Bakıyorsun, üçer dörder profil hesabı oluşturmuş birileri. Oradan oraya zıplayıp duruyorlar. Ahlaksızlık diz boyu. Yemiyor götleri insan gibi tek bir hesapla yazıp konuşmaya. Bir şeyler okuyup yazmak için “NEDİR” bölümüne gelirdim onu da zehir ettiniz. İt olsanız tasma takıp gezdirmezler sizin gibileri kimse yanında. Saklanın karanlıklarda, çürümüş kalbinizle çöplüğe çevirin gittiğiniz her yeri. Allah belanızı versin
Karanlık zamanlarıydı ömrümüzün Ateşe doğru uçan pervaneler gibi Şiirlere koşmuştuk Uçmayı beceremeyip düşen Yavru kuşlar gibi şaşkındık biraz Ve sevinirdik biraz da çocukça Yaz akşamları gökyüzünde Avcı'nın kemerini hizalayarak Mavi bakışlı Rigel'i bulduğumuzda.
Göçmen kuşlara benzetirdim ben seni Uzaklardan gelirdin, çok uzaklardan Saçlarında yaz günlerinden kalma kırıklar Omuzlarından koynuna sarkardı iki beyaz çizgi
Sokağımızdan geçerdin, bakınmazdın hiç etrafa Dargındın sanki hayata, yorgundu hep adımların Giderdin sonra, geldiğin gibi ürkek ve sessizce Göç zamanı sonbaharda kırlangıçlarla
Ne güzel olurdu kim bilir Derin bir mavide Vurgun yemesi sevdamın Soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara Bulamayacaklardı işte ne güzel Bilinmeyecekti yattığım yer Adım yazılmayacaktı bir taşa
“Anlayamayacaklar” yazısından kırpıp kırpıp şiir yapıyorum
Gel hadi, soğuktur şimdi oralar, battaniyelerimizi alalım yanımıza. Vazgeçemediğin salebi doldur sen, ben bin yıllık sevdamı, demli bir çayı koyayım termosuma. Yanı başımızda refakatçilerle ağır adımlarla tırmanalım patika yolları. Her adımda büyüsün içimizdeki sevinç. Sokulalım iyice birbirimize, durmayalım. Vazgeçiremesin uçurumlar. Bir ninni gibi ıslık çalıp dursun, dağların kuytuluklarında soğuk rüzgârlar.
Usulca bir poşet tarçın döküyorsun taşlara, savuruyor rüzgârlar. Bak nasıl da bir gülümseme yayıldı Argande’nin yüzüne ve duyduğu her kokuda nasılda bakınıyor etrafa, Dafni’yi arıyor Apollon. Şimdi hepimiz çevirmişiz yüzümüzü doğuya. Kızıldan turuncuya ve sarıya inanılmaz bir renk armonisi kaplıyor tüm gökyüzünü. Tutmuşsun nefesini, ufka doğru çevirmişsin bakışlarını. Ben sana doğru dönmüşüm yüzümü, takılıp kalmışım sevdanda. Dünyanın en muhteşem gün doğumu başlıyor işte, gözlerinde başlıyor, Tanrı dağlarında, Nemrut’ta.
Gel hadi, incir reçelleri kuralım yine seninle, ben birkaç karanfil atayım tencereye, sen bir avuç çubuk tarçın, bırakalım soğusun, demlensin reçeller, evin en görünen yerine dizelim sonra, kehribar rengi tespih boncukları gibi, cam kavanozlarda, yan yana. Birazdan başlar senin filmin, kurşuni kupada içersin hep sıcak salebini, üzeri tarçın. Çiko uzaklaşır yanından, Yuki koltuk altına saklar kendini. Hiç fark ettin mi, kupayı her ağzına götürdüğünde çevirir başlarını orkideler ve ağır bir matem havası salınır durur hep ortalıkta.
Gel hadi diye sesleniyorum. Kim bilir kaçıncı “gel” deyişim bu sana. Her defasında “gel hadi” diye okuyup geçiyorsun yazdıklarımı, bir sonraki sözcüğe geçiyorsun, bir sonraki satıra. Dur ! Oyalan biraz, bekle ve dinle. Dinle, o sözcük dökülürken ağzımdan nasıl da titrediğini sesimin. Karanlık, yıldızsız ve sensiz bir gecede nasıl beklediğimi, duyduğum her sesi nasıl yakıştırdığımı sana, koştuğumu kapıya pencereye. Dinle, seni anlatıyor sanki bütün şarkılar, bütün ağlayışlarım ve bekleyişlerim sana. “Gel hadi” diyorum bak işte yine, sonra susacağım. Sen o sözcüğün ardına güzel yarınlara olan inancımı, kavgamı tak. İzbe sokaklarda pusuya düşen gölgemi, ölmeyişimi ve ağır hasarlı gelişimi her defasında sana. Soğuktur benim ellerim, yüzüm çorak. İklimlerim serttir benim çocuk, göçmen kuşlar eğleşmez, her sevda yeşermez topraklarımda.
Öyle bir ses ver ki, dağılsın göğüme serili şu kara bulutlar, dolunay gülümseyen yüzüyle aydınlatsın gecemi. Öyle bir gel ki, gittiğinde nasıl değiştiyse mevsimler, nasıl unuttuysa bulutlar ağlamayı, kuruyup çatladıysa toprak, değişiversin sen gelince her şey. Güneş göstersin mesela aylardan sonra ilk kez yüzünü, çözülsün sarp yamaçların buzulu, bir nehir olup uzatsın kollarını bozkırlarıma, çatlasın tohum, yaşam uç versin eteklerinde, gelişini selamlasın hayat.
