Adem den beri düşmansın bana ve soyuma.. meydan savaşlarında yere serdiğin; benim..benim, alevli oklarına kalkan kaldırmayıp,ruhu yanıp yakılan zavallı.. ama sakın unutma şeytan! .. senin hep düşmanın olacağım.
Şeytan yalancıdır. Bizim aklımızı karıştırmak için yalan söyler; bize saldırmak içinse yalanları gerçekle karıştırır. Saldırısı psikolojiktir ama güçlüdür. O yüzden onu asla, ama asla dinleme.
'Şeytan, yasaklayıcı degil affediciyi temsil eder.' şeytanın yasakları yoktur, Allah tarafından işlediğiniz günah sayılanlar şeytan tarafından affedilmiştir bile çünkü, şeytan kural koymaz sizi sorgulamaz ve kurallarla boğmaz yaptırımlar uygulamaz çünkü şeytan size günah işletir günahsa isteksiz işlenmez özgür irade şeytanın en büyük silahıdır ve hiçbir zaman silahınızı elinizden almaz
Şeytan Allahın Bilinç Altıdır...Nasıl iyi ve kötü var...Önemli olan hangisi iyi hangisi kötü onu bilmektir...Doğru olanı sen seç ne de olsa özgür irade var...
şeytanı yaratan yaratıcı yine kendi yarattığı insanları sınava tabi tutuyor bu ne çelişki
bir yaratıcı ise şeytanın yapacaklarını önceden bilip buna engel olması gerekiyor, eğer şeytanın yapacaklarını bilmiyorsa o zaman bir yaratıcı değildir(herşeye kadir ya)
tavşan kaç tazı tut diye nitelendirebileceğimiz bir durumu aklınız nasıl alıyor?
Aşağıda destan gibi verilen yazı da bile parmağı var gibi...Eminim yazı sahibine 'onu da yaz, bu da önemli' şeklinde vesveseler verdi ve yazı kimsenin okuyamayacağı bir uzunluğa erişti...Kimin mi işine geldi tabi ki onun...
Ey Âdemoğulları! Şeytan, sizin ebeveyninizi (anne ve babanızı) , onların ayıp yerlerinin görünmesi için elbiselerini soyarak, cennetten çıkardığı gibi sakın sizleri de fitneye düşürmesin. Muhakkak ki; o ve onun kabilesi (topluluğu) , sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Muhakkak ki; Biz şeytanları mü’min olmayanlara dost kıldık.
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, 'Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.' (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen 'Şeyâtîn' kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar.(İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav) , Ebu Zer'e (ra) sorar: 'İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı? ' Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: 'İnsanlardan da şeytan var mı? ' Allah Rasulü cevabında: 'Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.' (Müsned, 5/178) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.(Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz'den (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: 'Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır.' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav) , sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: 'Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş! ..' (İbni Mace, edep 44; Ebu Davut, edep 57; Müsned, 2/345)
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya 'Şeytan' demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve 'Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan' demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne: 'Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi? ' Allah Rasulü: 'Evet' dedi. Ben de: 'Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı? ' diye sordum, yine 'Evet' dedi. Bunun üzerine ' O nasıl olacak? ' deyince Allah Rasulü de: 'Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi! ..' cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine 'O zaman ben nasıl hareket edeyim? ' diye sorunca da: 'Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et! ..' (Müslim, İmare, 52) buyurdu.
Hz. Âdem ve Şeytan Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem'e secde emri, söz konusu olunca, şeytan'ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk'ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk'ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: 'Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.' (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur'an-ı Kerim; 'Derken şeytan onları oradan kaydırdı.' (Bakara/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah'a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sav) , esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: 'Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın! ' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; edep 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, edep 7; Salat 156)
Mü'minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü'mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te'sirinde kalan mü'minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Adem'in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah'a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O'nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem'in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve 'sakın buna dokunmayın' demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem'in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: 'Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı) ' (Bakara/37) . Yani O, 'Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.' dedi. Hz. Adem'in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb'i de O'nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle 'Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.' (İbni Mace, Zühd 30) Öyleyse Hz. Adem'e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah'a zelle isnad etmek en azından su-i edebtir.
Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (as) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.
Vesvese İle İlgili Konular Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan 'vesvâs' kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan 'vesvesenin kaynağı' demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı zikredilir.
'Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız.' (Kâf/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; 'Şeytan Adem'e vesvese verdi' (A'raf/20; Tâha/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
'Nefsin vesvesesi' tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, 'Senin en büyük düşmanın nefsindir' (Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143) diyen Allah Rasulü (sav) , işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, 'İmanın ta kendisidir! ' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi... Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. 'Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer' (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam'ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, 'Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım' diyen birine, Efendimiz'in (sav) cevabı: 'Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (as) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Şeytan, ya 'Şatana' ya da, 'Şâte' fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre 'uzak olan'; ikinciye göre ise, 'bâtıl olan' manalarına gelir. (İsfehani, Müfredat-i Elfazı'l-Kur'an, Ş-T-N maddesi, s.454) Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona 'Şeytan' denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel'ûn varlık, neticeye ve Yaratıcı'sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah'ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O'nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O'nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah'ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk'ın 'Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir? ' sualini: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.' (A'raf/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki! .. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kader'e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevab vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, 'Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.' der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis'in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk'ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira 'ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir' kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
neden her zaman tanrı iyi şeytan kötü diyoruz çünkü bize öğretilen o ve bizde hiç yargılamdan kabul ediyoruz herşeyi olduğu gibi kabul edip hiç yargılamayanlara sölicek bişeyim yok ama soru soranlar yargılayanlar size sölüorum hiç sordunuzmu araştırdınızmı düşündünümü kendi tablolarını yakarken zewk alan bi ressammı yoksa bu ressama karşı çıkan bi isyankarmı iyi olan
Size uzatılmış her eli tutmayınız; çünkü, insan çehresi takınmış çok şeytan vardır' Hz.Mevlana
'Şeytanlar en büyük günahları işletecekleri zaman, bu günahları ilahi bir şekilde göstermekle işe başlarlar.' William Shakespare
'Zafer kazanması için insanların kendisine tapınması veya çok uç sapkınlıklar yapmaları gerekmiyor. İnsanlardan mutlaka Allah'ı inkar etmelerini de istemiyor. Zaten Allah'ı kendisi inkar etmiyor ki, insanlardan özellikle bunu istesin. Onun tek isteği düşmanlarını Allah'ın dininden ve Kuran'dan uzak tutmak, halis olarak Allah'a ibadet etmelerini engellemek, bunun sonucunda sonsuz azap çekmelerini sağlamak. Hatta kimi zaman dindarlık maskesi altında, Allah'ın adını kullanarak insanları gerçek dinden uzaklaştırıp, saptırıyor. Bu da insanları kendisiyle beraber cehennem çukurunun içine çekmek için yeterli. Hangi vesileyle olursa olsun, onu takip edenlerin sonu hiç değişmiyor...' Harun Yahya
'Bilirim, gözüm kitapta, özüm izde oldukça iblis beni aldatamaz' Ömer Sevinçgül
'Maskesiz şeytan, kimseyi aldatamaz' 'Şeytan uyuyana ninni söylemez' 'Şeytanından şüphesi olan küçük bir iyiliğe niyetlensin' 'Şeytana kızacağına bir iyi iş yap onu kızdır' 'Şeytan nefsin antrenörüdür' Ali Suad
'Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de şeytan bir günahı, Seni beklediğim kadar.' Necip Fazıl KISAKÜREK
'Şeytan'ın yaratılmasındaki sebep, İslam'a uymamız içindir. İslam'ı yaşayanlara şeytanın zarar veremeyeceği ayetlerle sabittir...' Hekimoğlu İsmail
'Hükümdar adaletli olursa, yeryüzünde Allah'ın, adalet ve şefkatten uzak olursa şeytanın halifesi olur' İmam Gazali
'Şeytanın iki adı vardır: Biri Şeytan, öbürü Yalan.' Victor Hugo
Bacağı kırılası varlık.
Adem den beri düşmansın bana ve soyuma.. meydan savaşlarında yere serdiğin; benim..benim, alevli oklarına kalkan kaldırmayıp,ruhu yanıp yakılan zavallı..
ama sakın unutma şeytan! ..
senin hep düşmanın olacağım.
dün gece beni aytenle başbaşa görenleri de kınıyoom ben bi kere aytenle değil saziye ileydim sonra yanımızda zehra da vardı
Saka yaptim saka ben dedim tabiiki kim dicek nasilkandirdim ama
bknz: orjinali...
benim adıma şeytan diyor ki diyerek beyanat verenleri kınıyorum ben onları demedim
imza şeytan
Sus bakiim :))))))
Ehh benden korkmuyorsun demek seni kandiramam yanii hic kandirmadimda bak kizdirma beni seninle neler yaptigimizi yazarim suraya rezil olursun
bknz: ben bakinizlar kullnamam
Şeytan,inkar ın,azgınlığın kibir in,haset in ve zarar adına herşeyin imalatçısı...Yanlız kalırsam beni kendileştirir...
Şeytan imtahanımızdaki en zor sorulardan biri
Düsmanliga acik bir düsman..
Avukatı benim
Şeytan yalancıdır. Bizim aklımızı karıştırmak için yalan söyler; bize saldırmak içinse yalanları
gerçekle karıştırır. Saldırısı psikolojiktir ama
güçlüdür. O yüzden onu asla, ama asla dinleme.
çoğu zaman onun aklını çelerim :)))
hep beni kandırdığını sanar salak şey
onu sevmeli onunla birlikte yaşamayı öğrenmeli.. ancak bu şekilde onun üzerimideki yıkıcı gücünü azaltabiliriz..
'Şeytan, yasaklayıcı degil affediciyi temsil eder.'
şeytanın yasakları yoktur, Allah tarafından işlediğiniz günah sayılanlar şeytan tarafından affedilmiştir bile çünkü, şeytan kural koymaz sizi sorgulamaz ve kurallarla boğmaz yaptırımlar uygulamaz çünkü şeytan size günah işletir günahsa isteksiz işlenmez özgür irade şeytanın en büyük silahıdır ve hiçbir zaman silahınızı elinizden almaz
Şeytan Allahın Bilinç Altıdır...Nasıl iyi ve kötü var...Önemli olan hangisi iyi hangisi kötü onu bilmektir...Doğru olanı sen seç ne de olsa özgür irade var...
