Kültür Sanat Edebiyat Şiir

rejim sizce ne demek, rejim size neyi çağrıştırıyor?

rejim terimi Gamze Temel tarafından tarihinde eklendi

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Batı'nın Yeni Dünya Düzeni dediği emperyalist dünya düzenine nisbetle, asıl biz Osmanlı'nın torunları olarak Yeni Dünya Düzeni'ni gerçekleştirmeliyiz...

    - Tabiî, öncelikle bunu bizim kendi içimizde gerçekleştirmemiz gerekmekte... Bunu gerçekleştirdik mi dışarıdan gözlemlendiğinde, zaten dışarıdakiler için de ufuk açıcı...

    - Cazibe merkezi...

    - Cazibe merkezi olmalı... Şimdi bizim, Batı toplumlarındaki gibi -ki, Amerika Batı toplumlarının günümüzdeki öncüsü- efendi/köle anlayışımız yok... Yani, 'biz dünyanın efendisi nasıl oluruz? ' gibi bir derdimiz olmadı...

    - Kastettiğimiz Osman Gazi'nin dediği gibi 'ben dünyaya adalet götürmek için mücadele ediyorum; nizam-ı âlem için...'

    - Evet! Zaten o adalet ve güvenlik meselesidir... Şimdi birçok kimse, kendi vatandaşlarımız da, Batılılar da -çoğu-, Osmanlı haritasına baktıkları zaman, üç kıtada hüküm süren Osmanlı'yı, her yeri fütuhatla aldı zanneder...

    Hâlbuki, fütuhat sayılı kilit noktalarda gerçekleşmiştir... Coğrafî olarak, o genişlemenin büyük bir kısmı, birçok yer, kendileri Osmanlı'ya başvuruyorlar ve 'bizi de kendi topraklarınıza katın ve bize sancak gönderin; biz de size katılmak istiyoruz! ' şeklinde gerçekleşmiştir... Neden? İşte o adalet ve güvenliği Osmanlı'da bulmuşlardır...

    ...

    - Türkiye'nin bugünkü temel meselesi Batılılaşmaya çalışıp, Batı toplumlarının bir parçası olmaya çalışırken, Batı'yı tanımadan, anlamadan, kendine göre bir 'Batı' tahayyül ederek... Şimdi, deminden beri biz neden bahsediyoruz; 'demokrasi ve insan hakları' Batı'nın temel lafları... Evet, 'demokrasi ve insan hakları' Batı kaynaklı laflar bunlar... Eski Yunan'da 'demokrasi' lafının çıktığı Atina... Atina'nın beşte dördü köle, beşte biri efendi! Atina'dan sonra Amerika'da demokrasiyi görüyoruz; Amerika'da demokrasi olduğu söylendiğinde toprak sahipleri 'özgür' ve 'efendi' ve Afrika'dan getirilmiş köleler var... İnsan sayılmayan kıtanın yerlileri...

    Şimdi biz, demokrasi kavramında, Batı'da bunun hangi şartlarda ortaya çıkıp, nasıl tatbik edildiğini ciddi bir şekilde araştırıp, incelememişiz... Lâf: 'Demokrasi özgürlük demektir! ', 'Demokrasi, insan hakları demektir! ' falan... Burada, kanun-nizam tanımaz bir demokrasi tanımına geliyoruz! Şimdi burada Türkiye'de, Batı'da tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş... Yani, 18. yüzyılın sonunda başlayıp, 19. yüzyıl boyunca, İngiltere, Fransa, Almanya sanayi toplumu hâline geldiler... Batı'da, bu sanayileşme sürecinde, o dönemde 'demokratikleşme' diye bir şey yoktu! Çok keskin şartlar, çok keskin disiplinler içinde gerçekleşti bunlar! Bize gelince; biz, sanayileşmeden önce demokratikleşme yoluna girdik... 2.Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler'den tehdit gelince -boğazlardan üs istemek, Kars-Ardahan üzerindeki talepleri gibi- biz Amerika'ya yanaştık! Amerika da dedi ki bize, 'ben sana yardım ederim, ama, senin diktatöryal bir rejimin var, biz 2. Dünya Savaşı'nda diktatöryal rejimlere karşı savaştık, halkımıza bir diktatörlük rejimini desteklediğimize dair izah yapamayız, onun için sen demokrasi'ye geç! '

    ...

    - Bundan 4 sene önce, şu anda meşhur Ergenekon Operasyonu'nun temeli bina edilen Donanma Komutanı Oramiral Özden Örnek'in oğlu Tolga Örnek'in çektiği 'Gelibolu' isimli bir film var... Siz o film üzerine hem Ulusal TV'de konuştunuz hem de kitabınızda mevzu ettiniz... O film için İngiliz emperyalizminin, Batı emperyalizminin gözüyle yansıtıyor film olarak diyebilir miyiz?

    - Tabiî, tamamen doğru... O filmi yapanlar akılları sıra çok büyük kurnazlık içindeler... Çanakkale meselesi İngilizler, Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar için çok önemli bir konu...

    - Anzaklar...

    - Anzaklar zaten Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri... Ve İngilizler... Onlar açısından çok önemli... İngilizler açısından önemli... İngilizler orada çok büyük bir yenilgi, tarihlerinde yaşamadıkları bir yenilgi alıyorlar... Bunun yanı sıra Avustralyalılarla Yeni Zelandalılar ülkelerinin dışında, yaşadıkları toprakların dışında, hiç ilgileri olmayan bir yere gelip İngilizler için savaşıp canlarını veriyorlar... Ve ilk defa Çanakkale Savaşları dolayısıyla İngilizlerden, İngiliz İmparatorluğu'ndan ayrı bir Avustralya, Yeni Zelandalılık bilinci ortaya çıkıyor Çanakkale Savaşı'nda... Bu açıdan Çanakkale Savaşları hem İngilizler için hem Avustralyalılarla Yeni Zelandalılar için çok önemli... Burada bir kurnazlık var... Bu kurnazlık da 'Biz TSK'nın imkânlarından yararlanarak bir film yapacağız ve bu filmi yaparken İngilizlerin ve Avustralyalıların, Yeni Zelandalıların kanayan yaralarına merhem süreceğiz. Ah ne acı, bizim de gönlümüz kanıyor. Sizin askercikleriniz geldi buralarda can verdiler.' Şimdi tamamen bir madrabazlık olayı... Ve bu madrabazlık olayına, babası Deniz Kuvvetleri Komutanı olan bir delikanlının ön ayak olması yüzünden maalesef çok yazık ve çok ayıp olarak Silahlı Kuvvetlerimiz de bu işe angaje edilmiş durumdalar... Biz kendi şehitlerimizi bir tarafa bırakıp İngiliz ve Avustralya, Yeni Zelanda ölüleri için gözyaşı döken bir film yapıyoruz... Hesap ne? 'Bu ülkelerde bu film satılacak. Biz bu işten çok para kazanacağız.'

    - Anzakların burada ne işi var? İngilizlerin vatanımızda ne işi var? Bunlar hiç sorulmuyor...

    - Evet... Şimdi bakın çok güzel bir nokta... Yeditepe Üniversitesi'nde ben ders veriyordum... Bir gün haber geldi... Tolga Örnek gelmiş Yeditepe Üniversitesi'nde bu filmin tanıtımını yapacakmış... 'Öğrenciler o saatte dersi bırakıp ona gitsinler. Siz de buyurun.' falan... Öğrenciler hevesli... Filmi göreceğiz zannediyorlar... Sadece fragmanları gösterildi... Öğrenciler 'Hani filmi seyredecektik' diye sorduğunda 'Filmi gidin sinemada seyredin' cevabını aldılar... Sinemada seyretmiş olan öğrenciler varmış aralarında... Onlar kalktılar dediler ki 'Siz İngilizlerin neden Çanakkale'ye geldiğini göstermemişsiniz. Bu bir işgâl hareketi.' Tolga Örnek'in cevabı, 'Biz de işgâlci bir ülkeydik. Bizim Mısır'da, Suriye'de ne işimiz var? '

    ...

    - Rusya'yla Gürcistan savaşıyor arada Türkiye eziliyor...

    - Evet...

    - Kafkaslar Türkiye'yi eziyor...

    - Evet...

    - Burada mesela şeye gelir misiniz Türkiye'nin tarihî misyonunu hatırlaması noktasına... Türkiye ne kadar görmek istemese bile işte Gürcistan'la Rusya savaşıyor, gözler Türkiye'ye çevriliyor Batum'da, Acaristan'da... Bosna-Hersek'de bir hadise oluyor umutlar Türkiye'de...

    - Kosova...

    - Yani Somali'de bir şey oluyor, orada bir şey oluyor gözler Türkiye'de... Türkiye şaşırıp nerden çıktı bunlar falan diyor... Oysa bir yerden çıkmadı, bunlar vardı... Sen görmek istemedin... 100 yıl sonra patlıyor her şey... Tarihî misyonunu hatırlatıyor, yani dünyaya nizam verme misyonunu hatırlatıyor...

    - Çok doğru... Biz tarihî özelliklerimizi ve bu tarihî özelliklerin Türkiye'ye getirdiği yükümlülükler, sorumlulukları bir tarafa bırakıp unutup, 'Batı'nın bir parçası nasıl oluruz? ' hayaline kapılmış durumdayız... Ama biz 'Aman Batı ile bütünleşelim. Orada çok para var. O paradan biz de yararlanalım' hayali iştahı içindeyken bahsettiğiniz, çok yerinde, çok doğru olarak bahsettiğiniz o tarihî yükümlülükler, sorumlulukları birden karşımızda buluveriyoruz...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Bir ülkenin ordusunun komutanı olacaksınız, holigan gibi Fenerbahçe maçlarına gidecek, özel türbinlerde oturacaksınız, o da yetmedi düğünlerde göbek atacaksınız, basınla televoleci gibi ayak üstü devletin en hassas konularını konuşacaksınız. Bunları ancak işi olmayan bir genelkurmay başkanı yapar. Çünkü TSK’nın fonksiyonu kalmadı.

    - Neden kalmadı?

    - Sen küreselleşme adı altında ülkenin gümrüklerini kaldırmışsın. Ülkenin sınırlarının bir önemi kalmamış. Sınırlarının güvenliği de delinmiş, ülkede yaşayan vatandaşların da ordusundan “kendisini koruması için” bir talebi kalmamış. Ülkenin bankalarının yüzde 44’ü yabancılara satılmış. Sigorta şirketlerinin yüzde 80’den fazlası yabancılara geçmiş. Borsanın yüzde 83’ü yabancıların olmuş. Ülkede kullanılan kredilerin yüzde 76’sı yabancılar verir hale gelmiş. Ülkede satmadık stratejik yer, stratejik kurum kalmamış. Halkın da ülkenin güvenliğini sağlamak için ordudan bir talebi kalmamış. Ordusu haftada 20-25 şehit verir hale gelmiş. Ama kimsenin umurunda değil. Siyasetin ve siyasetçinin de ülkesi adına bir talebi kalmamış. Ordu, fonksiyonunu yitirmiş. Ordu fonksiyonunu yitirirse, elbette Yaşar Büyükanıt da gider kokteyllerde gezer, devletin en önemli konularını televoleciler gibi ayak üstü herkesle konuşur.

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Türk Edebiyatı’na “Müesses Nizam” müdahale ediyor mu? Edebiyatımızın bugünkü durumu ve “Müesses Nizam”la ilişkisi hakkında somut bilginiz var mı?

    - Müesses Nizam’ın direkt etkisi yok; ama dolaylı olarak var. 12 Eylül’de tüm sisteme, Türkiye’nin hayat damarlarına kalıcı bir şekilde müdahale edildi. Felsefe dersi çok önemlidir sanat ve edebiyat için. Kitleler apolitikleştirildiği için sanat edebiyatın temeli olan felsefe 12 Eylül’le liselerden kaldırıldı. Felsefe okuyanlar asgarisinden hümanist olurlar. “Sanat – edebiyat” bütün tarih boyunca toplumsal muhalefetin yansıdığı en önemli alandır. Reel olarak politikada kullanılamayanlar hicivle sanat aracılığıyla topluma yansıtılır. Bugün bu maalesef yalnızca karikatür sanatıyla var ülkemizde.

    - Ama onlara da eleştiri var. Çok yumuşaklar, matbaalarını hükümet almış filan diye.

    - Haksızlık sayarım. Bugün, eleştirel anlamda Penguen ayarında bir sanat edebiyat dergisi yok. Ama tabiî ki, etkili olması için bu dergilerin de tiraj sahibi olması lazım. Sistem, yani benim “Hollywood Efekt” dediğim küresel sermayenin medya gücü; insanların beynini boşaltıp sermaye sınıfının çıkarlarının ideolojisini insanların kalbi yerine midelerine hitap ettirdi. İnsanların beyni boşaltıldı, sisteme entegre edildi. Beyni olan insan sanat edebiyatı sever. İnsanların düşüncelerinin oluşmasında “Müesses Nizam”ın eskiden büyük etkisi vardı. Hem kendi ideolojisini yaymak hem de karşıt gördüğü kişi ve kurumları yok etmek anlamında. Kimi yazar ve şairlerimizin üzerindeki baskıları, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet... Hepimiz biliyoruz; Müesses Nizam’a biat etmeyenler içerde çürütüldüler, baskılara maruz kaldılar. Unuttuk bunları. Hatta canına kasdedilen Sabahattin Ali’yi hatırlayın. Ama en çok Yeşilçam’a müdahale etti “Müesses Nizam” En büyük sosyal manipülasyonu Yeşilçam’a yaptılar. Bunu o kadar ustaca ve o kadar planlı yaptılar ki; Yeşilçam bile anlamadı.

