Kültür Sanat Edebiyat Şiir

şeyh bedrettin sizce ne demek, şeyh bedrettin size neyi çağrıştırıyor?

şeyh bedrettin terimi Cem Nizamoglu tarafından tarihinde eklendi

  • Deniz Ercivan
    Deniz Ercivan 22.11.2017 - 15:34

  • Şaban Mortaş
    Şaban Mortaş

    Tarihteki ilk komünist der tarihçiler..

  • Selçuk Akçaören
    Selçuk Akçaören

    kimliği tam olarak açıklanamamasına rağmen bir islam alimi olduğu kesindi...
    ama bazı sapkınlıklar içindeydi...Şeyh Bedreddin isyanı büyük boyutlara ulaştığında padişah acil önlemler alır ve Anadoluya yüksek miktarda asker gönderir ve şeyh bedreddin yakalanır...Sultan Çelebi Mehmed huzuruna aldığı Şeyh e bir teklifde bulunur(Sultan normalde bir isyancıyı karşısına alıp konuşmaz direkt idam ederdi ama o yakalandığı an bile anadoludaki isyan çok genişlemişti ve isyanı ancak Şeyh Bedreddin durdurabilirdi.)
    Çelebi Mehmed der...Sen benim islam alimlerimi konuşarak yen ikna et ben seni serbest bırakıcam istediğini yap ülkede der...Şeyh Bedreddin tamam der...
    Şeyh in karşısına 10 tanınmış alim çıkar ve Şeyh Bedreddin tek tek hepsini alt eder ve sözleriyle mağlup eder...
    Padişah baktıki durum artık kontrolden çıkmak üzere verdiği sözden cayıyor ve Şeyh Bedreddin hakkında idam kararı veriyor ve Edirne serez çarşısında çırılçıplak biçimde idam ediliyor...onun idamı sonrası orta anadoluda isyan çok büyüyor ve nerdeyse tüm osmanlı ordusu o bölgeye giderek sert bir şekilde bastırıyorlar isyanı...

  • Ferdi Kara
    Ferdi Kara

    bende kendimce Bedreddinin'em...

  • Osmanlim Osmanlim
    Osmanlim Osmanlim

    Dünya tarihinde 2 tane vardir...Biricisi alimligine ve bilgisine itimat edilen herkesin sevdigi Seyh Bedrettin,ikincisi ise Celebi Mehmet döneminde müritleri olan torlak kemal ve börklüce mustafa ile anadolunun cesitli yerlerinde islam disi fikirleriyle osmanliya bas kaldirmis kisilerdir.Beyazid pasa komutasinda savasilmis ve yakalanarak idam edilmislerdir.

  • Ferruh Safak
    Ferruh Safak

    'Yarin yanagindan gayrisi, ortaktir...'

  • Ferruh Safak
    Ferruh Safak

    yagmur çiseliyor, yağmur çiseliyor
    serezin esnaf çarşında
    yağmur çiseliyor.

    “yağmur çiseliyor
    korkarak yavaş sesle
    bir ihanet konuşması gibi
    yağmur çiseliyor
    beyaz ve çıplak
    mürtet ayaklarının
    islak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.
    yağmur çiseliyor
    serezin esnaf çarsında
    bir bakırcı dükkanın karşında
    bedrettin’ in bir ağaca asılı
    yağmur çiseliyor
    gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir
    ve yağmurdan ıslanan
    yapraksız bir dalda sallanan
    şeyhimin çırılçıplak etidir
    yağmur çiseliyor
    serez çarşısı dilsiz
    serez çarşısı kör
    havada konuşmamanın görmemenin
    kahrolası hüznü
    ve serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
    yağmur çiseliyor.“

  • Emel Yılmaz
    Emel Yılmaz

    ilk gomünistmiş ;))

  • Emel Yılmaz
    Emel Yılmaz

    'yarin yanağından gayrı paylaşmak için herşeyi' diyerek 15. yy da osmanlının içinde sosyalizmin temelini atmış, hükümdara paraya zulme başkaldırıyı ve imkansızı yani insan için herşeyi istemiş uygulamıştır. bedelinde can verdi...

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Varidat (İçe Doğuşlar) ’dan Bazı Örneklemeler Bir Karşılaştırma

    Bezmi Nusret Kaygusuz’un Şeyh Bedreddin Simaveni, (1957) çevirisinden:

    “Var olmak ve yok olmak, bir suretin bir maddeden gitmesi ve yerine bir diğerinin gelmesinden ibarettir. Bu da öncesiz ve sonrasızdır. Ondan dolayı dünya ve ahiret itibari birşeydir. Görülen suretler fani sayılan dünya; görünmeyenler için baki telakki edilen ahirettir. Hakikatte bunların her ikisi için de tükenme yoktur. Fakat itibar galibe olduğundan dünyaya tüken, ahirete de kalım denilmiştir.” (agy., s.146)

    “Dünya ve ahiret birbirlerinin mukabilidir. Herşeyin başlangıcına Dünya, sonuna da Ahiret denilir. Mesela zina, rakı ve şarap gibi şeylerle ilk önce tatlı bir lezzet hasıl olur. Fakat bu sevincin ardından insana bir rezalet ve pişmanlık gelir. İşte bu lezzete Dünya, o pişmanlığa da Ahiret ismi verilir. Halbuki bunların her ikisi de bu dünyada vaki olmaktadır. Bütün işleri ve onları takıbeden neticeleri buna kıyas edebilirsin.” (agy., s.166)

    “Kuran'da bahsi geçen huriler, köşkler, ırmaklar, ağaçlar ve benzeri şeylerin kaffesi (hepsi) cisim aleminde değil, hayal aleminde gerçeklenir. (agy., s.122) Çirkin ve iğrenç herşeye Cehennem ve ateş denildiği gibi, yüksek ve şerefli her mertebeye de Cennet ismi verilir.” (agy., s.151)

    “Bizim bildiğimize göre, kıyamet zatın, zuhuru ve sıfat saltanatının sönmesidir. Eğer sen dilersen ölen herhangi birisi için 'kıyamet koptu' diyebilirsin. Haşir de, ölünün benzerini dünyaya getirmektir. (agy.,s.153) Halkın zanneylediği üzere cesetlerin haşri, yani gövdelerin tekrar dirilip mahşere çıkması olanaksızdır. Meğer ki zaman gelsin de dünyada insan cinsinden kimse kalmasın. Ondan sonra anasız babasız topraktan bir insan doğsun ve yine tenasül (cinsiyet) başlasın.” (agy., s.129)

    “İnsandaki algıların, biliş ve tasarrufların gerek mücedderat (soyutluk-İ.K.) denilen ruhani şeylerde, gerek onların daha üstlerinde bulunması imkansızdır. Saltık varlık (``Mutlak' olan, Tanrı-İ.K.) için bu kemalat ancak insan mertebesinde hasıl olur. Başka mertebede olmaz. İnsan saltık varlığın sadık ve parlak bir aynasıdır... Tüm akıl, tüm nefs ve bunların üstünde mertebeler insanın üstünde zuhur etmedikçe, insan gibi birşeyi bilmenin ve algılamının onlar için (Melekler kastediliyor-İ.K.) imkanı yoktur.” (agy., s.161-162)

    “Bütün Alem kendisini örgüleyen cüzleriyle (parçalarıyla) birlikte sapasağlam bir insan gibidir. Ucu bucağı bulunmayan bu boşluk içindeki büyük ve küçük herhangi bir şeyin diğerlerine çok kuvvetli bir bağlantısı ve hafifsenemiyecek birçok tesirleri vardır. Bu Alemin düzenine sebep olan şey, onun bu rabıtalı hal üzere kurulmuş olmasıdır.” (agy., s.167)

    “Bütün namazlar ve niyazlar ahlakın düzeltilmesi ve içyüzün arınlanması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiçbir vakit kayıt ve şartı yoktur. Herhangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. (agy., s.148) İbadetin temeli, maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatta bu temel bulunmayınca, yaptıkları ibadetler de kaybolur, yalnız kötü toplantıları kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş.” (agy., s.124)

    “Hakka erişmek, insanın kendi saf varlığına erişmesi demektir. Ancak bu yolları gösteren bilim adamlarına karşısaygılı olmak yerinde olur. Ama bu yolları gösteriyoruz diye, ortaya çıkan 'hatip, imam ve ilim adam gibi cemaat büyüklerinin dileği Hak olmazsa, bunlardan uzaklaşmak gerekir.” (agy., s.125)

    “İnsanlar birbirlerine, yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere, yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allaha ibadet ediyoruz zannında bulunuyorlar.' (agy., s.123)

    “Bu beden için ölümsüzlük olmadığı gibi, kaybolduktan sonra cüzüleri için de eskisi gibi bir daha birleşme yoktur... İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hakka kavuşmuşlardır. Cennet işte budur. Kötü ve çirkin işlerle uğraşan insanlar Haktan uzaklaşmışlardır; Cehennem işte budur. Cennetle Cehennemi başka bir yerlerde aramak saçmadır.” (agy.,s.150)

    Yazımıza son verirken, Şeyh Bedreddin’in kendisi gibi bir din bilgini olan ve Serez’de asılmasından tam 105 yıl sonra, yani 1525 yılındaki Almanya köylü isyanlarının ideolojisini çizen ve ayaklanmaya belirgin katkıda bulunan papaz Thomas Münzer'den bir karşılaştırma sağlayalım. F. Engels T. Münzer ve devrimci düşüncelerini şöyle anlatmaktadır:

    “O dönemde Thomas Münzer herşeyden önce bir din bilimciydi. Ama zaman zaman tanrıtanımazcılığa yaklaşan bir panteizm öğretiyordu. Bizim dışımızda bir Kutsal-Ruh yoktur, diyordu: Kutsal Ruh özellikle akıldır. İman da, aklın insan içinde ortaya çıkmasından başka birşey değildir ve bu yüzden Hıristiyan olmayanlar da iman sahibi olabilir. İşte bu iman, ete kemiğe bürünmüş bu akıldır insanı kutsallaştıran.(6)

    Bu yüzdendir ki cennet öbür dünyada değil, onu da bu yaşamın içinde aramak gerekir. Öteki dünyada cennet var olmadığına göre, cehennem de lanetleme de yoktur. İman sahibi olanların yapmaları gereken cenneti, yani 'Tanrı krallığını' yeryüzünde kurmaktır. İnsanların kötü istek ve iştahlarından başka şeytan yoktur. İsa da diğer insanlar gibi bir insan, bir peygamber, bir öğretmendi.” (Frederick. Engels, Alman Köylü İsyanları, 76-77,78)

    Alıntıyı biraz daha sürdürüp, okuyucuları Şeyh Bedreddin'in yukarıda verdiğimiz Varidat’taki söylemleriyle karşılaştırarak, hayret verici benzerlikleri ve Bedreddin'in nasıl daha ileride bulunduğunu görmelerini istiyoruz. Ayrıca o, Münzer gibi köylü isyanlarının sadece ideologu değil, aynı zamanda toplumsal ayaklanmanın hem ideologu hem de hazırlayıcısı ve önderidir

    “Münzer'in Tanrı krallığı, hiç bir sınıf farkının, hiç bir özel mülkiyetin ve toplum üyelerine yabancı hiç bi özerk devletin bulunmadığı bir toplumdan başka bir şey değildi. Var olan bütün otoriteler, boyun eğmeyi ve devrime katılmayı reddederlerse devrilmeliydiler. Bütün işler ve mallar ortaklaşa olmalı ve en eksiksiz eşitlik egemen olmalıydı. Prensler ve soylular da bu birliğe katılmaya çağrılacaktı. Reddederlerse, birlik ilk fırsatta bunları silah zoruyla devirecek ya da yok edecekti. T. Münzer halkın o dönemde anlayacağı peygamber diliyle konuşuyor, ama gerçek amaçlarını güvendiği yakınlarına söylediği açık seçik ortadaydı.” (H. Engels, agy., s.79, 84)

    Engels'in anlattığı Alman köylü savaşlarının büyük teorisyeni Thomas Münzer örneğini anımsattık. Oysa ondan 270-280 yıl önce Anadolu'daki Batıni-Alevi köylü ve ezilen emekçi halkların sosyal mücadalelerinin çok daha dikkate değer olduğunu açıkça görüyoruz. Eğer F. Engels Avrupa feodal çağının köylü savaşlarını incelerken, tesadüfen, Kıbrıs'ta oturan Dominiken rahibi Simon de Saint Quentin'in 1246 yılında Orta ve Doğu Anadolu'yu baştanbaşa dolaşırken, bizzat savaşa katılmış Frank şövalyelerinden dinlediği, 6-7 yıl önce Küçük Asya'nın yaşamış olduğu en büyük halk ayaklanması önderi Baba Resul ve eylemlerini yazdığı latince metinleri görmüş olsaydı, Alevi inançlı halkların sosyal ve siyasal mücadelelerine yönelmek zorunda kalacak; Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini ve onun önderlik ettiği ikdidara yönelik toplumsal ayaklanmasını derinlemesine inceleyecekti. Hiç kuşkusuz o zaman Marksizm ve Marksist literatür bugünkünden çok daha zengin bir gelişim gösterecekti. (İsmail Kaygusuz: Görmediğim Tanrıya Tapmam, Alevilik-Kızılbaşlık ve Materyalizm, İstanbul 1996: 18-25)

    6 Oysa Thomas Münzer'den 260-270 yıl önce Kappadokia'da Hacı Bektaş Veli, inancı dışındaki Hristiyanlarla dostluk kurmuş ‘73 millete tek nazarla bakmayı’ öğütlüyor ve ‘İslamın temeli ahlak, ahlakın özü bilgi, bilginin özü ise akıldır’ ve ‘yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli birşey yoktur’ diyordu. İmanı bilinç içinde eritmiş, akla bağlamış ve akılla bilime ulaşmıştı Hacı Bektaş.

    ----------------

    Kaynakça

    Barker, Ernest (çev. Mete Tuncay) : Bizans'ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce, İstanbul 1982.

    Birdoğan, Nejat: “Şeyh Bedreddin Mahmud…” Kavga, Sayı 14, Nisan 1992.

    Brehier, Louis: La Civilisation Byzantine, Paris 1970.

    Dindar, Bilal: Sayh Badr Al-Din Mahmud et Ses Varidat, Ankara 1990.

    Ducellier, Alain: Byzance et le Monde Orthodoxe, Paris 1986.

    Engels, Frederick: Alman Köylü İsyanları, İstanbul 1978.

    Eyüboğlu İ. Zeki: Bütün Yönleriyle Şeyh Bedreddin ve Varidat, İstanbul 1977.

    Fiş Radi, (çev. Mazlum Beyhan) : Ben de Halimce Bedreddinem, İstanbul 1992.

    Gölpınarlı, Abdülbaki: Hurufilik Metinleri Katalogu, Ankara 1989.

    Gölpınarlı, Abdülbaki: Simavna Kadısıoğlu şeyh Bedreddin, İstanbul l966.

    Kaydusuz, Nusret: Şeyh Bedreddin Simaveni 1957.

    Kurdakul, Necdet: Bütün Yönleriyle Bedreddin, İstanbul,1977.

    Lewis, Bernard: The Jews of Islam, Princeton University Press 1987.

    Ostrogorski, Georg: Bizans Devleti Tarihi, Ankara 1981.

    Uzunçarşılı, İ. Hakkı: Osmanlı Tarihi I, 2.baskı, İstanbul 1982.

    Yaltkaya, Şerafettin: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin 1924.

    Yürükoğlu, R.: Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, 4.basım, İstanbul 1994.

    Zelyut, Rıza: Osmanlı’da KarşıDüşünce ve İdam Edilenler, İstanbul



    10...bölüm wwww.turnadergisi.de


    YAZI DİZİSİ İÇİN SON AMA BEDRETİNLER İÇİN DEĞİL...........! ! ! ! ! ! ! !

    bu yazı dizisinin sahibi ismail KAYGUSUZDUR

    PATİ[email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Bedreddinler Gelecektir

    Şeyh Bedreddin çağının en önemli İslam bilginlerindendi. Çocukluk ve yeniyetmelik döneminden, Hüseyin Ahlati'nin tekkesinin başına geçtiği, ülkeler dolaşıp bir halk ayaklanmasının başını çektiği ve ona önderlik ettiği yıllara dek, Tebriz'den Tokat'a, Halep'ten Mora'ya dek çağının toplumsal-siyasal gelişmelerini, düşüncelerini izledi. Onlardan etkilendi ve onları etkiledi. Astrabadlı Fazlullah, Hacı Bektaş-Kaygusuz Abdal, G. Plethon, Anadolu ve Bizans halk haraketleri (Babailer, Zelotlar) onların inançsal ve siyasal gürüşler, incelememiz boyunca bunlara verdiğimiz bazı örneklerdir.