Günahlarımızı yüklemeye çalıştığımız varlık, belkide bize o yüzden kızgındır...
hikaye
şeytanı yaratan yaratıcı yine kendi yarattığı insanları sınava tabi tutuyor bu ne çelişki
bir yaratıcı ise şeytanın yapacaklarını önceden bilip buna engel olması gerekiyor, eğer şeytanın yapacaklarını bilmiyorsa o zaman bir yaratıcı değildir(herşeye kadir ya)
tavşan kaç tazı tut diye nitelendirebileceğimiz bir durumu aklınız nasıl alıyor?
insan kaç, şeytan yakala
peehhhhhhh
Şeytanla dansedersen şeytan değişmez, seni değiştirir. (Max California/8mm filminden)
Şeytan diye bi şii yoktur.
Aşağıda destan gibi verilen yazı da bile parmağı var gibi...Eminim yazı sahibine 'onu da yaz, bu da önemli' şeklinde vesveseler verdi ve yazı kimsenin okuyamayacağı bir uzunluğa erişti...Kimin mi işine geldi tabi ki onun...
İşinde usta....
'şeytan ayrıntıda gizlidir'
araf-27:
Yâ benî âdeme lâ yeftinennekumuş şeytânu kemâ ahrece ebeveykum minel cenneti yenziu anhumâ libâsehumâ li yuriyehumâ sev’âtihimâ innehu yerâkum huve ve kabîluhu min haysu lâ terevnehum innâ cealneş şeyâtîne evliyâe lillezîne lâ yu’minûn(yu’minûne) .
Ey Âdemoğulları! Şeytan, sizin ebeveyninizi (anne ve babanızı) , onların ayıp yerlerinin görünmesi için elbiselerini soyarak, cennetten çıkardığı gibi sakın sizleri de fitneye düşürmesin. Muhakkak ki; o ve onun kabilesi (topluluğu) , sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Muhakkak ki; Biz şeytanları mü’min olmayanlara dost kıldık.
şeytanın en iyi dostları ona inanmayanlardır.
İnsî ve Cinnî Şeytanlar
Şeytanlar, insî ve cinnî olmak üzere iki kısımda mütâlaa edilmiştir ki, 'Böylece her nebi için ins ve cin şeytanlardan düşmanlar var ettik.' (En'am, 6/112) ayeti, bu hakikatı ifade eder. Ayette geçen 'Şeyâtîn' kelimesinin manasında iki rivayet söz konusudur. Ulemâ arasında her iki rivayeti de destekleyen bir hayli insan vardır.
Birincisi: Bu kelimeden maksat, insan ve cinlerin azgın ve sapkınlarıdır ki, İbn-i Abbas (ra) bu görüştedir. Bir rivayete göre Atâ, Mücâhid, Hasan ve Katâde gibi büyük imamlar da bu görüşü paylaşırlar.(İbn-i Kesir, Tefsir, 3/312,313) Onlara göre hem Cinlerden hem de insanlardan şeytanlar vardır. Cinnî şeytanlar, mü'min insanları kendilerine uyduramayınca insî şeytanlara giderler ve bunları o mü'minler üzerine salarlar. Bu hususu te'yîd eden şöyle bir hâdiseden bahsederler: Allah Rasulü (sav) , Ebu Zer'e (ra) sorar: 'İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden Allah'a sığındın mı? ' Hz. Ebu Zer de bu suale, yine bir sual ile karşılık verdi: 'İnsanlardan da şeytan var mı? ' Allah Rasulü cevabında: 'Evet, hem de onlar cinnî şeytanlardan daha da şerirdirler.' (Müsned, 5/178) buyurur.
İkincisi: Şeyâtin, insî ve cinnî şeytanlardır ve bunlar İblis'in evlatlarıdır. İblis, evlatlarını iki gruba ayırmış, bunlardan bir kısmını insanlara karşı, diğer kısmını da cinlere karşı vazifelendirmiştir ki, bunlar vazifeli oldukları saha itibariyle bu ismi almışlardır.(Razi, 13/154; Alusi, Ruhu'l-Meani, 8/5)
Aslında, bu iki mana arasında ciddi ve neticeye tesir eden bir ayrılık olmamakla beraber, birinci rivayet her halde ayetin zahiri manasına daha uygun düşmektedir ki, alimlerin ekserisi bu birinci manayı tercih etmişlerdir. Ayrıca bu hususu teyid eden, Efendimiz'den (sav) mervi bir çok rivayet de mevcuttur. Bu cümleden olarak, Allah Rasulü (sav) bir hadis-i şeriflerinde: 'Sizden biriniz namaz kılarken, önünden herhangi bir kimsenin geçmesine müsaade etmesin, gücü yettiği nisbette ve en uygun şekilde ona mani olmaya çalışsın. Yine de inat edip önünüzden geçmek isterse onunla dövüşsün, çünkü o Şeytan'dır.' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; Müslim, Salat 258,259,260; Ebu Davut, Salat 107; Nesei, Kıble 8; Kasame 48) buyururlar.