    İlk dönemlerde Yeşilçam’da 'feodal sistem' sorgulanıyordu. Hep ağalık düzeni eleştirisi vardı. Ne de olsa ABD destekli DP iktidarı iş başına gelmişti ve gelişen kapitalizmin yeni yetme burjuvazisine yer açmak gerekiyordu. Ellilerde dizi gibi film çekiyorlardı Yeşilçam’da. Ama anımsarsanız hepsi feodalizmi tasfiyeye yönelikti. Ağa kötüdür, ırza geçer, dolandırır, ezer, sömürür. Peki, 1960’a yaklaşırken Yeşilçam’da ne değişti? Eleştiri köylerden şehirlerin varoşlarına gelince durdu. Çünkü burjuvazi gelişiyordu. Burjuvazi eleştirilemezdi. Yeşilçam da hiç eleştiremedi.

    Yetmişli yıllara gelindiğinde Yeşilçam, bugün için bile imkansız olan bir türe, açık biçimde pornografiye yöneldi. Bu sefer de gelişen toplumsal muhalefetten, işçi sınıfından gençleri uzak tutmak gerekiyordu. Emperyalist Proje başarılı oldu. Arkasından seksenden sonra cuntaya/sisteme destek olacak filmler çevrildi. Tüm bu süreçte Yılmaz Güney gibi tek tük birkaç yönetmen çıktı sistemi eleştiren, özellikle de 80 öncesi.

    Müesses Nizam bence Yeşilçam’da başarılı oldu. Çünkü bugünkü dünyada en büyük silah görsel kültürdür, yazılı kültür değil. Çağımız; herkesin dediği gibi “imaj” çağıdır. Sistem sinemayı, tv ve renkli basını, gayet iyi kullanıyor. Öyle ki, kullanılanlar bile farkında değiller. Zaten gücü de bu. Köşe yazarları ne yazarsa yazsın manşetler belirleyici oluyor. Bugünlerde en büyük hizmeti de Kartel Medyası yapıyor. Aysbergin su üstündeki kısmını büyütüp, alttaki büyük sorunları saklayıp küçülterek sanal sorunlar yaratıyor. Bazı düzgün yazarlar da bu hengamede istemeseler de sisteme entegre imaj sergiliyorlar. Halk, kitaptan ve okumaktan kaçıyor. İnsanların beyni boşaltılınca, eğitilmemeye, düşünmemeye yöneltilince, her şey istenildiği gibi rayına oturtuluyor. Böylece sanat ve edebiyatın toplumsal temeli de “çaktırılmadan” ortadan kalkmış oluyor. Geçmişte Fethi Naci, Türkiye için, “ne kadar futbol varsa o kadar sanat var” demişti. Zamanla futbol da kapitalist metalaşma sürecini tamamlayarak sisteme entegre olunca, durum daha da vahimleşti bence. Futbol imaj liginde bir üste düşerken, bilim onun yerine küme düştü. Bugün sonuç olarak Türkiye’de ne kadar bilim varsa o kadar sanat ve edebiyat var. Ben bunu söylüyorum.

    - Abdelrahman Münif var Arap Edebiyatı’nın güçlü kalemi, oranın Yaşar Kemal’i diyelim. İhtiyara Suikast’ı yayınlandı Türkiye’de. İngilizceye beş cilt olarak çevrilmiş, olay olması gerekirken kimse tınmamış İngiltere’de. Tam bir “Pazar Edebiyatı’na dönüştü tüm dünyada edebiyat. Kültürel alana uluslararası sistemin el attığını, sanatın edebiyatın beğenilerinin, modalarının rayını değiştirdiğini düşünüyorum.

    - İşte benim “Hollywood Effect” diye uydurduğum, küresel sermayenin medya gücü bu. Dan Brown’ın romanları örneğin. Bunun sebebi nedir? Yine o görsellik. Bu tür romanlar moda oldu. ABD sineması bu emperyalist kültürün en büyük taşıyıcısı. Ama Amerika’da Eleştirel sinema da var. Bunu da görmek ve atlamamak lazım. Zayıf da olsa sesi çıkıyor orada. Ne filmler yapılıyor ama biz ve üçüncü dünyada bu filmler pazarlanmıyor. Sansür, “kapitalist marketin” eliyle çalışıyor. Küresel sermayeye direnen kesimler perifer ülkelerde yok, ama bu perifer üçüncü dünya ülkelerinde çok büyük bir direniş var artık. Dan Brown gibi yazarlar isterse sosyal olayları da yazabilir. Çünkü O, senaryo gibi yazıyor. Burası önemli. Bizde, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu. Dan Brown’ın Da vinci Şifresi’nden daha iyi bir anlatımla yazılmıştır. Kurgusu da sanırım öyle. Kurt Kanunu’nda olaylar, adeta sinema şeridi gibi geçer. Bu durum aslında görselliğin öne çıktığı dünyaya çok uyuyor.

    Bence Tarik Ali şöyle bir hata yapmış, gözünden kaçırmış, tarihçidir ama bana göre siyasi kavrayışı yeterli değildir. Kısaca bu konuyu yorumlamak için siyasallaştırırsak; “görsel anlatımın egemen olmasından” doğuyor bu tür edebiyat. Eisenstein’da bu durum çok açık. Potemkin Zırhlısı’nı çekmiş bir sosyalist iken, daha sonra II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler -yani aslında Stalin demek lazım- Rus milliyetçiliğine ihtiyaç duyunca, Eisenstein bu sefer ulus kimliğini öne çıkaran “Aleksandr Nevski”yi çekti. Mesele burada siyasetin akışkanlığı.

    Diyalektik anlayışa çok uyacak şekilde “Eleştirel Sinema” aslında en gelişmiş olarak ABD’de var. Bütün sinema alanı, yani Hollywood Yahudilerin egemenliğinde olması nedeniyle, Evanjelistler’in desteklediği Mel Gibson’un çektiği İsa filmi üç yıl gösterilemedi. 11 Eylül’den sonra sinemalara inebildi. Amerika’da eleştirel düşünce hala sınırlı da olsa bağımsızlığını koruyor, ama bu eserleri maalesef biz genellikle görmüyoruz, haberimiz bile olmuyor. Michael Moore’un “Benim Cici Silahım” filmi Oscar almasaydı, oğlum ABD de o sıralarda sinema okuyor olmasaydı, o göstermeseydi; çok sık ABD de bulunan birisi olmama rağmen ben bile bilemeyecektim.

    Görselliğin gücünü Amerikan Müesses Nizamı içinde en iyi 20’lerde FBI’ı kuran ve nerdeyse elli yıl yöneten, sekiz başkan görmüş olan Edgar Hoover farketmiş. Şarlo’yu yasaklamış, yirmi küsür yıl ABD’ye girişini yasaklatmış. Hoover’ın arka planda yönettiği Joseph McCarthy de adını taşıyan dönemde en büyük tahribatı Rosenbergler’den yola çıkarak Hollywood’u temizleyerek yapmıştır. Yani “Hollywod ve Amerika komünistlere karşı steril edilmiştir.” Bu suçlamalarla tüm eleştirel düşünce tasfiye edilmiş, kalanlar da asimile olmuşlardır. Bütün Hollyvood camiası, yüzlerce sinema yıldızını yasakladı, film çektirmedi. Orada sansür kaba bir biçimde filmler yasaklanarak olmuyor bizdeki gibi, iş vermiyor gizli bir el, aç kalıyorsun, öyle köşende yaşıyor ölüyorsun. Kapitalizm böyle evrenselleşti, bugün küreselleşme diye yutturulan emperyalizm; 50’lerde böyle tavan yaptı. Sisteme uymayanlar da bugünlerde az değil. Ne kitaplar yayınlanıyor, ne filmler yapılıyor ABD’de; ama kimsenin haberi olmuyor. Bize Dan Brown’u sokuşturuyorlar. Yıllarca Latin Amerika Edebiyatı’nı sokmadılar Amerika’ya.

    - Edebiyat hiç de yaşanılan politik ortamdan, ekonomi politikten bağımsız değil yani.

    - Hiç bir zaman ve hiçbir şey; üretim tarzından bağımsız olamaz. Hele, idelojinin en kolay etkisine girebilecek olan edebiyat. Bizim gibi ülkelerde küresel sermaye etkisiyle bağımsız bir ideoloji oluşmuyor. Zaten ideolojiler bağımsız olmaz. Ya ezilenlerden yanasındır; ya da ezenlerle berabersindir. Orada Metropol ülkelerde, düşünceyi yasaklamıyorlar, sansürü dolaylı yollardan yapıyorlar; medyayla, ekonomiyle engelleniyor. Ama perifer ülkelere gelince durum değişiyor. Dehşet bir “dolaylı” sansür var. Eğitim sistemlerini çökerterek ve halkların beyinlerini boşaltarak yapıyorlar bunu. Son kırk yılda açık bir şekilde bunu Japonya’da yaptılar. Japon kültürü kalmadı artık. İnsanlar, çocuklar orada üç yüz kelimeyle konuşuyorlar. Sokaklar İngilizce afişlerle, panolarla dolu. Türkiye’deki gibi İngilizce yazılı ama dilsel bazda anlamsız olan yazılar görüyoruz t-shirtlerde. Gençler adeta Amerikalı Yupiler gibi yaşıyorlar, yaşamaya çalışıyorlar. İnanılır gibi değil.

    - Özal orayı taklit edecekti eğitimde.

    - Bugünkü Japon gençliği Japon değil. Bugün erkekler de erkek değil, kadınlar da bildiğimiz geleneksel kadın değil. Erkekler kaşlarını, vücut kıllarını aldırıyorlar, epilasyon yaptırıyorlar. Artık hit olan Tom Cruise tipi, yaşam tarzı. Başarının da tek bir kriteri var küresel dünyada; “sınırsız para yapmak”. İşte küresel sermayenin gücü bu.

    - Türkiye’de edebiyatın aşağılanmasının nedenleri anlaşılıyor. Çok kötü yazarların yazar olarak sunulması.

    - Felsefe olmadan olmuyor demiştim daha önce. Okumayan bir nesil yazabilir mi? Yazarsa ancak kendi yaşamını yazar; o da roman olmaz.

    - Kağıt sektörü yabancılaştı. Fabrikalar satıldı, talan edildi. Kağıtta dışa bağımlıyız. Euro’yla kağıt alıyor bu yoksul ülke. Yayıncılar, 3000 Euro maaş alan bireylerden oluşan Avrupalı okur varmış gibi, yüksek bir maliyetle çalışıyor. Böylece halkın % 90’ı okuyamıyor; yoksullara okuma olanağı kalmıyor ülkemizde. Geniş kitlelere ulaşılamıyor.

    - Sizi kurum olarak topyekün eleştireceğim. Okullarda, üniversitelerde eğitim adına cahilleştiriliyorsa insanlar olacağı budur. Evet, insanlar bugün çok kolay kitaba ulaşıyorlar. Bunu şundan söylüyorum; insanlar cahilleştirilirse yüksek kültüre gerek kalmaz. Anı yazar gibi her önüne gelen yazıyor, yazar oluyor. Ne edebiyat var ne bir şey. Hele bilim adına ne cahillikler sergileniyor, ne kitaplar yazılıyor. İnternet Blogları. Herkesin blogu var.

    Ben her zaman kitaba çok değer verdim. Hala da öyle. Hatta bu ilgim çok daha fazla arttı bugün. Sizler yayıncı olarak insanların önüne bir yığın kötü yazarı çıkarıyorsanız; içlerindeki iyiyi nasıl seçeceksiniz. Kaliteyi satamazsanız, ürettiğiniz malın metalaşmasını sağlayamazsanız olmaz. Bu dergiyi birisi para verip almıyorsa, etkili de olamazsınız. Para veren okur, para vermeyen okumaz. Bu dergicilik, yayıncılık ilkesidir. O kaliteyi yirmi beş yıldır olmayan bir eğitim sistemiyle yapamazsınız. Böyle bir ülkede edebiyatı-sanatı geliştiremezsiniz. Hayatım boyunca feminizme karşı çıktım. Neden mi? Sosyalizmi sulandırdığı için. Bu kadın haklarına karşıyım demek değil. Bir toplumu kurtardığınızda kadını da kurtarmış olursunuz zaten. Bir şeyi edebiyata indirgemeyin yalnızca; onun altında yatan sorunlar edebiyat ve sanattan kaynaklanmıyor. Benim yayıncığı bırakmamın nedeni de budur.

    Geçen yıl otuz yıllık arkadaşım Murat Belge, Radikal’de benim Verso’dan 1980 sonlarında yayınladığım Barrington Moore Jr.’ın “Diktatörlük ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri” isimli kitabı üzerine yazı yazdı. “Dünyayı anlamak için bu kitabı bassın birisi” diyor. Mutlaka basılmalı, tüm okullarda ders kitabı olarak okutulmalı diye. Oysa ki; bu kitap 1988’den beri satılıyor. Ben yayıncılığı bırakınca benim önerimle İmge Kitabevi bastı. Halen de yeni baskılarını yapıyor. Tam 20 yıldır hep piyasada. Çevirmenlerinden birisi de (Şirin Tekeli-Alaeddin Şenel) yakın arkadaşı, ayrıca çıktığında bu kitabı bizzat ben kendisine vermiştim. Unutmuş. Arkadaşım Murat’a doğrusu yakışmadı bu olay.

