Laiklik, ülkemizde baba'dan miras olarak intikal etmeyen, alın teri dökmeden ve inançlı insanlar için kullanılan caydırıcı güce sahip bir haksız kazanç çeşididir.
ne demek olduğu bir türlü anlaşılamayan kavram ve herkese nutuk u okumasını tavsiye ederim bu devlet hiçbir zaman din ırk sınıf baskısını arzulamamıştır yapmamıştır okumadan bilmeden sadece duyduklarımızla imamın arkasında amin diyoruz el insaf okuyun ondan sonra laf söyleyin
“Takdir-i ilahi....” “Her şey Allah’tan...” “Kem gözler kıskandı, nazar değdi...”
Son günlerde bu türden sözleri çok sık duymaya başladık. Köktendinciler işin kolayını buldular. Ortaya çıkan çeşitli “facia”lar karşısında önlem alacakları yerde kendi ahmaklıklarını, suçlarını tanrıya yükleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyorlar. Beyinleri yeşil sarıklı, kara çarşaflı tüm siyasal islamcıların sıkıştıklarında başvurdukları bir yöntem, bir can simidi bu... Dünyanın her yöresinden “hacı” olmaya gelip, içtenlikle Mina’ya koşan insanların, “organizasyon” bozukluğundan dolayı, yedi kez ölüme gidişlerini daha unutmadık, dün gibi... Bu olayda da Suudi Arabistan Hac Başkanı aynı kalıplaşmış sözcükleri kullanarak, büyük bir pişkinlik ve vurdumduymazlık içerisinde, masum kişilerin yaşamlarını yitirmelerini “takdir-i ilahi”ye bağlamıştı. Suudi Arabistan’da binlerce “hacı adayı”nın “telef” edilmesine yol açan bu kör inanç, Türkiye’de “hızlandırılmış ve hızlandırılmamış tren faciaları” ile onlarca insanın canına kıydı. Ayrıca Kuran kursu öğrencisi beş küçük kızın da denizde boğulmasına neden oldu. Dünyaya şeriatın penceresinden bakan bu karanlık düşünceli yobazların, akıllara durgunluk veren mantığına göre, o zavallı yavrular “namahrem”diler ve dalgalar arasında ölüme bile gitseler, kimse onlara yaklaşamazdı. Nitekim yaklaştırmadılar da... Bu yüzden kıyıda bekleyen erkekler onlara ulaşamadılar ve küçücük çocukların sularda çırpınarak boğulmalarını seyretmek zorunda kaldılar. Yüreğinde sevgi kırıntısı bulunmayan, çağ dışı din bezirgânları için Mustafa Kemal şunları söyler. “Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.” Atatürk’e göre en gerçek ve en doğru tarikat “uygarlık tarikatı”dır. Dinsel tarikatçılık, ülkeleri “yanlış yollara sevkeder”, çıkmazlara götürür. Çünkü dinlerin egemenlik kurduğu toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz. Gerçekleri ve doğruları sadece kutsal kitaplarda arayan, sorunların çözümünü göklerden bekleyen bir siyasal yönetim, ilerlemeyi gerçekleştirip, çağdaş uygarlığı yakalayabilir mi, bu mümkün müdür? .. İşte böyle bir dinci görüşü, felsefenin bayrağı durumuna getiren Dışişleri Bakanlığı’nın “giriş sınavı”nda sorduğu sorular: 1) Ahirete inanır mısınız? 2) Haftada kaç kere Kuran okursunuz? 3) Peygamberin gökyüzüne çıktığına inanır mısınız? Peki, ya inanmıyorsa, ya Kuran yerine başka bir kutsal kitap okuyorsa... Ne olacak o zaman? İşe alınmayacak mı? .. Dışişleri Bakanlığı, inanmayanların yada başka dinlere inananların da bakanlığı değil midir? Bu kafayla mı Avrupa Birliği’ne katılacak Türkiye? Her çeşit ödünü vererek girmeye can attıkları AB’de böyle “giriş sınavı soruları” var mıdır? O ülkelerde, bir öğretmenin “Adem ile Havva masalları” yerine “Darwin Kuramı”nı anlatması suç sayılır mı? Bu nedenle öğretmen yargıç önüne çıkarılır mı? İşte yüzyıllardan bu yana, kuşaktan kuşağa geçen böyle bir dinci anlayışa karşı Atatürk devrimleri, temelleri bilime ve yaşamın gerçeklerine dayanan çağdaş bir görüş ortaya çıkardığı için çok önemlidir. Atatürk’ün hedefi toplumu ve özellikle gençleri ‘dinsel alem’ in baskısından kurtarıp öküzün boynuzundan indirilmiş ‘maddi dünya’ ya çekmek, düşünen beyinler yetiştirmekti. Sonuçta boş inançların yerini akıl ve bilim alacak, uygarlaşmanın temel yöntemi araştırma, inceleme, ‘değişim’ yoluyla da toplumun çağdaşlaşması sağlanacaktı.
Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk şöyle der: “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir uluslar tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.” CHF’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) Büyük Kongresi’nin 13-14 Mayıs 1931 günlü toplantısında, Atatürk’ün görüşlerini destekleyen şu kararı alır: “Din anlayışı vicdanı olduğundan, fırka, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” (Mete Tunçay, Tek Parti Yönetimi) Yukarıdaki karar, laikliğin gerçek bir tanımı ve uygulama biçimidir. Atatürk’ten sonra laiklik, yalnızca, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak açıklanmaya çalışılmıştır, aldatmacadır. CHF kararında da belirtildiği gibi, din ancak yaşamın tüm alanlarından elini eteğini çekerek, “dünya işlerinden ayrılıp” vicdanlara yerleştiği ölçüde gerçek yerini bulacaktır. İşte bu nedenlerden dolayı cumhuriyet hükümeti CHF’nin kararından dört yıl önce, 1927’deki program değişiklikleri sırasında, Arapça ve Farsça ile din derslerini ortaokul ve lise öğretiminden çıkarmıştı. 1924 yılında Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası kabul edildiğinde imam hatip okullarının sayısı 29 iken bu sayı, 1928-30 yılları arasında 2’ye düştü, 1930 yılının sonlarında ise tümüyle kapandı. Çünkü devlet, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti. Dinler, inançlar “vicdanlara terk edilmişi.”
SONUÇ Ne var ki, cumhuriyet hükümetinin bu gerçek laiklik uygulaması siyasete kurban gitti. 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri konuldu. 1950’den sonra ise iş iyice çığırından çıktı ve siyasal yönetimler, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için “din silahı”nı kullandılar. Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar. Atatürk’ün deyişi ile “Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, baskı aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi.” Oysa uygar, laik toplumlarda, ortaçağdan bu yana akıl ve bilim ön plana geçtiğinden, din tartışmaları ve din güncelliğini yitirmiş, kimse kimsenin dini-imanı ile uğraşmaz olmuştu. Bunun sonucunda Batı’da Kopernik’ler, Einstein’ler, Darwin’ler topluma yön verip ışık saçarken bizde ise Derviş Vahdeti’ler, Saidi Nursi’ler, Fethullah Gülen’ler pıtrak gibi çoğalıp, politikacılarla birlikte ülkemizi karanlığa gömdüler.