Bir başka defasında Efendimiz (sav) , sokakta bir güvercin arkasından koşup duran birisini görür ve şöyle buyurur: 'Bir şeytan, diğer bir şeytanın peşine düşmüş! ..' (İbni Mace, edep 44; Ebu Davut, edep 57; Müsned, 2/345)
İşte bunlar gibi daha pek çok rivayetlerde Allah Rasulü (sav) bazı şahıslara, hatta daha başka varlıklara bazı hareketlerinden dolayı, doğrudan doğruya 'Şeytan' demiştir.
Yukarıda da temas edildiği gibi, aslında her iki mana arasında neticeye tesir edecek ciddi bir ayrılık yoktur. Zira birinci görüşte olanlar, kalb ve kalıbı birden ifade ile insana şeytan derken, ikinci manayı tercih edenler, kalb ile kalıbı birbirinden ayırmış ve 'Kalıbıyla insan, fakat kalbiyle şeytan' demek istemişlerdir. Bunu destekleyen bir rivayet de vardır:
Huzeyfe (ra) anlatıyor: Bir gün Allah Rasulü'ne: 'Ya Rasulallah! Bizler şer içindeydik, Cenab-ı Hakk bizlere hayır ihsan etti ve şimdi hayır içinde bulunuyoruz. Acaba bu hayırdan sonra tekrar şer gelecek mi? ' Allah Rasulü: 'Evet' dedi. Ben de: 'Acaba o şerden sonra tekrar hayır olacak mı? ' diye sordum, yine 'Evet' dedi. Bunun üzerine ' O nasıl olacak? ' deyince Allah Rasulü de: 'Benden sonra bir kısım devlet adamları gelecek ki, benim yolumu ve benim sünnetimi takip etmeyecekler. Hatta onlardan öyleleri idareye vaziyet edecek ki, beden ve cesetleri insan cesedi ama, içlerinde taşıdıkları kalb, şeytan kalbi! ..' cevabını verdi. Allah Rasulü'nün bu izahı üzerine 'O zaman ben nasıl hareket edeyim? ' diye sorunca da: 'Dinle ve itaat et! Sırtına vurulsa, malın elinden alınsa, yine dinle ve itaat et! ..' (Müslim, İmare, 52) buyurdu.
Hz. Âdem ve Şeytan
Hz. Adem yaratılacağı âna kadar, şeytanın içindeki küfür açığa çıkmamıştı. Onun içindeki nifakın, bütün çirkinliği ile dışarıya aksetmesi için bir sebep lazımdı. Hz. Adem'e secde emri, söz konusu olunca, şeytan'ın şeytanlığı da su yüzüne çıktı. Şeytan, neyi hakir gördüğünün farkında değildi. Çünkü toprak İlâhî isimlerin tecelli ettiği bir yerdi. Evet, Cenab-ı Hakk'ın isimleri, büyük ölçüde toprakta tecelli etmektedir.. tecelli etmektedir ve mağrûr şeytan, böyle mukaddes bir tecelligâhı hakir görmektedir. Tabii Cenab-ı Hakk'ın dergâhından kovulunca da bütün bütün muvazenesini kaybedecek ve hayırla şerri birbirine karıştıracaktır.
Hz. Adem, daha iskelet halinde iken şeytan, belli bir insiyakla onun kendisine rakip olacağını sezmişti.. sezmiş ve onun ağzından girip arkasından çıkmış sonra da: 'Ben bunu mağlup edebilirim. Bunda çok boşluklar var.' (İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1/50) demişti. İşte onun ilk aktif düşmanlığı bu noktadan başlar ve gün geçtikçe de artar. Kur'an-ı Kerim; 'Derken şeytan onları oradan kaydırdı.' (Bakara/36) ifadesiyle yer yer bu büyük hasma dikkat çeker.
Şeytanın bütün işi, insanı cennetten ve cennete giden yoldan uzaklaştırmaktır. İnsan, İlâhî ilhamların uğrak yeri olan gönlüyle, Allah'a yöneldiği anda, şeytan da var gücüyle onu o halden uzaklaştırmak ister. Mesela, namazda esneterek insanın içine gaflet atar. Onun içindir ki, Efendimiz (sav) , esnemeyi şeytandan sayar ve şöyle buyurur: 'Esnemek şeytandandır. Sizden herhangi biriniz esnemeye maruz kaldığında, gücü yettiğince onu önlemeye çalışsın! ' (Buhari, Bedu'l-Halk 11; edep 125,128; Müslim, Zühd 56; Tirmizi, edep 7; Salat 156)
Mü'minin en ciddi olması gereken yer, mescitler ve camilerdir. Eğer şeytan, oralarda dahi bir mü'mine rehavet veriyorsa, o işini tamamlamış, onun te'sirinde kalan mü'minin de işi bitmiş demektir.