    Ataol Behramoğlu da geçenlerde yazdı, Rus Düşünce Tarihi adlı kitabı. Bugünkü Türkiye’yi anlamak için bir başyapıt diye yazmış. Lütfedip yayınevini (Verso) bile yazmamış. Onun bugün okuduğu kitabı birileri, yani bizler 1989’da tam 20 yıl önce yayınlamışız. Bugünleri görmüşüz, ama bunun bu ülkede önemi yok. İşte Batı ile farkımız. Senin bugün hazır olarak kucağında Türkçesini bulduğun kitabı birileri seçerek çevirtmiş ve yayınlamış. Sana sadece kolayca okumak kalmış.

    Aydınlara bu işler hep basit geldi. Bunu o yıllarda sıkça yaşayınca, olaylara bu kadar basit bakılınca; 90’ların ortasında yayıncılığı bıraktım. 1980-90’lara damgasını vuran dev bir yayınevini birkaç ayda tasfiye ettim. İnsanlar kitap alsın diye de anormal bir indirimle, maliyetinin bile onda birine kitapları piyasaya sürdüm. Neredeyse bedavaya depoları tasfiye ettim. Çok daha iyi bedel öneren pazarlama firmalarına satmadım. Bu sektörde herkes bilir. Yayınevi olarak Verso, bu ülkenin aydınlarına fazlaydı. Maalesef istemeden de olsa bu kararımdan asıl zararlı çıkan Türk insanı oldu. Bu hep içimde uktedir. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; o tarihlerde William H. McNeill’in Dünya Tarihi’ni; Althusser’i, Gramsci’yi, Marc Bloch’u, H.Pirenne’i, Edgar Moren’i, E.Hobsbawm’ın tüm temel kitaplarını, Bottomore’un kitaplarını... Daha onlarcasını, yüzlercesini bastım. Yayıncılığı bırakınca bunları karşılıksız olarak desteklediğim yayınevlerine önerip basılmalarını sağladım. Kısaca Verso olarak, bir devletin basması gereken kitapları bastım ben bir zamanlar.

    - Ben de edebiyat yıllığı yayınladım geçen yıl. Elimde kaldı.

    - Bence bu mücadeleyi, edebiyat içinde kalarak, derginin çerçevesinde edebiyatı kitlelere sevdirmek gibi amaçlarla yaparak başarılı olamazsınız. Sistemi sorgulamak lazım. Sanatsal eleştiri, toplumun ilerlemesini sağlar. Sanat toplumsal eleştiriye dönüşmediği sürece sanat olmaz. Tarihten bir örnek vereyim aklıma gelen; Velasquez buna örnektir. Bütün kraliyet ailesini çizmiş, resmetmiş; ama tiplerin hepsiyle alay ediyor, ince bir sosyal eleştiri var. Anlayana... Avusturya-Macaristan İmparatoru Metternich Beethoven’e “bana adımı taşıyan bir oratoryo yaz” demiş. Ama Beethoven yazmıyor. Karısı Matternich’e “Niçin yazmadığı için üzülüyorsun? ” diyor. Matternich ise karısı kraliçeye; Beethoven’i yüz yıl sonra herkes bilecek ama beni kimse anımsamayacak diyor.

    Yani sanatın o eleştirel yanını, sistem eleştirisine çeviremezseniz olmaz. Asıl sorun edebiyatı değil sistemi eleştiren edebiyat eserlerini duyurmak olmalı. Küresel sermaye asıl sorunları göstermiyor çünkü, küçük sorunları öne çıkarıyor. Anayasa Mahkemesi başkanvekilinin dinlenmesini örtmek için Önder Sav’ı öne çıkarıyorlar. Görselliğin özelliği bu işte. Goebbels, “İnsanların önüne o kadar büyük bir balon koyacaksın ki; gerçeği içinde kaybettireceksin” der.

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    İşte yargı cephesinden ekonominin gidişatı... Yargıtay tarihinde suç dosyaları ilk kez 1.5 milyona ulaştı... Ekonomik suçlar dörde katlandı... Elektrik hırsızlığı 100 bin, karşılıksız çek 50 bin, hırsızlık ve gasp 60-70 bin dosyayı buldu...

    Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, ekonomideki darboğazı dosyalarla ortaya koydu... İş yükü arttığı için 6 yeni daire oluşturulacağını söyleyen Gerçeker, 6. Ceza Dairesi'nin yükünün de başka dairelere aktarıldığını anlattı... 'Bu dosyalar 10 yılda erimez. On binlercesi zamanaşımına uğrayacak' dedi...

    Gerçeker, traji-komik bir örnek de verdi... Kilitlenme noktasına geldik... 1.5 milyon dosyadan 600 bini incelenmeden sonraki yıla devredecek... Eskiden taraflar 'öncelik' dilekçesi verirdi... Şimdi 'önceliğin de öncesi' gibi talepler geliyor...

    ...

    Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan Nurseli İdiz, Ntv'deki 'Haydi Gel Bizimle Ol' adlı programa konuk oldu... Gözaltı sürecinde yaşadıklarını da anlatan İdiz, 'Çok iyi muamele gördüm. Polisler artık eskisi gibi değil' diye konuştu... İdiz'in sözleri Pınar Kür'ü kızdırdı... Kür, 'Irzına geçmediler diye mi böyle konuşuyorsun? ' diyerek serzenişte bulundu...

    ...

    İstanbul, dün ABD'yi harabeye çeviren kasırgaların benzerine sahne oldu... Saatte 70-80 km. hıza ulaşan şiddetli rüzgar çatıları uçurdu, ağaçları ve elektrik direklerini devirdi... Gemiler karaya oturdu, uçaklar rötarlı iniş yaptı... En acı olay Kuştepe'de yaşandı... Kopan cami minaresi, bir lokantanın üzerine düştü... 1 kişi öldü, 2 kişi yaralandı...

    ...

    Müstehcen esprileriyle RTÜK'ü kızdıran Huysuz Virjin, prime-time yasağını deldi... RTÜK'le pazarlık yapan ATV yöneticileri, 'Banttan yayınlanırsa erken saatte ekrana gelebilir' izni aldı... Çalık Grubu'na ait kanalın 'müstehcenlik anlaşması' şaşırttı...

    ...

    Gümrük Başkontrolörü Bayram Çolak, AKP'li Fırat'la mahkemelik oluyor... Çolak, TBMM'deki düelloda kendisine 'tosun' diyen Fırat'a tazminat davası açacak... Fırat, MENAS raporunu yazan Çolak'ı Başbakanlığa şikayet etmişti...

    ...

    Bolu Valisi H. İbrahim Akpınar, 215 bin YTL'lik Audi Q7 makam aracı aldı... Vali, 'Çok mütevazi' dediği aracı, tasarruf için tercih ettiğini söyledi...

    ...

    İsveç Prensesi Brigitte Ingeborg Alice, tatil için Bodrum'a geldi... Bodrum Belediye Başkanı Mazlum Ağan, Prenses onuruna kokteyl verdi...

    ...

    Manisa'da evlendirme vaadiyle dolandırıcılık yapan şebeke çökertildi... 'Her yaşta kız buluruz' sloganıyla yola çıkan çete üyeleri, eş ve kızlarını gelin adayı olarak tanıtıp kurbanlardan para aldı...

    ...

    İsviçre güzellik yarışmasında ilk kez bir Türk kızı finale çıktı... 20 yaşındaki Selver Yavuz, 16 finalist arasından İsviçre'nin en güzel kızı olabilmek için yarışacak...

    ...

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, New York Borsası'nın açılış gongunu çaldı... Borsada seans öncesi bilgi alan Gül, yerel saatle 09.30'da gongun düğmesine basarak borsayı açtı...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Türkiye'nin bu coğrafyada kendisine has ve kendi dünya görüşü çerçevesinde bir politikası, anlayışı, stratejik bir vizyonu olması gerekiyor... Bu çerçevede de kendi ayakları üzerinde duran bir dış politika çizmesi ve bunu etrafına kabul ettirmesi gerekiyor...

    - Bence de doğrusu bu... Fakat olmayan da gerçekten bu... Benim esasında temel fikrim; bir ülkenin her konuda dış politikası olması ve bu dış politikasının da herkes tarafından çok iyi bilinmesi ve bütün herkesin doktrine edilmesi lâzım... Bu sıradan bir vatandaş olabilir, oraya giden bir ticaret adamı olabilir, tabiî ki oradaki büyükelçilerimiz, dışişleri mensuplarımız olabilir... Her ülkenin bilinen bir dış politikası üniversite bazında, öğrenci bazında bilinmesi lâzım...

    - Kafalarda -istisnalar bir yana- en ufak şüphe bırakmadan bakış açınızı belli etmeniz toplumun da buna az-çok vakıf olması ve buna göre hareket etmesi gerektiğini söylüyorsunuz...

    - Tabi... Çok basit olarak, meselâ biz Kıbrıs'a giderken pasaportumuzda bu ülkeye giriş damgası olduğu zaman İtalyan Başkonsolosu bize vize vermiyordu... Biz de ondan sonra başladık pasaportumuza bir tâne kağıt iliştirmeye, o kağıda damgayı bastırıp yarın-öbür gün sıkıntı olmasın diye çözüm üretmeye... Diğer yandan buraya bir İtalyan iş adamı geliyor veya bir futbolcu geliyor ve biliyorsunuz ki kendi ülkesinin dış politikasını veya Kıbrıs politikasını biliyor... Halbuki bizim üniversite öğretim üyelerimiz çeşitli konularda Berlin veya Paris'te katıldığı konferanslarda Türkiye'nin görüşleri konusunda doktrine edilmediğini görüyorsunuz... Yani bilinmiyor, orada neyi savunacağını bilmiyor... Tabiî ki kendi fikirlerini savunuyor, ancak, bir ülkenin temsilcisi orada bulunurken, devletin politikalarını da bilmesi lâzım... Eğer ki varsa onları savunacağı bir ortam, onları da savunması lâzım...

    - Halkın bütün kesimlerinin dış politikaya dair kafalarında bütünleşmiş bir fikir olması gerekiyor... Dışa karşı duruşunuzu gösteren tutarlı bir bütünlük... Zaten İtalya örneğini verdiniz, o tutarlı bakışı onlarda görüyorsunuz...

    - Tabiî ki görüyorsunuz... Yani, örnek verecek olursak, Kıbrıs'daki bütünleşmeyi en çok destekleyen ülkelerden bir tanesi Belçika; fakat ayrılmanın eşiğinde... Ama şimdi Belçika'nın bir politikası var, kanun tasarısı sunuyor, diyor ki; 'Kıbrıs tekrar bir araya gelmelidir'. Bunu destekliyor... Bakıyorsunuz, Slovakya ile Çek Cumhuriyeti ayrılmış, ama Slovakya ne diyor; 'Kıbrıs'ta yeni bir çözüm sağlanmalı, birleşik Kıbrıs kurulmalıdır' diyebiliyor... Devlet politikası o kadar her kademeye yayılmış ki, bunu bir Belçika vatandaşı ile konuşsan veya bir akademisyenle de konuşsan bunu savunuyor...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Derin bir çukur kazan avcılar, bu çukura düşen file sabahleyin biri gelip dayak atar, akşam diğeri gelip yemek verir... 40 günün sonunda da fil çukurdan çıkartılır ama bu sefer de kendisine yemek veren o avcının emrine muti olmuştur... Tuzak, çukura düşmekte değil, yemek verenin peşine takılmakta...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    SAHTELİKLER DÜNYASI


    KADINDA:

    Saç sahte,
    Kaş sahte,
    Kirpik sahte,
    Burun sahte,
    Diş sahte...

    ERKEKTE:

    Kılık sahte,
    Bıyık sahte,
    Sakal sahte,
    Edâ sahte...

    GIDADA:

    Yağ sahte,
    Bal sahte,
    Yumurta sahte,
    Et sahte...

    KIYMETTE:

    Para sahte,
    Bilânço sahte,
    Tedavül sahte,
    İtibar sahte...

    KÜLTÜRDE:

    Dil sahte,
    Tarih sahte,
    Devrim sahte,
    Kahraman sahte...

    SANATTA

    Şiir sahte,
    Roman sahte,
    Tiyatro sahte,
    Münekkid sahte...

    POLİTİKADA:

    Vicdan sahte,
    İman sahte,
    İz'ân sahte,
    İrfan sahte...

    NİZAMDA:

    Hürriyet sahte,
    Adalet sahte,
    Disiplin sahte,
    Denge sahte...

    TESİSTE:

    Fabrika sahte,
    Baraj sahte,
    Santral sahte,
    Tezgah sahte...

    MEKTEPTE:

    Kitap sahte,
    İlim sahte,
    Profesör sahte,
    Diploma sahte...

    BASINDA:

    Muharrir sahte,
    Havadis sahte,
    Fikir sahte,
    Yorum sahte...

    MÜMİN GEÇİNENDE:

    Vecd sahte,
    Anlayış sahte,
    Gayret sahte,
    Fedakârlık sahte...


    NFK

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    ...ve bilimin de önünde sonunda ideolojik bir kategori olduğunu ve egemen ideolojilerin bilimi kendi koltuk değneği olarak kullandığı net olarak görülmeye başlandı...

    Aslında işin erbabı bunun böyle olduğunu zâten biliyordu ama seslerini bir türlü duyuramıyor, daha doğrusu sesleri siyonist-emperyalist şeytan tarafından boğuluyordu...

