zannetiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Ya'ni bu benim Rabbim değil, bu Rab olmaya lâyık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz) buyurmuştur. Hz.İbrâhim, bunları söylemeden önce de yegâne ilâhın Allah olduğunu, O'ndan başka ilâh olmadığını kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ 'Biz daha önce İbrâhim'e rüşdünü verdik' buyuruyor. (Enbiyâ 51)
S.Kutb, En'âm sûresinin 'Hüküm ancak Allahındır' meâlindeki 57. âyet-i kerîmeyi, murâd olan ma'nâsının tam aksine anladığından, Hz. Ali'yi ve onu sevenleri de tekfîr etti. Â.İmrân sûresinin (Sana tâbi olanları Kıyâmete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır) meâlindeki 55. âyet-i kerîmesi, bu ümmetin Kıyâmete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra câhiliyet üzere yaşadığını nasıl söyleyebiliyor? Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, her asırda dini tecdîd eden bir zât gönderir.) [Ebû Dâvüd]
(Kıyâmete kadar hak üzere olan bir cemâ'at mutlaka bulunur.) [Buhârî ]
müslüman müslümanı gördümü kalbi yumuşar,bir rahatlık hisseder ya resmlini ilk gördüğümde yüzümde bu duygularla beraber bir tebessüm oluştu.. okunacak kitaplar ve anılası bir hayat bıraktığı için ALLAH ondan razı olsun.......
şehid
Fi zilal Kuran
20. yy başlarında Pakistan da Mevdudidinin İslamın özüne yönelik şanlı hareketinin Mısır da ki temsilcisidir.
Zeynep Gazali,Hasan el Benna vb birlikte mısırda ki İngiliz sömürüsünü reddedip onun kukla yönetimini uyaran kişilerdendir. Davasını dönemin cumhurbaşkanı Abdurnasırın Seyyid kutup arkadaşlarını şehit edesiye kadar sürdürmüştür.
kendisi Fi zilal Kuran tefsiri ile ünlenmiştir. 'yoldaki işaretler' isimli kitabı çağımız müslümanlarına uyarı mahiyetinde mutlaka okunması gereken bir kitaptır.
Yolumdaki işaretçi...
)))))))))))))) HUDE akkıl BIDE))))))
Fizilal il Kur'an....
Yoldaki İşaretler....