Hz. Adem'in kime ne zararı vardı? O, Cennette, Cenab-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerini müşahede içinde, hep mest ve sermest dolaşıyordu. Ama onun teslimiyeti, Rab karşısında saygı ile el pençe divan durup Allah'a kullukta bulunması şeytanı şirazeden çıkarıyor ve âdetâ deli ediyordu. Değil mi ki o, O'nun yüzünden huzurdan kovulmuştu. Mutlaka Adem de aynı cezaya çarptırılmalı ve Cennetten kovulmalıydı. Bunun için de şeytan, sürekli Hz. Adem'in en zayıf tarafını aradı ve buldu. Cenab-ı Hakk ona ve eşine bir ağaç göstermiş ve 'sakın buna dokunmayın' demişti. Halbuki bu ağaca dokunma, Hz. Adem'in tabiatının buudlarından biriydi. Evet, Adem neslinin şeceresi, ancak böylece inkişaf edip gelişecekti. Ama yine de ortada bir imtihan vardı.. ve Adem, Rabbinin emrettiğini yapmak zorundaydı. Sonunda şeytan, çeşitli oyunlarla onu ve eşini sürçtürdü. Derken, memnû (yasak) meyveye (hayat arkadaşına) el uzattı. Ancak, onun bu zelle vetiresi uzun sürmedi. O, kendine geldi ve en kısa zamanda yeniden kendi çizgisini buldu. Hatasını anlayıp, Rabbi karşısında kötü duruma düştüğü idrakiyle: 'Rabbinden bir takım kelimeler aldı. (Onlarla amel edip Rabbine yalvardı) ' (Bakara/37) . Yani O, 'Allah'ım bana demem gerekeni ilham et. Ta ki, Senin kapını o sözlerle çalayım ve huzurunda bir kere daha kabul göreyim. Ben bir kere ettim, ama bir daha etmeyeyim.' dedi. Hz. Adem'in, bu samimi arzusu ve yönelişi, sema-yı rahmeti harekete geçirdi. Adem yerde olduğuna göre bu, gökten gelen ilham ve vahiy esintileriydi. Zaten Rabb'i de O'nun tevbesini kabul etmişti. Hadisin ifadesiyle 'Tevbe eden sanki o günahı hiç işlememiş gibidir.' (İbni Mace, Zühd 30) Öyleyse Hz. Adem'e, bundan böyle zelle isnat etmek de doğru değildir. Zira O, tevbenin en makbulü ile tevbe etmiştir. İnsan belli bir hikmete mebni hadiseleri nakledebilir ancak, ulu orta Hz. Adem gibi bir Safiyyullah'a zelle isnad etmek en azından su-i edebtir.
Evet, Hz. Adem, zellesinin hemen ardından kendine gelip Rabbine yönelmesine karşılık şeytan, temerrüdünde devam etmiştir. İşte burada sürçüp düşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılır. Biri Cennetten çıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccühünü devam ettirir, Rabbiyle münasebetlerini tamamlamaya çalışır. Ne var ki, onun yere inip, Hz. Muhammed (as) gibi bir meyve vermesi, bunun ardından da, bütün evlatlarını arkasına alıp yeniden Cennete yönelmesi gibi bir seyr-i sülûku sözkonusudur. Şeytan ise, mütemadi bir inişe geçmiştir. Her geçen dakika onu biraz daha gayyâlara indirmektedir.
Vesvese İle İlgili Konular
Vesvese, gizli sese denir. Bir mastar olan 'vesvâs' kelimesinin şeytana isim olması da aynı manayla alakalıdır ki, şeytan 'vesvesenin kaynağı' demektir. Ancak örfen meşhur olan manasıyla vesvese, nefsin veya şeytanın kalbe attığı hayırsız, faidesiz, alçak hatıra ve mülahazalara verilen bir isimdir.
Hem nefsin hem de şeytanın vesvesesi, Kur'an-ı Kerim'de ayrı ayrı zikredilir.
'Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne gibi vesveseler verdiğini biliyoruz ve biz ona şah damarından daha yakınız.' (Kâf/16) ayeti, nefsin vesvesesine işaret ederken; 'Şeytan Adem'e vesvese verdi' (A'raf/20; Tâha/120) manasına gelen bir çok ayet de şeytanın vesvesesine delalet etmektedir.
'Nefsin vesvesesi' tabiri, bir insanın, kendi kendine söylediği ve gönlünden geçirdiği gizli duygular, kararlar, vehimler, hatıralar ve bunlar gibi bütün bâtınî şuur durumlarını da içine alır. Bunlar o kadar gizli ve sessizdir ki, bazılarını melekler dahi bilmekten acizdirler.. acizdirler de, onları sadece Cenab-ı Hakk bilir. Nefisten gelen vesvese, şeytanın vesvesesine kıyasla daha gizlidir. Bu gizlilik, bir cihetten onu kuvvetlendirir. Dolayısıyla nefis, şeytandan daha müthiş bir düşmandır. Belki de, 'Senin en büyük düşmanın nefsindir' (Keşfu'l-Hafa, c.1, s.143) diyen Allah Rasulü (sav) , işte bu hususa işaret buyurmuşlardır.
Nefis ve şeytan, verdikleri vesveseler ile, insan ruhunu, hak yolundaki terakkisinden alıkoymak isterler. İnsanın akıl ve fikrini çelip, azim ve iradesini kırarak onu salih amellerden vazgeçirmek, fani zevk ve kaprislere düşürerek de sefilleştirmek isterler.