    Aynı ideolojik zulüm tripodu bir sürü bilimsel ödülü de ihdas etti... Nobel ödülleri gibi... Olayın aslında ideolojik-politik bir savaş olduğuna ilişkin bilim dünyasından bazı örnekleri aşağıda vereceğiz...

    Ama ne yazık ki, insanlık bütün bunları bilemedi, ideolojik kimlikleri olan insanlar ise ciddi bir ufuk problemi yaşayarak bu gelişmelerin üstüne gitmediler ve İslâmcı çevreler yahudi bilimine yakın durdular...

    Fizik biliminde devrim niteliğindeki en önemli dönüm noktalarından biri 'Relativity' (Görelilik, izâfiyet, bağıllık) teorisidir ve bu teoriye imzasını atan isim de Albert Einstein'dır... Albert Einstein bir yahudidir...
    Einstein'ın başarısı iki yönlüdür: Quantum teoremi ve Relativity teoremi... Einstein, Quantum (Zerre) teoremiyle, sanılanın aksine aslında 'determinist' ideolojinin etkisi altında kalmıştır... Einstein, İndeterminizm (Kesinsizlik) e karşıdır... Büyük Birleşik Alanlar Teorisi ve Gizli Değişkenler Teorisi, 'Materyalist Fizik'in karşısındadır...

    Fakat İzâfiyet fomüllerinde ise, Einstein tamamen materyalist ideolojinin yanında yeralmıştır... Onun biyografisine göz attığımızda bazı ipuçlarına rastlıyoruz: Paranoid düzeyde Alman ve Alman ideolojisi düşmanı (özellikle anti-Hegelian) . Reformist... Bu düşüncelerinin yahudi kırımı ile ilgisi de yok, zira, olaylardan çok öncelere dayanıyor...

    Yine üstelik, Almanlar tarafından çok seviliyor... Kozirev ise Einstein'i direkt olarak karşısına alır: 'Einstein, Almanlar'ın (Alman Aryen ideolojisinin) bütün bilim ve fiziği tek başlarına temsil etmelerine çok kızıyordu...

    Dünya Yahudi örgütlerinin Einstein'ı sıkıştırdığı ve bir yahudi fiziğini geliştirmesi konusunda zorladığı, bunu finanse etmeye de hazır olduğu da biliniyordu...

    Yahudi fiziğinden kasıt, Siyonist ideolojinin bilim alanlarındaki tahakküm istemidir...

    Bu baskıların sonucu Einstein, Uzay'ın saf vakum (boşluk) olduğunu, sırf Esir'e yer vermemek için zorâki olarak belirtti... Oysa orthodox bir musevîydi veya öyle bir imaj veriyordu... Yani Einstein inançlarını zorluyordu...

    Bunun nedeni ideolojik yetmezliğiydi... Olaylara tam olarak anlam veremiyor, yahudilerin kendini neden baskı altında tuttuğunu bir türlü anlayamıyordu... Einstein, Esir'e inanıyordu... Taktiğe göre, yalnızca Madde vardı; Uzay ise 'HİÇ BİR ŞEY'den ibâretti!

    Einstein gibi bir ustanın böyle bir saçmalığa inanması rasyonel değildir... Üstelik tam da o sırada, Uzay'ın tıkabasa enerji alanları ve elektromanyetik dalgalardan oluştuğu netleşmişken... Einstein, bu gerçekliğe de anlaşılmayan bir biçimde direndi ve yahudi tezini dayatmaya devam etti...

    Oyunun kuralı gereği, bir diğer yahudi fizikçi devreye girdi ve sözde Einstein'ı yalanladı ve Uzay'ın vakum (boşluk) değil, enerjetik alanlardan oluştuğunu, yeni bir buluş gibi sunarak, güyâ bir rekâbet yarattı... İki taraf da yahudi olduğu için başarı yahudi ideolojisininmiş gibi göründü... Aslında, Einstein Uzay'ın genişlediğini bizzat saptamış, fakat bir ölü (statik) uzayın canlanmasından, yahudi ideolojisi ürktü... Bu ürküntü sebepsiz değildi zira, durağan (statik) bir evren yerine dinamik bir evren, Başlangıç-Son veya Yaradılış-Kıyâmet gibi kavramların gündemleşmesine yol açacak seviyede dinî postulatları hatırlatıyordu... Bu, dev maddî (kapitalist) dünya yatırımlarını boşa düşürmek anlamını taşıyordu ve materyalist ideolojiyi, kendi soyunun dışında bütün dünyaya yayma politikası güden yahudi ideolojisinin hem prestiji hem de protokolleri sarsılacaktı...

    Einstein talimât almakta gecikmedi ve bir kozmolojik sabir üretip bunu formüllerine ekledi ve Uzay'ı durdurmaya kalkıştı ve bundan dolayı da hayli acı çekti...

    Kozirev ve Friedmann -ki, her ikisi de Alman'dır ve Einstein'ın arkadaşlarıdır- Einstein'ın foyasını ortaya çıkardılar ve Uzay'ın genişlediğini bildirdiler... Bu, 'K' sabiti'ne karşı bir manifesto niteliğindeydi... Einstein hatasını kabul etti ve özür diledi ama bu olan bitenleri kimse duymadı, duyamadı... Kol kırıldı yen içinde kaldı! Evren genişliyordu... Öyle ki, uzak galaksiler ışıktan da hızlı olarak bizden kaçıyordu! Einsteinistler, halâ 'Hiçbirşey ışıktan daha hızlı olamaz' diye galaksi hızlarında da, Einstein'ın kendisinin reddettiği 'K sabiti'ni kullanıyorlar...

    Einstein, E=M.c2 formülünü, nasıl yalnızca madde-enerji eşdeğerliliği üzerine kurarak, boşluktaki enerji alanlarının da bir kütlesi olduğunu ve bunların da formüle eklenmesini es geçmişse, birçok şeyi de maksatlı olarak yarım bırakmıştır... Zaman'ın ve Çekim'in tensörünü (gercisini) ölçme güçlüklerini bildiğinden kurnazlıklara kalkıştı... Einstein, tekzip edilene kadar 'Efsane' olmayı planladı...

    İdeoloji uyarınca Esîr inancını saklaması gerekiyordu... Esîr'e karşı çıkışını, 'Michelson-Morley deneyi'ne (Michelson da yahudidir) dayandırdı... Bu ikilinin, ışığın hızını bir masada aynalarla ölçmeleri, ışık hızının bulunması için hârikaydı ama, Esîr adına tam bir skandaldı... Çünkü, ışık gibi süper bir hız, bir deney masasında değil; uzaya çıkıp uzayda dağılmayan bir ışık huzmesiyle çok geniş, en azından 186.000 millik bir mesafe içinde ölçümlenmelidir... O zaman, iki ışık demeti arasında, FAZ farkının interferansı olup olmadığı anlaşılır... Einstein hep, denenmesi ileri teknikleri gerektirenleri ortaya atmış ve nâmının yürümesi için zaman kazanmıştır... Einstein, Fitzgerald ve Lorenz dönüşün formüllerini İzâfiyet için istismar ederek kendine mâl etmeye kalkıştı...

    Nasıl ki, Gauss ve Riemann'ın matematik uzayını, Minkowsky'nin Zaman boyutunu birleştirip uzay-zamanını ileri sürüp Lorenz'in omuzlarına bastı, başaramayınca da evreni kısıtlamaya çalıştı...

    Işık hızıyla giden bir cetvelin boyunu sıfırladı, zamanını ebediyyen durdurdu, kütlesini sonsuzlaştırdı ve denklemlerinin sonucu hep sonsuz çıktığı için, matematik tekilliğin (singularity) çözümsüzlüğüne bıraktı...

    Oysa, bu sonsuzun çözümsüzlüğünün üçü de aşılabilir... Son tahlilde, bilim hiçbir aristokratik çevrenin, uluslararası sermaye çevrelerinin veya kafatasçı ideolojilerinin tekelinde olmamalıdır ancak geçinen aşamada maalesef durum böyle değildir ve emperyalizm bilime hükmetmektedir... Bilimi, çıkarcı ve tekelci bir ırkın tahrifinden uzak tutmak en önemli koşuldur...

    Feinberg, Geinberg ve Bilaniuk, ışıktan hızlı gidilmesinin madde için bile mümkün olduğunu matematik olarak gösterdiler...

    Ama şu bir gerçek ki, egemen ideolojiler hiç de yenilgiyi kabul etmek istemeyeceklerdir... Asıl mücadelemiz egemen ideolojilerle olmalıdır...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Kıbrıs, Kerkük ve Ermeni meseleleri, Türkiye'yi artık nefes dahi alamayacak bir şekilde kapana kıstırmış haldedir... 2007'den bugüne değişen tek şey, Kıbrıs'ın büsbütün elden gittiğidir... Bizzat Kıbrıs içinden devşirilmiş olan Batıcı-modern ve küreselci M. Ali Talat'ın, oradaki Türk askerini işgâlci olarak kabul ettiğini ve AB projesine (Tayyip'le birlikte) evet diyerek, Kıbrıs'ın, Rum yönetimine tabii kılınarak, bütünleşme kılıfı-adı altında, hızla tasfiyeye doğru gittiğini görmekteyiz... Kıbrıs'ta AB-D baskısı sebebiyle Rum tezlerini kabul etmek demek, Kıbrıs'ı kaybetmek demektir... Bu da Kıbrıs'ı kurtarmak için dökülen şehid kanlarının bizzat Talabanî Cumhuriyeti'ne dönüştürülen TC tarafından satışa getirilmesi ve Ortadoğu ve İslâm Alemi'nin, emperyalizme hediye edilen batmaz bir uçak gemisi sayesinde kampanaya sıkıştırılması demektir... Şayet bu başarılırsa, hemen ardından Ege Kıta Sahanlığı meselesi de, Lahey Adalet Divanı tarafından bir oldu-bittiye getirilerek Türkiye'nin Ege sularını bir daha görememesi sağlanmış olacaktır...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Şirket adını ertesi yıl 'Iraq Petroleum Company' olarak değiştirdi... Aynı ortaklık yapısıyla... Ve henüz bağımsızlığını kazanamamış, yani İngiltere himayesinde olan Irak'ın yetkililerinden (Özellikle Nuri Sait Paşa'nın desteğiyle) 2000 yılına kadar geçerli olacak imtiyaz hakkı kopardı... Yani ülkenin tümünde petrol arama, işletme ve pazarlama hakkı veya tekeli adından başka Irak'la hiçbir ilgisi bulunmayan 'Iraq Petroleum Company'de olacaktı...

    Irak'ta rejim değişti (krallıktan cumhuriyete geçildi) , darbe üstüne darbe oldu ama gidip gelen iktidarların hiçbiri bu imtiyaza dokunamadı... Ta ki 1972'ye kadar...

    O yılın Haziran ayı başında Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Saddam Hüseyin (Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Hasan El-Bekr oturuyordu) , Irak petrollerini millileştirdiklerini açıkladı... 'Iraq Petroleum Company' tazminat olarak topu topu 15 milyon varil petrol karşılığı ülkeden çıkarıldı...

    Irak, petrollerini millileştirdiğinde 115 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahipti... Saddam rejimi petrol ihracatından elde ettiği gelirle Irak'ın çehresini değiştirdi: Tarımı modernleştirdi, sağlık ve eğitimde olağanüstü reformlar yaptı (2003'te ABD orduları Bağdat'a girdiğinde, Irak sadece Oratadoğu'nun değil, dünyanın en nitelikli insan gücüne sahip ülkeleri arasında gösteriliyordu) , yolları, kentleri yeniledi...

    İşte bu yüzden petrolün millileştirilmesi kararından bugün bile tüm Iraklılar gururla söz ediyorlar... O kararın alındığı 1 Haziran'ı Irak'ın onur günü olarak anıyorlar...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    RÜŞVETİN FAYDALARI


    Avrupa Birliği (AB) hayranı, Hürriyet gazetesi köşeyazarı Bekir Coşkun, halkımızın yarısını ‘Göbeğini kaşıyan adam’ olarak niteleyip aşağıladıktan sonra, tutup üç milyona yakın insanımızın da tümüne birden ‘rüşvetçi’ damgasını şöyle vurdu:

    “...rüşvet olmayan bir tek yer yoktur bu memlekette. Bir tek kamu kuruluşu, bir tek makam, bir tek oda, bir tek masa, bir tek koltuk, bir tek sandalye bulamazsınız.” [1]

    Biz de şimdi gözlerimizi AB Mandacılarının Kâbe’sine çevirelim, bakalım sözde Uygarlığın Beşiği, Demokrasinin Yuvası, Avrupa Birliği’nde rüşvet var mı, yok mu...

    Avrupa Birliği (AB) , bağımsız bir devlet konumuna gelmiş siyasi bir kuruluştur... Her devletin olduğu gibi, AB’nin de tüm gelir-gider hesaplarını denetleyen bir sayıştayı vardır... AB’nin Sayıştay denetçileri, 1995 yılından beri, yani 13 yıldır, AB’nin hesaplarını ‘ibra’ etmemiş, yani aklamamıştır!

    Niçin aklamamışlardır?

    Çünkü her yıl, AB bütçesinden yaklaşık 5 milyar Avro’nun türlü sahtekârlık yöntemleriyle çalındığını saptamışlardır!

    AB’de sahtekârlık, yolsuzluk ve rüşvet, üst düzey yöneticilerin kitabında, bir ‘Paylaşımdır’.