    Kuşkusuz, Osmanlı ve Batı arşivlerinde Bedreddin'e ve Bedreddin hareketine ışık tutacak birçok belge vardır ve bunların gün ışığına çıkarılması, açıkta olanların yeni bir gözle elden geçirilmesi, Şeyh Bedreddin'in gürüşlerini ve savaşımını daha derinden kavramada çok yardımcı olacaktır.

    Büyük komünist ozan Nazım Hikmet, “Şeyh Bedreddin Destanı” nda şöyle diyordu:

    Yağmur çiseliyor.

    Serez'in esnaf çarşısında,

    Bir bakırcı dükkanının karşısında

    Bedreddin'im bir ağaca asılı.

    Yağmur çiseliyor.

    Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.

    Ve yağmurda ıslanan

    Yapraksız bir dalda sallanan Şeyhimin

    Çırıl çıplak etidir.

    Yağmur çiseliyor.

    Serez çarşısı dilsiz,

    Serez çarşısı kör.

    Havada konuşamamanın, görememenin kahrolası hüznü

    Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.

    Yağmur çiseliyor.

    Bedreddin'imizi “Serez'in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkanının karşısında bir ağaca” asanlar, bugün tarih kitaplarında bir satırlık bile yer tutmuyor. Ama “yarin yanağından gayrı herşeyde ortaklık” çağrısı yapan Şeyh Bedreddin'in komünistik düşünceleri, yüzyıllardır Anadolu halk hareketlerinin sancağında, sloganlarında, destanlarında yaşıyor. Nazım'ın destanındaki dede gibi, “biz Bedreddin kuluyuz, ahrete, kıyamete inanmayız”, ama “Bedreddinler yine gelecektir” diyoruz. “Sözü, bakışı, soluğu aramızdan çıkıp gelecektir”. Çünkü Bedreddin düşüncesi insanlığın geleceğidir..!



    Şeyh Bedreddin'in Hukuk Yapıtlarından Hukukun Özgürlüğü Ve Bağımsızlık İlkeleri (5)

    “Şeyh Bedreddin Mahmud, Cami'ül Fusuleyn’in birinci sahibi olduğu hukuk mantığı ve felsefesinin esaslarını şöyle açıklar”:

    ‘Zamanımızın yargıçları, kendilerinden sorulan bir hukuksal sorun için, ancak, eğer İmam-ı Azam, yani imamlardan Hanefi hukukunda birinci derecedeki sorunları kapsıyan eserde rivayet varsa, buna göre fetva verir. Yargıç, isterse yepyeni düşünce ve gürüşlere sahip olsun, kendi oy ve düşüncesiyle onlara muhalefette bulunamaz. Çünkü hak yalnız onlardadır, onlardan başkasını uygulamak hak ve yetkisi olmadığı açıktır. Bu nedenle zamanımızın yargıcının içtihadı, onların içtihadları derecesine erişmez ve bunlara muhalefetmiş gibi olanların fikirlerine bakılmaz. Elbette ki karşı olanın çalışmaları kabul edilmez. Çünkü Müctehidler, yani Kur'an ve Hadis yorumcuları, kanıtları görüp, gerçek olanla olmayanı vaktiyle temyiz etmişlerdir.’

    “Şeyh Bedreddin, bu gerçeği saptadıktan sonra eleştiri kısmında şunları söylemektedir”:

    ‘Bu bir inanış meselesidir. Yoksa İmam Malik onlardan öncedir; İmam-ı Azam ve diğer imamların, İmam Malik ve İmam Şafii'den okumuşlukta üstün olduklarına dair bir kanıt yoktur. Aynı zamanda Ebu Hanife ve Sahabeler zamanında henüz Peygamberin sözleri toplanıp düzenlenmiş de değildi. Bu konudaki kitaplar onlardan sonra tertib edilmişdir. Bir yargıcın ününe getirilen hukuksal sorundaki kendi yorumu, onların oylarına muhalif olsa da, fetvası kabul edilir. Nitekim Sahabeler zamanında şerihin (şerheden, açıklayan) muhalif düşen fetvaları kabul edilirdi. Madem ki bir yargıç, kendi oyunun, başkalarının düşünce ve yorumuna değil, hakikate uygun olduğu kanaatındadır; ona kendi oyuyla karar vermesi vacip olur. Başkalarının oyuyla hüküm vermek nasıl helal olur ki? ...’

    “Bedreddin aşağıdaki süzleriyle de bağımsızlık, özgürlük ve adalet ilkelerinin uygulanmadığı toplumlarda Hukuk'tan söz edilemeyeceğine açıkça işaret ediyor. Böylelikle iskolastik hukuk düşüncesinin çıkmazında farkına varılmamış, değerlendirilmemiş alanlara geniş bir pencere açıyor. Hanefi hukuk gürüş ve içtihatının durumunu ve eleştirisini verdikten sonra şu çüzümü getiriyor”:

    ‘Bir bir içtihad sahibi, yani bir hukuk yorumcusunun reyi, İmam-ı Azam veya İmameyn (diğer ehli sünnet imamlar ı-İ.K.) reyine muhalif olacak olursa, vereceği karar muteber olmalıdır. Madem ki, kendi reyini hak ve diğer reyler üzerine tercih etmiştir, ana kendi reyiyle hüküm vermesi vacip olur. Başkalarını taklit etmesi haramdır.’

    “Bedreddin bu sözlerle, yargıcın herşeyden önce kendi hukuk bilgisi ve dünya gürüşüyle olayı incelemesi gerektiği fikrini savunmaktadır. Çünkü imamlara kayıtsız şartsız uyulduğu takdirde Hukuk'ta düşünce özgürlüğü ve bağımsızlık duyguları kaybolmuş olur. Ve yargıç başkalarının hukuksal yorumlarına tutsak olmaktan kurtulamaz. Bedreddin, Teshil’in önsüzünde ise, Hukuk üzerindeki düşüncelerini şöyle devam ettirir ve adalet ilkesini daha da açıklığa kavuşturur”:

    ‘... Vaktaki, Tanrı beni; furuğ ve usul ve ma'kul ve menkuli cami Letaif ül İşarat namındaki hukuk eserimi yazıp bitirmeğe muvaffak etti. Bu eserimi anlamak, okuyanlarına güç geldi. Eserimin yazılmasında neden olan maksatları bilmesini kolaylaştırmak üzere anlaşılması güç gizli anlamlarını elde etmek ve bu hususta tesbit edilmiş olan rumuzlarını halletmek istedim. Ve kitaba karşı rağbetsizliğe sebep olmamak üzre sözü uzatmayarak, yorum ve izaha başladım. Ve bu açıklamalarımda bine yakın ince ve dakik hukuki ihtimalleri zikrettim. (Ekval) diye isimlendirmiş olduğum (Söz) ler bir karine-i ma'nia olmadıkça bana mahsus olup uyanık ve zeki olan kimselerin üstünlüğü de, bu gibi kişisel buluşlarıdır; yoksa bir takım rivayetleri nakil ve ezberlemek değil...’

    ‘Nitekim; Zi Mahşeri aşağıdaki sözüyle buna işaret eder:

    ‘(Bil ki: Her ilmin metninde ve her san'atın varlığında alim'lerin dereceleri yekdiğerlerine yakın ve san'atçıların seviye kademeleri birbirlerine uzak değildir veya müsavidir. Bir bilim adamınıdiğer bir bilim adamı geçecek olursa, ancak birkaç adım geçebileceği gibi, bir sanatçıya da diğer bir sanatçı az bir mesafe ile üstün gelebilir. Dereceler arasında tam bir üstünlük veren ve ona doğru açtığı meydanda bir kimsenin bin kimseye mukaabil itibar olunmasına kadar bilim adamlarını ve san'atçıları yarışmaya da'vet eden nokta; bilim ve san'atlarda gizli olan espriyi kavrayabilmek kudretidir.) ’

    ‘Diğer bilimlerde tasarrufa kaadir bir çok ilim ve irfan sahibi olanları hukuk'ta, taklid elinde esir kalmış sağır ve dilsiz gürürsek bunda tasarrufa kaadir olmaları şöyle dursun, bir çok gavamızı (hukuki incelikleri) bile anlayamazlar. Metnindeki süzlerin altında birtakım meselelere işaret edilmiş ve olağan tenbihlerde bulunulmuştur. Sözü uzatmamak için şerh'de bunlarıtekrarlamaktan sarfınazar ettim. Ümid ederim ki, perde gerisinden bunlar zeki düşünürler için kolayca keşfolunur.’

    ‘Zilliyed ve hariç meselelerinde bana 7070 mesele tanzimi müyesser oldu. Kitb-ül Dava’da sözü uzatmamak için, her tafsil ahkamını zikretmeksizin takriben bir varakada isbat ettim. İsteyenler Zilliyed ve Hariç meselelerinde sözünü etmiş olduğum kaidelere başvursunlar.’” (s.41-43'den aktaran Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin, s.166-167)

    5 Bu bülümde, Şeyh Bedreddin hakkındaki gürüşlerine tamamıyla ters düşmemize rağmen, kendisinin bir hukukçu olarak Bedreddin'in bu yönünü daha iyi değerlendirdiğini saptadığımız, Necdet Kurdakul'un “Bütün Yönleriyle Bedreddin” adlı kitabından yararlandık.




    9........B ÖLÜM wwww.turnadergisi.de


    [email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Bedreddin'de Zelotlar Hareketinin Anıları

    Şeyh Bedreddin'in çocukluk ve yeniyetmelik döneminde anasının dilinden, ninnilerinden ve terbiyesinden kazanımları, İ. Z. Eyüboğlu'nun dediği gibi sadece “Hristiyanlık inanç ve geleneklerini almış olması” değildir. Bedreddin'in Melek anası, Edirne'den Selanik'e uzanan ve Dimetoka'yı da içine alan bölgede gürülmemiş bir toplumsal hareketin içinde yaşamıştır. Yoksul halk yığınlarının zenginleri-aristokratları alaşağı ettiği, özel mülkiyeti ortadan kaldırılıp beylerin mallarının elkonulup halka üleştirildiği ve zamanın bilgelerinin

    Okhlokratia / Oclokratia (ayaktakımının, halk yığınlarının yönetimi) adını verdikleri bir yönetim altında yaklaşık on yıl (1341-1350) yaşamıştır.

    İşte Bedreddin, bu Zelotların (“Zelotai / Zelotai” Grek dilinde kızgınlar, hırslılar, talebedenler... gibi anlamlara gelmektedir) devrimci toplumsal hareketini anasının dilinden dinleyerek büyümüştür.

    Tanınmış Bizans tarihi uzmanı Georg Ostrogorski, Zelotlar hareketi hakkında şöyle yazıyor:

    “1340'larda başlayan içsavaş sırasında Bizans'ta dini ihtilaf ve aykırılıklarla siyasi mücadele derinleştiği gibi aynı zamanda ağır bir sosyal kriz devresi geçirildi. Zelotesler'in hareketinde kuvvetli bir sosyal ihtilalci akım patlak verdi. Siyasi ve sosyal mücadele ile, Geç Bizans döneminin en önemli dinsel anlaşmazlığı olan Hesykhia'cıların (kutsal sessizlik içinde düşünceye dalanlar) mücadelesi birbirine karıştı.”

    “İmparatorluğun çöktüğü, fakirleştiği ölçüde köy ve şehirlerdeki geniş halk tabakalarının sefaleti de artıyordu. Kırsal bölgede olduğu gibi şehirlerde de mülkiyet, sayısı az bir soylu tabakanın elinde bulunduğundan ötürü, sefalete düşen kitlelerin kini ve nefreti bu sınıf üstünde toplanıyordu… İstanbul'da niyabet (çocuk imparator V. İoannes'e naiplik edenler) ile aristokratların başı Kantekuzenos arasındaki mücadele, imparatorlukta alevlenen sosyal düşmanlığı ve sosyal mücadeleyi patlama noktasına getirdi. Kantakuzenos'a karşı mücadelede, sosyal ayaklanma ruhu aristokrat taraftarları aleyhine körüklenerek, halk kitlelerine dayandırıldı. Ve kolay ateş alan bu malzeme ateşlendi.”

    “Hadrianopolis'de (Edirne) mahalli aristokrasiye karşı isyan çıktı. Alev diğer bütün Trakya kentlerini sardı. Aristokratlar ve büyük mülk sahipleri ve kendisi de bir feodal olan Kantakuzenos taraftarları her yerde öldürüldü. Ama sınıf mücadelesi en büyük ölçüsüne ve en şiddetli noktasına Selanik'te, içinde en ölçüsüz zenginliğin en koyu sefaletle koyun koyuna bulunduğu ve karışık menşeli halkın yaşadığıbu liman kentinde ulaştı.”

    “... Selanik'te örgütlü ve belli bir ideolojisi olan halk partisi, yani Zelotes'ler partisi vardı. Bu nedenle burada halkın aristokratlara karşı öfkelerinin kabarmasıyla kalınmadı. Tersine Zelotes'ler 1342'de tam yönetimi ele geçirip, Kantakuzenos Taraftarlarını kovarak kendilerine özgü rejimlerini kurdular... Bütün aristokratların mallarına elkoydular. Zelotes'ler sosyal ihtilalcilik ile kendine özgü meşruiyetçiliği birleştirmişler; meşru İmparator İoannes Paleologos'u tanıyorlar ve onun İstanbul'dan gönderdiği vali ile Zelotes'ler partisi başkanı yönetimi paylaşıyordu. Ama asıl yetki ve egemenlik hakkı Zelotes'lerdeydi. Selanik 1350'lere kadar bağımsız olarak yönetildi.” (G. Ostrogorski: agy, s. 471, 478-480)

    “Selanik kenti, Zelotes'ler ihtilali ile toplumsal tarihinin en önemli anlarını yaşıyordu.” (Alain Ducellier: Byzance et le Monde Orthodoxe. Paris 1986: 339)

    1342-43'de dostu ve müttefiki Umur Paşa'nın yardımıyla Selanik'i kuşatan Kantakuzenos, Zelotların elindeki kenti ele geçiremedi. 1340-41 yıllarından beri aynı toplumsal olayları yaşamış olan Dimetoka'yı 1343'de Aydınoğlu Umur Paşa ele geçirip, haraketi ezerek yağma karşılığında Kantekuzenos'a teslim etti. Dimetoka ve Edirne ancak 1361 ve 1362 yıllarında Osmanlıların eline geçti.

    Zelotlar hakkında çağdaş yazarlardan geniş alıntılar veren İngiliz tarihçisi Ernest Barker ise, Bizans'ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce adlı yapıtındaki şu değerlendirme ile karşımıza çıkıyor:

    “Zelot'ların etkinliği artmış ve 1342 dolaylarında büyük bir güç halini almıştır. Eski Yunan'daki öncelleri gibi bunlar da toplumsal eşitlik davası savunuyorlardı; önceleri daha kapsamlıbir programla borçların kaldırılmasını ve toprağın yeniden dağıtılmasını istemişlerse de, Zelot'lar hiç değilse yoksullara yardım edilmesi ve şehirde genel düzeltimler yapılması amacıyla manastırların da bir ölçüde mülksüzleştirilmesini ve zenginlerin bir miktar mal varlığına elkoymayı isteyecek kadar ileri gitmişlerdir.” (Ernest Barker, çev. Mete Tuncay: Bizans'ta Toplumsal ve Siyasal Düşünce. İstanbul 1982: 228)

    Barker, olaylara “bölünme toplumsaldı ve sınıf savaşımı niteliği taşıyordu, varlıklılar ve yoksullar arasındaki uzlaşmazlıktı” diye koyduğu teşhis çok gerçekçidir.

    1370 yılında Selanik başpiskoposu olan Nikolaos Kabasilas'ın 1360'larda yazdığı mektup ve bir söylevinden Zelot'ların şu ilkelerini saptayabiliyoruz:

    “Kentlerin yönetimi çoğunluğun yararına zorla da olsa ele geçirilmeli. Yazılı yasalara göre değil, kendi gelenek ve göreneklerine göre yönetilmeli. Tüm zenginlerin mallarına el konulmalıdır... El konulmuş mallar ve mülkleri halkın gereksinimlerini karşılamak için kullanmak haktır. Bunlara zorla da el konulmuş olsa, bir adaletsizlik söz konusu değildir. Toplumun yönetimi ve işleriyle yükümlü kişiler, çoğunluğun ortak yararı çerçevesinde yürütmeleri gerekir.”