Türkiye'de laikliğin kolay anlatılamaması ve anlaşılamamasının temel nedenleri tarihten kaynaklanır. Bu nedenler kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Hıristiyan toplulukları devlet ve kilise dışında birer sivil toplum olarak ortaya çıktı. Çünkü Hz. İsa öldüğü zaman kendine inananların sayısı oniki kişi idi. O sırada ne bir Hıristiyan devleti, ne de bir Hıristiyan toplumu yoktu. Dolayısıyla olmayan bu devlet ve toplum yaşamını düzenleyecek din kuralları da yoktu. Hıristiyan dininin serbest bırakılması, bu dinin çıkışından 300 yıl sonra mümkün oldu. Bilindiği üzere 315 yılındaki Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakıldı. Elbette bu din serbest bırakıldığı gün devlet ve toplum yaşamının dinsel kurallarını koyamadı. Bu iş için de en az 200 yıl geçmesi gerekti. Başka bir deyişle Ortaçağ'da Avrupa topluluklarının yaşamına dinsel kuralların girmesi Hıristiyanlığın çıkışından en az 500 yıl sonra gerçekleşti. Dolayısıyla, Avrupa topluluklarına din ve dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu söylendiği zaman bunu anlamakta zorlanmadı. Buna rağmen aradan yaklaşık 1.300 yıl geçti.
2. Oysa Hz. Muhammet bir yandan Tanrı'dan vahiy alarak yeni bir din yayan bir peygamber, diğer yandan yeni dine katılanları toplayıp yeni bir sosyal, siyasal kuruluşu gerçekleştiren devlet adamıydı. Daha hayattayken bir İslam toplumu vardı, ordusu vardı, savaşlar yaptı, barış imzaladı. Bu yeni, devletin ve toplumun sahip olduğu sosyal yapı da elbette bu yeni dinin esaslarına göre şekillenecekti. Böylece, İslamiyet daha başlangıçtan itibaren bir devlet ve toplum sistemi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Müslüman topluluklara, din ve dünya işlerinin ayrılması gerektiği söylendiği zaman bunu anlamakta zorlandı.
3. Cumhuriyet ilân edildiği sırada okuma-yazma oranı %7 dolayındaydı. Okuma-yazma bilmek demek ülkede ve dünyada yaşanan olayları sağlıklı değerlendirmek demek değildir. Buna rağmen Türk halkının önemli bir kısmı laik uygulamayı benimsedi.
4. Cumhuriyetin ilk yıllarında din simsarları ve dini kullanarak halkın sırtından geçinen asalakların sayısı oldukça çoktu. O dönemde yeraltına çekilen bu kişi ve çevreler, sonraki yıllarda uygun ortamı bulunca yeniden antilaik çalışmalarını sürdürmeye başladı.
5. Siyasal, ekonomik ve askerî bakımdan dünyaya egemen olan ülkeler için güçlü bir Türkiye sakıncalıydı. Türkiye'de ortaya çıkan her türlü olumsuz gelişmeye onlar da katıldı.
6. Güçlü bir Türkiye'yi kendileri için tehlikeli gören komşuları, Türkiye üzerinde oynanan oyunlarda her türlü rolü üstlendi.
7. Laik anlayış ve uygulama Türkiye'de yerleştikçe ve bu yapı Türkiye'nin itici gücü oldukça, ortaya çıkan gerçek, şeriat yasası ve saltanat-diktatörlükle yönetilen Arap ülkeleri için büyük bir tehlike olarak görüldü. Bu nedenle Türkiye'deki laik yapı ve anlayış kesinlikle ortadan kaldırılmalı, köktenci bir İslamlık anlayışı yerleştirilmeli ve bu da Türk-İslam sentezi formülü ile gerçekleştirilmeliydi. Bu amaçla yurtdışından Türkiye'ye gelen resmî ve gayr-i resmî paraların miktarı ve kaynakları herkesçe bilinmektedir
. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
– Devlet-Din ilişkileri Türkiye’de problemli bir alan olarak görülüyor. Sizce de öyle mi? Problem sizin açınızdan hangi boyutlarda?
Taha AKYOL: Evet, Türkiye’nin temel sorunlarından biri, din-devlet ilişkilerindeki sağlıksızlıkdır ve bunun en büyük sebebi, otoriter laikçi devlet anlayışıdır. Devletin laikliği böyle anladığı bütün toplumlarda bu sorun yaşanmıştır. Sorun ciddi boyutlardadır. Bu sorun, özelliştirmeye taraftar veya karşıt olmaya benzemez. Bu sorun, tarihte büyük toplumsal kavgalara yol açmıştır. Dayatmayla değil, yumuşama ve uzlaşmayla çözülür.
– Devletin bu alanı düzenlemek için benimsediği ilke laiklik ilkesi olarak belirdi. Bu ilkeyi getirirken İslâm’dan ve İslâm’ı üstün bir değer yargısı olarak benimseyen halktan ne bekliyordu? Problem nerede çıktı?
Taha AKYOL: Fransız Jakobenizminden esinlenen bizdeki laiklik, sadece devletin teokrasiden arınması olarak değil, dinin devlet eliyle toplumdan da tasfiyesi ve “vicdan”larda bırakılması olarak uygulanmıştır. Demokrasi döneminde toplumdaki her dindarlık tezahürünün “irtica” paranoyasıyla karşılanmasının ve “görüldüğü yerde ezilmeli” diye devlet şiddetiyle karşılanmasının temelinde bu yanlış anlayış vardır. Bu çatışma, devletin dini toplumsal alanda tasfiye etmek istediği Fransa’da da şiddetli gerilim ve rejim sorunlarına sebep olmuştur. Liberal ve muhafazakar modernleşme modellerinde ise, mesela İngiltere, ABD ve kuzey ülkelerinde bu din-devlet çatışması yaşanmamıştır. Bizdeki laikçiler Batı tarihini ve din sosyolojisini bilmedikleri için, ezberledikleri vecizeleri tek hakikat sanıyorlar ve dar kafalı davranıyorlar.
– Aradan 70 yıl geçti. Türkiye’de Devlet-Din ilişkileri problem olmaya devam ediyor. Bu arada devletin hâlâ İslâm’dan beklentileri var; İslâm’ın reforme edilmesi, müslümanların bunu kabul etmesi gibi. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu bir çıkış yolu olarak görüyor musunuz? AKYOL: Devlet, bırakın din gibi tamamen itikadi bir alanı, bütünüyle dünyevi olan ideolojik düşüncelerde bile “reform” yapma hakkına, yetkisine sahip değildir; buna kalkışmak akıllılık da olmaz. Böyle bir yaklaşım zihinlerin resmi ideoloji tahakkümü altına alınması, toplumsal ve zihni dinamizmin öldürülmesi olur. Siyasi kültürümüzün kısırlığının önemli sebeplerinden biri, bu resmi ideoloji dayatmasıdır zaten... Kamu düzenini ihlal etmeyen ve şiddetten uzak duran her düşünce, bu arada inançlar, doğal akışına bırakılmalıdır. Yeni yorumlar, yaklaşımlar, yeni fikirler toplumsal süreçte oluşur.