    Avrupa Komisyonu’nun iki üyesi, yani iki bakanı, İtalyan Emma Bonino ve İspanyol Manuel Marin, 1993-1995 döneminde AB’nin ‘İnsani Yardım Bütçesi’nden toplam 800 bin Avro hortumladılar... Hortumcu bakanlara hiçbir şey olmadı, görevlerini sürdürdüler... [2]

    AB’de hortumculuk, bakanlık düzeyindeki yöneticiler arasındaki ‘Birliktir’.

    AB bünyesindeki bir dizi rüşvet ve yolsuzluk olayını ortaya çıkaran Baş Muhasebeci Marta Andreasen, önce korkutulup tehdit edilerek sindirilmek istendi, daha sonra da işinden kovuldu...

    AB’de rüşvet, üst düzey yöneticilerin kulağına ‘Müziktir’, rüşveti ortaya çıkarmaya yeltenenler için ise işten kovulma!

    AB Sayıştayı'nda yedi yıl görev yapmış olan denetçi Dougal Watt, 2002 yılında, AB’de rüşvet, yolsuzluk ve hortumculuğu düzenleyip yöneten, AB Bürokratları-Mafya-Masonlar çetesini ortaya çıkardı... Bulgularını, AB’nin hukuk kurumlarına yazılı rapor olarak verince işinden kovuldu...

    AB’de rüşvet, yolsuzluk ve sahtekârlık, üst düzey yöneticiler için ‘Yatırımdır, ihaledir, teşviktir’.

    Avrupa Komisyonu’nda yedi yıla yakın ‘Avrupa Para Birliği Daire Başkanı’ olarak çalışan İngiliz ekonomist Bernard Conolly, 1990 yılının başında, AB’nin en üst yöneticilerinin bulaştığı rüşvet, yolsuzluk ve sahtekârlıkları ortaya çıkarmaya başlayınca başı belaya girdi... Kendisi ve eşi korkutlup tehdit edildi... Conolly korkmadı, yılmadı ve bulgularını ‘Avrupa’nın Çürümüş Yüreği’ adlı kitabında yayınladı... Rüşvetçi amirleri onu hemen işten kovdular... Kitap, AB ülkelerinde ‘En Çok Satan Kitap’ oldu...

    AB’de rüşvet, sahtekârlık ve yolsuzluk, en üst düzey yöneticileri açısından sihirli bir ‘İletişimdir’.

    1999’un başlarında, Avrupa Komisyonu üyelerinin, yani bakanların rüşvet yediği söylentileri medyaya sel gibi akmaya başlayınca, bağımsız bir denetleme kurumunun tüm iddiaları araştırmasına karar verildi... 15 Mart 1999’da bağımsız denetçiler raporlarını açıkladılar... Başta AB’nin Başbakanı olmak üzere tüm Bakanlar rüşvet yemiş, türlü yolsuzluklara bulaşmışlardı... Bu, dünyada bir benzeri görülmemiş bir skandaldı... Avrupa Komisyonu’nun tüm üyeleri, yani başta Başbakan olmak üzere tüm Bakanlar istifa etmek zorunda kaldılar...

    Peki, istifalardan sonra ne oldu?

    Rüşvetçi bakanlar, yeni bakanlar kurulu oluşuncaya kadar görevlerini sürdürdüler... Hiçbirine hiçbir ceza verilmedi... Suçluluğu kanıtlanmış rüşvetçi dört bakan, yeni oluşan bakanlar kurulunda da görev aldı...

    AB’de rüşvet, yolsuzluk ve sahtekârlık, bakan düzeyindeki yöneticilerin gözünde ‘Hizmettir’.

    Özetleyecek olursak; AB’de rüşvet, yolsuzluk ve sahtekârlık; ‘örf’dür, ‘gelenek’tir, ‘kültür’dür...

    Peki, neden böyledir?

    Çünkü sömürgecilik, yağmacılık, avantacılık ve beleşcilik Avrupalıların kimliğine sinmiştir... Avrupalı egemenlerin kimliği, kirlidir!

    Şimdi anladınız mı neden Türkiye’de bazı kişi ve kuruluşlar AB’ye girmek için can atıyorlar!


    Yılmaz Dikbaş

    17 Ocak 2008



    [1] Bekir Coşkun, “Rüşvetin faydaları...”, Hürriyet, 17.01.2008
    [2] Yılmaz Dikbaş, “Avrupa Birliği Tabuta Çakılan Son Çivi”, AsyaŞafak Yayınları, 5. Baskı, İstanbul

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Şimdi bunlar bir kere başörtüsü düşmanlarını ödüllendirdiler! Biliyor musunuz? Türkiye'de Başörtüsü zulmünü başlatan, Kenan Evren'in de gücüyle, onun kuvvetini arkasına alarak, İhsan Doğramacı'dır... Onunla başlamıştır...

    - Evet... YÖK'ün de kurulmasıyla...

    - Evet... Geçtiğimiz 2007 senesinde, Büyük Millet Meclisi Onur Ödülü'nün kime verilmesi ile ilgili yapılan oylamada Abdullah Gül, İhsan Doğramacı'ya verilmesini teklif etti!

    - Şu meşhur Türban Davası savunucusu (!) Bülent Arınç da hararetle desteklemişti...

    - Bülent Arınç da, ödülün verilmesinin hemen akabinde onu arayıp tebrik etmişti! Başörtüsünün en büyük düşmanlarından birini ödüllendirdiler...

    - Türban Yasağı'nı da bir daha türbanın serbest olamayacağı bir şekle getirdiler... Artık çeşitli yönetmeliklerle yasaklanan türban, Anayasal bir yasak olarak kemikleştirildi AKP eliyle...

    - Tabi! Yasağı şöyle yaptılar: CHP baştan beri 'biz bunu Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğiz! ' diyordu... AKP, 'bunu pişirelim ve sizin de tam Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğiniz hale getirelim! ' dediler... Bir şey daha var... Bunlar başka bir şekilde de türbana, dolayısıyla İslam'a hakaret ediyorlar: Abdullah Gül'ün karısı bir zamanlar başörtüsü taktığı için üniversiteye girememesini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne şikayet etti... O zamanlar ona sordular: 'Siz bu davanızı çekecek misiniz, geri alacak mısınız? ' 'Ne münasebet! ' demiş ve ardından, 'Benim bu davayı geri çekmem, Türkiye'deki başörtülü kadınlara hakaret olur! ' demişti... Ve sonra da geri çekti... Kendisi söylediği gibi hakeret etmiş oldu!

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    İzmir'in Kaynaklar İlçesi'ndeki ilköğretim okulunun müdürü E.S., öğrencileri taciz ettiği, karşı gelenlere işkence yaptığı iddiasıyla gözaltına alındı... Bir akrabasının evinde yakalanan müdürün bilgisayarında, 3 bine yakın porno görüntü bulundu, büyük bölümünün çocuk pornosu içerikli olduğu belirlendi... E.S.'nin yolsuzluktan tutuklanan Kaynaklar Belediye Başkanı M.K.'nın en yakın arkadaşı olduğu anlaşıldı... M.K.'nın ailelere, şikayetçi olmamaları için baskı yaptığı iddia edildi... Müdür E.S., okuldaki yolsuzluk operasyonu nedeniyle tutuksuz yargılanıyordu... Sapık müdürün bazı öğrencilere tecavüz etmiş olabileceği ihtimali değerlendiriliyor...

    29.8.2008

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Cumhuriyet döneminde ise bu uygulama özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaygınlaşmaya başladı... 1920'li yıllarda Sovyetler Birliği'nin ülkemizdeki bazı komünistleri kendilerine ait şirketlerde çalışıyor göstererek onlara para ödedikleri biliniyor... Ayrıca, 'Moskova'dan ruble' iddiaları da yalan değildir... 1947-48 yıllarından itibaren, ABD'nin Türkiye'de kendi yandaşlarına, yanına çekmeye veya tarafsızlaştırmaya çalıştığı insanlara para aktardığı bugün iyi bilinmektedir... 1980'li yıllardan itibaren Avrupa Birliği de bu uygulamaları başlatmıştır....

    Kimler emperyalistlerden para alıyor ve bu para karşılığında ne yapıyor?

    Eskiden ajan çalıştırmak zordu... Günümüzde kolaylaştı... Binlerce Amerikalı istihbaratçı Türkiye'ye 1960'lı yıllarda 'barış gönüllüsü' adı altında geldiler, köylerimizde ve kasabalarımızda araştırmalar yaptılar... Bu çalışmalar bir süre sonra tepki çekmeye başlayınca, yeterli bilgiyi topladıklarını düşünerek geri çekildiler...

    Bugün istihbarat çalışmalarında genellikle ülkemiz vatandaşları kullanılmaktadır... Emperyalist devletler tarafından giderleri karşılanarak yurtdışına gezilere götürülen insanların bir bölümü, şükran duyguları içinde, samimi görüşmelerde ülkemize ilişkin tüm bildiklerini anlatmaktadırlar... Ayrıca, kolayca arkadaş olan bazı kişiler, bu bilgi (istihbarat) akışını, ara sıra verilen küçük hediyeler karşılığında sürekli de kılabilmektedirler... Bir süre sonra hediyelere alışan bazı kişiler, bilgi aktarımını daha sistemli hale getirmektedir... Alın size gayet ucuza malolmuş bir yerli ajan...

    Bilgi toplamada ve gerçeklerin kamuoyuna yansıtılmasını önlemede de 'projeler' kullanılmaktadır... Diyelim bir üniversitede öğretim üyesisiniz... Aldığınız maaş belli... Yetmiyor... Dışarıda ek bir iş arıyorsunuz... Avrupa Komisyonu'ndan (Avrupa Birliği'nin yürütme organı) proje dağıtıldığını duyuyorsunuz... Sizin konunuzla ilgili bir proje önerisi geliştiriyorsunuz... Kabul ediliyor... Böylece zokayı kendiniz yutuyorsunuz... Proje tezgahına bir kere düşen kişi, bundan kolay kolay kurtulamaz...

    Proje tezgahı nedir? Avrupalı veya Amerikalı istihbarat örgütleri, Türkiye'de belirli bir konuda araştırma yapmak istemektedir... Ancak bunu kendileri gelip yapsalar, güvenlik kuvvetlerinin dikkatini ve tepkisini çekecektir... Ayrıca, halkımız arasında bulunan birçok sağduyulu insan, bir yabancının sorduğu sorulardan hangi sonuçların çıkarılabileceğini değerlendirebilmektedir... Bir yabancının 'bilimsel çalışma' gibi masum bir görüntü altında ülkemizde istihbarat çalışması yapması kolay değildir... Ayrıca, oldukça da pahalıdır... Çözüm nedir? Çözüm, projelerdir... Avrupa Komisyonu, hangi konuda istihbarat toplanması gerikiyorsa, o konuda bir proje hazırlıyor ve ilgililerin dikkatine sunuyor... Projeyi alan kişi, 6 ay veya 12 ay gibi kısa sürelerle belirli bir aylık alıyor... Bu aylık, ülkemizdeki vergi sistemi içine sokulmadan, yani vergilendirilmeden ödeniyor... Ayrıca, bir yakınınızın 'asistan' adı altında projeye yamanması ve ona da beş-on kuruş avanta sağlanması imkanı var... Proje, kırtasiye gibi bazı giderlerle de şişirilebiliyor...

    Bir anda kendi maaşından daha yüksek bir 'proje katkısını' alan kişilerin çoğu bu ek gelire uyuşturucu gibi bağlanıyor... Arabası yoksa araba alıyor... Arabası varsa araba yeniliyor... Cep telefonunu değiştiriyor... Her gün televizyonlarda reklamı yapılan malları alıyor... Eski televizyonunu atıyor, duvara asılabilir ince televizyonlardan alıyor... Böylece çarka dahil ediliyor... Yeni projeler alabilmek için de istenileni yapıyor... Alan memnun, satan memnun...

    Bu tezgaha bir kez düşen birçok kişi, bu ek gelirden o kadar keyif alıyor ki, akan musluğun kapanmaması için hem projede en iyi hizmeti sunuyor (en iyi ve güvenilir istihbaratı derlemeye çalışıyor) , hem de hayatının diğer bölümlerinde, milli çıkarlarını, düşündüklerini ve gerçekleri unutuyor, halkımızı emperyalistlerin istedikleri biçimde yönlendirmeye çalışıyor... Zaten bu biçimde bir kez tezgaha dahil oldu ve emperyalistlerin borazanı haline geldi mi, emperyalistlerin ve onların yardakçılarının denetimi altındaki bazı televizyon kanalları ve gazeteler, bu kişileri şişirmeye de başlıyor... Efendileri, uşaklık edene, iyi maaşın yanı sıra iyi bahşiş de veriyorlar...

    Emperyalistlerin ödeme biçimi son derece zengin... Bazılarına para veriliyor... Bazılarının kendilerine veya yakınlarına yurtdışında gezi ve hatta eğitim-araştırma bursu sağlanıyor... Bazıları küçük hediyelere teslim olurken, bazılarının hediyesi daha büyük oluyor... Yurtdışına geziye götürdüklerinin bir bölümünün özellikle kadın konusunda zaafı varsa, son derece gelişmiş kamera sistemleriyle bazı sahneler kaydediliyor ve gerektiği zaman kullanılıyor...