    “Zelot'lar, 'manastırlara ait olan büyük servetlerin bir bölümünü alıp yoksullara dağıtmak, papazlara vermek ve kiliseleri süslemek için kullanırsak, ne sakıncası olur ki? ' diye sorarlar. Başlangıçta vakıf yapmış olanların amacına aykırı bir şey de olmaz, çünkü vakıf sahipleri Tanrıya tapmak ve yoksullara bakmaktan başka bir amaç güzetmiş değillerdir.' (E. Baker: agy, s. 231)

    Hesykhia yandaşı ve Kantakuzenos'un dostu, bu yüzden de Zelotlara karşı önyargılı olan Kabasilas, yine de, karşı olduğu toplumsal hareketin yaratıcıları için ağır konuşmamakta, dahası onları suçlamanın adaletsizlik olduğuna inanmaktadır:

    “Ellerindeki bütün kaynakları, kendi işlerine hiç bakmadan, kişisel servetlerine hiçbirşey eklemeden, kendi evlerini süslemeden böyle kullanan, bütün harcamalarında yönetilenlerin (halkın) yararına hizmet etmeyi amaçlayan insanları, yani Zelot'ları suçlamak adalete sığar mı? ” (E. Baker: agy, s. 232)

    N. Kabasilas'ın gürüşlerini ve Zelotların ağzından aktardıklarını Şeyh Bedreddin'in Varidat ve Cami'ül Fusuleyn’den ve’tan alınmış şu sözleriyle karşılaştıralım:

    “Dünyada kutsallık olmaz, kutsallık sadece Tanrı'dadır. (Bu açıkça dinlerin dünyada somutlaştırılmış ve insan yaşamının içine girmiş kilise, manastır, cami ve tekke gibi tapınaklarına karşı olmayıifade eder-İ.K.) Yaratılmış herşey ve her nimet insan içindir. Toprağın tek sahibi Tanrıdır. Rumeli'nde çok gürülen malikane sahipleri yüzünden insanlar bu nimetten mahrum kalmaktadırlar... Tüm dünya zenginlikleri insanların ortaklaşa kullanımları içindir... Çalışıp üretmeden yemek yasadışı sayılmalı...”

    Rumeli'ndeki Bizans topraklarının ve kentlerin 1360'lardan sonra Osmanlı'nın eline geçmesiyle, G. Ostrogorski'nin açıklamış olduğu yaşam koşullarında bir değişiklik olmadı. Bu ortamda, Zelotların “zenginlerin mallarını ellerinden alıp, yoksullara dağıtmayı” kutsal kitaplarda anlatılan olaylara, peygamber ve azizlere bağlaması gibi, Bedreddin de Kuran’dan bir sure (Nisa 131, 132) ile Bağlantı kurarak büyük çıkışını yapıyor. “Göklerde ve yerde olanların hepsi allahındır, allah zengindir...” diye iki kez yineleyen ayeti yorumuyarak beylerin, feodalların mallarına elkoymak gerektiğini vurguluyor.

    Doğumundan 8-10 yıl ünce tüm bülgeyi sarmış, anasının ve Edirne kentindeki komşularının içinde yaşadığı devrimci toplumsal gelişmeleri dinleye dinleye büyüdüğü bir yana, Şeyh Bedreddin'in Nikolas Kabasilas'ı da, (ölm. 1399-40) tarihçi Nikephoros Gregoras'ıda (1290-1360) aslından okumuş, Zelotes halk hareketlerini incelemiş olması çok büyük olasılıktır. Bizans devlet tarihçisi ve Kantakuzenos yandaşı olan tarihçi N. Gregoras düşman olduğu Zelotlar yönetimini şöyle anlatıyordu:

    “Kentte stasis / stasis (isyan, başkaldırı, kargaşa) uzun bir süre kol gezdi. Zelot'lar öteki yurttaşlara egemenlik sağladı. Kurmaya çalıştıkları siyasi düzen, başka herhangi bir yönetim biçimine benzemiyordu. Lykourgos'un Spartalılara kurdurduğu (İÖ 6. yüzyıl) anayasa gibi aristokratik değildi; Atina'nın ilk düzenlenmiş Kleisthenes anayasası gibi demokratik de değildi... Rastlantılarla çalkalanan ve yalpalayan tuhaf nitelikli bir ayaktakımı-kalabalık yönetimi (Okhlokratia / Oclokratia) idi... Onlar işte bu çeşit adamlardı, autonomia (kendi kendini yönetme) davasına hizmet eden Zelot'lar zenginlere karşı, bir dış düşmanın yapacaklarından daha sert davrandılar; onların evlerindeki zenginlikleri bir haydut sürüsü gibi kendileri için yağmaladılar, sokaklarda rasladıklarıher zengini acımasızca öldürdüler.” (E. Baker: agy, s. 235-236)

    N. Gregoras'ın düşmanca yorumlarının ardında anlattığı, bir halk demokrasisinin varlığıydı. Genç Bedreddin'in bunlardan etkilendiği düşünülmelidir

    Neoplatoncu Bilge Gemistos Plethon ve Şeyh Bedreddin

    Şeyh Bedreddin'in çağdaşı, Edirne'den hemşehrisi Neo-Platoncu bilge Gregorios Gemistos Plethon (1355-1450) Konstantinopolis'te (İstanbul) doğmuştu. İlk gençlik yıllarının Edirne'de Osmanlı sarayında geçtiği söylenir. Büyük hasmı Episkopos Gennadios, bir mektubunda onun “Hadrianopolis'te barbarların sarayında yaşadığını” yazar.

    Fransız tarihçi Louis Brehier, Gemistos Plethon'un 1362'den itibaren Osmanlı sarayında yaşadığını, sonra Mora despotluğunun başkenti ve çağın kültür eğitim ve felsefe merkezlerinden Mistra'ya çekilip II.Paleologos Theodoros'un açtırdığı bir felsefe okulunu yönettiğini yazıyor. (L. Brehier: La Civilisation Byzantine. Paris 1970: 370, dipnot 2049) Ayrıca İngiliz Bizans uzmanı S. Runciman da, “Bizans Tarihçileri ve OsmanlıTürkleri” adlı makalesinde, Plethon'un siyasal kuramlarının, onun fütuvvet örgütünü ilk elden tanımasından etkilenmiş olabileceğini söylemektedir. (E. Barker: agy,s.239, çevirenin dipnotu 26)

    Georgios Gemistos Plethon'un Edirne'de bulunduğu dönemde padişah I. Murad'dır. (1362-1389) Bizans tarihçisi Khalkokondyles'in “Anadolu'da ve Rumeli'de otuzyediden fazla büyük ve zorlu savaşlar yaparak hepsinden muzaffer çıkmıştır” dediği I. Murad'ın sarayında, Müslümanların yanında ilm-i nücum'la (astroloji) uğraşan Yahudi ve Hıristiyan müneccimler bulunmaktadır.

    Sarayda itibar görmüş olan Plethon, buradaki Elisha adlı bir Yahudi bilgenin çömezidir. Ulemadan Kadı İsrail de saraydan uzak bulunmadığına göre, onun oğlu Şeyh Bedreddin ile Gemistos Plethon çocukluktan itibaren tanışıyor olabilirler. Aralarında sadece üç yaş olması arkadaşlıklarını kolaylaştırdığı gibi, Bedreddin Mahmud'un annesinin Yunan kökenli oluşu da yakınlığı artırmış olabilir.

    Plethon uzun süre Edirne'de sarayda kalmış mıdır, Türkler hakkında pek çok bilgi kazanmış mıdır, bilemiyoruz. Çünkü eserlerinde Türklerden tek söz bile etmiyor. Neoplatoncuların yapıtlarına dalıyor, onların öğretilerini benimsiyor. 1380 yılından itibaren Trakya'yı terkedip, Mora yarımadasında Taygetos dağının eteklerinde kurulmuş, kültürel bir merkez olan Mistra'ya yerleşiyor. Ölümüne dek Mora despotunun (despotes/despoths, ‘kral, efendi, sahip, yönetici’ anlamına gelir) sarayında öğretmenlik yaparak yaşıyor.

    Ömrünün büyük bülümünü öğretmenlik ve yazarlıkla geçirmiş olan Gemistos Plethon 1415 dolaylarında iki söylev yazmıştır. Biri Konstantinoupolis'te, yani İstanbul'daki İmparatora seslenmekte; Mora despotuna yazılmış olana seslenen ötekisi ise “Peloponnesos'un Sorunları Üstüne” başlığını taşımaktadır. G. Plethon’un yapıttaki görüşlerinin çoğuyla Bedreddin'in düşünceleri büyük benzerlikler taşımaktadır. Louis Brehier'in “Bizans’ın son yarım yüzyılı hümanizmanın zaferi ve bunun İtalya'dan Batı'ya yayılmasına damgasını vurmuşsa, bu büyük hareketin ana temsilcisi odur” diye gösterdiği Gemistos Plethon ile Şeyh Bedreddin'in birbirlerini tanıdıkları konusu, Şeyh Bedreddin araştırmacılarını nedense şimdiye dek pek ilgilendirmemiş, siyasal düşüncelerindeki yakınlık ve karşılıklı etkileşim de göz ardı edilmiştir. Sadece Radi Fiş bu konuya, roman çerçevesi içerisinde bir takım hayali olaylar yaratarak değinmiştir. (Radi Fiş, çev. Mazlum Beyhan: Ben de Halimce Bedreddinem. İstanbul 1992: 87-91)

    G. Plethon’la Bedreddin'in Edirne sarayı çevresinden çocukluk-yeniyetmelik arkadaşı olmaları büyük olasılıktır. Birbirini iyi tanıyan bu iki insanın çok daha sonraları da karşılaşmaları, tartışıp konuşmalarıda bizce hiç olasılık dışı değil. Gerek torunu Hafız Ali tarafından yazılmış olan Menakıbname'de anlatılan Şeyh Bedreddin'in Ege adalarındaki keşişlerle tartışma öyküleri ve gerekse Dukas'ın tarihinde sözü edilen, Börklüce Mustafa'nın sık sık Khios adasına gidip Giritli keşişle buluşmaları, elde yazılı belge eksikliğine rağmen bu tür akıl yürütmelere ve doğruya yakın olasılıklara açıktır.

    Şeyh Bedreddin, Edirne'deyken de, Edirne'ye yerleşmeden önce de yani Uzunçarşılı'nın “batıni-Alevi inançlı Türkmenler ve Hıristiyanlar arasındaki propaganda seyahatları” dediği dönemde de adalarda bu bilge dostuyla konuşmuş olabilir. Biri İslam dünyasının tanınmış bilgini, diğeri Hıristiyan dünyasının bilgin öğretmeni...

    Hatta Dukas'ın anlattıklarına bakılırsa, Musa Çelebi'nin yenilgisi ve kazaskerlik deneyiminin başarısızlığıyla birlikte gelen sürgün ve tutsaklık yıllarında, Şeyh Bedreddin'le Gemistos Plethon arasında düşünce-öğreti alışverişi temsilcileri Börklüce ile Giritli keşiş arasında yapılmış olabilir.

    G. Plethon, 1415 dolaylarında yazdığı “Peloponnesos'un (Mora yarımadası) SorunlarıÜstüne” adlı söylevinde, yarımadanın önemine değinmekte, Peloponnesos ordusunun düzeltilmesi, ordunun ekonomik tabanı ve tarım sistemi üzerine gürüşler getirirken, toprağın kamulaştırılmasını

    önermektedir. Okuyalım:

    “Bundan sonraki önerim bütün toprağın, toprak üstünde yaşayan herkesin ortaklaşa mülkiyetinde olması ve hiç kimsenin onun bir parçasının (kendi) özel mülkü olduğunu iddia edememesidir. Her kim toprak isterse canı nerede isterse alıp tahıl ekmeli, ev kurmalı ve dilediği, üstesinden gelebildiği kadar toprak sürmelidir... Herkesin böylece emeğini eşit ölçüde kullanması mümkün olursa, bütün toprak işlenecek ve ürün verecek ve işlenmemiş toprak kalmayacaktır...”

    Bunları kitabında aktaran Ernest.Barker şöyle demektedir:

    “Gemistos Plethon, bu toprak kamulaştırılması tasarımında Platon'u izlememektedir. Çünkü Platon, toprağı çiftçi sınıfıüyelerinin elinde özel mülkiyet konusu olarak bırakmıştı. Eğer Plethon'un tasarısına benzer sistemler aranacaksa bunlar ancak gelecekte bulunabilir.”

    Oysa, bu tasarımı yazıldığı yıllarda, Şeyh Bedreddin halk hareketi başlamıştı ve buna benzer bir sistemi kanla ve canla uygulamaya koymayı amaçlayan bir büyük kavga yürütülmekteydi. Acaba kim kimden esinlenmiş, etkilenmiş? Kuşkusuz, etkileşim karşılıklı olmuştur.

    Şeyh Bedreddin'in önderliğindeki bu büyük eylem yenilgi ile sonlandı, Bedreddin asıldı. Gemistos Plethon ise, ölümünden sonra patrik Gennadios tarafından “din sapkını” ilan edildi ve kitapları yakıldı. Bununla da kalınmadı, cesedi yirmibeş yıl sonra Mistra'da gömülü bulunduğu kiliseden çıkarıldı ve yakıldı. İki dostun kader ortaklığı!





    8........BÖLÜM wwww.turnadergisi.de


    [email protected]


    [email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Şeyh Bedreddin Astrabadlı Fazlullah'dan Ders Aldı mı?

    Astrabadlı Fazlullah (1339/40-1393/94) , Alevi ozanlarının deyiş ve nefeslerinde sık sık işlendiği gibi, Alevi tapınmalarının en önemli toplumsal ögesi olan Dar’da simgeleşmiştir. Alevilikte Fatıma Ana, Mansur ve Nesimi gibi Fazlı da (Fazlullah) bir Dar piridir ve adıyla çağrılan Dar çeşidi vardır. Talip, Fazlı Darı'na durup musahib olurken “Fazlıgibi hançer ciğerimde...” der.

    Fazlullah şeriatı dışlamıştı ve Ortodoks İslamın dinsel buyrukları onu kesinlikle bağlamıyordu. A. Gölpınarlı'nın Hurufilik Metinleri kitabında yazdığı gibi, zaten “Batıni inanç geleneğini sürdüren, yani – onun söylemeye dili varmadığı –İsmaili bir aileden geliyordu.” (A. Gölpınarlı, agy,s.5) Cavidanname, Mahabbatname ve Arşname adlı yapıtlarında inançlarını, düşünce yöntemini dile getirmiş ve bunların siyasetini yapmıştır.

    Şeyh Bedreddin'in gençliğinde tanımış ve çok az bir süre ders almış olduğu anlaşılan Fazlullah, Tebriz'de 1386'da ortaya çıkmış. İlk önce yedi halifesiyle inancını yaymaya başlamış; mevcut şer'i buyruklara, yani şeriatın egemen olduğu yünetimlere başkaldıran propaganda gezileri yapmış. Tebriz, Tohçu, Isfahan, Şiraz, Damgan vb. kentlerde ünü yayıldıkça şeriat düzenini sarsmaya başlamış. Halifelerinden Mir şerif Beyan ül-Vakıadlı yapıtında, kısa sürede 400'e ulaşan halifesinin gece ve gündüz Fazlullah'la birlikte bulunduklarını yazar. Bunlar arasında Seyyid Nesimi üçüncü sıradadır.

    Fazlullah'ın düşünceleri kısa zamanda geniş taraftar bulmuş. Kendisine bilginler, seyyid ve hatta beylerden birçok kişilerin mürit olduğunu ve müritlerine “Dervişan-ı helalhor u rast-duy” yani “helal yiyen ve doğruyu konuşan dervişler” denildiğini Habname’ öğrenmekteyiz. Şu halde Fazlullah Hurufi’nin arzu ettiği, haram yenmeyen, emeğin sümürülmediği ve doğruluk üzerine kurulacak bir düzendir.

    Yıkılan İlhanlı'ların yerine Azerbaycan topraklarında güç kazanan Celayiroğullarıve Karakoyunlu feodallerinin koğuşturmalarına uğrayan Fazlullah, bir süre sonra Timur'un hışmına uğrayacaktır. Çünkü kitleleri peşinde sürükleyen, düzeni eleştiren ve giderek ünü artan bir lider olarak sultanları, hanları ve beyleri korkutmaktadır. Üstelik koyu bir şeriatçı olan Timur Alıncak kalesini zaptederken, Hurufiler büyük direnç göstermişlerdi. Fazlullah'ın 400 halifesiyle ülkenin dürt bucağında gezmesine ve ezilen halk yığınlarını şeriatdışı, muhalif düşüncelere çekmesine Timur göz yummadı.

    Fazlullah, oğlu Miranşah tarafından yakalattırılmış, Timur'un huzuruna gütürülmüş ve Şeyh İbrahim adındaki kadının verdiği fetvayla hançerle katledilmiş, cesedi ayağına ip bağlanıp sokaklarda sürüklenmiş ve bir kenara atılmıştır (1394/5) . Parçalanmış cesedi inananları tarafından götürülüp Alıncak'da gümülmüştür. Fazlullah'ın inanç yöntemi, harfler ve hatlarla dinsel buyrukları değiştirmek ve inancının aslı insan-Tanrı birliğidir.