– Sizin için devletin İslâm’la barışması sözü anlamlı mı? Anlamlıysa bunun içi nasıl doldurulabilir? Toplumsal barış için de öyle bir girişimi gerekli bulur musunuz? AKYOL: “Devlet İslâmla barışmalı” sözü anlamlı olmanın ötesinde, zorunludur. Bunun içi, demokrasiyle doldurulur. Din alanında devlet liberal özgürlüklere saygılı olmalıdır. Şu, özellikle önemlidir: Devlet eliyle dinin toplumsal alanda tasfye edilmesi biçimindeki bir devlet yapılanması ve siyasi kültür, kendi muhafetini de “devlet eliyle dinin topluma egemen kılınması” biçiminde üretmektedir. Jakobenizm, dünyanın her yerinde dinin siyasileşmesine yol açmıştır. Barışmanın yolu, toplumsal alanın demokratik, sivil, liberal (hürriyetçi) bir alan olduğunu kabul etmektir.
– Anayasa Mahkemesi kararları ve laikliğe bir doktrin olarak bakan çevrelerde Türkiye’deki laikliğin batı ülkelerindeki laiklikten farklı olacağı belirtiliyor. Gerekçe olarak da böyle bir tavrın İslâm’ın ve müslümanların özelliklerinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu değerlendirmelerden özgürlükleri kısıtlayıcı bir laiklik tanımı çıkıyor. Bu görüşü nasıl değerlendiriyorsunuz? AKYOL: Anayasa Mahkemesi’nin laiklikle ilgili yorumlarını resmi ideolojinin tariflerine uygun buluyorum, halbuki bireysel özgürlüklere ve liberal değerlere öncelik veren bir yorum hem daha “ileri” olur hem toplumsal barışa daha bir katkı sağlardı. Meselenin diğer boyutu daha önemlidir: Bizdeki resmi laik anlayış, hem İslâm’ın sosyal ve kültürel tarihini hem Batı’nın modernleşme tarihini incelememiştir. Bu ufka sahip olmayınca da, resmi laiklik anlayışı, tek parti devrinin resmi dogmaları, vecizeleri içinde “geçmişi” günümüzde yaşatmaya devam ediyor.
– Laiklik Türkiye’de tarif sıkıntısı çekiyor. Anayasa Mahkemesi müteaddid defalar laiklik tarifi yaptı. Bu tariflerde laiklik İslâm’ın karşısına alternatif bir hayat düzeni hatta bir din olarak konuyor. Siz de bu izlenimi ediniyor musunuz?
AKYOL: Sorun, bireysel hürriyet alanının geniş mi, dar mı olacağı sorunudur. Bireysel hürriyet alanı geniş olacaksa dini düşünce ve hayat tarzı gibi, ladini, hatta dinsiz düşünce ve hayat tarzı da serbest olacaktır. İslâm tarihindeki felsefe ve “itizal” tartışmalarını, bunun kelam ve tasavvufa bile büyük katkılar sağladığını hatırlayın. Toplumsal gelişmenin şartı bu hürriyettir. Dogma, laik olduğu zaman dogmatizmden kurtulmuş olmayız.
– Sayın Demirel’in 1980’lerde verdiği demeçlerde laikliğin bir din gibi algılanması konusunda kaygıları var. Buradan yola çıkarak devlet adamları nezdinde İslâm-devlet-laiklik-demokrasi-konularının nasıl çözümlendiğini düşünüyorsunuz? AKYOL: Halkın seçtiği devlet adamlarıyla, bürokratik cihazın devlet adamları arasında, genelde laiklik anlayışları çok farklı olmuştur. Ben, Karabekir’in, Fethi Okyar’ın, Menderes’in, Özal’ın çizgisini doğru buluyorum. Nasıl çözümlendiğini soruyorsunuz, çözümlenmiyor ki!
– Şöyle bir tartışma var: Dindarlar diyor ki; “Türkiye’de inanç özgürlükleri kısıtlı.” Buna karşılık da; “camileriniz açık değil mi, ibadetinize engel olan mı var? ” söylemi mevcut. Siz dindarların daha çok özgürlük taleplerini anlamsız buluyor musunuz? AKYOL: Camiler açık öyleyse din özgürlüğü var, lafı samimiyetle söyleniyorsa, sosyoloji alanında bir cehaletin ifadesidir. Dinin camide kalması için söyleniyorsa, liberal hürriyetlerin reddidir. Batı’ya baksınlar, din ve kilisenin kendisi kilisenin içinde mi kalıyor?
– Türkiye’nin İslâm ve demokrasiyi birlikte yaşatma noktasında İslâm ülkelerine örnek olabileceği, olması iddiası var. Bunu sağlamada çok başarılı olduğumuzu düşünüyor musunuz? Halk iradesine karşı gösterilen endişelerin önemli bir boyutu aslında İslâm’a karşı endişeler olarak düşünülemez mi? AKYOL: İslam ve demokrasinin birlikte yaşaması, yani rejimin demokrasiye halk iradesine ve hürriyetlere dayanması, İslâm’ın da sivil toplumda liberal hürriyetlere sahip olması Türkiye’nin dünyaya sunabileceği mükemmel bir modeldi. “Refah Partisi”nin siyasi kültürsüzlüğü ile partideki aşırılar ve “derin devlet”, Türkiye’nin bu evrensel şansını dumûra uğrattılar. Sonunda oraya varacağımıza, başaracağımıza inanıyorum.
– Şöyle bir varsayım üzerinde düşünürsek; 70 yıl önce Cumhuriyet kurulurken İslâm’la daha barışık bir çizgi tutturulabilir miydi? Tutturulabilseydi Türkiye’nin bugünleri nasıl olurdu? AKYOL: Bu son derece mümkündü. Karabekir’in Terakkiperver Partisi bunu savunuyordu ve Osmanlı modernleşme sürecinde bu potansiyel, bu büyük şans oluşmuştu. “İrtica” evhamıyla Terakkiperver kapatıldı. İsmet İnönü 1947’te “Terakkiperver”i kapatmakla hata ettik, demiştir. Devrim tarihleri “Terakkiperver’in “irtica partisi” olduğunu yazıyor da, İnönü’nün bu sözünü yazmıyor! Tek Parti ideolojisi, 1934 yılında, Osmanlı’dan beri devam eden ve Batılılaşma yanlısı Türk Kadın Cemiyeti’ni bile kapatmıştı. Süreç devam etseydi, bugün nasıl olurdu? Buna bilimsel değil, ancak “analoji” yoluyla cevap verebiliriz: Türkiye Fransız modeline göre değil, liberal iİngiliz ve ABD modeline göre bir din-devlet-toplum ilişkisi modelini seçmiş olurdu.
'..Türk askeri, Türkiye halkı, laiklikle yaşayabilmesi için birinci ve değişmez bayrağının Bağımsızlık olduğunu geç de olsa anlayacaktır. Askerimiz iyice öğrensin.Bizler bağımsız kalabilirsek Laik kalabiliriz.Bağımsız kalamazsak Laik kalamayız.Bizi önce NATO suayı yapıp, sonra bu radikal din tartışmalarıyla bizi ortadoğudan uzak tuttular.Ve bağımsızlığımızla oynayanlar bugüne kadar karşımıza Şii, sünni, hoca - molla ideolojilerini, örgütlerini teröristlerini hortlatıp, büyütüp çıkartıp getirip koydular.Bizim en değerli aydınlarımızı İsrail gizli servisine öldürtüp, sonra 'radikal islam'ın üstüne yıktılar.