    Vatanımıza yönelik saldırı bu kadar yoğunken, bazı okumuşların niçin sustuklarını, hatta susmanın ötesinde emperyalistlerin değirmenine niçin su taşıdıkları sorusunu ancak bu ilişkileri bilirseniz cevaplayabilirsiniz... Tabii ki her yurtdışına giden aktif veya pasif ajan olmaz... Tabii ki emperyalistlerden her proje alan ihanet içinde değildir... Ama ülkemizde bu kadar hainin çıkmasında bu yurtdışı gezilerinin ve projelerin önemli bir etkisi vardır...

    ...

    Bugün yapılması gereken işlerden biri, Türkiye'de hangi kuruluşların ve kişilerin, Avrupa Birliği'nden, ABD'den, Rusya'dan, Çin'den, İsrail'den, başka herhangi bir yabancı devletten hangi ad altında olursa olsun nasıl bir menfaat temin ettiğinin belirlenmesidir... Bugün para alan yarın buyruk alır... Daha sonra da bu kuruluşların ve kişilerin ulusal çıkarlarımız konusunda izledikleri çizgiye bakmak gerekir...

    DİSK, Avrupa Komisyonu'ndan önce 150 bin Euro aldı... Daha sonra, DİSK, HAK-İŞ ve KESK, üyesi bulundukları Avrupa Sendikalar Konfederasyonu aracılığıyla Avrupa Komisyonu'nun 1 milyon Euro'luk bir eğitim projesini aldı ve 'eğitim yaptı'. Bu kuruluşların Kıbrıs konusundaki tavrı nasıldı? Sözde Ermeni soykırımı iddialarına karşı nasıl bir tavır aldılar? Emperyalistlerin Türkiye'de azınlık yaratma çabalarına karşı ne yaptılar?

    Soros, emperyalist güçlerin bir parçasıdır... Soros'un Türkiye'de oluşturduğu Açık Toplum Enstitüsü'nün Danışma (Yönetim) Kurulu'nda HAK-İŞ Genel Başkanı Salim Uslu da vardı... Soros'tan para alanlar arasında DİSK'e bağlı Dev Maden Sen de bulunmaktadır... Soros'un kaynak aktardığı önemli bir kuruluş ise, Tesev'dir... Bu kuruluşların milli davalarımız konusundaki tavrı nedir?

    Amerikan emperyalistleri 1960'lı yıllarda TÜRK-İŞ'e bağlı sendikalardan yüzlerce sendikacıyı ABD'ye götürmüşler, gezdirmişlerdi... Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) denetimindeki Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü (AAFLI) 1972 yılından 1993 yılına kadar TÜRK-İŞ'le yakın bir işbirliği içinde çalışma yapmıştı... Amerikan istihbaratının araçlarından biri olan Pathfinder Vakfı da benzer bir çalışma gerçekleştirmişti... Bütün bu yıllar boyunca TÜRK-İŞ'in ülkemizdeki Amerikan üs ve tesislerine karşı sessiz kalmasında bu ilişkiler etkili olmuş muydu acaba?

    Bugün misyonerlerin faaliyetleri giderek daha da yoğunlaşmaktadır... Bazı vatandaşlarımızın din değiştirerek emperyalistlerin işbirlikçisi olmasında, ödenen ufak paraların ve Avrupa'da çalışma imkanı vaadlerinin etkisi vardır... Ayda 100 dolara din değiştiren, ayda 200 dolara vatanını kolayca satabilir...

    Vatanımız tehdit altındadır... Bugünkü tehdidin kaynağı, ABD ve AB emperyalizmidir... Bu güçlerin elindeki en önemli silah, paradır... Türkiyemizi boyunduruk altına almak veya yok etmek isteyen bu güçlerin dağıttıkları para, bizi içimizden hançerleyecek güçleri veya bizi zayıflatacak girişimleri beslemektedir...

    ABD'den, Avrupa Birliği'nden, Japonya'dan, Rusya'dan, Çin'den veya herhangi başka bir devletten menfaat sağlayan kişi ve kuruluşlar tespit edilmeli ve kamuoyuna açıklanmalıdır...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    - Haber olarak Dünya Gündemi'nin farkı oldukça doyurucu, oldukça aktüel, hatta haftalık da olsa bir gazete olarak mesela bu gazeteyi alın Türkiye'de bir hafta gazete almayın... Bu kadar doyurucu, aktüel olmayı nasıl başarıyorsunuz? İmkânlarınıza baktığımız zaman diğerlerine göre oldukça kısıtlı...

    - Şöyle, Mısır Cumhurbaşkanı resmi bir ziyaret için Katar'a gidiyor... Resmi görüşme bittikten sonra Katar Şeyhi'ne diyor ki 'Ben El-Cezire'yi çok merak ediyorum. Beni oraya götürür müsün? ' El-Cezire'ye geliyorlar, dolaşıyorlar... Çıkarken Hüsnü Mübarek diyor ki 'Ya bu kadar gürültü bu kibrit kutusundan mı çıkıyor? ' Bir şeyin gücü o mekânın güzelliği, birkaç sekreterinin olması, cam binada değildir... Bir şeyin gücü o işi hazırlayan, o işin içindeki insanların ufkuyla ve ruhuyla bağlantılıdır...

    - Fikir gücüyle bağlantılıdır... Fikre inanması ve onun için mücadele etmesi... Peki, Türk Haber Gazetesi'nin genel yayın yönetmeni olarak son günlarde Türkiye'de yaşanan hızlı hadiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Mesela, önce Ergenekon Operasyonu, AKP'nin kapatılma davası ve kapatılmaması vs. buradan başlayarak neler söyleyebilirsiniz?

    - Son zamanlarda olan olaylar, dış güç merkezlerinin de içinde olduğu bir sistem içinde Türkiye tornaya veriliyor... İstenen şu; Türkiye için önümüzdeki 25 yıl için şöyle bir Türkiye hayal ediliyor belirli güç merkezleri tarafından... Biraz İslamcı, biraz solcu, birazcık da Kürt kimliğini tanıyan ama bunu resmi beyanlarda, anayasada falan zikretmeyen tarzda bir Türkiye hayali var belirli güç merkezlerinin... Bu son süreçle sağı ve solu tornaya soktular... Yani sağın sivrileri ve solun sivrileri tasfiye ediliyor...

    - Biz yazılarımızda hüküm olarak şunu diyoruz; Türkiye Cumhuriyeti değil Talabani Cumhuriyeti'ne dönüştürülmek isteniyor Türkiye... Maksat odur diyebilir miyiz?

    - Onu diyebilir miyiz? Bu manada şunu söyleyebilirim... Şu anki dünyanın haritası Birinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere tarafından çizildi... Amerika bu haritayı değiştirmek istiyor... Türkiye'deki bu son zamanlardaki gelişmeler de aslında İngiltere'yle Amerika'nın karşı karşıya gelmesidir...

    - Burada İsrail de var... İsrail Amerika'yı zorluyor...

    - İsrail, Amerika demektir zaten... Son 6-7 ay içinde genel olarak dünyada bir değişiklik oldu... Bugüne kadar bazı küçük ayrışmalar olsa bile Amerika-İngiltere-İsrail yani Anglosakson-Yahudi ittifakı vardı... Fakat yaklaşık 7-8 ay önce veya bir yıl önce bu ittifak çatladı... İşte İngiltere bu noktada, bu ittifaktan ayrıldı... İngiliz derin devleti Tony Blair'e, 'Sen İngiltere'yi tamamıyla Amerika'nın güdümüne soktun' deyip görevden çekilmeye zorladılar... Oysa daha iki yıllık süresi vardı... İngiltere bu ittifaktan çekilince o ayağın desteklenmesi gerekiyordu... Fransa alındı... Biliyorsunuz Tony Blair'in bir başka adı da Bush'un finosuydu... Şimdi Amerika'nın yeni finosu Sarkozy... Avrupa Birliği İngiltere'nin kontrolünde bunu unutmayalım... Avrupa Birliği ne Almanya'nın ne de Fransa'nın, Avrupa Birliği Londra'nın kontrolünde... Londra şu anda küresel sermayeye başkentlik yapıyor... Genel olarak dünyadaki savaşın da özü şu; ulusal devletlerle küresel sermaye kavga ediyor... Mesela Ebu Gureyb Cezaevi'ndeki olayların dışarıya sızdırılmasının sebebi küresel sermayeyle ulusal devletlerin kavgasının bir sonucudur... Amerika ikiye ayrılır... Pentagon küresel sermayeyle beraberdir, onların emrindedir... Amerikan Dışişleri Bakanlığı ise ulusalcıdır... Bu yüzden de Pentagon'la Dışişleri Bakanı takışır... Mesela Türkiye mümkün mertebe Dışişleri Bakanlığı'yla hareket etmek ister... Ebu Gureyb Cezaevi'ndeki olayların, o resimlerin ortaya çıkarılması da ulusalcı kanadın küreselci kanada karşı yaptığı bir operasyondur... Demin yarım kaldı, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girme hayali var... Almanya ve Fransa buna karşı çıkıyor... Buna karşı çıkmalarının sebebi Avrupa Birliği'nin liderinin İngiltere olması... Mesela Amerika da diyor ki 'Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini istiyorum.' Aslında girmemizi istemiyor... Çünkü Türkiye'nin Avrupa Birlği'ne girmesi demek İngiltere'yle beraber hareket etmesi demektir...

    - İngiltere çok ateşli zaten Türkiye'yi aldırmaya...

    - Yani, Kraliçe buraya gezmeye gelmedi... Bursa'da kestane yemeye gelmedi... Onun gelmesinin bir manası vardı... Dedi ki 'Arkadaş ben Türkiye'de mevcut yönetimin yanındayım ve ona sahip çıkıyorum.'

    - Özellikle Abdullah Gül'ün şahsında...

    - Tabi... Bu önemli... Türkiye'nin Avrupa Birliği hayali için Fransa ve Almanya'nın karşı çıkmasının sebebi bizi sevmedikleri için değil... Bunu anlayamadık biz... Türkiye bunu anlayamadı... Onlar Avrupa Birliği'ne girmiş bir Türkiye'yle Londra daha da güçleneceği için karşı çıkıyorlar... Bizi sevmedikleri için değil... Onlar İngiltere'nin liderliğindeki Avrupa Birliği'nin daha da fazla büyümesini istemiyorlar... Bu yüzden de Akdeniz Birliği Projesi ortaya çıkarıldı... Tabii şu üzücü; Merkel'in Almanya'da başbakan olmasıyla ve Sarkozy'nin de Fransa'da başbakan olmasıyla Avrupa Birliği tamamıyla bitmiş, bu birlik Amerika'nın dümen suyuna girmiştir...

    - Parçalanmıştır...

    - Evet...

    - Peki, İngiltere'yle Amerika çağdaş küresel İngiliz-Yahudi medeniyeti dediğimiz şey, niçin özellikle son bir yıl içinde şiddetli olarak karşı karşıya geldi? Çıkarlar nerede çatıştı?

    - Şöyle, bunu iyi kullanmak lazım... Said-i Nursi talebeleriyle dolaşırken bir grup köpek görüyorlar... Talebelerden biri diyor ki 'Hocam, bakar mısınız? Ne kadar güzel, ahenkle oynuyorlar' diyor... O da diyor ki 'Onların arasına bir kemik at bakalım ne olacak? ' Yani böyle bir durum var...

    - Bunun Türkiye'deki yansıması mı diyorsunuz? Ergenekon Operesyonu, AKP'nin kapatılma davası... Yani bu bağı nasıl sağlayabiliriz? Bu çatışmayla, buradaki hadiseleri?

    - Türkiye'de İngiltere çok ciddi ve büyük operasyonlar yapıyor... Bunu şöyle ifade edeyim... Mesela bir insan lokantaya gidebilir... Orada istediği yemeği yiyebilir... Ama menünün dışına çıkamaz... Menü içerisinde istediğiniz yemeği yiyebilirsiniz... Şimdi, iç-dış belirli güç merkezleri o ülkedeki siyasi oluşumlara kendi şartlarına, kendi planlarına uyuyorlarsa sahip çıkarlar ve büyütürler... Mesela hatırlarsanız Cem Boyner bir dönem siyasi hayata atıldı... Çok büyük paralar harcadı... Bir şov yaptı ve bekledi ki bana kim sahip çıkar? Hangi uluslar arası güç merkezi sahip çıkar? Hiç kimse sahip çıkmadığı için...

    - Tabanda gücü olmadığı için...

    - Hayır, tabanda gücü olmasa bile bulunabilirdi... Ama hiçbir güç merkezi onunla ilgilenmediği için kendiliğinden çekildi... Onun harcadığı parayı birçok siyasi parti harcamamıştır, harcayamaz... Yani şunu demek istiyorum; 1950'de bütün Asya, Afrika ve Ortadoğu'daki Amerikan elçileri Amerika'nın İstanbul Konsolosluğu binasında yaklaşık 15-20 gün süren bir toplantı yapıyor... Pentagon'un İran Operasyonu kitabında bunun belgesi var... Orada çeşitli kararlar alındı... Alınan kararlardan birisi şu: Yunanistan, İran ve Türkiye'de halklarına liderlik yapabilecek bireylere özel önem vermeliyiz...

    - İleride onları yetiştiriz diye...

    - Evet... İşte menüyü birileri hazırlıyor... Biz sadece menü içinden birisini seçiyoruz... Şunu yapmak lazım bakın... Siz, biz, hepimiz... Dünya çapında kurulu emperyalist sisteme karşı hem ekonomik alanda, hem siyasi alanda, hem felsefi alanda, yani tüm alanlarda alternatif sistemler geliştirmeliyiz...