    Hurufi inanç sistemini şöyle özetleyebiliriz:

    Varlığın ortaya çıkışı sesledir. Ses canlılarda eylemsel, cansız varlıklarda potansiyel güç olarak mevcuttur, yani cansız birşeyi bir diğerine vurduğunuzda, cinsine göre özündeki ses duyulur. Canlılarda ise irade-istemle ses meydana çıkar ve süzcükler oluşur. Bunlar da harf aracılığıyla olur. Dünya tanrı varlığının tecellisidir ve bu yedi hat içinde insan yüzünde belirmektedir. İnsan yüzü en mükemmel Kuran'dır.

    Hurufilik, namazı, orucu, hac ve zekatı ve diğer bütün şeriat hükümlerini harflere indirgeyerek, bunların da insanda mevcut olduğunu kabul edip, dinsel hükümlerin uygulanması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Harf gizemciliği olarak tanımlayabileceğimiz Hurufilikte insan tanrının kendisidir. Evren mutlak varlığın zuhurudur (ortaya çıkışı, açınımıdır) . Bu zuhur, güçler aleminden doğaya, nesneler alemine gelmiş. Göklerle dört unsurun (hava, toprak, ateş, su) birleşmesinden canlılar, cansızlar ve bitkiler oluşmuştur.

    Hurufilikte ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına inanılır. Ölüm birleşikliğin-tümelliğin basite, ayrıntıya dönüşmesidir. Yeniden aynı hale gelinemeyeceğinden dirilme olamaz.

    İnsan bu dünyada 32 harfin (Fars alfabesi 32 harftir) gizemine erdiğinde kendisinden tüm dinsel teklifler kalkar. Fazlullah onların dinsel hükümler karşısındaki tüm sorumluluklarını üstüne almış, namazlarını kılıp, oruçlarını tutmuştur. Hurufiler “dünya bize cennettir, cennette ibadet görevi olmaz” demektedirler.

    Fazlullah'ın inanç ve görüşlerinden “harfleri” kaldırınca, onun inanç sistemi ile Şeyh Bedreddin’in maddeciliği ve yazının sonunda örneklemelerini vereceğimiz Varidat’taki düşünceleri arasındaki büyük benzerlikler, ortak noktalar rahatlıkla farkedilecektir.

    Öyle sanıyoruz ki, Şeyh Bedreddin'in Kahire'ye dönüp bir-iki yıllık bocalamadan sonra, ölen şeyhi Ahlati'nin makamında da 6 aydan fazla oturamayıp gizlice Mısır'ı terketmesinde, İsmaililik ve özellikle Hurufilikten bu büyük etkilenmenin çok büyük payı vardı. Aynı yıllarda Kaygusuz Abdal Sultan’ın da Kahire’de bulunduğunu anımsatalım.

    Gerçekte Şeyh Bedreddin Baba İlyas-Baba İshak ve Hacı Bektaş Veli çizgisi üzerinde yürümüş. 1390’lı yılların başlarından 1410'a, yani Musa'nın kazaskeri oluncaya dek Şam, Halep'den Tebriz'e ondan sonra, Orta, Güney ve tüm Batı Anadolu'da yaptığı gezilerle toplumsal devrimci kişiliğini kazanmıştı. Alevi halk yığınlarının arasında Baba İlyas-Baba İshak başkaldırı geleneğinin bayrağını kapmıştı. Hiç kuşkusuz ki Bedreddin, İslam tarihi içerisindeki tüm batıni Alevi halk hareketleri; Orta Asya’da, İran-Azerbaycan ve Irak’ta yükselen Mazdekizm, Babek-Hurremi, Karmati toplumsal başkaldırını ve yarattıkları ortakçı-üleşimci halk yönetimlerini de çok iyi incelemişti. 4

    4 Bu toplumsal başkaldırı ve yönetimlerin genişçe incelendiği “İnanç, Düşünce ve Siyasal Tarih Bağlamında Alevilik” kitabımıza bakılabilir.




    ŞEYH BEDRETTİN VE BİZANS DÜNYASI

    Şeyh Bedreddin'in padişaha karşı kıyamla ilgisi olmadığını ileri süren torunu Hafız Ali'nin yazdığı Menakıbname’ye göre Şeyh Bedreddin'in annesi Dimetoka beyinin kızı olup, babası Gazi İsrail onu kentin fethinde savaş ganimeti olarak almıştır. Öte yanda, Şeyh Bedreddin'in doğum tarihinde (Hicri 760/1357-8) tam bir görüş birliği içinde olan tarihçi ve araştırmacılar, Dimetoka'nın Osmanlılarca alınış tarihine dikkat etmeden, bu kalenin Bizans beyinin Kızını Bedreddin'in anası kabul etmekte sakınca görmemektedirler.

    Dimetoka (Didymoteikhos/Didumoteicos) , Osmanlılarca ele geçirildiği 1361-62'ye kadar Türklerin en az iki kez saldırısına uğramış, yağmalanmıştır. Şeyh Bedreddin ise, Dimetoka'nın alınışından 3-4 yıl önce doğmuştur. Demek ki, Osmanlıların kenti ele geçirişine bağlanırsa, Bedreddin'in Anası beyin kızı olamaz. Öte yandan bu kadın gerçekten Dimetokalı bir Hıristiyan kızıdır. İ. H. Uzunçarşılı ve G. Ostrogorski'nin Dimetoka'ya ilişkin verdiği bilgiler ışığında diyebiliriz ki, Bedreddin'in dedesi ve babası daha önceki savaşlara katılmışlardır. Ailenin Trakya'ya gelip yerleşmiş olması da mümkündür.

    Dimetoka (Didymoteikhos) önemli bir Bizans kentidir. Kantekuzenos 1341 yılında burada kendini imparator ilan ettirip, yıllarca sürecek olan içsavaşı bu kentte yayınladığı bir bildiri ile başlattı. Ancak kısa bir süre sonra kent imparator V. İoannes'in müttefiği Sırp kralı Stephan Duşan'ın eline geçti. 1343 yılı başında kenti, Kantekuzenos'un dostu ve müttefiği Aydın emiri Umur Paşa, onun adına geri aldı. Kent bu başarının bedeli olarak Türk birliklerince yağmalandı. (G. Ostrogorski, Bizans Devleti Tarihi, Ankara 1981, s.471-479) Ancak 1352 yılında Türkler bir kez daha geldiler. Kantekuzenos'un kızıyla evlenmiş olan Sultan Orhan, yardım isteyen bu dost ve müttefikine oğlu Süleyman'ın komutasında 10 bin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvet V. İoannes'in müttefikleri olan Sırp ve Bulgar krallarını Dimetoka civarında yapılan savaşta yendi, kent bir kez daha Türk yağmasına uğradı.

    Menakıbname’de Süleyman Paşa ile gelip savaşlara katıldıkları belirtildiğine göre, Şeyh Bedreddin'in dedesi ve babasının, Kantekuzenos için gelen bu kuvvet içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Ama bu savaş Dimetoka'nın fethi değildi. Osmanoğulları henüz Trakya ve Balkanlarda fetih seferleri yapmaya hazır duruma gelmemişlerdi. Bunlar, bölgeyi tanımak, Bizans aristokratlarının, büyük toprak ve malikane sahiplerinin temsilcisi Kantekuzenos'un, başkaldırmış halk yığınlarını (zelotları) ve onlara yardım eden güçleri ezmesine yardım için yağma, ücret ya da toprak karşılığı yapılan savaşlardı.

    Bizce Gazi İsrail, Hafız Ali'nin ileri sürdüğü gibi Dimetoka beyinin kızını değil, ama 1352 yılındaki savaş sırasında Hıristiyan tutsaklardan payına düşen sıradan ve halktan bir kızı (Melek) kendine eş aldı. Bedreddin, 6-7 yıl sonra, Gazi İsrail Simavna kadısıyken doğdu.

    Dimetoka Osmanlıların eline bu savaştan tam on yıl sonra geçti. Sultan I. Murad 1363'lerde sarayını Dimetoka'ya, 1365'den itibaren de Edirne'ye taşıyıp, burayı başkent yaptı. (G. Ostrogorski, agy,s.493) Kadı İsrail Edirne'ye yerleştiğinde Bedreddin 7-8 yaşında olmalıdır.



    7.....BÖLÜM www.turnadergisi.de

    herşey inançları özgür yaşamak için
    [email protected]


    [email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Şeyh Bedreddin ve Hurufilik (Harf Gizemciliği)

    Yaşamının on-onbeş yılına sığdırdığı sosyal bilinçlenme, düşünce ve eylem adamı olma sürecinin başlarında, ilk etkilendiği kişinin Fazlullah Hurufi olabileceğini düşünüyoruz. Ne fıkıha ilişkin yapıtlarında ne de Varidat’da Fazlullah'ın adının bulunmaması önemli değildir. Fazlullah'ın düşünce ve inancı ile Bedreddin'in oluşan düşünceleri arasında önemli bir yakınlık vardır. Üstelik, Menekıbname’sinde bazı ipuçları bulunmaktadır.

    Şeyh Bedreddin, şeyhi Hüseyin Ahlati'nin isteği Doğu'ya seyahata çıkıyor. Timur'un Irak ve Suriye üzerine ilk seferinin (1393) ardından, Şeyh Bedreddin Sultaniye'ye ve arkasından Tebriz'e gidiyor. Torunu Hafız Ali, Menakıbname-i Şeyh Bedreddin İbn Kadıİsrail’de onun Yıldırım'a ihanet edip Timur tarafına geçen askerlerle konuştuğunu söyleyerek bu seyahati Ankara Savaşı'ndan sonraya almış. (A.Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, s.109)

    Bizce bu doğru değil. Kanaatımıza göre Şeyh Bedreddin, Astrabadlı Fazlullah Hurufi'nin öldürüldüğü ve Hurufilerin çok sıkı bir biçimde koğuşturulduğu yıllarda (1393-1394) Tebriz çevresinde bulunmaktaydı. Fazlullah ya da müritleriyle tanışmış, konuşup tartışmış olabilir. En azından Fazlullah'ın yapıtlarından bazılarını okumuş olmalıdır.

    Yalnız onlarla değil, Bedreddin, Fazlullah Hurufi’yi kendilerinden sayan İsmaili dai’lerle ilişki kurmuş olmalıdır. Çünkü Fazlullah’ın kenti Astrabad’da ve bölgenin dağlık ve kırsal alanlarında, çok sayıda İsmaililer yaşamaktaydı. Timur 1393 yılında, Hazar denizinin güney kıyıları boyunca uzanan Tabaristan'ın ana kenti Amul'daki ve de Mazandaran'ın kuzey sınırına bitişik Jurjan (Curcan) eyaletinin kenti Astrabad'daki kalabalık İsmaili nüfusunu silip süpürdü. 1393 mayısındaki İran seferi sırasında, Hamdan'dan İsfahan'a giderken, yoksul İsmaililerin yaşadığı Anjudan'da birkaç gün geçirdi. Askerleri birçok İsmailiyi vahşice boğazladılar ve mallarını mülklerini talan ettiler. Şarafuddin Ali Yazdi'nin (ölm. 1454) Zafar-nama'de (1.vol., s. 577) yazdığına göre,

    “Anjudanlı İsmaililer, yeraltındaki tünellerde saklanıp korunmayı denemişlerdi. Fakat, onların büyük bir kısmı, Timur'un askerleri tarafından tünellere su salınınca, canlarını yitirdiler.”

    Dönemin İsmaili İmamı İslam Şah, Hüccet(baş Dai) ve Dai’leriyle Anjudan’da gizleniyordu. Timur’un gelişinden az bir süre önce Şehr-i Babek’e, diğer adıyla Kahek’e geçerek orada gizli karargahını kurdu. Demek istediğimiz Bedreddin’in Azerbaycan-İran gezilerinde, kendilerine hem Şiiler hem de Sünniler düşman olduğu için derviş kılığında ve hurufiler adıyla halkın arasında dolaşan İsmaili dai’leriyle görüşmemiş olması olasılık dışıdır.

    Timur’un bu ölümcül koğuşturmaları sırasında Azerbaycan'dan kaçan Hurufi ozanı Seyyid İmadüddin Nesimi, Anadolu'da saklandığı Aleviler arasında inançlarının propagandasını yapmaktadır. Onun Anadolu'da kaldığı yıllarda (1394/5-1404) , Şeyh Bedreddin de Anadolu'yu bir baştan bir başa gezmektedir. Karşılaşıp karşılaşmadıkları bilinmiyor. Ama birbirlerini tanımadıklarını da düşünemiyoruz.

    Hacı Bayram Veli ile karşılaşmak isteyip de kabul görmemiş olduğu söylenen Seyyid Nesimi'nin, Şeyh Bedreddin'le karşılaşmak ve birlikte yol yürümek istememesi, ona olan kırgınlığına bağlanabilir. Bu kırgınlık Bedreddin'in, Asrabadlı Fazlullah Hurufi ve yandaşlarının kırımına tanık olmasına rağmen, Timur'un huzuruna çıkıp, onun övgülerini almış olduğu söylentilerinden kaynaklanabilir.

    Menakıbname-i Şeyh Bedreddin’de anlatıldığına göre, koyu bir Şii şeriatçısı olarak bilinen Timur, Şeyh Bedreddin'i şeyhülislam yapmak istediği gibi, damadı olmasını da arzu etmiş. Ama o bunları kabul etmeyip, şeyhi Ahlati ile buluşmak üzere, Sultaniye'yi gizlice terketmiştir. (A.Gülpınarlı, agy, s.109-110) Bize göre Şeyh Bedreddin, kendisini kıskanan ve gözden düşmüş ulemadan birileri Timur'a, onun Fazlullah ya da Hurufilerle ilişkisi olduğunu gammazladığı için kaçıp canını kurtarmış olmalıdır. Çünkü bu konudaki verilen bilgilere bakılırsa, Şeyh Bedreddin Timur’un huzurunda dinsel bilimler ve fıkıh üzerine yaptıkları tartışmalarda, Timur’un ulemasına üstün gelmiş ve onları çok zor durumlara sokmuştur.

    Gerek Şakayik ve gerekse Menakıbname-i Şeyh Bedreddin’de Bedreddin'in Konya'da Feyzullah adında birinde okuduğu kaydedilmektedir. A. Gölpınarlı bu kişinin Fazlullah olabileceği varsayımını, “Bedreddin'in Varidat’ında Hurufiliği okşar küçücük bir ima dahi yoktur” diye reddediyor. Biz bu yargıyı doğru bulmuyoruz. Feyzullah adındaki bu kişi Fazlullah niçin olmasın? Hafız Ali dedesini savunmak ve korumak için Fazlullah yerine Feyzullah kullanımını tercih etmiştir. Ayrıca, menakıpname yazarlarından modern tarihçi anlayışı bekleyemeyiz. Kaldı ki, Hafız Ali'nin Menakıb-i şeyh Bedreddin’i yazdığı yıllarda (1455-1460) Hurufiler, rafızi ve mülhid (sapkın, dinsiz) görülerek koğuşturulmakta ve yakalananlar diri diri ateşe atılıp yakılmaktadır. (A.. Gölpınarlı: Hurufilik Metinleri Katalogu. Ankara 1989: 81-83) Dedesinin ayaklanmaya katılmadığını ispat etmeye çalışan (?) yazar, hiç açık açık Hurufi önderinden söz edebilir mi?

    Buna karşılık Hafız Halil'den yaklaşık yüzyıl sonra, bu konuda onun yazdıklarından yararlandığı anlaşılan, Taşköprülüzade'nin Şakayık-i Numaniye’sinin Mecdi Efendi çevirisinde şöyle yazılıdır: “Konya'da Mevlana Fazlullah'ın talebelerinden Feyzullah'dan bazı ulvi ve ilm-ü nahvi (Harf ilmi) dört ay kadar tahsil üzere oldu.” (Aktaran Necdet Kurdakul, agy., s.45)

    Ayrıca son yıllarda yazılan ve dört Arapça Varidat elyazmasını karşılaştırarak Fransızca doktora tezi hazırlamış olan Prof. Dr. Bilal Dindar, bu kişinin kesinlikle Hurufiliğin kurucusu Fadl-Allah (Fazlullah) olduğunu savunmaktadır. (B. Dindar: Sayh Badr Al-Din Mahmud et Ses Varidat, Ankara 1990: 19-20, dipnt.2)


    6.BÖLÜM..... wwww.turnadergisi.de

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Şeyh Bedreddin'de Devrimci Düşüncenin Kaynakları

    Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin yukarıda uzunca anlattığımız gibi iyi bir fıkıhçı ve şeriat bilgini olarak yetişip, yapıtlarıyla döneminin İslam dünyasında büyük ün kazanmıştı. Ancak onun 1407'lerde Varidat (İçe Doğuşlar) ile Sünni şeriat düzeninin tam karşısında yer aldığını görüyoruz.

    Şeyhi ve bacanağı mutasavvıf Hüseyin Ahlati'nin tekkesinin başındayken 1397'de gizlice Kahire'den ayrılmasından on yıl geçmiştir. Daha önceki doğu gezilerini de sayarsak, bu yıllar onu Halep, Şam, Tebriz, Sultaniye, Tokat, Karaman, Aydın, Tire, Ege adalarıve birçok Trakya kentlerini dolaşırken, Batıni-Alevi somutundaki kazanımlarıyla Varidat çizgisine ulaştırmıştır.