Vesvesenin ilk makes bulduğu yer kalbtir. O, burada diğer azalara kalb vasıtasıyla yayılır. Onun içindir ki, vesvesenin ilk tesiri kalbde hissedilir. Tabii ki bu tesir, kabul veya red şekillerinden biri halinde tecelli eder. Eğer gelen vesveseler kalbte kabul görmezse, hayalde edep dışı tasvirler mahiyetine bürünürler. Muhayyilesi bu tasvirlerle meşgul olan insan, bir müddet sonra hiç farkında olmadan kalbini de onlarla meşgul eder. Zaten şeytanın istediği de budur. Zira o, varmak istediği hedefe bu yolla bir kaç adım daha yaklaşmış olur.
Halbuki kalbte kabul görmeyen vesvesenin hiçbir zararı yoktur. Zira vesvese, hayalden öte geçememiştir ve mantıkça da hayal bir hüküm değildir. Vesvesenin kalbte kabul görmediğini anlamak ise gayet basittir. Şayet kalb, gelen vesveseden dolayı üzülüyor ve ürperiyorsa, bu durum vesvesenin kalbte kabul görmediğine, aksi durum ise, neticenin de aksine bir delil ve bir işarettir. Eğer vesvese kalbte kabul görmüyorsa, bu durumda vesvesenin zararı, zararlı olduğunu düşünmeye münhasır kalır; başkaca da bir zararı yoktur. Hatta kalbin reaksiyonunun şiddeti, kişinin imanındaki kuvvetle doğru orantılıdır. Evet imanın kuvveti nisbetinde kalb vesveseye karşı reaksiyon gösterir. Bazen gafletle kalbin gösterdiği bu reaksiyon tasdik zannedilir. Bu zanna düşen bazı kimseler, kalblerinde müthiş bir heyecan ve helecan hissederler. Bazen de bu durumdan kurtulmak için huzurdan kaçıp gaflete dalmak arzu ederler. Halbuki ortada vesveseyi tasdik diye bir husus söz konusu değildir. Sadece bir reaksiyon vardır. Ve esasen bu reaksiyon da onun imanının salabet ve kuvvetini göstermektedir. Ve yine bu sebepledir ki, Allah Rasulü, bu hal ve durumu anlatırken, 'İmanın ta kendisidir! ' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) buyurmuşlardır.
Kalbten çıkan manalar ile hayalin dokuduğu lafızlar arasında bazen münasebet bulunmayabilir. Zira dıştan veya içten bir çok sebep her zaman hayale tesir edebilir. Muhayyile, duygular içinde en çabuk ve en çok tesir altında kalan bir duygudur. Dolayısıyla da, dokuduğu lafızlar, o anda müteessir olduğu sebeplerle ciddi şekilde alakadardır. Bu durum çoklar tarafından bilinmediği için, bunlar, en nezih anlarda hayalin dokuduğu çirkin lafızlar sebebiyle, kalblerinin bozulup tefessüh ettiğine hükmederler. Ve vardıkları bu hükümler de onları şeytanın kucağına iter.
Eğer, kalbten çıkan mukaddes manalara, arzettiğimiz şekilde, herhangi bir tesir ile müteessir durumda bulunan hayalin dokuduğu lafızlar arasında yakınlık veya temas varsa telaş edip heyecana kapılmamalı. Zira, mukaddes manaların mülevves suretlere yakınlığı zarar vermez; temas ise bir telebbüs (giymek, giyinmek) değildir. Ayrıca hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde yakınlık sebebidir. İki zıttan birinin zikredilmesi, diğerini hatırlatır. Gece, gündüzü; ak, karayı; iyi, kötüyü hatırlattığı gibi... Bu münasebetle gelen tahattura çağrışım denilir. Çağrışım ise, çok kere ihtiyarsızdır ve onda mesuliyet yoktur. Eğer zihin, bu ve buna benzer hallere mübtela olursa, yapılacak tek iş, düşünceden vaz geçmek ve onun üzerinde fazla durmamaktır. Zira ehemmiyet verip tetkike daldıkça, vesvese kuvvetlenir ve hayalde bir hastalık meydana getirir. Evet, endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü tesir, kalbte değil sadece hayaldedir.
Vesvese imanî meselelere ait ise, bilinmelidir ki gelen vesveseler, sadece hayale uğramıştır ve bunların akıl ve kalb tarafından tasdik edilmiş hükümlerle alakası yoktur. İnsanın, küfrü hayal ve tasavvur etmesi veya dalaleti düşünmesi hiçbir zaman, küfür ve dalaletin kendisi değildir. Tasdik, tasavvurdan başkadır. Çok şey vardır ki, tasdik ettiğimiz halde tasavvur edemeyiz. Ve yine nice şeyler vardır ki, tasavvur ettiğimiz halde tasdik edemeyiz. Zaten imkan da hiç bir zaman yakîne zarar vermez.
Bir de, yaptığı ibadet ve amellerin en güzelini araştırmadan doğan vesvese çeşidi vardır ki, çok kere bu vesveseye mübtela olanlar, en güzelini ve en iyisini yapayım derken güzel ve iyiyi de terkettiklerinin farkına bile varmazlar. 'Din bir kolaylıktır; zorlaştıran sonunda mağlup düşer' (Buhari, İman 29; Nesei, İman 28; Müsned, 4/422; 5/350,351) hadisindeki hikmetli ikazın düstur edinilip yaşanması, herhalde şeytanın bu yolla insanı mağlup etmek istemesine karşı en güzel hareket tarzıdır.