    - Bir düşünce, fikir sistemi oluşturmak gerekir...

    - Evet... Şimdi küresel sistem, küresel emperyalizm rayları döşemiş... Tren bu rayların üzerinde... Bu trenin makinisti kim olursa olsun Tayyip olsun, Ahmet olsun, Mehmet olsun o raydan çıkamazlar... O raya girdiğin an sen artık o yoldan gitmeye mahkumsun... Makinist ne yapabilir? Sadece treni birazcık hızlı veya yavaş sürebilir... O kadar... Küresel sistemin içine girip de küresel sisteme rağmen hiçbir şey yapamazsın...

    - Ondan bağımsız, ona alternatif bir sistem oluşturup müesseseleşmek lazım...

    - Şunu söyleyeyim ifadem daha net anlaşılsın... Mesela şu anda para basmak, vergi almak IMF ile programa bağlandı... AB uyum kriterlerine bağlandı... Merkez Bankası, özerklik kanunuyla, IMF anlaşmasının emrine verildi... Hukukla ilgili her türlü şey AB kriterlerine bağlandı... Şimdi senin para basma, vergi belirleme, hak ve hukukun IMF'ye, iç hukukun AB Uyum Anlaşması'na vs. anlaşmalara uygun ise, sen nesin ki? Ülkende yürüyen sistemini, bu sistem içinde yürütüyorsan, sen, sadece küresel emperyalizm adına bu işleri takip eden küresel emperyalizmin sadık bir köpeğisin... O kadar... Yani bu sistemin dışına çıkmadığın müddetçe sen o sistem için hizmet eden bir adamsın... Bunun için küresel rayların dışında yeni raylar döşememiz lazım...

    - Ondan bağımsız bir düşünce sistemi...

    - Tabii... Mesela 12 Eylül olayları var, 1980 darbesi... Sağdan ve soldan halen konuşulur, tartışılır... Bazı isimler der ki 'Ben 12 Eylül olayları sırasında Hacettepe'yi on gün işgal ettim.' Öteki der ki 'Ben bilmem ne yurdunu işgal ettim.', 'Solcudan üç taneyi devirdim, beş taneyi o devirdi.' filan bu sanki bir meziyet gibi anlatılıyor şu anda... Oysa 12 Eylül olayları Türkiye'ye serbest piyasa ekonomisinin girebilmesi için yapılmış bir operasyondur... 12 Eylül neyi getirmiştir? Özal'ı getirmiştir... Özal neyi getirmiştir? Serbest piyasa ekonomisini getirmiştir... Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın 2007-2012 stratejik planlamasında şöyle bir ifade var... Diyor ki 'Biz yönetim şekli ne olursa olsun ülkelerde iki şey istemeliyiz. Bir, serbest piyasa ekonomisi, iki, serbest seçim sistemi.' Şimdi bu iki ilkeyi sen uyguluyorsan senin yönetim şeklin Şeriat da olsa Marksist de olsa farketmez... Bu iki yoldan senin devletine, yönetim sistemine sızmak mümkün oluyor... IMF adına Galini değil de Ahmet yönetiyor...

    - Vietnam biliyorsunuz Amerika'ya karşı savaştı... Şimdi Amerikan kapitalizmi Vietnam'ı çok rahat şekilde idare edebiliyor...

    - Tabii... Şunu unutmamak lazım, bu önümüzdeki dönem ile alakalı... Türkiye'deki belirli merkezler bunu göremedi... Göremediği için de 3-4 yıldır biraz burnu sürtülüyor... Emperyalizm Türkiye'de saf değiştirdi...

    - Ne gibi, nasıl?

    - Şöyle, bakın bundan beş sene öncesine kadar küresel emperyalizm Demirel ve o grupla beraberdi... Lâik-Batıcı kesimle beraberdi... Tabii bunu o lâik kesim algılayamadı... Batı saf değiştirdi... Batı önümüzdeki dönemde Fetullah cemaatiyle beraber olmak istiyor... Şunu demek istiyorum... Önümüzdeki yıllarda Müslüman cemaat üzerinde çok büyük operasyonlar yapılacak... Bu yüzden de Müslüman cemaatin veya merkez sağdaki insanların biraz bilinçlendirilmesi gerekiyor...

    - Peki, daha önceki röportajımızda konuşmuştuk hatırlıyorsanız... Batı, TSK'yı tasfiye etmek istiyor diye... Şimdi bu tasfiye süreci hızlanıyor...

    - Şimdi dünyanın genelinde şu yaşanıyor... Küreselcilerle ulusalcılar, tabii Türkiye'deki ulusalcılık kavramı biraz yıprandı...

    - Türkiye'deki ulusalcıların Batı'dan bağımsız düşünemediği için yıprandı diyebilir miyiz? Hani az önce dedik küresel sistemden bağımsız bir sistem oluşturmak zorundayız... Türkiye'deki ulusalcılara baktığımız zaman Batı'ya karşı çıkarken Batı'nın argümanlarını kullanıyorlar... Bu da tutmuyor toplumda...

    - Geçen 50 yıl içinde şu yaşandı... Serbest seçimlerin başladığı yıl 50 diyelim... Yıl 2008... 58 sene geçti... Bu 58 sene içinde kısa bir Ecevit hükümeti haricinde hep sağ hükümetler işbaşındaydı... Ama bugün Türkiye elden gidiyor, Kur'an elden gidiyor diye zırlayan kim? Yine sağ... Sen değil miydin iktidar? Demek ki sen değilmişsin... Sen sadece kullanılmışsın... Güç başkasındaymış...

    - Türkiye'de sahte bir kavga var... Ilımlı İslam dediğimiz klasik sağ ile CHP şeyinden gelen İsrailci lâik sol kesimin sahte bir kavgası... Emperyalizm dönem dönem saf değiştiriyor... Bu tarafı sopa olarak kullanıyor... Millet haydi buraya... Ve oradan emperyalist politikayı uyguluyor...

    - Batı için kalıcı dost yoktur... Sadece menfaati için kullanılan vardır... Mesela Demirel'in şunu sorgulaması lazım... 40 yıl bana sahip çıkan Batı bugün beni niye yalnız bırakıyor? Projem başarılı olmuyor... Değil mi? Bunu düşünmesi lazım... Bunu şu anda Müslüman cemaatin de düşünmesi lazım... Müslüman cemaat şu anda Türkiye'deki lâik ya da başka bir takım güç merkezlerine karşı Batı'yla ortak, beraber hareket ediyor... Etmek istiyor... Ama burada kullanıldığını bilmesi lazım... Bizim şunu yapmamız lazım... Şu anda dünya genelinde yürürlükte olan her türlü sistemin üzerinde düşünüp yeni sistemler getirmemiz gerekiyor... Yani kurallarını başkalarının belirlediği bir oyunda biz galip gelemeyiz...

    - Osmanlı'da sonra Türk-İslam dünyası, Osmanlı'nın merkezi Türkiye, devlet şuuru İstanbul, az önce maç hadisesinde konuştuk...

    - O maçtaki heyecan, Türkiye'nin dışında yapılan sevinç gösterileri Ankara'nın reddettiği haritayı gösteriyor...

    - Oralara hitap edecek, oraları tekrar kendine bağlayacak, o hinterlandı tekrar toparlayacak, Türkiye merkezli milli-İslami bir düşünce-fikir sistemi ve ona bağlı bir devlet, ona bağlı sistemler oluşturmak...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    'Le Salaire de la peur' (1953)

    Henri-Georges Clouzot

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso için TBMM'de ayrılan odaya Türk polisini defederek giren Avrupa polisleri, odada köpekler ve aletlerle dinleme cihazı vs. araması yaptıktan sonra Barroso'yu odaya aldılar... Misafirliğin gereği olarak muhataplarını makamlarında ziyaret etmesi gerekirken, bu odada kabullere başlayan Barroso, muhataplarını teker teker ayağına getirterek garekli talimatları verdi...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Çankaya'daki Aşiret ve Boğaz'daki Aşiret'in Karakteristik Özellikleri

    Her ikisi de kökten Batıcıdır... Çankaya'daki Aşiret, daha 1923'ten itibaren ABD, İngiltere ve Almanya ile içli dışlı olup, esasen gelecekte ordu kumandası ve bürokraside yer alacak kadroları daha 1927'lerden itibaren yetiştirmeye başlamıştır... Çankaya'daki Aşiretin kurucusu temelde, ABD, İngiltere ve İsrail'deki yahudilerdir... Sayın Behiç Kılıç ifade ettiği gibi, rejimin sözcüsü Cumhuriyet gazetesi daha 1925 yılından itibaren ABD şirketlerinin reklamlarıyla dolmaya başlamıştır... Hasan Cemal'in 'Cumhuriyeti Çok Sevmiştim' isimli eserinde ifade ettiği üzere, Cumhuriyet gazetesinin sahip ve yöneticilerinden 10 kişi ya ABD, İngiliz vatandaşı veya bu ülke vatandaşlarıyla evli kişilerdir... Yine CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın kızı 20 yıldır ABD vatandaşıdır... Behiç Gürcihan'ın ifadesiyle, Çankaya'daki Aşiret, İşbankası, Boğaz'daki Aşiret ise Akbank'la tanınır...

    Boğaz ve Çankaya Aşiretleri, Türkiye'nin Batı işgâl üsleriyle donatılarak, Batı-ABD ve İsrail çiftliği hâline getirilmesinde tam 60 yıldır bir yarış hâlindedirler... 1950'ye kadar vatanımızı Batı'ya peşkeş çekmekte olan Çankaya'daki Aşiret öncü konumda iken, 50'den sonra ise Boğaz'daki Aşiret öne geçmeye başlamıştır...

    Her ikisi de ABD ve İsrail'le içli dışlı olan bu aşiretlerden Çankaya'daki aşiret için, İsrail'in kurucusu da diyebiliriz (bkz: Hasan Bülent Kahraman, İsrail'e olan aşkını ifade ettiği '60.yılında İsrail' yazısı) ...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Güngören'de dün gece gerçekleştirilen hain saldırıda 17 vatandaşımız hayatını kaybetti... İki ayrı bombanın patladığı gecede 150 kişiden fazla vatandaşımız da yaralandı... Ancak gece yarısı milletin yüreğine düşen ateş televizyon kanallarına düşmedi... Televizyon kanalları pazar gecesi yayınlanan eğlence programlarına aynı tempoda devam etti...

    Dün gece ekranda eğlencenin hız kesmediği tek kanal atv değildi... Star'da 'İkizzler' adlı şarkı yarışması, Fox Tv'de 'Roman Star' gibi yarışmalar yine sazlı sözlü eğlencelerine devam ettiler... Şarkı yarışmalarında jüri üyeleri saldırı ile ilgili başsağlığı mesajları verse de, eğlenceye ara vermeye gerek duyulmadı...

    ...

  • Cagan Turker
    Cagan Turker

    Her Bünyeye uygulanan laf salatası (zayıflamak için) toplumları toplu olarak yazıflatmak için :)

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    TC'yi olağan/normal/sahici/gerçek bir devletmiş farzederek ve bu 'devlet' içinde çıkan problemler hakkında hukuk/siyaset/iktisad/sosyoloji açısından fikri veya ilmi veya teknik değerlendirme/teşhis/tahlil/tespitler yapanlar ve/veya çözüm üretmeye çalışanlar fena halde çuvallıyorlar/çuvallamaya devam etmeye de mahkûmlar...

    Çünkü ortada ne hukuki, ne siyasi ne de sosyal manada 'devlet' olarak tanımlanabilecek bir yapı/oluşum/organizasyon/teşkilat yok...

    Bir karikatür...

    Bir illüzyon...

    Bir yelteniş...

    Bir sahtekarlık ürünü gibi duran olağandışı/anormal bir yapılanma var...

    ...

  • Mâi Eflatun
    Mâi Eflatun

    bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir.

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Yahudiler Havaalanında Ayin Yaptı

    Atatürk Havalimanı yahudi bir grubun zikir ayinine sahne oldu.

    Pazartesi, 16 Haziran 2008 14:31

    Atatürk Havalimanına gelen dini kıyafetli grup, kamuya açık alanda toplu halde ibadete başlayınca ortaya bu görüntüler çıktı...

    Geçtiğimiz Çarşamba günü havalimanına gelen dini kıyafetli yaklaşık 60 yahudi saat 15.00 sularında Dış Hatlar Terminali 214-215 son çıkış kapısı önündeki kamuya açık alanda toplu halde ibadete başladı...

    Uçağının kalkmasını bekleyen yüzlerce insanın önünde saf düzenine benzer bir pozisyon alarak zikir töreni düzenleyen grup şaşkın bakışlar arasında ibadetini dakikalarca sürdürdü...

    Geneli yahudilere has dini kıyafetlere bürünmüş grup sesli ve hareketli zikirde bulundu... Ses ve hareketlerden korkan bazı çocuklar çığlık çığlığa ağlarken tüm bunlara aldırış etmeyen gurup rahat tavırları ile dikkat çekti... Gruptan bazı kişilerin kippalı oldukları görülürken, salonun bir bölümü ibadet bitene kadar kullanılamadı... O sırada salonda bulunan bir grup umre yolcusu da olayı şaşkınlıkla izledi...

    Bir gazetecinin olayı görüntülediğini fark eden gruptan bazı kişiler bu gazetecinin makinesini elinden almak isterken, emniyet kuvvetleri guruba hiçbir müdahalede bulunmadı... Grubun, olayı görüntüleyen gazeteciyi fotoğraflaması da dikkat çekti...