    Yaşamının bu önemli diliminde Şeyh Bedreddin, İslam şeriatı dışındaki dünyanın insanlarını tanımıştır. Gezdiği bölgelerin yoksul halk yığınlarıyla yüzyüze gelmiş; onların yaşadığı ve yüzyıl önce Yunus'un “gitti beyler mürveti, yediği yoksul eti içtiği kan olmuştur” diye tanımladığı zulüm ve baskı düzenini yakından tanımıştır. Ayrıca Timur'un devlet olma yolundaki Osmanoğulları'na vurduğu büyük darbe ile Anadolu'yu ezip geçmiş olmasından kaynaklanan siyasal ve toplumsal kargaşayı, kaosu görüp yaşamıştır.

    Varidat’ın Arapça kaleme alınmış olması, Bedreddin'in içinden geldiği şeriatı karşısına alıp İslam ulemasıyla yüksek düzeyde tartışmaya girmek ve yandaşlar sağlamak düşüncesinden kaynaklanmış olabilir. Karaburun'dan başlayarak, Alevi Türkmen, Rum ve Yahudi yoksul halk yığınlarını büyük eyleme geçiren öge Varidat’ın dili olmamıştır. Başta Bürklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal olmak üzere, müritlerine sözlü öğretip telkin ettiği komünistik fikirler, çoğunluğun ortak konuştuğu dille, Türkçe ile taşınmıştı.

    Şeyh Bedreddin'in bize ulaşan fikirleri, Varidat yoluyla değil, çağdaşı ve sonraki Osmanlı tarihyazıcıları, şeriat fetvacıları, Sünni İslam bilginleri ve Bizans tarihçileri aracılığıyla gelmiştir. Demek ki, Arapça yazılmış olan Varidat da amacına ulaşmıştır: Kimi İslam bilginlerine güre yüksek düzeyde bir din kitabı, kimilerine güre dinsizlik! ..

    Şeyh Bedreddin'in, dünya malının bütün insanların eşit olarak yararına sunulduğu; “kadınlar dışında, yiyeceklerin, giyeceklerin, evcil hayvanların ve toprağın tümünün ortak malı olduğu, herkesin herkesinkini kullanabileceği” biçimindeki (Dukas'ın tanımlamalarına güre) ve de büyük arazi ıslarının, yani büyük beylerin, tımarlı sipahilerin mallarının ellerinden alınıp eşit olarak herkese dağıtılmasını öngüren düşüncelerinin kaynaklarınıve dönemin olaylarını, düşünsel gelişmeleri bir gözden geçirelim.

    Bunun için, yüzlerce yılın dinsel, düşünsel ve sosyal mücadeleler tarihini inceleyip örnekler aramak gerekli değildir. Yanıbaşlarındaki Bizans'ta çağdaş toplumsal olayları, kiliseye karşıt inaçları, hümanist filozofları ve yapıtlarını ve yine Ortodoks İslam dünyasının adlandırmasıyla çağdaş mülhidlerini (dinsizlerini) incelemek yeterince fikir verir.

    Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Grekçe (anasının dili) bilen Şeyh Bedreddin, bu dillerdeki yazılı kaynakları okuyup inceleyebilmiştir. Ve büyüdüğü çevrede (Simavna, Dimetoka ve Edirne) destanlaşmış birçok toplumsal başkaldırı olayları, onun çocukluk günlerinin ninnileriydi.



    5.BÖLÜM...... WWWW.TURNADERGİSİ.DE

    PATİ[email protected]
    PATİ[email protected]
    PATİKA@LİVE.NL

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Aynı Zamanda Çağını Aşmış Bir Batıni-Alevidir, Bedreddin Mahmud

    Elimizde tasavvuf konularında, Şeyh Bedreddin'in olduğu kesinlikle bilinen yapıtlar vardır. Bu yapıtlarda adınıanmış olduğu mutasavvıfları tanıyoruz.

    İ. Zeki Eyüboğlu Bedreddin'in ilk el aldığı Seyyid Hüseyin Ahlati'den pek etkilenmiş olduğunu kabul etmezken, Abdülbaki Gülpınarlı, “Ahlati'nin kimya ve hekimlikle uğraştığı bilindiğinden, Varidat’ın akla dayalı bir yapıt olmasında büyük etkisi olduğunu söyleyebiliriz” demektedir. (A. Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu şeyh Bedreddin. İstanbul l966: 4-5)

    Eyüboğlu, Bedreddin'in tasavvufi gürüşleri üzerinde Gazali ve Muhyiddin-i Arabi'nin etkilerinden söz etmektedir. Gazali'de düşünce düzeninin odak noktası haline gelen sezgi (keşf) ve gönül, Şeyh Bedreddin için de gerçeğe varmanın iki yoludur. Gazali ile us konusundaki gürüşleri birse de yaratılış, yaratan ve evren konusunda farklıdırlar. Bedreddin'in onun İhya-yıUlum ve Kimya-yı Saadet kitaplarını eleştirdiği görülür.

    Muhyiddin-i Arabi'de tek gerçek varlık Tanrıdır, yaratılış ve yoktan varoluş yoktur. Tanrıda özünden ortaya çıkış (zuhur, südur) vardır. Tanrının görünüm alanına çıkması evreni ve onu dolduran varlıkları oluşturur. İnsanla Tanrı özdeştir. Sezgi, bir içe doğuş ve tanrısal gürünüştür. Ölüm ruhun gövdeden ayrılmasıdır, ama yok olması değildir. Herşey Tanrı görünüşü olduğundan yok oluş düşünülemez.

    Muhyiddin-i Arabi'nin bu düşünceleri genelde “tanrı-insan-evren” üçlüsü üzerinde yoğunlaşır. Şeyh Bedreddin, daha somut ve kesin olması dışında tasavvufta Muhyiddin-i Arabi ile eş düşünce ortamındadır. Muhyiddin-i Arabi'nin Fususü'l-Hikem'ine yazdığı yorum, bir bakıma tasavvuf çizgisindeki aşamaları gösterir. Ama gerçekte Bedreddin, bu çizgisini Halep, Tebriz, Tokat, Karaman, Aydın, Tire, Ege adaları, Edirne ve Balkanlara kadar uzatıp Batınilik-Alevilik

    somutunda son aşamaya ulaştırmıştır.

    İbni Arabşah'ın onun için, “bilimler alanında bütün arkadaşlarından üstün olarak yurduna döndükten sonra sufi oldu” demesi, onun batıni yönünün eleştirisiydi. Bedreddin, zamanında Konya'da çok büyük ünü olan Mevlana'dan, hiçbir yazısında ve tek bir sözcük etmemiştir.(2) Buna karşılık Bedreddin'in Yunus Emre'nin şiirlerini okuduğu, derin bir sezişle dinleyip duygulandığı biliniyor.

    Şeyh Bedreddin'in 1407 yılında yazmış olduğu Varidat (malvarlığı, zenginlik değil; akla gelen şeyler ya da içe doğuşlar anlamına gelir) , kimilerine göre yüce bir din kitabı ve kimilerine göre ise bir dinsizlik kitabıdır. Üç çarpıcı örnekle Osmanlı din adamlarının Varidat’a ve yazarına nasıl baktıklarını görelim:

    İskilipli Halveti Muhyiddin Muhammed (ölm. 1516) Hakıykat ül Hakayik adını vermiş olduğu, Varidat’ın açıklamasını (şerh-i Varidat) yaptığı kitabının başında özetle şunları söylemektedir:

    “Bu risaleyi Peygamber şeriatının güneşi, Mustafa yolunun Bedr'i (ayı) ... Hakkı bilen, gerçeği gerçekleştirmiş erenlerin seçkini, olgunluğa irmişlerin en olgunlarının en olgunu... Allaha mensup bilginlerin tam inanç gerçeğine varanların sultanı, hak, şeriat ve takva ve dinin Bedr'i yazmıştır. Allah aziz sırrını kutlasın.” (Abdülbaki Gölpınarlı: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, s.42)

    Osmanlı Şeyhülislamlık makamını Kanuni, II. Selim ve III. Murad zamanlarında tam 28 yıl işgal etmiş, Kızılbaş kanına doymayan Ebusuud Efendi -ki Muhyiddin Muhammed'in oğludur- 1548 yılındaki fetvalarında ise, babasının yüzde yüz karşıtı bir görüş içinde Bedreddin ve yapıtını mahkum etmektedir:

    - “Soru: Şeyh Bedreddin Simavi ki Varidat yazarıdır; Bedreddin yandaşlarına küfür ve lanet etmeyen kafirdir, diyen birine ne yapmak gerekir? ”

    - “Cevap: Aslında, Bedreddin yandaşı olanlar kafirdir, demek doğrudur. Ama, diğer kafirlerin olduğu gibi bunların da adını anmayıp, lanet etmeyen kendi halindeki Müslümanlar kafir olamaz.”

    - “Soru: Bedreddin yandaşlarından, yani Simavilerden bir bölük insan şarap içip, izinle birbirlerinin karılarını kullansalar, bunlara ne yapmak gerekir? ”

    - “Cevap: Derhal öldürülmeleri gerekir.”

    - “Soru: Bir kişi; 'kim Şeyh Bedreddin dervişlerini evinde konuk ederse onu cezalandırıp, ayrıca cürüm parası almak gerek' dese bu uygulama dine uyar mı? ”

    - “Cevap: Konuk olan kötü Simavi yandaşıysa uyar.” (Rıza Zelyut: Osmanlı’da KarşıDüşünce ve İdam Edilenler, s.40-41)

    Kısas-ıEnbiya yazarı Cevdet Paşa, 1850'lerde Osmanlı Şeyhülislamı Arif Hikmet Bey'in, Varidat’ı nerede bulursa ucuz-pahalı satın alıp yaktığını anlatmaktadır. (Aldülbaki Gülpınarlı, agy, s.50) Öyle ki, gözüm açık yazıcılar Arif Hikmet beye satmak üzere uyduruk Varidat’lar yazmışlar.

    Varidat’da, Bedreddin'in savunduğu adına uygun ileri sürülen nitelikte bir toplum düzeninden söz edilmez. Bugüne ulaşan yapıtlarında malda, toprakta mülkiyetin kaldırılıp, ortaklaşa kullanılmasını açıkça belirleyen cümleler yoktur. Ama öte yandan Şeyh Bedreddin'in komünistik düşünceler doğrultusunda vaazlar verdiğini, mal konusunda ortaklığı benimsediğini, ona bağlananların ve özellikle Börklüce Mustafa'nın olduğu söylenen konuşmalardan çıkaran kaynaklarda, bu konuda tam birlik vardır. Çağdaş Bizans tarihçisi Dukas'tan, Ebusuud Efendi'ye değin birçok kimse, Şeyh Bedreddin'in ve yandaşlarının ortakçılığı önerdiklerini açık açık yazar.

    Varidat’da sistematik bir anlatım düzeni bulunmamaktadır. Kitap, sohbet toplantılarında yapılan konuşma ve açıklamaların, o anda akla gelmiş gözlemlerin, nakillerin derlenip yazılmasından oluşur ve Arapçadır.

    Varidat (İçe Doğuşlar) , yazarının çağını aşan, yeni ve şeriata aykırı sayılan düşünceleri içermektedir. Yapıtta yaratılış, insan, tanrı, evren, diriliş ve yargıgünü, cennet, cehennem, ölüm ve ölümsüzlük, düş, cinler ve melekler vb. soyut konular işlenmiş, karşılıklar aranmış ve onlarla ilgili düşünce ve yorumlar ortaya konmuştur. Sorunlar üzerinde dururken İslam dininin uygun görmediği bir bakış açısı benimsenmiştir.

    R.Yürükoğlu bunun açıklamasını şöyle anlatıyor:

    “Varidat’da öne sürülen düşünceler, Babai-Bektaşi düşüncesinin, kendi mantığı içerisinde ilerletilmesidir. Bedreddin'e göre insan Tanrıya en yakın varlıktır. Tanrı, insanın özündedir. Bu nedenle insan Tanrı, Tanrı insandır. İnsanla, doğayla Allah arasında hiç fark gözetmeyen bu düşünce, panteizmin en gelişmiş, ateizmle buluşmuş biçimidir.”

    “Tanrı yaratıcılığı, ‘yoktan var ediş’ değil, Tanrı özünden dışa taşmadır... Tüm nesneler, türlerine, niteliklerine göre sıralandıkları evrende bir bütün oluştururlar. Bu bütün Tanrıdır.”

    “Bir nesnenin yapısında olmayanı Tanrının istemeye yetkisi yoktur..”.

    “Bedreddin'e göre ölümden sonra dirilme yoktur. Çünkü tüm aşamalar cisimler aleminde toplanmıştır. 'Cisim ortadan kalkarsa ne ruhlardan, ne de soyut varlıklardan iz kalır' der.

    Bu anlayışa göre doğuş başlangıç, ölüm sona eriştir. (Burada M. Arabi'den tamamıyla ayrılır-İ.K.) Cennet ve cehennem, bu dünyadaki iyi ve kötü davranışların, ruhlardaki acıya da tatlı etkileridir.” (R.Yürükoğlu: Okunacak En Büyük Kitap İnsandır. 4.basım, İstanbul 1994: 245

    4.BÖLÜM..... WWW.TURNADERGİSİ.DE

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    İslam Fıkıhçısı Şeyh Bedreddin Mahmud

    Günümüze kalan yapıtlarından anlaşıldığına göre almış olduğu eğitim Şeyh Bedreddin'i çağının önemli bir şeriat bilgini yapmıştır. En önemli yapıtı Camiü'l-Fusuleyn İslam hukuku üzerinedir. Nejat Birdoğan bu yapıttan şöyle bir alıntı veriyor:

    “Dünyada kutsallık yoktur. Kutsallık sadece Tanrı'dadır. Onun yarattığı herşey, her nimet insan içindir. Toprağın tek ıssı Tanrı'dır. Rumeli'nde bol bol görülen malikane ısları yüzünden insanlar bu nimetten mahrum bırakılamaz.” (Kavga, Sayı14)

    Bedreddin, Kuran'ın öngürdüğü, ama hiçbir zaman şer'i yorumlarla uygulanmamış bu ölü ilkelerin yaşama geçirilmesinin insana mutluluk vereceğini ve bunun da birkaç beyin elinde bulunan Rumeli topraklarının halkın eline geçmesiyle mümkün olacağını vurgulamaktadır.

    Bedreddin'in, Edirne'de Kazaskerliğe (Kadıasker) atandıktan sonra ilk olarak, bir çeşit Medeni Kanun sayılan, Camiü'l Fusuleyn’i hazırlamış olduğu görülmektedir. 1413 yılında on ay içinde tamamladığı bu eseri, bu yüksek görevi sırasında kullanmak ve zamanın yargıçlarına bir kolaylık olmak üzere hazırlamıştır. Özellikle birinci bölümünde, zamanın yargıçlarına hitabettiği kısmı Türk Hukuk Felsefesi yönünden büyük önem taşımaktadır. Burada ortaya koyduğu hukuk ilkeleri, kendisinden dörtyüz yıl sonra hazırlanmış (1869-1876) , “Mecelle-i Ahkam-ı Adliye”den çok ileridedir. (Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin. İstanbul 1977: 146-147)

    Camiü'l Fusuleyn’de Bedreddin, yargıcı, iskolastik hukuk çıkmazından kurtararak aydın bir dünyayı işaret etmiş ve şöyle demiştir:

    “Mademki, bir yargıç kendi reyinin, başkalarının fikir ve içtihadına değil gerçeğe uygun olduğuna kanidir; ona kendi reyiyle hükmetmek vacip olur. Gayrının reyiyle hüküm vermek nasıl helal olur ki...”

    Görülüyor ki, bu noktada Bedreddin yargıcı, ne Kadıasker'in ve ne de Sultan'ın buyruğuna bağlı kılmıştır. Onu kendi görüşü ve ferasetiyle başbaşa bırakmıştır. Bedreddin'in bu hukukta bağımsızlık ve özgürlük ilkesini çağımızda dahi gözlemek olanağına sahip değiliz. (Necdet Kurdakul: Bütün Yönleriyle Bedreddin, s.149-150)

    Kendisi iyi tanıyan İbni Arabşah'ın “bilimsel yeteneğini deniz gibi sonsuz buldum, üzellikle fıkıhta...” dediği Bedreddin'in fıkıh konularını işlediği iki yapıtı daha vardır: Letaifü'l İşarat ve Kitabü'l-Teshil.

    Bunlardan Teshil her iki hukuk kitabının açıklaması ve yorumu durumundadır. Nuru'l Kulub ise Bedreddin'in Kuran tefsiri alanında yazdığı tek kitaptır. Ukudü'l- Cevahir ve Çeragü'l- Fütuh adlı yapıtları Arab dili kuralları ve sözdizimi üzerinde yazılmış medrese ders (sarf-nahiv) kitaplarıdır.