Laiklik bağımsızlığın ürünüdür.Laikliğin tam anlamı bağımsızlığın bayrağı Mustafa Kemal 'dir.ABD askeri politikalrına göbekten bağlı olanlar 'bağımsız' olmaz, laik hiç olmaz.Laiklik batıya, modern dünyaya bağlamanın yolu, hilesi, siyasi tuzağı olamaz.Laiklik Irakta öldürülen kardeşlerimize susup, ABD askerleri ve politikalrının yanında yer almak hiç değildir.Laiklik İSRAİL politikalarına arka çıkıp FİLİSTİN katliamlarına susmak hiç değildir.
Radikal islam, din devleti korkusunu içimize sokan bizler değiliz.Bizim tarihimiz değildir.Çünkü Osmanlı bir din devleti değildi.Onu özleyenler 'dinci bir devlet değil' büyük bir devlet özlüyordu.Din devleti korkusunu içimize salanlar 1950 lerden sonra ABD-İngiliz-İsrail oyunlarıdır....' (Nihat Genç-Leman dergisi-4 haziran 04)
Birgün bu toprağın çocukları, asker çocukları, imam hatiplisi, hepsi bu tartışmları önlerine koyanların İSRAİL ve ABD olduğunu öğrenecek.Ve Kulelili'si, Harbiyeli'si, bir Cumhuriyet bayramında koşarak imam hatipli kardeşlerine sarılacak.Yüzyıllık Batının oyununu bir kucaklaşmayla sona erdirecek.Bayram o gündür... Bu saçma tartışmalar yüzünden 70 milyon halk henüz bu çocuklara, bu ülkenin en devasa sorununun işsizlik, eğitim, sağlık sigortaları olduğunu anlatacak fırsat bulamadı.Açlığına yoksulluğuna feryadına ortak olacak bir gençlik bulamadı. Nihat Genç (Leman dergisi-4 haziran 04)
'Çünkü demokratik solun, sosyalist solun en büyük meselesi laiklik değildir, üretici güçler ve bu güçlerin iktidarda dengeli bir biçimde söz sahibi olmasıdır. Eğer bütün süreci laikliğe indirgersen o zaman bir manada mason partisi olmuş olursun, çünkü laiklik masonların en büyük meselesidir: Laiklik üzerindeki ısrarlar aslında anti İslamcılıktır. Halk bunu sezgisiyle anlıyor. Bir insan laik bir toplum içinde dininin gereklerini uygulayabilir, buna hiçbir mani yok. Çünkü laiklik demek dinin ortadan kaldırılması değil, dinin bireyselleştirilmesi, toplumsallıktan çıkartılması demektir. Sen dini toplumsal alandan sürdükten sonra gerisine karışmayacaksın.
Esas mesele ekonomide, yani gelir dağılımının adalete uygun hale getirilmesinde. Çünkü sosyalizmde demokrasiye yönelik eleştiri nedir; burjuva toplumda demokrasi sadece hukuk alanında sağlanır oysa asıl mesele ekonomik anlamda demokrasinin, yani gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır.
Bunu nasıl sağlayacaksın, laiklikle mi? Hayır, bunu ancak sosyal politikalarla yani üretim gücüne hak tanıyarak sağlayabilirsin. Yani üretim gücünün partisi olacak. Siyasi ifadesini orada bulacak ve siyasete ağırlığını koyacak.
Demokratik sol, sosyalist sol ve Kemalist solun biraraya gelmesi ve bunların en azından bir işçi konfederasyonun desteğini arkasına alması lazım. Hatta bu arada merkez sağda yer alan temiz politikacılarla ve milliyetçi kesimlerle ittifak aramak gerekir.
Ama bunu hiçbiri yapmadı, seçimlere tek başına girdiler ve ortada kaldılar.' (Attila İlhan - İleri 2000 dergisi)
Attila İlhan la roportajdan... * Şu anda Batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? -Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik. * Laikliği Gazi getirmedi mi? -Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Mehmet Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi Tam Bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
İslam'ın etkin olduğu yerlerde uygulanabilmesi oldukça zor mudur gerçekten?
Gariptir ki İslam'a zıt olarak bakılan bu kavram 12. yüzyılda kendilerine kelamcılar diyen müslümanlar tarafından uygulanmış ve dünya-din işleri birbirinden ayırmaya gidilmiştir ve çok kısa zamanda yer edinmiştir. Zor diye bakılan laiklik-İslam ilişkisi meğersem yüzyıllardır beraber yaşamış. Kaderin cilvesi olsa gerek, eskiden sözde Allah Rızasını kazanmak için yapılan bu hareket, yüzyıllardan sonra bu sefer karşı akım olarak ses buluyor. Ne demişler 'Civiyi civi söker.'
bkz. İlim (İlk Giriş) : ... laiklik, yani “din ve dünya işlerini birbirinden ayırma” İslam tarihinde 12. yuzyılda müslümanların düşünce ve eğitim hayatına girmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da felsefe, fizik, kimya, astronomi, matematik ve biyoloji gibi araştırma konuları, din ilmi olmadığı gerekçesiyle, medereselerin eğitim programı dışında bırakılmıştır. Ne gariptir ki, bu kavramsal bölünmeyi yapan ve savunan kelamcılar BU YOLLA ISLAM’A HİZMET ETTİKLERİNİ SANMIŞLARDIR. Ancak yetiştirdikleri müslüman insan tipi, Allah’ın yarattığı şeyleri nasıl yaratmış, şekillendirmiş, duzenlemiş ve oluşuturmuş olduğu gibi konularla, yani özet olarak gerçekliğin onemli bir kısmıyla ilgilenmeyen bir insan tipi olmuştur.
dinsizlik...
Laiklik, ülkemizde baba'dan miras olarak intikal etmeyen, alın teri dökmeden ve inançlı insanlar için kullanılan caydırıcı güce sahip bir haksız kazanç çeşididir.
Hiçbir dini kabul etmemek.
Bu sadece devlet veya kuruluslar için gecerlidir, LAIK BIR INSAN YOKTUR, DINSIZ BIR INSAN VARDIR BU DA ATEISM'DIR.
ne demek olduğu bir türlü anlaşılamayan kavram ve herkese nutuk u okumasını tavsiye ederim
bu devlet hiçbir zaman din ırk sınıf baskısını arzulamamıştır
yapmamıştır
okumadan bilmeden sadece duyduklarımızla
imamın arkasında amin diyoruz
el insaf okuyun
ondan sonra laf söyleyin
Din düşmanlarının gölgesine sığındıkları, tam olarak tarifi yapılamamış kavram.
Ülke gündeminden hiç düşmüyor.
Çıkar çatışması
DİN, BİLİM VE SİYASAL YÖNETİM
“Takdir-i ilahi....”
“Her şey Allah’tan...”
“Kem gözler kıskandı, nazar değdi...”
Son günlerde bu türden sözleri çok sık duymaya başladık. Köktendinciler işin kolayını buldular. Ortaya çıkan çeşitli “facia”lar karşısında önlem alacakları yerde kendi ahmaklıklarını, suçlarını tanrıya yükleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyorlar. Beyinleri yeşil sarıklı, kara çarşaflı tüm siyasal islamcıların sıkıştıklarında başvurdukları bir yöntem, bir can simidi bu...