Ayrıca, dinde zorlama yoktur.. İslam'ın hükümleri, zâhire göredir. Biz, meselelerin iç yüzünü tetkik ve tahkikle mükellef değiliz. Bu gibi durumlarda bilmeliyiz ki şeytan, bizim bir zayıf anımızı kollamakta ve her an hücuma hazır bekleyip durmaktadır.
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, vesvese aslâ korkulacak bir şey değildir. Çünkü herhangi bir şahsa vesvesenin gelmesi, onda imanın bulunduğuna alamettir. Sahabe-i Kiram'dan Efendimiz'e gelip, 'Ya Rasulallah, vesveseye müptelayım' diyen birine, Efendimiz'in (sav) cevabı: 'Endişe edilecek bir şey yok; o mahz-ı imandır, imanın ta kendisidir.' (Müslim, İman 211; Müsned, 2/456; 6/106) şeklinde olmuştu. Şeytan, sizde de iman sermayesi, ibadet hazinesi, namaz ve dine hizmet cevheri olduğunu bildiği içindir ki, korsanlık yapmakta ve size karşı sürekli taarruzda bulunmaktadır. Korsanlık, belki denizlerde yapılan şekliyle tarihe gömülmüştür ama, şeytana bakan yönüyle, Adem (as) ile başlamış ve kıyamete kadar da devam edecektir.
Şeytan, kupkuru ve bomboş kalblerle uğraşmaz ve böyle sermayesiz kimselere vesvese okları göndermez. Deniz korsanlarının, her zaman hazine bulunan, yüklü gemilere taarruz etmeleri ve define bulunan adalara saldırmaları gibi şeytan da, her zaman iman cevheri taşıyan kalblere hücum eder.
Şeytanın Yaratılış Hikmeti
Şeytan, ya 'Şatana' ya da, 'Şâte' fiilinden iştikak etmiş (türemiş) olup, birinciye göre 'uzak olan'; ikinciye göre ise, 'bâtıl olan' manalarına gelir. (İsfehani, Müfredat-i Elfazı'l-Kur'an, Ş-T-N maddesi, s.454) Salah ve hayırdan uzaklığına ve her zaman haktan yüz çevirmesiyle butlanla içli-dışlı bulunması kasd edilerek ona 'Şeytan' denilmiştir.
Şahsına ait yanları itibariyle hiçbir zâtî değer ve kıymeti olmayan bu menhûs ve mel'ûn varlık, neticeye ve Yaratıcı'sına bakan cihetiyle pek çok hikmete mebni yaratıldığında şüphe yoktur. Hiç kuşkusuz, bu hikmetlerden biri, belki de en birincisi, onun cin ve insin terakkî ve tedennîsi adına oynadığı roldür. Bir kısım istidat ve kabiliyetler, ona karşı verdikleri mücadele ve mücahededeki muvaffakiyetlerin inkişaf edip cennete ehil hale gelmelerine mukabil Allah'ın kendilerine verdiği istidat ve imkanları kullanamayan bir kısım kimseler de cehenneme yuvarlanmaktadırlar.
Değer ve kıymet, keyfiyete bağlı olması; kemmiyetin kıymet ve değer ölçüsünde tercih ettirici bir fonksiyon ve tesiri bulunmaması esasına binaen, Cenab-ı Hakk şeytanın varlığına izin vermiştir.. ve bu, hiçbir zaman O'nun o engin rahmet ve şefkatine zıt değildir. Aksine O'nun rahmet ve merhameti, hikmetine mukarin olarak şeytanın yaratılmasını iktiza etmektedir. Zira ancak bu sayededir ki, cin ve insin yaratılışı bir mana derinliğine daha ulaşacak ve âli ruhlar ile sefil ruhlar birbirinden ayrılacaktır. Ayrıca cennet ve cehennemin varlığının bir hikmeti ve hatta bir illeti olan iradî ve ihtiyarî amel ve fiiller de ancak bu sayede bir değer kazanacaktır.
Şeytanın yaratılışı cebrî olmasına karşılık, şeytanın şeytanlaşması kendi irade ve hatasıyla olmuştur. Zira Allah'ın secde emrini dinlemeyip isyan etmiş, daha sonra da bu temerrüdünü hep sürdürmüştür.
Şeytan, mantıksızlık mantığı diyebileceğimiz bir mugâlata ile Cenab-ı Hakk'ın 'Sana emrettiğim halde, seni secdeden alıkoyan nedir? ' sualini: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın.' (A'raf/12) küstahlığı ile cevaplandırmıştır. Esasen bu cevabî ifadede, doğru ile yanlışı yanyana getirip onlardan bir hüküm çıkarmaya kalkışmak gibi aldanmışlık vardır ki o büyük fiyaskosu işte bu mugâlatada saklıdır.
İlim ile cehaleti, yalan ile doğruyu, hayır ile şerri, kibir ile tevazuyu, aldatma ile aldanmayı birbirine karıştırıp, hayırlı olmayı hayra mâni bir husus gibi gösterme gayret ve cehdi böyle bir haktan uzaklaşma ve gidip bâtıla saplanmadan başka ne ile izah edilebilir ki! .. Zaten onun her sözünde mutlaka bir şeytanlık nümâyandır.