    Menakıbname-i şeyh Bedreddin’de verilen sıraya göre Letaif-ül-İşarat, Ukudü'l- Cevahir’den sonra, Bedreddin tarafından ikinci eser olarak hazırlanmıştır. Kitabın kendisi günümüze ulaşmamış, ancak Teshil’in önsözünde verilen bilgiden anlaşıldığı üzere, Cami'ül- Fusuleyn gibi bir yasa kitabı değil, hukuk bilimiyle ilgilidir. Yani Fıkıh'ın (İslam Hukuku) hem ahirete ilişkin hükümlerini hem de dünya işlerine ait kuralları konu olarak almıştır. Şeyh Bedreddin özellikle Teshil’i, başında söylediği gibi, Letaif ül-işarat adlı hukuk kitabını anlamak okuyanlara güç geldiği için, bir yorum ve açıklama kitabı olarak yazmıştır. İçerisinde bine yakın hukuksal sorunlar zikretmiş ve açıklamasına girişmiştir. (Necdet Kurdakul, agy, s.150-152)

    Bu yapıtlarından Teshil ile Nuru'l Kulub’u İznik sürgününde yazmıştır. İ. Zeki Eyüboğlu bu durumu şaşırtıcı buluyor ve Şeyh Bedreddin ve Varidat adlı kitabında şöyle diyor:

    “Kendini tasavvufa verdiği, yeni inancıyla bütün şeriat ilkelerine karşıçıktığıbir dünemde, gürüşlerine karşıt konularda çalışmalara koyulmasıve kendine `bilgin' olarak büyük ün kazandıran yapıtlar ortaya koyması biraz çelişkilidir.” (İ. Z. Eyüboğlu: Bütün Yönleriyle Şeyh Bedreddin ve Varidat. İstanbul 1977: 155)

    Öte yandan, Osmanlı resmi tarihyazıcıları da,

    “Sultan Çelebi Mehmed, ilmine ve fazlına çok hürmet ettiği Simavna Kadısıoğlu Bedreddin'i, İznik'de ailesiyle birlikte 1000 akça aylıkla meskene tabi kıldı” diye

    yazmaktadırlar. Bu yorumlara katılmıyoruz.

    Bir düşünelim: Mehmet Çelebi Bizans İmparatoru Manuel'e bazı eski topraklarını geri vererek kardeşine karşı anlaşmış, Bizans gemileriyle Rumeli'ye geçip Musa Çelebi ile üç kez savaş yapmış ve ikisinde yenilerek Bizans'a sığınıp canını zor kurtarmış. Ve ancak 1313'de bazı Tımarlı sipahilerin, büyük toprak sahibi beylerin Musa Çelebi'yi terketmesiyle üstün gelip kardeşini öldürtmüş. (İ. H. Uzunçarşılı: OsmanlıTarihi I, s.342-345) Mehmet Çelebi'nin, düşmanı olan kardeşinin akıl hocası Şeyh Bedreddin'i, hem de günde 30 akçanın üstünde gündelikle (130 yıl sonrasında devletin en büyük memuriyet makamı olan Şeyhülislam'ın gündeliğinin üçte biri) ödüllendirmesi düşünülemez.

    Bizim kanaatımız odur ki, Şeyh Bedreddin bu kitapları yazmaya mecbur edildi. Çelebi Sultan'ın çevresindeki din bilginleri Bedreddin'in yeteneklerini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca, ikinci kuruluş ve toparlanma döneminde devlet kurumlarının güçlenmesi gerekliydi. Belki de bu yüzden canını bağışlayıp gözaltında tuttular. Yazdıkları bir çeşit tövbe sayılacaktı. Önce Edirne'de tutukluyken - belki artık güven verdiği için - İznik'e getirildi. Bedreddin'in Teshil’in yazılışını anlatışı anlamlıdır:

    “816 (1414) yılında bu şerhimi yazmaya başladım. Buradan ayrıldıktan sonra 818'de (3 Eylül 1415) tamamladım. Hapis ve gurbetin verdiği acılar ve sürekli üzüntü içinde sürüklenmekteyim. Kalbimin içindeki ateş tutuşmuş, günden güne artıyor. Öyle ki kalbim demir bile olsa dayanıklılığına karşın eriyip gidecek. Ey gizli lütuflar ıssı? Korktuklarımızdan bizi kurtar! ”

    3 BÖLÜM.......
    www.turnadergisi.de

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    1. Şeyh Bedreddin'in Yaşamı

    Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud'un yaşamına ilişkin en geniş bilgi, torunu Hafız Ali'nin yazmış olduğu manzum Menakıbname-i Şeyh Bedreddin de bulunmaktadır. Ancak bu tür bilgilerin diğer menakıbnamelerde olduğu gibi masalsı yönleri ağır basmakta, ermiş bir veli olarak olağanüstülükler sarmalı içinde verilmektedir.

    Çağdaşı İbni Arabşah ve Aşıkpaşazade dahil, tanınmış Osmanlı resmi tarihyazıcılarından Şeyh Bedreddin hakkında konuşmayan yok gibidir. Ne var ki, hepsinde anlatılanlar birbirinin aynısıdır.

    Bedreddin'in Abdulaziz adındaki dedesi Selçuklu sultanları soyundanmış ve Hafız Ali'nin anlattığına güre Osmanlılar Rumeli'yi istilaya başladıklarında katıldığıDimetoka Savaşı'nda şehit düşmüş. Abdulaziz'in oğlu İsrail, Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenmiş ve 1357-1359 yılları arasında, Melek adı verilen bu kadından Bedreddin dünyaya gelmiştir.

    Bedreddin Mahmud'un doğum yeri, Edirne yakınlarında bugün Yunanistan'da bulunan Karaağaç-Dimetoka arasında bulunan Simavna (Samona) kalesidir. Babası burada kadılık gürevinde bulunduğundan, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla tanınmıştır.

    Daha ufak yaşta iken Semerkand'a gidip öğretim gürmüş olduğu söylenen Kadı İsrail, oğlunun ilk hocası olmuş ve zamanının koşulları içinde en iyi üğretimi görmesi için elinden geleni yapmıştır. Bedreddin'in şeriat kurallarına uygun yetiştiği ve fıkıh, hadis, kelam, belagat, sarf-nahiv, tefsir gibi Kuran'a ve Arap diline dayalı öğretim gürdüğü muhakkaktır.

    Doğduğu yerdeki öğretimin ardından Bedreddin'in önce Bursa'ya gittiği, bir süre Konya'da kalıp, okuduğu bilinir. Yüksek öğretimi, Kahire'de dönemin bilginlerinden ders alarak tamamlamıştır. Bunlar arasında Mübarekşah Mantıki ve Muhammed bin Mahmud Ekmeleddün en tanınmışlarıdır.

    Bedreddin'in Mısır'daki arkadaşları arasında Seyyid Şerif Gürcani, tıp bilgini Aydınlı Hacı Paşa, şair Ahmedi, Molla şemseddin Fenari gibi Osmanlı uygarlığının, o çağda, önemli aydınları vardı. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bedreddin ve arkadaşlarını “Razi Ekolüne bağlı bilginler” olarak değerlendirir.

    Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati'den tasavvuf öğrenmiş, (1) hatta kırk günlük sürelerle iki kez içekapanışa (çileye) girmiştir. Bedreddin, Memluk Sultanı Melik Zahir'in verdiği Maria adlı cariye ile evlenerek, şeyhiyle bacanak da olmuştur. Geleceğin sultanı Ferec'e bir süre hocalık yapmıştır. Fıkıha dair yapıtlarını bu sırada yazmaya başlamıştır.

    Şeyhinin önerisi üzerine Kahire'den Tebriz'e giden, orada tasavvuf alanındaki bilgilerini geliştirip, genişleten Bedreddin'in çağın ünlü tasavvuf erlerinden sayılan Abdurrahman-i Bistami ve arkadaşlarından bilgiler edindiği söylenir. Bu arada Timur'un çevresinde toplanan bilginlerle de tanışıp tartışmıştır.

    Yeniden Kahire'ye döndüğünde, 1397'de şeyhinin ölümü üzerine bir süre onun yerine geçmişse de, daha sonra Anadolu'ya gelmiş ve uzun süre Karaman, Germiyan, Aydın illerinde ve Tire'de dolaşmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşılı Bedreddin'in bu gezilerini en doğru bir biçimde şöyle değerlendirmektedir:

    “Şeyh Bedreddin Anadolu'da dolaştığısırada tasavvufi daha doğrusu Batıni ilkelerini yaymaya başlamış ve gezdiği yerlerde hep Alevi Türkmenlerle temas ederek onların maksadına göre hazırlamak istemiştir; daha sonra şeyh Bedreddin Rumeli'ye geçip Edirne'ye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle gürüşerek yavaş yavaş etkinliğini artırmıştır.” (İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi I, 2.baskı, İstanbul 1982: 362)

    Şakayık-i Numaniye’de Bedreddin'in Sakız (Khios) adasına da gittiği kaydedilmektedir. Şeyh Bedreddin, 1410-1413 yılları arasında, Edirne'de padişahlık yapmış olan Musa Çelebi'nin kazaskerliğini (Ordu-yu hümayun kadısı) yaptı. Bedreddin Varidat'ı1407'de yazdığına güre, Musa Çelebi mutlaka onun düşünce ve inançlarını paylaşmaktadır. Yoksa, yine Uzunçarşılı'nın dediği gibi yalnızca, “Bedreddin'i kazasker tayin etmek suretiyle onun nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş” olamaz. Nejat Birdoğan doğru bir saptamayla, “1412'de Bedreddin'in düşünceleri doğrultusunda Musa Çelebi'nin toprağın kullanma hakkını halkın emeğine bıraktığını” yazmaktadır. (Kavga, Sayı 14, Nisan 1992)

    Bedreddin'in asıl ünlendiği dönem, Çelebi Mehmet'in kardeşini yenip ortadan kaldırdıktan sonra Şeyh’i İznik'e sürmesiyle başladı. Yaydığı düşünce ve inançları dolayısıyla geniş etki yaratan ve çok yandaş toplayan Şeyh Bedreddin, bu dönemde eski kethudasıBörklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal'in etkinlikleriyle güçlendi. Bedreddin erleri, başlattıkları kavgada hayli başarı kazandılarsa da sonunda yenik düştüler. Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez'e gütürüldü.

    Mevlana Haydar Acemi'nin verdiği fetva ile 1420-21'de asıldı. (Çeşitli kaynaklar şeyh Bedreddin'in öldürüldüğü zaman için 1414, 1415, 1417 ve 1418 gibi farklı tarihler vermektedirler.)



    1Şeyh Bedreddin’in Mısır’da Kaygusuz Abdal ile karşılaşmış ve onun tassavvufi sohbetlerinden

    yararlanmış olduğunu düşünüyoruz. Olasıdır ki, ilk batıni Alevilik inancını Kaygusuz Abdal ile ilişkilerinden tanımıştı. Kaygusuz Abdal Sultan incelememizde Şeyh Bedreddin ile olası ilişkiler üzerinde yorumlarımızı vermiş bulunuyoruz.

    2 BÖLÜM ......

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    --------


    ŞEYH BEDREDDİN (BEDREDDİN MAHMUT)

    Şeyh Bedreddin, kesin olmamakla beraber 1365 yılında Simavna’da doğmuştur. Şeyh Bedreddin öğrenimine Edirne’de başladı. Bursa ve Konya’da eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a giderek zamanın ünlü bilginlerinden dersler aldı. Şeyh Bedreddin’in düşüncesi ve yaşamı Mısır’da Şeyh Hüseyin Ahlati ile tanışmasından sonra değişti. Çünkü Bedreddin o güne kadar hep Sünni İslam anlayışını benimseyenlerin çevresinde bulunmuş ve kendi düşünceleri de öyle şekillenmişti. Şeyh Hüseyin Ahlati ise Ehlibeyt düşüncesini yani Aleviliği benimseyen birisiydi. Şeyh Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati ile yaptığı sayısız tartışma ve sohbet sonrası Aleviliği benimsemişti. Bu aşamadan sonra Şeyh Bedreddin Tebriz’e giderek sarayda düzenlenen tartışmalara katılır. Tekrar Mısır’a dönüşünden kısa bir süre sonra Şeyh Hüseyin Ahlati vefat eder. Şeyh Bedreddin, Hüseyin Ahlati’nin yerine geçer. Bu makamda fazla durmayan Bedreddin Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğradıktan sonra 1406 yılında Edirne’ye gelir. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğunda taht kavgası başlar. Süleyman Çelebi’yi yenen Musa Çelebi Edirne’yi ele geçirir. Hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi, etkisi ve sevenleri giderek artan Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirir. 1413 yılında Musa Çelebi’yi yenen kardeş Çelebi Mehmet, Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir.

    Osmanlı İmparatorluğu halk üzerindeki baskısını arttırıyordu. Baskılardan ve zulümden bıkan halk Şeyh Bedreddin’in ve diğer Alevi önderlerinin telkinleri sonucu isyan ediyordu.

    Alevi isyan ve ayaklanma tarihinin en önemli halkalarından birini Şeyh Bedreddin oluşturuyor. Şeyh Bedreddin’e bağlı olan Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa’da şanlı bir direniş gerçekleştiriyorlardı. Bu direnişler Osmanlı ordusuna ağır kayıplar verirken kendileri yenilmekten kurtulamadılar. Börklüce Mustafa’ya ve Torlak Kemal’e yapılan işkence ve bu işkenceye yiğitçe karşı koymasıyla Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Anadolu Alevi halkının asırlarca belleğinde ve yüreğinde yer etmesini sağladı. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yenilmesi sonucu Şeyh Bedreddin İznik’ten gizlice ayrıldı. Kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman yöresine çekildi. Hâlâ nasıl olduğu anlaşılmayan; Şeyh Bedreddin Osmanlı ordusuna esir düşer. Serez’e götürülen Şeyh Bedreddin orada idam edilir (1420) .

    ŞEYH BEDREDDİN DÜŞÜNCESİNDEN KESİTLER:

    Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar.
    İnsanlar birbirlerine yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah’a ibadet ediyoruz sanında bulunuyorlar.
    Bütün namazlar ve niyazlar ahlâkın düzeltilmesi için iç yüzün arınlanması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiç bir vakit kayıt ve şartı yoktur. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. İbadetin temeli maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatte bu temel bulunmayınca yaptıkları ibadetler de kaybolur. Yalnız kötü toplantılar kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş.
    Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.
    İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la kavuşmuşlardır.
    İnsanlar Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı, çağımızda ise hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendisini gösterirde Hak olarak ona taparlar.
    Gerçek tasavvufçu, hiç bir insan gözünün görmediği, kulağının işitmediği, gönlünün sezmediği şeyhleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler. Eğer halk bunu öğrenirse, kendisini öldürür.
    Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.
    Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz.
    İbadet etmekten amaç; ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış, oruç tutmuş olsan, bundan dolayı hiç bir sevap ve mükâfat kazanamazsın.
    Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler.

    DEVAM EDECEK...........

  • Zaza
    Zaza

    yesil komunist =)
    yaniliyorsam soyleyin yoksa yanilmak istemem her yer Allah'indir
    sozu ona ait degil miydi?

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Şeyh Bedrettin Destanı / Nazım Hikmet

    1

    Sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi,
    duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
    gümüş ibriklerde şarap,
    bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
    Öz kardeşi Musa'yı ok kirişiyle boğup
    yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
    Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkar idi.
    Çelebi hünkar idi amma
    Al Osman ülkesinde esen
    bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgar idi.
    Köylünün göz nuru zeamet
    alın teri timar idi.
    Kırık testiler susuz
    su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.
    Yolcu yollarda topraksız insanın
    ve insansız toprağın feryadını duyar idi.
    Ve yolların sonu kale kapısında kılıç şakırdar
    köpüklü atlar kişner iken
    çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden ümidi
    tarümar idi
    Velhasıl hünkar idi, timar idi, rüzgar idi
    ahüzar idi.


    2

    Bu göl İznik gölüdür.
    Durgundur.
    Karanlıktır.
    Derindir.
    Bir kuyu suyu gibi
    içindedir dağların.

    Bizim burada göller
    dumanlıdırlar.
    Balıkların eti yavan olur,
    sazlıklardan ısıtma gelir,
    ve göl insanı
    sakalına ak düşmeden ölür.

    Bu göl İznik gölüdür.
    Yanında İznik kasabası.
    İznik kasabasında
    kırık bir yürek gibidir demircinin örsü.
    Çocuklar açtır.
    Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
    Ve delikanlılar türkü söylemez.

    Bu kasaba İznik kasabası.
    Bu ev esnaf mahallesinde bir ev.
    Bu evde
    bir ihtiyar vardır Bedreddin adında.
    Boyu küçük
    sakalı büyük
    sakalı ak.
    Çekik çocuk gözleri kurnaz
    ve sarı parmakları saz gibi.