Dünyanın her yöresinden “hacı” olmaya gelip, içtenlikle Mina’ya koşan insanların, “organizasyon” bozukluğundan dolayı, yedi kez ölüme gidişlerini daha unutmadık, dün gibi...
Bu olayda da Suudi Arabistan Hac Başkanı aynı kalıplaşmış sözcükleri kullanarak, büyük bir pişkinlik ve vurdumduymazlık içerisinde, masum kişilerin yaşamlarını yitirmelerini “takdir-i ilahi”ye bağlamıştı.
Suudi Arabistan’da binlerce “hacı adayı”nın “telef” edilmesine yol açan bu kör inanç, Türkiye’de “hızlandırılmış ve hızlandırılmamış tren faciaları” ile onlarca insanın canına kıydı. Ayrıca Kuran kursu öğrencisi beş küçük kızın da denizde boğulmasına neden oldu. Dünyaya şeriatın penceresinden bakan bu karanlık düşünceli yobazların, akıllara durgunluk veren mantığına göre, o zavallı yavrular “namahrem”diler ve dalgalar arasında ölüme bile gitseler, kimse onlara yaklaşamazdı. Nitekim yaklaştırmadılar da... Bu yüzden kıyıda bekleyen erkekler onlara ulaşamadılar ve küçücük çocukların sularda çırpınarak boğulmalarını seyretmek zorunda kaldılar. Yüreğinde sevgi kırıntısı bulunmayan, çağ dışı din bezirgânları için Mustafa Kemal şunları söyler. “Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.”
Atatürk’e göre en gerçek ve en doğru tarikat “uygarlık tarikatı”dır. Dinsel tarikatçılık, ülkeleri “yanlış yollara sevkeder”, çıkmazlara götürür. Çünkü dinlerin egemenlik kurduğu toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz. Gerçekleri ve doğruları sadece kutsal kitaplarda arayan, sorunların çözümünü göklerden bekleyen bir siyasal yönetim, ilerlemeyi gerçekleştirip, çağdaş uygarlığı yakalayabilir mi, bu mümkün müdür? ..
İşte böyle bir dinci görüşü, felsefenin bayrağı durumuna getiren Dışişleri Bakanlığı’nın “giriş sınavı”nda sorduğu sorular: 1) Ahirete inanır mısınız? 2) Haftada kaç kere Kuran okursunuz? 3) Peygamberin gökyüzüne çıktığına inanır mısınız?
Peki, ya inanmıyorsa, ya Kuran yerine başka bir kutsal kitap okuyorsa... Ne olacak o zaman? İşe alınmayacak mı? .. Dışişleri Bakanlığı, inanmayanların yada başka dinlere inananların da bakanlığı değil midir? Bu kafayla mı Avrupa Birliği’ne katılacak Türkiye? Her çeşit ödünü vererek girmeye can attıkları AB’de böyle “giriş sınavı soruları” var mıdır? O ülkelerde, bir öğretmenin “Adem ile Havva masalları” yerine “Darwin Kuramı”nı anlatması suç sayılır mı? Bu nedenle öğretmen yargıç önüne çıkarılır mı?
İşte yüzyıllardan bu yana, kuşaktan kuşağa geçen böyle bir dinci anlayışa karşı Atatürk devrimleri, temelleri bilime ve yaşamın gerçeklerine dayanan çağdaş bir görüş ortaya çıkardığı için çok önemlidir. Atatürk’ün hedefi toplumu ve özellikle gençleri ‘dinsel alem’ in baskısından kurtarıp öküzün boynuzundan indirilmiş ‘maddi dünya’ ya çekmek, düşünen beyinler yetiştirmekti. Sonuçta boş inançların yerini akıl ve bilim alacak, uygarlaşmanın temel yöntemi araştırma, inceleme, ‘değişim’ yoluyla da toplumun çağdaşlaşması sağlanacaktı.
Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk şöyle der:
“Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir uluslar tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”
CHF’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) Büyük Kongresi’nin 13-14 Mayıs 1931 günlü toplantısında, Atatürk’ün görüşlerini destekleyen şu kararı alır:
“Din anlayışı vicdanı olduğundan, fırka, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” (Mete Tunçay, Tek Parti Yönetimi) Yukarıdaki karar, laikliğin gerçek bir tanımı ve uygulama biçimidir. Atatürk’ten sonra laiklik, yalnızca, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak açıklanmaya çalışılmıştır, aldatmacadır. CHF kararında da belirtildiği gibi, din ancak yaşamın tüm alanlarından elini eteğini çekerek, “dünya işlerinden ayrılıp” vicdanlara yerleştiği ölçüde gerçek yerini bulacaktır. İşte bu nedenlerden dolayı cumhuriyet hükümeti CHF’nin kararından dört yıl önce, 1927’deki program değişiklikleri sırasında, Arapça ve Farsça ile din derslerini ortaokul ve lise öğretiminden çıkarmıştı.
1924 yılında Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası kabul edildiğinde imam hatip okullarının sayısı 29 iken bu sayı, 1928-30 yılları arasında 2’ye düştü, 1930 yılının sonlarında ise tümüyle kapandı. Çünkü devlet, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti. Dinler, inançlar “vicdanlara terk edilmişi.”
SONUÇ
Ne var ki, cumhuriyet hükümetinin bu gerçek laiklik uygulaması siyasete kurban gitti. 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri konuldu. 1950’den sonra ise iş iyice çığırından çıktı ve siyasal yönetimler, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için “din silahı”nı kullandılar. Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar. Atatürk’ün deyişi ile “Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, baskı aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi.”
Oysa uygar, laik toplumlarda, ortaçağdan bu yana akıl ve bilim ön plana geçtiğinden, din tartışmaları ve din güncelliğini yitirmiş, kimse kimsenin dini-imanı ile uğraşmaz olmuştu. Bunun sonucunda Batı’da Kopernik’ler, Einstein’ler, Darwin’ler topluma yön verip ışık saçarken bizde ise Derviş Vahdeti’ler, Saidi Nursi’ler, Fethullah Gülen’ler pıtrak gibi çoğalıp, politikacılarla birlikte ülkemizi karanlığa gömdüler.
demogojik unsurların en başında gelen,siyasetçilerin rant kapısı söylemlerinde başı çeken,tanımlaması daha tam anlamıyla yapılamamış bir olgu..
Türkiye'de laikliğin kolay anlatılamaması ve anlaşılamamasının temel nedenleri tarihten kaynaklanır. Bu nedenler kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Hıristiyan toplulukları devlet ve kilise dışında birer sivil toplum olarak ortaya çıktı. Çünkü Hz. İsa öldüğü zaman kendine inananların sayısı oniki kişi idi. O sırada ne bir Hıristiyan devleti, ne de bir Hıristiyan toplumu yoktu. Dolayısıyla olmayan bu devlet ve toplum yaşamını düzenleyecek din kuralları da yoktu. Hıristiyan dininin serbest bırakılması, bu dinin çıkışından 300 yıl sonra mümkün oldu. Bilindiği üzere 315 yılındaki Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakıldı. Elbette bu din serbest bırakıldığı gün devlet ve toplum yaşamının dinsel kurallarını koyamadı. Bu iş için de en az 200 yıl geçmesi gerekti. Başka bir deyişle Ortaçağ'da Avrupa topluluklarının yaşamına dinsel kuralların girmesi Hıristiyanlığın çıkışından en az 500 yıl sonra gerçekleşti. Dolayısıyla, Avrupa topluluklarına din ve dünya işlerinin birbirinden ayrı olduğu söylendiği zaman bunu anlamakta zorlanmadı. Buna rağmen aradan yaklaşık 1.300 yıl geçti.