    Atatürk Havalimanı'nda sürekli muhabir bulunduran kartel gazetelerinin, yahudilerin zikir şovunu görmezden gelmesi anlamlı bulunurken, 'ibadet edenler Müslümanlar olsaydı kartel gazeteleri kıyameti koparırdı' yorumlarına sebep oldu...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Atlas Jet'e Bakımsız Uçak Davası Açıldı


    Isparta'da can veren Özgen Doğan'ın ailesi, World Focus ve Atlas Jet için suç duyurusunda bulundu

    26 Mart 2008 / 10:01

    Isparta'da 30 Kasım 2007 tarihinde düşen uçakta hayatını kaybeden Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Görevlisi Özgen Berkol Doğan'ın (27) ailesi, World Focus ve Atlasjet Havayolları'nın idarecileri ile Sivil Havacılık Genel Müdürü Ali Arıduru, Uçuş Standartları Daire Başkanlığı yetkilileri ve denetçiler hakkında suç duyurusunda bulundu...

    Keçiborlu Başsavcılığı'na verilen dilekçede, kaza yeri ve enkaz üzerinde yapılan incelemelerde ortaya somut netice konulamadığı ve bilirkişi raporlarının tanzim edilmediği ileri sürüldü... Dilekçede, “Enkazın ne şekilde muhafaza edildiği, eksik parçalar bulunup bulunmadığı veya önem taşıyabilecek enkaz parçalarına birtakım müdahaleler yapılıp yapılmadığının” bilinmediği savunuldu...

    Uçağı kiralayan; ancak bakım sorumluluğu devam eden World Focus'un üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmediği; hatta uçaktaki arızaları dahi gidermediği savunuldu... Atlasjet'in de tüm eksikliklere rağmen uçağı kullanmaya devam ettiği, karakutuları ve 'kara yakınlığı uyarı sistemi' çalışmayan uçağın sefere çıkmasına izin verdiği hatırlatıldı... Dilekçede, denetim yetkisini kullanmadığı öne sürülen Sivil Havacılık yetkililerinin de görevi ihmal ettikleri iddia edildi...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Dünyada petrol fiyatları fırlıyor ve bundan petrol üreten Rusya gibi ülkeler karlı çıkarken, petrolü olmayan Türkiye'de ise hükümet karlı çıkmaktadır... Hükümet kolay yoldan para kazanmaktadır... Dünyanın en pahalı benzinini kullanan Türk insanı son zamla bu rekorunu da kimseye kaptırmadı... Komşu Yunanistan'da da petrol yok ama orada litre fiyatı 2 dolar bile değil...

    Türkiye'de akaryakıttan alınan vergi, kurumlar vergisini neredeyse ikiye katlayacak... Kullandığımız benzinin %70'i vergi olarak alınmakta... İçki ve sigarada da %70'lere varan çok yüksek dolaylı vergiler var, birçok üründe de bu söz konusu... Kısacası, dolaylı vergi cennetiyiz!

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Türkiye'yi kim yönetiyor diye soruyorsunuz... Türkiye'de Müslümanlar'ın vicdanını, Kürdler'in, tanrıtanımazların vicdanlarını kim yönetiyor? Bu sorunun cevabını bilmeden filanca ya da falanca güç veya zümre yönetiyor demek sorunun sadece küçük bir bölümüne cevab bulmak olur, o bile olmaz... Eğer Müslümanlar'ın vicdanı ülkelerini yöneten devlet gücünü kabul etmiyorsa bir yolunu bulup ondan kurtulur... En azından dua edebilirdi... Cevablarımız somut olursa o zaman ister istemez 'ekonomi'nin tek ve temel belirleyici öğe olduğunu kabul etmemiz gerekir... Mesela, eğer Türkiye'yi yahudiler ve yahudi dönmeleri yönetiyorlarsa -doğru da olabilir- bunlar Müslümanlar'ın vicdanına nasıl hakim olabiliyorlar? Parayla, sermaye ile... O zaman parayı kontrol eden kimse egemen de odur gibi sakat bir teori doğar... Evet, günümüzde paranın gücü çok yüksek fakat o para herkesi memnun etse kimlik ve aidiyet savaşlarına gerek yok... Olmuyor... Türkiye'yi yahudiler yönetiyor derseniz, onların mali gücünün devleti ve toplumu çok fazla etkilediği ve ikna ettiği anlaşılır... Peki, para gücü Müslümanlar'da olsa onlar nasıl yöneteceklerdir?
    Çünkü paranın mabedi ortaktır, imanı ortaktır, ilahı ortaktır... Müslüman da yönetse, eğer parayı merkeze koyan Müslüman ise, dünya sermayesinden bağımsız hareket edemez, ya onunla birlikte hareket edecek ve ona eklemlenecek ya da onu parasıyla birlikte rezil ederler... Paranın tanrıları yerel tanrılara hükmederler... Müslümanlar'ın parası bu dünyada öyle çok da pir-u pak bir para değildir... Burada, sayısal çoğunluk ya da azınlık değil de, mali çoğunluk veya azınlık konuşturuluyor... Türkiye'de şu anda Batılı değerlere sahip çıkan, parayı tanıyan, acemilikleri olsa da uluslararası sermayenin yüzünü güldüren bir Müslüman yönetim var... Siz bunların İslami değerlere ihanet ettiklerine inanabilirsiniz... Onlar dünyada Müslüman biliniyorlar... Parayı yönetemeyen bir Müslüman siyaset tarzı dünyada karşılık bulamaz... Yani, bugünün kuralından bahsediyoruz... Doğrudur demiyorum... Ben, zaten o yüzden 'kim yönetiyor? ' sorusunu doğru bulmuyorum... Ya da, başta da söylediğim gibi, 'vicdanı kim yönetiyor? ' sorusu daha belirleyici... Bence Türkiye'yi de İzrael'i de kimse yönetmiyor, başka bir cevab olarak da öyle çok garib, mistik, yenilmez birileri yönetmiyor... Uluslararası sistem artık çok büyük bir organizmaya dönüştü, semirip duruyor... Fakat, her Goliath'a (Calud) bir Davud bulunuyor...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Türkiye nüfusunun %52'si 26 yaşın altında...

    Adını işte buradan alan %52 örgütlenmesi, özellikle genç nüfusu ilgilendiren mevzularda bir süredir eylem halinde... Bu eylemlerden ilk akla gelen birkaçı şöyle...

    Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen KOÇ Grubu'nun sunduğu 'kariyer günleri' isimli konferansta, konuşmacılara koç t.şağının fırlatılması...

    Geçen haftalarda düzenlenen 19 Mayıs kutlamalarında uçan balonlara 'Ne bayramı ulan! Açız aç! ' yazılı pankartlar asıp, kutlama alanına bırakılması...

    Yine ondan önce, 'Anneler Günü', sömürüsünü protesto etmek için, lüks bir alışveriş merkezinin (Cevahir) balkonlarından aşağıya 'yalancı' dolar saçılması...

    Üniversitelerdeki 'Özel Güvenlik'lerin işgüzar faşoluklarını protesto eden, okullardaki pisuvarları mavi ve sarı renklere boyayıp 'Güveler buraya! ' şeklinde yapılan yazılamalar...

    ...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    Uluslararası Terör Örgütü NATO'ya bağlı gladyonun yayın organı, vatansevmez liberal çapulcuların habis bir ur şeklinde biriktiği BERTARAF Gazetesi'nin topu topu 20 bin tirajı var... Ama adamların yaptığı reklam anlaşmaları, boylarını hayli aşmış durumda:

    1. Halkbankası'ndan her biri 700 bin dolarlık 20 reklam ki toplam 14 milyon dolar...

    2. Miktarı belli olmayan Ziraat Bankası reklamları...

    3. Sürekli gelir oluşturacak TMSF ilanları...

    4. Aynı şekilde adalet bakanlığı ilanları...

    5.Kültür Bakanlığı (Ertuğrul Günay) reklamları...

    Ve de diğerleri...

    Bu arda gazeteye yeni transferler yapılırken, diğer yandan da gazetenin yayın politikasını tasvip etmeyen bir kısım çalışan, istifa etti... Ahmet Altan'ın çalışanları gazetede tutabilmek adına, 'Kısa zaman içinde Babıali'nin en yüksek maaşını alanlar sizler olacaksınız! ' diye meczubane çırpındığı söyleniyor...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    ...

    Gemlik Gübre Sanayii A.Ş., 83,1 milyon dolara özelleştirildi... Oysa bu fabrikanın sadece arsası, içindeki 154 lojmanla birlikte 120 milyon dolar ediyor... Limanıyla birlikte fabrikayı satın alan İşadamı Ali Rıza Yıldırım'ın basına yaptığı açıklama:

    'IGSAŞ gübre, 90 milyon dolara satıldı, içinde 60 milyon dolar vardı, Eti Gümüş, 33 milyon dolara satıldı... 20 milyon dolar nakiti vardı, Gemlik Gübre bugün satılsa, iki katına satılır.'

    3 milyon 751 bin dolara özelleştirilen Sümerbank'ın arsasının sadece bir bölümü 13 milyon 750 bin dolara satıldı! Sümerbank'ın 50 yıl önce kurduğu Pamuklu Mensucat A.Ş. 13 Temmuz 2005'te, Özelleştirme Yüksek Kurulunca 3 milyon 751 bin dolara, 47 ortaklı Ortak Girişim Grubuna (OGG) satıldı... OGG'nun başında AKP'li Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar bulunuyor, şirketi alan grubun ilk icraatı, Sümerbank'ın 90 dönümlük arsasının 55 dönümlük bölümünü, alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPATESCO şirketine 13 milyon 750 bin dolara satmak oldu... Böylece şirket, sadece arsanın bir bölümünü satarak yatırdığı paranın 4 katını 4,5 ay sonra kazanmış oldu... Kaldı ki, daha fabrikanın 35 dönümlük arsası duruyor... Böylece özelleştirme bir yağmaya dönüştü; bir yatıranlar daha bir yıl geçmeden 4,5 ay sonra sadece arsanın bir bölümünü satarak 4 misli kar elde ettiler, tabii fabrikanın satılan bir trilyonluk hurdaları bu karın içinde değil... OGG Yönetim Kurulu ve AKP Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar, ÖİB ile yaptıkları gayri resmi anlaşmanın fabrikayı ekonomiye kazandırma amacı taşımadığını da açıkça belirtti...

    ...

    İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, bakan olduktan sonra Türkiye Jokey Kulübü hakkında inceleme-soruşturma açtırıyor... Ancak, Türkiye Jokey Kulübü, bakanın avukat oğlu Murat Aksu'yu, aylık 7,5 milyar liraya danışman olarak tutuyor... He yargıla hem savun... Cukka sağlam, soyguna pardon soruşturmaya devam...

    ...

    Alemci Kodamanlar Partisi

    AKP Artvin İl Teşkilatı tarafından düzenlenen kentteki gazetecilerle tanışma yemeğinde bazı partililer içki içti... Sahneye çıkan sanatçı (!) rakı bardağıyla şov yaparken şampanyalar patlatıldı...

    AKP'nin 'Türkiye'deki tek kadın il başkanı' olduğu belirtilen Dilek Alkan da sahneye çıkarak bir süre oynadı ve sanatçıya bahşiş taktı...

    AKP Artvin İl Başkanlığı'na getirilen Dilek Alkan ve yeni yönetim kurulu üyelerince Koru Otel'de verilen tanışma yemeğine katılan basın mensupları içkili-danslı yemeğe şaşırırken,'AKP'deki değişim Artvin'den başladı' esprileri yapıldı... Gecenin sonunda partililer, kadın sanatçının (!) davul şovu eşliğinde halay çekip horon tepti...

  • Fatih Yılmaz
    Fatih Yılmaz

    '...dışarıdan gelen yabancı sermaye ile yaşanan dövizdeki düşüş ve ithal malların piyasadaki bol ve ucuz olmasının sağladığı tüketim kolaylıkları ve üretmeme alışkanlıkları... Çiftçiyi destekleme adına teşvik kredisi-mazot parası verilmesi ve krediyi alan çiftçinin krediyi yatırıma dönüştürmeyip günlük iaşesini ondan karşılaması akabinde sürülmeyen-ekilmeyen tarlalar ve rehavete tembelliğe meylediş, işsiz fakir fukarayı iş sahibi kılmak yerine üç beş kilo pirinç, bir ton kömür ile oyalayıp ruhunu pörsüterek düzene karşı tavır almasını zorlaştırış, öğrencileri sınavlar dünyasına sokarak devletin kendi imkansızlıklarını kişilerin kendi başarısızlıklarıymış gibi gösterip gençliğin enerjisini tüketiş, dövizi yüksek faiz uygulaması ile baskı altında tutarak ithal malların ülke piyasasında ucuza müşteri bulmasını sağlayış fakat beraberinde yerli sanayiyi ve tarımı öldürüş... Sonuç; uyuyan millet parasının yüksek faizle yabancıya gittiğini, yine yabancı şirketlere ait ürünleri tükettiğini, kendi sanayisinin ve tarımının yok olmaya başladığını hissedecek, batıcı laik uygulamalara sesini çıkaramayacak, karısının kızının fuhuş dünyasına dalmasına engel olamayacak, düşmanını yerinden bile oynatamayacak... Kaybedilen şuur sadece eylemlilik şuuru, inanma şuuru, devlet şuuru, ahlak şuuru değil, Müslümanlık şuurudur aynı zamanda...'