    Bedreddin
    ak bir koyun postu üstüne oturmuş.
    Hatt-ı talik ile yazıyor
    'Teshil'i.
    Karşısında diz çökmüşler
    ve karşıdan
    bir dağa bakar gibi bakıyorlar ona.
    Bakıyor:
    Başı traşlı
    kalın kaşlı
    ince uzun boylu Börklüce Mustafa.
    Bakıyor:
    Kartal gagalı torlak Kemal..
    Bakmaktan bıkıp usanmayıp
    bakmağa doymayarak
    İznik sürgünü Bedreddine bakıyorlar..


    3

    Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
    Ve gölde ipi kopmuş
    boş bir balıkçı kayığı
    bir kuş ölüsü gibi
    suyun üstünde yüzüyor.
    Gidiyor suyun götürdüğü yere,
    gidiyor parçalanmak için karşı dağlara.

    İznik gölünde akşam oldu.
    Dağ başlarının kalın sesli sipahileri
    güneşin boynunu vurup
    kanını göle akıttılar.

    Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır.
    bir sazan balığı yüzünden
    kaleye zincirlenen balıkçının kadını.

    İznik gölünde akşam oldu.
    Bedreddin eğildi suya
    avuçlayıp doğruldu.
    Ve sular
    parmaklarından dökülüp
    tekrar göle dönerken
    dedi kendi kendine:
    '- O ateş ki kalbimin içindedir
    tutuşmuştur
    günden güne artıyor.
    Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
    eriyecek yüreğim.
    Ben gayri zuhur ve huruç edeceğim
    Toprak adamları toprağı fethe gideceğiz.
    Ve kuvvetli ilmi, sırrı tevhidi gerçeklendirip
    biz mülletlerin ve mezheplerin kanunlarını
    iptal edeceğiz...

    *

    Ertesi gün
    gölde kayık parçalanır
    kalede bir baş kesilir
    kıyıda bir kadın ağlar
    ve yazarken Simavnalı 'Teshil'ini
    Torlak Kemalle Mustafa
    öptüler
    şeyhlerinin elini.
    Al atların kolanını sıktılar.
    Ve İznik kapısından
    dizlerinde çırıl çıplak bir kılıç
    heybelerinde al yazma bir kitapla çıktilar...

    Kitaplarının adı:
    'Varidat'dı.


    4

    Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal, Bedreddinin elini öpüp
    atlarına binerek biri Aydın biri Manisa taraflarına gittikten
    sonra ben de rehberimle konya ellerine doğru yola çıktım
    ve bir gün Haymana ovasına ulaştığımızda
    Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş
    Aydın elinde Karaburun'da.
    Bedreddinin kelamını söylemiş
    köylünün huzurunda.

    Duyduk ki; 'cümle derdinden kurtulup
    piri pak olsun diye,
    on beş yaşında bir civan teni gibi toprağın eti,
    ağalar top yekun kılıçtan geçirilip
    verilmiş ortaya hünkar beylerinin timarı zeameti.'

    Duyduk ki...
    Bu işler duyulur da durmak olur mu?
    Bir sabah erken
    Haymana ovasında bir garip kuş öterken,
    sıska bir söğüt altında zeytin danesi yedik.
    'Varalım,
    dedik.
    Görelim
    dedik.
    'Yapışıp
    sabanın
    sapına
    şol kardeş toprağını biz de bir yol
    sürelim, dedik.'
    Düştük dağlara dağlara
    aştık dağları dağları...

    Dostlar,
    ben yolculuk etmem bir başıma.
    Bir ikindi vakti can yoldaşıma
    dedim ki: geldik.
    Dedim ki: bak
    başladı karşımızda bir çocuk gibi gülmeğe
    bir adım geride ağlayan toprak.
    Bak ki, incirler iri zümrüt gibidir,
    kütükler zor taşıyor kehribar salkımları.
    Saz sepetlerde oynayan balıkları gör:
    ıslak derileri pul pul, ışıl şışldır
    ve körpe kuzu eti gibi aktır
    yumuşaktır etleri.
    Dedim ki bak,
    burda insan toprak gibi, güneş gibi, deniz gibi
    bereketli.
    Burda insan gibi verimli deniz, güneş ve toprak..



    5

    Arkamızda hünkarın ve hünkar beylerinin timar ve zeametli
    topraklarını bırakıp Börklücenin diyarına girdiğimizde bizi
    ilk karşılayan üç delikanlı oldu. Üçü de yanımdaki rehberim gibi
    yekpare ak libaslıydılar. Birisinin kıvırcık, abanoz gibi siyah
    bir sakalı ve aynı renkte ihtiraslı gözleri, kemerli büyük bir burnu
    vardı. Vaktiyle Musanın dinindenmiş. Şimdi Börklüce yiğitlerinden.

    İkincisinin çenesi kıvrık ve burnu dümdüzdü. Sakızlı Rum bir
    gemiciymiş. O da börklüce müritlerinden.

    Üçüncüsü orta boylu, geniş omuzlu, şimdi düşünüyorum da, onu,
    yolparacılar koğuşunda yatan ve o yayla türküsünü söyleyen
    Hüseyine benzetiyorum. Yalnız Hüseyin Erzurumluydu, bu Aydınlıymuş.

    İlk sözü söyleyen Aydınlı oldu:

    - Dost musunuz düşman mı? dedi. Dost iseniz hoşgeldiniz. Düşman
    iseniz boynunuz kıldan incedir.

    - Dostuz, dedik.

    Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi Sismanın ordusunu, yani
    toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri, bizimkiler
    Karaburunun dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

    Yine o yolparacılar koğuşunda yatan Hüseyine benzeyeni dedi ki:

    - Buradan ta Karaburunun dibindeki denize dek uzayan kardeş
    soframızda bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır
    ve zeytinler böyle yağlı iseler, biz onları sırma cepken giyen
    haramilerin kanıyla suladık da ondandır.

    Müjde büyüktü. Rehberim:

    - Öyleyse tez dönelim. Haberi Bedreddine iletelim, dedi.

    Yanımıza Sakızlı Rum gemici Anastası da alıp ve ancak eşiğine
    bastığımız kar deş toprağını bırakarak tekrar Al Osman oğullarının
    karanlığına daldık.

    Bedreddini İznikte, göl kıyısında bulduk. Vakit sabahtı. Hava
    ıslak ve kederliydi.

    Bedreddin:

    - Nöbet bizimdir. Rumeline geçek, dedi.

    Gece İznikten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu. Karanlık onlarla
    aramızda duvar gibiydi. Ve bu duvarın arkasından nal seslerini
    duyuyorduk. Rehberim önden gidiyor. Bedreddinin atı benim al atımla
    Anastasınki arasındaydı. Biz üç anaydık. Bedreddin çocuğumuz. Ona bir
    kötülük edecekler diye içimiz titriyordu. Biz üç çocuktuk. Bedreddin
    babamız. Karanlığın duvarı ardındaki nal sesleri yaklaşır gibi oldukça
    Bedreddine sokuluyorduk.

    6

    Bir gece bir denizde yalniz yildizlar
    ve bir yelkenli vardi.
    Bir gece bir denizde bir yelkenli
    yapyalnizdi yildizlarla.
    Yildizlar sayisizdi.
    Yildizlar sonuktu.
    Su karanlikti
    ve goz alabildigine dumduzdu.

    Sari Anastasla Adali Bekir
    hamladaydilar.
    Koc Salihle ben
    pruvada.
    Ve Bedreddin
    parmaklari sakalina gomulu
    dinliyordu kureklerin sipirtisini.

    Ben:
    - Ya! Bedreddin! dedim,
    uyuklayan yelkenlerin tepesinde
    yildizlardan baska bir sey goremiyoruz.
    Fisiltilar dolasmiyor havalarda.
    Ve denizin icinden
    gurultuler duymuyoruz.
    Sade bir dilsiz, karanlik su,
    sade onun uykusu.
    Ak sakali boyundan buyuk kucuk ihtiyar
    guldu,
    dedi:
    - Sen bakma havanin durgunluguna
    Derya dedigin uyur uyur uyanir.

    Bir gece bir denizde yanliz yildizlar
    ve bir yelkenli vardi.
    Bir gece bir yelkenli gecip Karadenizi
    gidiyordu Deliormana
    Agac denizine...



    7

    Bu orman ki deliormandir gelip durmusuz
    demen Agacdenizinde cadir kurmusuz.
    'Malum nicin geldik,
    malum derdi derunumuz' diye
    her daldan her koye bir sahin ucurmusuz.

    Her sahin pesine yuz aslan takip gelmis.
    Koylu, bey ekinini, cirak carsiyi yakip
    reaya zinciri birakip gelmis.
    Yani Rumelinde bizden ne varsa tekmil
    kol kol Agac denizine akip gelmis...

    Bir kizilca kiyamet!
    Karismis birbirine
    at, insan, mizrak, demir, yaprak, deri,
    gurgenlerin dallari, meselerin kokleri.
    Ne boyle bir alem gormuslugu vardir,
    ne boyle bir ugultu duymuslugu var
    Deliormak deli olali beri...


    8

    Anastasi Deliormanda Bedreddinin ordugahina birakip ben ve rehberim
    geliboluya indik. Bizden once buradan denizi yuzerek gecen olmus. Galiba
    bir dildade yuzunden. Biz de denizi yuzerek karsi kiyiya vardik. Lakin
    bizi bir balik gibi cevik yapan sey bir kadin yuzunu ay isiginda seyretmek
    ihtirasi degil, Izmir yoluyla Karaburuna, bu sefer seyhinden Mustafaya
    haber ulastirmak isiydi.

    Izmire yakin bir kervansaraya vardigimizda, padisahin on iki yasindaki
    oglunun elinden tutan Bayezit Pasanin Anadolu askerlerini topladigini
    duyduk.

    Izmirde cok oyalanmadik. Sehirden cikip Aydin yolunu tutmustuk ki bir bag
    icinde bir ceviz agaci altinda, bir kuyuya serinlesin diye karpuz
    salmis dinlenen ve sohbet eden dort celebiye rastladik. Her birinin ustunde
    baska cesit libas vardi. Ucu kavukluydu, birisi fesli. Selam verdiler.
    Selam aldik. Kavuklulardan birisi Nesri imis. Dedi ki:

    - Halki ibahet mezhebine davet eden Borklucenin uzerine Sultan Mehemmed
    Bayezit Pasayi gonderir.

    Kavuklulardan ikincisi Sekerullah bin Sehabeddin imis. Dedi ki:

    - Bu sofinin basina pek cok kimseler toplandi. Ve bunlarin dahi ser'i
    Muhammediye muhalif nice isleri asikar oldu.

    Kavuklulardan ucuncusu Asikpasazade imis. Dedi ki:

    - Sual: Ahir Borkluce paralanirsa imanla mi gidecek imansiz mi?
    - Cevap: Allah bilir anincunkim biz anin mevti halini bilmezuz..

    Fesli olan celebi Ilahiyat Fakultesi Tarih-i Kelam muderrisiydi. Yuzume
    bakti. Gozlerini kirpistirarak kurnaz kurnaz gulumsedi. Bir sey demedi.

    Biz hemen atlarimizi mahmuzladik. Ve bir bag icinde bir ceviz agaci altinda,
    bir kuyuya saldiklari karpuzlari serinletip sohbet edenleri nallarimizin
    tozlari arkasinda birakarak Aydina, Karaburuna Borklucenin yanina vardik.


    9

    Sicakti.
    Sicak.
    Sapi kanli, demiri kor bir bicakti
    sicak.

    Sicakti.
    Bulutlar doluydular,
    Bulutlar bosanacak
    bosanacakti.
    O, kimildamadan bakti,
    kayalardan
    iki gozu iki kartal gibi indi ovaya.
    Orda en yumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    nerdeyse doguracak
    doguracakti.

    Sicakti.
    Bakti Karaburun daglarindan O
    bakti bu topragin sonundaki ufka
    catarak kaslarini:
    Kirlarda cocuk baslarini
    Kanli gelincikler gibi koparip
    cirilciplak cigliklari surukleyip pesinde
    bes tuglu bir yangin geliyordu karsidan ufku sarip.
    Bu gelen
    Sehzade Muratti.
    Hukmu humayun sadir olmustu ki Sehzade Muradin ismine
    Aydin eline varip
    Bedreddin halifesi mulhid Mustafanin basina ine.

    Sicakti.
    Bedreddin halifesi mulhid mustafa bakti,
    bakti koylu Mustafa.
    Bakti korkmadan
    kizmadan
    gulmeden.
    Bakti dimdik
    dosdogru.
    Bakti O.
    En tumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    neredeyse doguracak
    doguracakti.

    Bakti.
    Bedreddin yigitleri kayalardan ufka baktilar.
    Git gide yaklasiyordu bu topragin sonu
    fermanli bir olum kusunun kanatlariyla.
    Oysaki onlar bu topragi,
    bu kayalardan bakanlar, onu,
    uzumu, inciri, nari,
    tuyleri baldan sari,
    sutleri baldan koyu davarlari,
    ince belli aslan yeleli atlariyla
    duvarsiz ve sinirsiz
    bir kardes sofrasi gibi acmistilar.

    Sicakti.
    Bakti.
    Bedreddin yigitleri baktilar ufka..

    *

    En tumusak, en sert,
    en tutumlu, en comert,
    en
    seven,
    en buyuk, en guzel kadin:
    TOPRAK
    neredeyse doguracak
    doguracakti.
    Sicakti,
    Bulutlar doluydular.
    Neredeyse tatli bir soz gibi ilk damla dusecekti yere-
    Birden-
    -bire
    kayalardan dokulur
    gokten yagar
    yerden biter gibi,
    bu topragin verdigi en son eser gibi
    Bedreddin yigitleri sehzade ordusunun karsisina
    ciktilar.
    Dikissiz ak libasli
    bas acik
    yalnayak ve yalin kilictilar.

    Mubalaga cenk olundu.

    Aydinin turk koyluleri,
    Sakizli Rum gemiciler,
    Yahudi esnaflari,
    on bin mulhid yoldasi Borkluce Mustafanin
    dusman ormanina on bin balta gibi daldi.
    Bayraklari al, yesil,
    kalkanlari kakma, tulgasi tunc
    saflar
    pare pare edildi ama,
    bosanan yagmur icinde gun inerken aksama
    on binler iki bin kaldi.

    Hep bir agizdan turku soyleyip
    hep beraber sulardan cekmek agi,
    demiri oya gibi isleyip hep beraber,
    hep beraber surebilmek topragi,
    balli incirleri hep beraber yiyebilmek,
    yarin yanagindan gayri her seyde
    her yerde
    hep beraber!
    diyebilmek
    icin
    on binler verdi sekiz binini..

    Yenildiler.

    Yenenler, yenilenlerin
    dikissiz ak gomlegine sildiler
    kiliclarinin kanini.
    Ve hep beraber soylenen bir turku gibi
    hep beraber kardes elleriyle islenen toprak
    Edirne sarayinda damizlanmis atlarin
    esildi nallariyla.
    Tarihsel, sosyal, ekonomik sartlarin
    zaruri neticesi bu!
    deme, bilirim!
    O dedigin nesnenin onunde kafamla egilirim.
    Ama bu yurek
    o, bu dilden anlamaz pek.
    O, 'hey gidi kambur felek,
    hey gidi kahpe devran hey',
    der.

    Ve teker teker,
    bir an icinde,
    omuzlarinda dilim dilim kirbac izleri,
    yuzleri kan icinde
    gecer ciplak ayaklariyla yuregime basarak
    gecer Aydin ellerinden Karaburun magluplari..


    10

    Karanlikta durdular.
    Sozu O aldi, dedi:
    '- Ayaslug sehrinde pazar kurdular.
    Yine kimin dostlar
    yine kimin boynun vurdular? '

    Yagmur
    yagiyordu boyuna.
    Sozu onlar alip
    dediler ona:
    '- Daha pazar
    kurulmadi
    kurulacak.
    Esen ruzgar
    durulmadi
    durulacak.
    Boynu daha
    vurulmadi
    vurulacak! '
    Karanlik islanirken perde perde
    belirdim onlarin oldugu yerde
    sozu ben aldim, dedim:
    '- Ayaslug sehrinin kapisi nerde?
    Goster geceyim!
    Kalesi var mi?
    Soyle yikayim.
    Bac alirlar mi?
    De ki vermeyim! '

    Sozu O aldi, dedi:
    '- Ayaslug sehrinin kapisi dardir.
    Girip cikilmaz.
    Kalesi vardir,
    kolay yikilmaz.
    Var git al atli yigit
    var git isine! ..'

    Dedim: '- Girip cikarim! '
    Dedim: '- Yakip yikarim! '
    Dedi: '- Yagis kesildi
    gun agariyor.
    Cellat Ali,
    Mustafayi
    cagiriyor!
    Var git al atli yigit
    var git isine! ..'