2. Oysa Hz. Muhammet bir yandan Tanrı'dan vahiy alarak yeni bir din yayan bir peygamber, diğer yandan yeni dine katılanları toplayıp yeni bir sosyal, siyasal kuruluşu gerçekleştiren devlet adamıydı. Daha hayattayken bir İslam toplumu vardı, ordusu vardı, savaşlar yaptı, barış imzaladı. Bu yeni, devletin ve toplumun sahip olduğu sosyal yapı da elbette bu yeni dinin esaslarına göre şekillenecekti. Böylece, İslamiyet daha başlangıçtan itibaren bir devlet ve toplum sistemi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla Müslüman topluluklara, din ve dünya işlerinin ayrılması gerektiği söylendiği zaman bunu anlamakta zorlandı.
3. Cumhuriyet ilân edildiği sırada okuma-yazma oranı %7 dolayındaydı. Okuma-yazma bilmek demek ülkede ve dünyada yaşanan olayları sağlıklı değerlendirmek demek değildir. Buna rağmen Türk halkının önemli bir kısmı laik uygulamayı benimsedi.
4. Cumhuriyetin ilk yıllarında din simsarları ve dini kullanarak halkın sırtından geçinen asalakların sayısı oldukça çoktu. O dönemde yeraltına çekilen bu kişi ve çevreler, sonraki yıllarda uygun ortamı bulunca yeniden antilaik çalışmalarını sürdürmeye başladı.
5. Siyasal, ekonomik ve askerî bakımdan dünyaya egemen olan ülkeler için güçlü bir Türkiye sakıncalıydı. Türkiye'de ortaya çıkan her türlü olumsuz gelişmeye onlar da katıldı.
6. Güçlü bir Türkiye'yi kendileri için tehlikeli gören komşuları, Türkiye üzerinde oynanan oyunlarda her türlü rolü üstlendi.
7. Laik anlayış ve uygulama Türkiye'de yerleştikçe ve bu yapı Türkiye'nin itici gücü oldukça, ortaya çıkan gerçek, şeriat yasası ve saltanat-diktatörlükle yönetilen Arap ülkeleri için büyük bir tehlike olarak görüldü. Bu nedenle Türkiye'deki laik yapı ve anlayış kesinlikle ortadan kaldırılmalı, köktenci bir İslamlık anlayışı yerleştirilmeli ve bu da Türk-İslam sentezi formülü ile gerçekleştirilmeliydi. Bu amaçla yurtdışından Türkiye'ye gelen resmî ve gayr-i resmî paraların miktarı ve kaynakları herkesçe bilinmektedir
. Batı toplumlarında din ve demokrasi arasında gerilim olmamasının nedeni, sıkça iddia edildiği gibi, Hıristiyan dininin demokratik modele daha yatkın olması değil. Bunun nedeni, Batı'da, uzun ve kanlı bir çatışma sürecinin sonucunda, dinin ya toplumsal hayattan radikal bir şekilde el çektirilmiş olması ya da Protestanlaşma süreciyle modernleşmeye uyarlı hale gelmesidir.
ALTINOLUK - Nisan 1998 / Taha AKYOL'un görüşleri:
“Devletin İslâm’la Barışması Zorunludur”
– Devlet-Din ilişkileri Türkiye’de problemli bir alan olarak görülüyor. Sizce de öyle mi? Problem sizin açınızdan hangi boyutlarda?
Taha AKYOL: Evet, Türkiye’nin temel sorunlarından biri, din-devlet ilişkilerindeki sağlıksızlıkdır ve bunun en büyük sebebi, otoriter laikçi devlet anlayışıdır.
Devletin laikliği böyle anladığı bütün toplumlarda bu sorun yaşanmıştır.
Sorun ciddi boyutlardadır. Bu sorun, özelliştirmeye taraftar veya karşıt olmaya benzemez. Bu sorun, tarihte büyük toplumsal kavgalara yol açmıştır. Dayatmayla değil, yumuşama ve uzlaşmayla çözülür.
– Devletin bu alanı düzenlemek için benimsediği ilke laiklik ilkesi olarak belirdi. Bu ilkeyi getirirken İslâm’dan ve İslâm’ı üstün bir değer yargısı olarak benimseyen halktan ne bekliyordu? Problem nerede çıktı?
Taha AKYOL: Fransız Jakobenizminden esinlenen bizdeki laiklik, sadece devletin teokrasiden arınması olarak değil, dinin devlet eliyle toplumdan da tasfiyesi ve “vicdan”larda bırakılması olarak uygulanmıştır. Demokrasi döneminde toplumdaki her dindarlık tezahürünün “irtica” paranoyasıyla karşılanmasının ve “görüldüğü yerde ezilmeli” diye devlet şiddetiyle karşılanmasının temelinde bu yanlış anlayış vardır. Bu çatışma, devletin dini toplumsal alanda tasfiye etmek istediği Fransa’da da şiddetli gerilim ve rejim sorunlarına sebep olmuştur. Liberal ve muhafazakar modernleşme modellerinde ise, mesela İngiltere, ABD ve kuzey ülkelerinde bu din-devlet çatışması yaşanmamıştır.
Bizdeki laikçiler Batı tarihini ve din sosyolojisini bilmedikleri için, ezberledikleri vecizeleri tek hakikat sanıyorlar ve dar kafalı davranıyorlar.
– Aradan 70 yıl geçti. Türkiye’de Devlet-Din ilişkileri problem olmaya devam ediyor. Bu arada devletin hâlâ İslâm’dan beklentileri var; İslâm’ın reforme edilmesi, müslümanların bunu kabul etmesi gibi. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunu bir çıkış yolu olarak görüyor musunuz?
AKYOL: Devlet, bırakın din gibi tamamen itikadi bir alanı, bütünüyle dünyevi olan ideolojik düşüncelerde bile “reform” yapma hakkına, yetkisine sahip değildir; buna kalkışmak akıllılık da olmaz. Böyle bir yaklaşım zihinlerin resmi ideoloji tahakkümü altına alınması, toplumsal ve zihni dinamizmin öldürülmesi olur.
Siyasi kültürümüzün kısırlığının önemli sebeplerinden biri, bu resmi ideoloji dayatmasıdır zaten...
Kamu düzenini ihlal etmeyen ve şiddetten uzak duran her düşünce, bu arada inançlar, doğal akışına bırakılmalıdır. Yeni yorumlar, yaklaşımlar, yeni fikirler toplumsal süreçte oluşur.
– Sizin için devletin İslâm’la barışması sözü anlamlı mı? Anlamlıysa bunun içi nasıl doldurulabilir? Toplumsal barış için de öyle bir girişimi gerekli bulur musunuz?