Şeytan, melekler arasında nasıl bulunabildi?
İhtimal, şeytan, secde ile emrolununcaya kadar, Cenab-ı Hakk ona, onun hissiyatına dokunacak hiçbir teklifte bulunmamış ve adeta hadiseler bir istidraç olarak hep onun arzu ve isteklerine muvafık cereyan etmiş, dolayısıyla da o, melekler arasında uzun zaman kalabilmişti. Daha doğrusu, onun melekler arasında bulunması, kendi irade ve ihtiyarıyla yaptığı bir mücadele ve mücahede neticesinde değildi. Bu durum kendisi için test sayılabilecek herhangi bir imtihan ve teklifle karşılaşmaması sayesinde gerçekleşmişti. Hal böyle olunca, şeytanın daha evvel melekler arasında bulunması katiyyen -muvakkaten dahi olsa- onun değer ve faziletine delil sayılamaz. Ne var ki o, Hz. Adem (as) ile imtihan olduktan sonradır ki, hakiki hüviyetiyle ortaya çıkıvermiştir.
Daha önceki vakıalar kendi arzu ve hevesine muvafık olması sebebiyle, onun, o güne kadar itaat etmekte olduğu Cenab-ı Hakk mıdır, yoksa yine kendi nefsi midir, aslında bu da belli değildir. Fakat ilk imtihanda gösterdiği bu tuğyan, onun daha evvel de nefsinin kulu ve zebunu olduğunun önemli bir göstergesidir.
Şeytan secde etmiş olsaydı yine şeytan mı olacaktı?
Kader'e ait ince bir sırrı içine alan bu suale kısaca şöyle bir cevab vermek mümkündür: Kader, sebep ile neticeye aynı noktadan bakar. Sebebin olmamasını kabul etmek, kaderin taalluk etmemesini kabul etmekle aynı manaya gelir. Dolayısıyla biz, Ehl-i sünnet düşüncesiyle, 'Neticeyi ancak Cenab-ı Hakk bilir.' der, gerisine karışmayız. Cenab-ı Hakk, melekler içinde bulunurken de İblis'in şeytan olacağını biliyordu. Ancak, onu şeytanlaştıran, Cenab-ı Hakk'ın bilmesi değil, kendi irade ve ihtiyarıyla yapacağı fiileri seçmesiydi. Zira 'ilim maluma tabidir; malum ilme tabi değildir' kaderle alakalı önemli bir düsturdur.
neden her zaman tanrı iyi şeytan kötü diyoruz çünkü bize öğretilen o ve bizde hiç yargılamdan kabul ediyoruz herşeyi olduğu gibi kabul edip hiç yargılamayanlara sölicek bişeyim yok ama soru soranlar yargılayanlar size sölüorum hiç sordunuzmu araştırdınızmı düşündünümü kendi tablolarını yakarken zewk alan bi ressammı yoksa bu ressama karşı çıkan bi isyankarmı iyi olan
Kovulmuş,müfredattan çıkarılmış enerji :)
Size uzatılmış her eli tutmayınız; çünkü, insan çehresi takınmış çok şeytan vardır'
Hz.Mevlana
'Şeytanlar en büyük günahları işletecekleri zaman, bu günahları ilahi bir şekilde göstermekle işe başlarlar.'
William Shakespare
'Zafer kazanması için insanların kendisine tapınması veya çok uç sapkınlıklar yapmaları gerekmiyor. İnsanlardan mutlaka Allah'ı inkar etmelerini de istemiyor. Zaten Allah'ı kendisi inkar etmiyor ki, insanlardan özellikle bunu istesin. Onun tek isteği düşmanlarını Allah'ın dininden ve Kuran'dan uzak tutmak, halis olarak Allah'a ibadet etmelerini engellemek, bunun sonucunda sonsuz azap çekmelerini sağlamak. Hatta kimi zaman dindarlık maskesi altında, Allah'ın adını kullanarak insanları gerçek dinden uzaklaştırıp, saptırıyor. Bu da insanları kendisiyle beraber cehennem çukurunun içine çekmek için yeterli. Hangi vesileyle olursa olsun, onu takip edenlerin sonu hiç değişmiyor...'
Harun Yahya
'Bilirim, gözüm kitapta, özüm izde oldukça iblis beni aldatamaz'
Ömer Sevinçgül
'Maskesiz şeytan, kimseyi aldatamaz'
'Şeytan uyuyana ninni söylemez'
'Şeytanından şüphesi olan küçük bir iyiliğe niyetlensin'
'Şeytana kızacağına bir iyi iş yap onu kızdır'
'Şeytan nefsin antrenörüdür'
Ali Suad
'Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar,
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.'
Necip Fazıl KISAKÜREK
'Şeytan'ın yaratılmasındaki sebep, İslam'a uymamız içindir.
İslam'ı yaşayanlara şeytanın zarar veremeyeceği ayetlerle sabittir...'
Hekimoğlu İsmail
'Hükümdar adaletli olursa, yeryüzünde Allah'ın,
adalet ve şefkatten uzak olursa şeytanın halifesi olur'
İmam Gazali
'Şeytanın iki adı vardır: Biri Şeytan, öbürü Yalan.'
Victor Hugo
ve daha niceleri