    Dedim: '- Dostlar
    birakin beni
    birakin beni.
    Dostlar
    goreyim onu
    goreyim onu!
    Sanmayiniz
    dayanamam.
    Sanmayiniz
    yandigimi
    el aleme belli etmeden yanamam!

    Dostlar
    'Olmaz! ' demeyin,
    'Olmaz! ' demeyişn bosuna.
    Sapindan kopacak armut degil bu
    armut degil bu,
    yarali olsa da dusmez dalindan;
    bu yurek
    bu yurek benzemez serce kusuna
    serce kusuna!

    Dostlar
    biliyorum!
    Dostlar
    biliyorum nerde ne haldedir O!
    Biliyorum
    gitti gelmez bir daha!
    Biliyorum
    bir deve horgucunde
    kanayan bir carmiha
    cirilciplak bedeni
    mihlidir kollarindan.
    Dostlar
    birakin beni.
    birakin beni.
    Dostlar
    bir varayim goreyim
    goreyim
    Bedreddin kullarindan
    Borkluce Mustafayi
    Mustafayi.

    *

    Boynu vurulacak iki bin adam,
    Mustafa ve carmihi
    cellat, kutuk ve satir
    har sey hazir
    her sey tamam.

    Kizil sirma islemeli bir hasa
    altin uzengiler
    kir bir at.
    Atin ustunde kalin kasli bir cocuk
    Amasya padisahi sehzade sultan Murat,
    Ve yaninda onun
    bilmem kacinci tuguna ettigim Bayezid pasa!

    Satiri caldi cellat.
    Caiplak boyunlar yarildi nar gibi,
    yesil bir daldan dusen almalar gibi
    birbiri ardinca dustu baslar.
    Ve her bas duserken yere
    carmihindan Mustafa
    bakti son defa.
    Ve her yere dusen basin
    kili depremedi:
    - Iris
    dede sultanim iris!
    dedi bir,

    baska bir soz demedi..

    11

    Bayezid pasa Manisaya gelmis, Torlak Kemali anda bulup ani dahi anda asmis,
    on vilayet reftis edilerek giderilecekler giderilmis ve on vilayet betekrar
    bey kullarina timar verilmisti.

    Rehberimle ben bu on vilayetten gectik. Tepemizde akbabalar dolasiyor ve
    zaman zaman acaip cigliklar atarak karanlik derelerin icine suzuluyorlar,
    henuz kanlari kurumamis korpe kadin ve cocuk olulerinin ustune iniyorlardi.
    Yollarda gunesin altinda, genc, ihtiyar erkek cesetleri serili oldugu
    halde, kuslarin yalniz kadin ve cocuk etini tercih etmeleri karinlarinin
    ne kadar tok oldugunu gosteriyordu.

    Yollarda hunkar beylerinin alaylarina rastliyorduk.

    Hunkar bey kullari; curumus bir bag havasi gibi agir ve buyuk bir guclukle
    kimildanabilen ruzgarlarin icinden ve parcalanmis topragin ustunden
    gecerek, rengarenk tuglari, davullariyla ve cengu cigane ile timarlarina
    donup yerlesirlerken biz on vilayeti biraktik. Gelibolu karsidan gorundu.
    Rehberime:

    - Takatim kalmadi gayri, dedim, denizi yuzerek gecmem mumkun degil.

    Bir kayik bulduk.

    Deniz dalgaliydi. Kayikciya baktim. Bir almanca kitabin ic kapagindan
    koparip kogusta bas ucuma astigim resme benziyor. Kaln biyigi abanoz
    gibi siyah, sakali genis ve bembeyaz. Omrumde boyle acik, boyle
    konusan bir alin gormemisimdir.

    Bogazin orta yerine gelmistik, deniz durmamacasina akiyor, kursun boyali
    havanin icinde sular kopuklenerek kayigimizin altindan kayiyordu ki
    kogustaki resme benzeyen kayikcimiz:

    - Serbest insan ve esir, patrici ve plep, derebeyi ve toprak kolesi,
    usta ve cirak, bir kelime ile ezenler ve ezilenler, nihayet bulmaz
    bir ziddiyetle birbirine karsi gogus gererek bazen al altindan bazen
    aciktan aciga fasilasiz bir mucadeleyi devam ettirdiler; dedi.



    12

    Rumeline ayak bastigimizda Celebi Sultan Mehemmedin Selanik kalesindeki
    muhasarayi kaldirarak Sereze geldigini duyduk. Bir an once Deliormana
    ulasmak icin gece gunduz yol almaya basladik.

    Bir gece yol kenarinda oturmus dinleniyorduk ki, karsidan Deliorman
    taraflarindan gelip Serez sehrine dogru giden uc atli, dolu dizgin
    onumuzden gecti. Atlilardan birinin terkisinde insana benzer bir
    karalti gormustum. Tuylerim diken diken oldu. Rehberime dedim ki:

    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Bu kopukleri kanli simsiyah atlar
    karanlik yolun ustunden dortnala gecip
    hep boyle terkilerinde bagli esirler goturduler.

    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Onlar
    bir sabah
    cadirlarimiza bir dost turkusu gibi gelmislerdir.
    Bolusmusuzdur ekmegimizi onlarla.
    Hava oyle guzeldir,
    yurek oyle umutlu,
    goz cocuklasmis
    ve hakim dostumuz SUPHE uykuda...
    Ben tanirim bu nal seslerini.
    Onlar
    bir gece
    cadirlarimizdan dolu dizgin uzaklasirlar.
    Nobetciyi sirtindan bicaklamislardir
    ve terkilerinde
    en degerlimizin
    arkadan baglanmis kollari vardir.

    Ben tanirim bu nal seslerini
    onlari Deliorman da tanir..

    Filhakika bu nal seslerini Deliormanin da tanidigini cok gecmeddn ogrendik.
    Cunku ormanimizin eteklerine ilk adimimizi atmistik ki, Beyezid pasanin
    diger tedbirati saibe ile ormana adamlar biraktigini, bunlarin karargaha
    kadar sokulup Bedreddinin murudligine dahil olduklarini ve bir gece
    seyhimizi cadirinda uykuda bastirip kacirdiklarini duyduk. Yani yol
    kenarinda rastladigimiz uc atli Osmanli tarihindeki provokatorlerin
    agababasi idiler ve terkilerinde goturdukleri esir de Bedreddindi.



    13

    Rumeli, Serez
    ve bir eski terkibi izafi:
    HUZURU HUMAYUN.

    Ortada
    yere sapli bir kilic gibi dimdik
    bizim ihtiyar.
    Karsida hunkar.
    Bakistilar.

    Hunkar istedi ki:
    bu musahhas kufru yere sermeden once,
    son sozu ipe vermeden once,
    biraz da seriat eylesin abrazi huner
    adabu erkaniyle halledilsin is.

    Hazir bilmeclis
    Mevlana Hayder derler
    mulku acemden henuz gelmis
    bir ulu danismend kisi
    kinali sakalini ilhami ilahiye egip,
    'Mali haramdir amma bunun
    kani helaldir' deyip
    halletti isi...

    Donuldu Bedreddine
    Denildi: 'Sen de konus.'
    Denildi: 'Ver hesabini ilhadinin.'

    Bedreddin
    bakti kemerlerden disari.
    Disarda gunes var.
    Yesermis avluda bir agacin dallari,
    ve bir akar suyla oyulmaktadir taslar.
    Bedreddin gulumsedi.
    Aydinlandi ici gozlerinin,
    dedi:
    - Madem ki bu kerre maglubuz
    netsek, neylesek zaid.
    Gayri uzatman sozu.
    Mademki fetva bize aid
    verin ki basak bagrina muhrumuzu..


    14

    Yagmur ciseliyor,
    korkarak
    yavas sesle
    bir ihanet konusmasi gibi.

    Yagmur ciseliyor,
    beyaz ve ciplak murted ayaklarinin
    islak ve karanlik topragin ustunde kosmasi gibi.

    Yagmur ciseliyor.
    Serezin esnaf carsisinda,
    bir bakirci dukkaninin karsisinda
    Bedreddinim bir agaca asili.

    Yagmur ciseliyor.
    Gecenin gec ve yildizsiz bir saatidir.
    Ve yagmurda islanan
    yapraksiz bir dalda sallanan seyhimin
    cirilciplak etidir.

    Yagmur ciseliyor.
    Serez carsisi dilsiz,
    Serez carsisi kor.
    Havada konusmamanin, gormemenin kahrolasi huznu
    Ve Serez carsisi kapatmis elleriyle yuzunu.

    Yagmur ciseliyor.


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

    [email protected]

  • Emre A
    Emre A

    Eskişehiri'in türbe popilasyonuna katkıda bulunan..odunpazarında türbesi olan yegaane insann..

  • Tamara
    Tamara

    yiğit insan...ve yiğit insanların sonu herzaman ki gibi......işkence,ölüm.........................................:(

  • Özgür Nizamettin
    Özgür Nizamettin

    ŞEYHİM SULTAN BEDREDDİN HÛ!
    Zat-ı Hak’dan bir nur doğdu
    Doğdu da Siroz’a (Serez’e) kondu
    Hak yolunda şehid oldu
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû! Derdi İlâhiden haste
    Ledün ilmine şâyeste
    Tecelli nurıyla beste
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!
    Simavna doldu âvâzı
    Tarıykat fethine gaazi
    Ehlullâhı kıldı şâzi
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû! Mahveyleyip kibr ü kini
    İhyâ eyledi ol dini
    Şeyhü’l-Ekber’in yakını
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!
    Enel-Hak dârına Mansur
    Huvel-Hak sırrına manzur
    Visâl-i yâr ile mesrur
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû! Sırr-ı tevhiddir sözü
    Şekden halâs etdi bizi
    Hakk’a tapşırmıştır özü
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!
    Keşf-i kerâmete kaadir
    Hakaayık ilmine mâhir
    Vâridât’ı olub zâhir
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû’ Dergâhında Vehbi bende
    İnâyet mürüvvet sende
    Şefâat rûy-ı mahşerde
    Şeyhim Sultan Bedreddin Hû!

    Bedeni Serez toprağında, düşünceleri ve öğretisi ise hakikatı anlayanların yüreğinde gömülü olan Bedreddin’in kemikleri, Atatürk’ün isteği üzerine, 1924’de Serez’deki mezarından çıkartılıp İstanbul’a getirildi. 1961’de İstanbul Cağaloğlundaki Sultan Mahmut türbesi haziresine gömüldü. Ne yazık ki bu ünlü düşünürün bir anıt mezarı bile halen yapılmış değildir.
    Şeyh Bedreddin’le ilgili geniş çaplı araştırmaları olan ve ilk çalışması (Scheich Bedreddin, der sohn des Richters von Simaw: Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin) 1921’de yayımlanan20 Alman şarkiyatçı Franz Babinger, 1928’de yayımlanan „Das Grabmal des Schejehs Bedr ed-Din zu Serres (Şeyh Bedreddin’in Serrez’deki türbesi) ” adlı makalesinde, Şeyh Bedreddin’in Serrez’deki türbesini ziyaret ettiğinde, oradaki yerli Yunan halkının Şeyh Bedreddin hakkında fazla bilgisi olmadığını, buradaki Türklerin 1923/24 yılları arasında Yunanistan’la yapılan antlaşma sonucu Türkiye’ye göç ettiğinde, Şeyh Bedreddin’in eski Türk pazarının arka kısmındaki geniş bir sahayı kapsayan Türk mezarlığının (Orta Mezalığın) kuzey yakasında bulunan ve bakımsızlığa terkedilmiş türbesindeki kemikleri ve Şeyh Bedreddin’le ilgili kitapları, el yazmaları, birlikte Türkiye’ye götürdüklerini yazmaktadır. Türbenin, Şeyh Bedreddin’in asıldığı dâr meydanına (siyasetgâha) yakın bir yerde olduğunu, dört köşeli, tahminen dört metre karelik bir yapıdan oluştuğunu ve üstünün eski selçuklu günbet(kümbet) lerini andıran pramid şeklinde yapıldığın belirtmektedir.21
    Konuyu, Şeyh Bedreddin’in “Varidat” adlı yapıtından ve diğer bazı kaynaklardan seçtiğimiz şu anlamlı sözleriyle bağlayalım:
    • Tanrı, dünyayı yarattı, insanlara bağışladı. Erzak, giyim, kuşam, sürüler, arazi ve bütün toprak, ürünleriyle insanların ortak malıdır. İnsanlar yaratılış ve yaşayışta eşittirler. Birinin servet toplayıp biriktirmesiyle ötekilerin ekmeğe muhtaç kalması ilahi amaca aykırıdır.
    • İnsanlar birbirlerine tapıyorlar; ya da paralara, altınlara, yiyeceklere, üne, şan’a, bilmedikleri için de Yüce Tanrı’ya taptıklarını sanıyorlar.22
    • Kişilerin elde ettikleri olgunlukların tatları, huriler, köşkler ve cennetlere benzetilmiştir. Bunlara verilen adlar takma adlardır. Çünkü eksik, cahil ve kıt akılları bulunan kişilere gerçek bu vesile ile anlatılabilir
    • Ölmeden önce öl, ta ki ölümsüz kalasın... Geçici ve mecazı varlıktan vazgeçen, kendi varlığının Allah’ın varlık kaynaklarından bir kaynak olduğunu bilen ve ikilikten kurtulan kişi sonsuza kadar diridir.
    • Sema da böyledir. Samimi fakriler vakitleri elverdikçe sema yapabilirler. Zira onlar güzel bir ses duyunca, gönüllerini Allah’a yönlendirir ve dünyayı tamamiyle bir tarafı bırakarak Allah sevgisiyle doldururlar. Allah’a ulaşmayı gerçekleştiren işi bir Müslümanın yasaklaması helâl midir?
    • Cemâl ve celâl sahibi Hak (Allah) , her zerrede tecelli eder ve hepsinde vardır. Bu zerreciklerde bütün sıfatlarının izler, suç ve aşağılayıcı durumlar da vardır. Kötü yön suçları gizler ve iyi yön gibi görünür, ta ki oraya yönelsin.
    • Suçlu, suç işleyene denir, yoksa bir suç için “bu suçtur”diyene değil.
    • Gerçek iktidar, insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulur.
    • Öğrenciler değişir, ama öğreti kalır.
    • Vefa ve sadakat, cömertçe yapılan ihsan ve iyliklerle elde edilir.
    • Başka halklar üzerinde baskı uygulamak, özünde kendi halkı üzerindeki baskıyı gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir.
    • Gerçeğe engel olabilecek bir ceza daha icad olunmamıştır.
    • Bizim görevimiz yol göstermektir; dostların görevi ise, çalışıp çabalamaktır. Sonsuz olan gönül evreni, zamanla değişir. Acele etmeye gerek yoktur. Her yemişin bir mevsimi vardır. Fakat boş oturmamak, çalışmak gerekir...23
    • Dünya kerametle dopdoludur. Bu yolda toprak olursan bütün yemişler senden biter. İçin, dışın kerametle dolar! ...
    • Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur.
    • Beni kara toprakta değil, hakikatı anlamış insanların yüreklerinde arayın! ..
    Ben de halimce Bedreddinem...

  • Serdar Samatyalı
    Serdar Samatyalı

    olum onu ben sölücektim la... başka bişeyler yazıyım bari... alevi büyüğü... haksızlığa karşı isyanın adı... kadının erkek eşitliğinin, varolmanın adı... tarihteki ilk komünist yapıyı hayata geçiren yüce insan...
    ben ibni haldundan da etkilendiğini düşünüyorum.. çünkü bugün karl marks ın toplumbilicimlik adına düşündüğü ve yazıya geçirdiği sözlerin çok yakınını o zamanlar ibni haldun da kendi kitabında yazmıştır.. ve o toplumbilimcilik bugünkü komünizmin kaynağını oluşturmakta... o zamanlar bedreddinin de ibni haldunla mısırda uzun süreler görüştüğünü anımsarsak düşüncelerimizde yanılmış olmayız...

  • Özgür Ardic
    Özgür Ardic

    yarin yanağından gayrı heryerde her zman beraberiz...

  • Şekerrîz
    Şekerrîz

    Yanlış kişiler tarafından, yanlış anlaşılmış değerli zât.. Sözleri çok önemli ve çok ince düşünülerek doğruca algılanmalı..

    Komünizm insanı falan değildir, samimiyet insanıdır başlı başına..

    'samimiyet' kavramını 'saygı' kavramıyla homojen olarak karıştırıp olması gereken bir davranış şeklini ortaya koymuştur..

    Komünist fikriyatını benimsemekte değildir işte.

    Nokta.

  • Martin Gore
    Martin Gore

    nazim in siirinde efsanelesti.....okuyalim ögrenelim..mal mal yorumlar yapmayalim....

  • Bb Bbb
    Bb Bbb

    komedi ya.

  • Martin Gore
    Martin Gore

    insan olan baskasinin rumuzuna sulanmaz...ancak karaktersiz essegin biri yapar bunu...bkz.alttaki..