AKYOL: “Devlet İslâmla barışmalı” sözü anlamlı olmanın ötesinde, zorunludur. Bunun içi, demokrasiyle doldurulur. Din alanında devlet liberal özgürlüklere saygılı olmalıdır. Şu, özellikle önemlidir: Devlet eliyle dinin toplumsal alanda tasfye edilmesi biçimindeki bir devlet yapılanması ve siyasi kültür, kendi muhafetini de “devlet eliyle dinin topluma egemen kılınması” biçiminde üretmektedir. Jakobenizm, dünyanın her yerinde dinin siyasileşmesine yol açmıştır. Barışmanın yolu, toplumsal alanın demokratik, sivil, liberal (hürriyetçi) bir alan olduğunu kabul etmektir.
– Anayasa Mahkemesi kararları ve laikliğe bir doktrin olarak bakan çevrelerde Türkiye’deki laikliğin batı ülkelerindeki laiklikten farklı olacağı belirtiliyor. Gerekçe olarak da böyle bir tavrın İslâm’ın ve müslümanların özelliklerinden kaynaklandığı söyleniyor. Bu değerlendirmelerden özgürlükleri kısıtlayıcı bir laiklik tanımı çıkıyor. Bu görüşü nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKYOL: Anayasa Mahkemesi’nin laiklikle ilgili yorumlarını resmi ideolojinin tariflerine uygun buluyorum, halbuki bireysel özgürlüklere ve liberal değerlere öncelik veren bir yorum hem daha “ileri” olur hem toplumsal barışa daha bir katkı sağlardı. Meselenin diğer boyutu daha önemlidir: Bizdeki resmi laik anlayış, hem İslâm’ın sosyal ve kültürel tarihini hem Batı’nın modernleşme tarihini incelememiştir. Bu ufka sahip olmayınca da, resmi laiklik anlayışı, tek parti devrinin resmi dogmaları, vecizeleri içinde “geçmişi” günümüzde yaşatmaya devam ediyor.
– Laiklik Türkiye’de tarif sıkıntısı çekiyor. Anayasa Mahkemesi müteaddid defalar laiklik tarifi yaptı. Bu tariflerde laiklik İslâm’ın karşısına alternatif bir hayat düzeni hatta bir din olarak konuyor. Siz de bu izlenimi ediniyor musunuz?
AKYOL: Sorun, bireysel hürriyet alanının geniş mi, dar mı olacağı sorunudur. Bireysel hürriyet alanı geniş olacaksa dini düşünce ve hayat tarzı gibi, ladini, hatta dinsiz düşünce ve hayat tarzı da serbest olacaktır. İslâm tarihindeki felsefe ve “itizal” tartışmalarını, bunun kelam ve tasavvufa bile büyük katkılar sağladığını hatırlayın. Toplumsal gelişmenin şartı bu hürriyettir. Dogma, laik olduğu zaman dogmatizmden kurtulmuş olmayız.
– Sayın Demirel’in 1980’lerde verdiği demeçlerde laikliğin bir din gibi algılanması konusunda kaygıları var. Buradan yola çıkarak devlet adamları nezdinde İslâm-devlet-laiklik-demokrasi-konularının nasıl çözümlendiğini düşünüyorsunuz?
AKYOL: Halkın seçtiği devlet adamlarıyla, bürokratik cihazın devlet adamları arasında, genelde laiklik anlayışları çok farklı olmuştur. Ben, Karabekir’in, Fethi Okyar’ın, Menderes’in, Özal’ın çizgisini doğru buluyorum. Nasıl çözümlendiğini soruyorsunuz, çözümlenmiyor ki!
– Şöyle bir tartışma var: Dindarlar diyor ki; “Türkiye’de inanç özgürlükleri kısıtlı.” Buna karşılık da; “camileriniz açık değil mi, ibadetinize engel olan mı var? ” söylemi mevcut. Siz dindarların daha çok özgürlük taleplerini anlamsız buluyor musunuz?
AKYOL: Camiler açık öyleyse din özgürlüğü var, lafı samimiyetle söyleniyorsa, sosyoloji alanında bir cehaletin ifadesidir. Dinin camide kalması için söyleniyorsa, liberal hürriyetlerin reddidir. Batı’ya baksınlar, din ve kilisenin kendisi kilisenin içinde mi kalıyor?
– Türkiye’nin İslâm ve demokrasiyi birlikte yaşatma noktasında İslâm ülkelerine örnek olabileceği, olması iddiası var. Bunu sağlamada çok başarılı olduğumuzu düşünüyor musunuz? Halk iradesine karşı gösterilen endişelerin önemli bir boyutu aslında İslâm’a karşı endişeler olarak düşünülemez mi?
AKYOL: İslam ve demokrasinin birlikte yaşaması, yani rejimin demokrasiye halk iradesine ve hürriyetlere dayanması, İslâm’ın da sivil toplumda liberal hürriyetlere sahip olması Türkiye’nin dünyaya sunabileceği mükemmel bir modeldi. “Refah Partisi”nin siyasi kültürsüzlüğü ile partideki aşırılar ve “derin devlet”, Türkiye’nin bu evrensel şansını dumûra uğrattılar. Sonunda oraya varacağımıza, başaracağımıza inanıyorum.
– Şöyle bir varsayım üzerinde düşünürsek; 70 yıl önce Cumhuriyet kurulurken İslâm’la daha barışık bir çizgi tutturulabilir miydi? Tutturulabilseydi Türkiye’nin bugünleri nasıl olurdu?
AKYOL: Bu son derece mümkündü. Karabekir’in Terakkiperver Partisi bunu savunuyordu ve Osmanlı modernleşme sürecinde bu potansiyel, bu büyük şans oluşmuştu. “İrtica” evhamıyla Terakkiperver kapatıldı. İsmet İnönü 1947’te “Terakkiperver”i kapatmakla hata ettik, demiştir. Devrim tarihleri “Terakkiperver’in “irtica partisi” olduğunu yazıyor da, İnönü’nün bu sözünü yazmıyor! Tek Parti ideolojisi, 1934 yılında, Osmanlı’dan beri devam eden ve Batılılaşma yanlısı Türk Kadın Cemiyeti’ni bile kapatmıştı.
Süreç devam etseydi, bugün nasıl olurdu? Buna bilimsel değil, ancak “analoji” yoluyla cevap verebiliriz: Türkiye Fransız modeline göre değil, liberal iİngiliz ve ABD modeline göre bir din-devlet-toplum ilişkisi modelini seçmiş olurdu.
'..Türk askeri, Türkiye halkı, laiklikle yaşayabilmesi için birinci ve değişmez bayrağının Bağımsızlık olduğunu geç de olsa anlayacaktır.
Askerimiz iyice öğrensin.Bizler bağımsız kalabilirsek Laik kalabiliriz.Bağımsız kalamazsak Laik kalamayız.Bizi önce NATO suayı yapıp, sonra bu radikal din tartışmalarıyla bizi ortadoğudan uzak tuttular.Ve bağımsızlığımızla oynayanlar bugüne kadar karşımıza Şii, sünni, hoca - molla ideolojilerini, örgütlerini teröristlerini hortlatıp, büyütüp çıkartıp getirip koydular.Bizim en değerli aydınlarımızı İsrail gizli servisine öldürtüp, sonra 'radikal islam'ın üstüne yıktılar.
Laiklik bağımsızlığın ürünüdür.Laikliğin tam anlamı bağımsızlığın bayrağı Mustafa Kemal 'dir.ABD askeri politikalrına göbekten bağlı olanlar 'bağımsız' olmaz, laik hiç olmaz.Laiklik batıya, modern dünyaya bağlamanın yolu, hilesi, siyasi tuzağı olamaz.Laiklik Irakta öldürülen kardeşlerimize susup, ABD askerleri ve politikalrının yanında yer almak hiç değildir.Laiklik İSRAİL politikalarına arka çıkıp FİLİSTİN katliamlarına susmak hiç değildir.
Radikal islam, din devleti korkusunu içimize sokan bizler değiliz.Bizim tarihimiz değildir.Çünkü Osmanlı bir din devleti değildi.Onu özleyenler 'dinci bir devlet değil' büyük bir devlet özlüyordu.Din devleti korkusunu içimize salanlar 1950 lerden sonra ABD-İngiliz-İsrail oyunlarıdır....'
(Nihat Genç-Leman dergisi-4 haziran 04)
Birgün bu toprağın çocukları, asker çocukları, imam hatiplisi, hepsi bu tartışmları önlerine koyanların İSRAİL ve ABD olduğunu öğrenecek.Ve Kulelili'si, Harbiyeli'si, bir Cumhuriyet bayramında koşarak imam hatipli kardeşlerine sarılacak.Yüzyıllık Batının oyununu bir kucaklaşmayla sona erdirecek.Bayram o gündür...
Bu saçma tartışmalar yüzünden 70 milyon halk henüz bu çocuklara, bu ülkenin en devasa sorununun işsizlik, eğitim, sağlık sigortaları olduğunu anlatacak fırsat bulamadı.Açlığına yoksulluğuna feryadına ortak olacak bir gençlik bulamadı.
Nihat Genç (Leman dergisi-4 haziran 04)
'Esas Mesele Laiklik Değil, Ekonomi'
'Çünkü demokratik solun, sosyalist solun en büyük meselesi laiklik değildir, üretici güçler ve bu güçlerin iktidarda dengeli bir biçimde söz sahibi olmasıdır. Eğer bütün süreci laikliğe indirgersen o zaman bir manada mason partisi olmuş olursun, çünkü laiklik masonların en büyük meselesidir: Laiklik üzerindeki ısrarlar aslında anti İslamcılıktır. Halk bunu sezgisiyle anlıyor. Bir insan laik bir toplum içinde dininin gereklerini uygulayabilir, buna hiçbir mani yok. Çünkü laiklik demek dinin ortadan kaldırılması değil, dinin bireyselleştirilmesi, toplumsallıktan çıkartılması demektir. Sen dini toplumsal alandan sürdükten sonra gerisine karışmayacaksın.
Esas mesele ekonomide, yani gelir dağılımının adalete uygun hale getirilmesinde. Çünkü sosyalizmde demokrasiye yönelik eleştiri nedir; burjuva toplumda demokrasi sadece hukuk alanında sağlanır oysa asıl mesele ekonomik anlamda demokrasinin, yani gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır.
Bunu nasıl sağlayacaksın, laiklikle mi? Hayır, bunu ancak sosyal politikalarla yani üretim gücüne hak tanıyarak sağlayabilirsin. Yani üretim gücünün partisi olacak. Siyasi ifadesini orada bulacak ve siyasete ağırlığını koyacak.
Demokratik sol, sosyalist sol ve Kemalist solun biraraya gelmesi ve bunların en azından bir işçi konfederasyonun desteğini arkasına alması lazım. Hatta bu arada merkez sağda yer alan temiz politikacılarla ve milliyetçi kesimlerle ittifak aramak gerekir.
Ama bunu hiçbiri yapmadı, seçimlere tek başına girdiler ve ortada kaldılar.'
(Attila İlhan - İleri 2000 dergisi)
Attila İlhan la roportajdan...
* Şu anda Batıya karşı mücadele verilirken, birtakım odaklar hala üniversiteye gitmek isteyen kızların başörtüsü ile uğraşıyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu çok sinsi bir tuzak. Türkiye’nin meselesi emperyalist Batı’ya karşı mücadele olmalıdır. Bağımsızlığını kazanan Türk milletinin önüne başka bir konu koymuşlar. Nedir o? Laiklik.
* Laikliği Gazi getirmedi mi?
-Laiklik, Gazi’nin ölümünden bir yıl önce, 1937’de anayasaya giriyor. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti 1920’de kuruluyor. Şimdi bakınız, Gazi de irticaya karşı. Ama hangi irticaya? Emperyalist Batı’dan yana olanlara. İslam’ı irtica olarak anlasa, yanına Mehmet Akif’i alır mı? Onun yazdığı şiiri İstiklal Marşı ilan eder mi? Ben 1930’lu yıllarda Konya’nın Ilgın kazasında yaşadım. Orada kadınlar örtülüydü. Kimse kimseye bir şey demezdi. Yasak olsaydı, orda da uygulanırdı. Bana göre, Türkiye’de emperyalizme karşı mücadeleyi zayıflatmak için Türk halkını böyle yasaklarla oyalıyorlar. Laikliğin ön plana çıkarılmasının sebebi; Türklerin Batı’ya karşı anti emperyalist tavra girmemesini sağlamaktır. Türkiye’nin meselesi “Laiklik mi-değil mi” meselesi değildir. Türkiye’nin meselesi Tam Bağımsızlıktır. Ekonomisini ve kültürünü kurtarmak meselesidir. Bütün gücümüzü buna yöneltmek zorundayız. Bunun içinde yapılması gereken şey bir ulusal cephedir. Bu ulusal cephede herkes var.
İslam'ın etkin olduğu yerlerde uygulanabilmesi oldukça zor mudur gerçekten?
Gariptir ki İslam'a zıt olarak bakılan bu kavram 12. yüzyılda kendilerine kelamcılar diyen müslümanlar tarafından uygulanmış ve dünya-din işleri birbirinden ayırmaya gidilmiştir ve çok kısa zamanda yer edinmiştir. Zor diye bakılan laiklik-İslam ilişkisi meğersem yüzyıllardır beraber yaşamış. Kaderin cilvesi olsa gerek, eskiden sözde Allah Rızasını kazanmak için yapılan bu hareket, yüzyıllardan sonra bu sefer karşı akım olarak ses buluyor. Ne demişler 'Civiyi civi söker.'
bkz. İlim (İlk Giriş) :
... laiklik, yani “din ve dünya işlerini birbirinden ayırma” İslam tarihinde 12. yuzyılda müslümanların düşünce ve eğitim hayatına girmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da felsefe, fizik, kimya, astronomi, matematik ve biyoloji gibi araştırma konuları, din ilmi olmadığı gerekçesiyle, medereselerin eğitim programı dışında bırakılmıştır. Ne gariptir ki, bu kavramsal bölünmeyi yapan ve savunan kelamcılar BU YOLLA ISLAM’A HİZMET ETTİKLERİNİ SANMIŞLARDIR. Ancak yetiştirdikleri müslüman insan tipi, Allah’ın yarattığı şeyleri nasıl yaratmış, şekillendirmiş, duzenlemiş ve oluşuturmuş olduğu gibi konularla, yani özet olarak gerçekliğin onemli bir kısmıyla ilgilenmeyen bir insan tipi olmuştur.