Bizler başka hayatları görebildiğimiz,hissedebildiğimiz,anlayabildiğimiz ve tüm bunların ötesinde kavrayabildiğimiz kadar varız,her şeyi ve herkesi ,kendimiz de dahil…
İnsanlar adil olmuyorlar hiç seçimlerinde, yeşilbaşlı gövel ördeği tıka basa doyuruyorlar da, o kenarda bekleyen siyah Meke kırılıyor açlıktan, bekliyor ki payıma bir lokma ekmek düşsün diye. Hayat işte
Yontulmamış bir yanı var hayatımın, kavganın içine doğup, zulmün gölgesinde yürüyen, dövüşerek boy atan bir yanı. Bu yüzdendir belki de bir demet çiçek yakışmaz hiç ellerime. Zaman olsaydı ama çok isterdim Avanos kilinden bir heykel yapabilmeyi sana veya bir vazo, üzeri türkülerdeki nakışlarla bezeli. Bir resme başlamayı isterdim veya bütün sahili adım adım dolaşıp en farklı taşı bulup bir kolye işleyebilmeyi. Şair bir arkadaşım söylemişti ” bu tür özel hallerde, şiir olabilir bir şairin sevdiklerine en güzel hediyesi” derdi. İki tane şiir yazınca olunmuyor ki şair, taşınması ağır bir yük yani. Şair dediğin en dik yamaçlara dahi tek nefeste tırmanabiliyor sözcüklerle, bizim şairliğimiz tay tay duran bebekler gibi, kumdan kaleler yapabiliyoruz ancak sahilde.
Sürrealist şairleri araştırdım bir dönem, bizimkilerden Paul Eluard’a kadar uzandı yol. Şiir ile resmin kesiştiği noktada “Gala” duruyordu olanca zarafetiyle. Bir yanda direniş şairi P. Eluard, diğer yanda sürrealist resmin en bilindik temsilcisi Salvador Dali ve bu iki isim arasındaki uzun düz çizgide Gala. Paris’in ilham perisi derlermiş ona ve geceleri açan çiçeği. Bizim akşamsefalarına benziyor biraz değil mi?
Şiir yazma tarzım bu insanların yöntemlerinden kaynaklanıyor. Yani şiiri dize dize oluşturmuyorum. İlk önce düz yazı formunda yazmaya başlıyorum, hiçbir kurala bağlı kalmaksızın ve söz nereye gidecek diye bir kaygı duymadan yazıyorum sürekli. Bunu yaparken aklımı yeterince verebilmek adına Rodrigo’nun gitar konçertosunu veya The Godfather dinliyorum.
Ortaya çıkan düz yazı yayınlanacak düzeyde ise asıyorum siteye. Olayın şiir ve Nasrettin hoca aşaması da burada başlıyor işte. Nasrettin hocaya sormuşlar “Ay eskiyince ne yaparlar?” diye, hoca da demiş ki “kırpıp kırpıp yıldız yaparlar”.
Eskimiş yazılara bakıyorum bu günlerde, kırpıp kırpıp şiir yapıyorum.
Haydi, ölelim Yeniden karılsın harcımız Toprak bekliyor bizi Su biliyor yolu Yol belli.
En akıllı kadının da en cahil kadının da aynı şekilde işliyor beyni. Kim bilir genetik kodlarında yazılıdır belki de, kuşaktan kuşağa aktarılıyordur. Diyelim ki bir tren, makas değiştiriveriyor aniden, göz göze geliyorlar çayırda kendi halinde otlayan bir öküz ile. Aynı ray üzerinde birbirlerine doğru ilerleyen iki tren var artık. Kafa kafaya çarpışma, hasar kontrolü, azıcık bakım. Sonra tango, şiir, türkü falan derken birleşip katar oluşturuyorlar, bir sonraki kazaya dek devam ediyorlar aynı ray üzerindeki seyahatlerine.
Bu arada, her ne kadar hikâye tren ve öküz arasında geçiyorsa da bunun çok da bir anlamı yok. Bütün mesele trenin makas değiştirme hamlesinde. Baktığı şey öküz olur, bir it, bir kuş veya bir taş. Hiç fark etmiyor yani, bütün mesele karşı yönden gelen treni ve kelimenin gerçek anlamındaki öküzü böğürtebilmekte. Neymiş mesele, evet evet o söylediğiniz şeymiş işte bütün mesele : ))
Ya öküz diyeceksiniz, o ne yapıyor şimdi. O hala çayırda, otluyor, haberi yok hiçbir şeyden, tren yani, sadece tren, öylesine bakıyor işte geçerken, öylesine…
Bir şarkı dinliyorum, bir türkü, bir şiir. Dinlediğim sen oluyor bir süre sonra. Nasıl oluyor, nasılda değişiveriyor her şeyin rengi, hepsi birden sen olmuşsun, ağız birliği etmişçesine her şey seni anlatıyor sanki. Işıkları açık bırakıyorum geceleri, kapıyı aralık, gelirsen vazgeçip dönmeyesin diye. Seni düşünüyorum sonra, tutuşuveriyor öksüz geceler, gelip de başköşeye kuruluyor hüzün, uyku desen arananlar listesinin en başında, köşe bucak kaçıyor benden.
Narlar olgunlaştı iyice, incirler son deminde. Parke ağaçlarından basamak şeklinde teras yaptık, gölgelik bir yerde, parke üzerlerinde kurutuyoruz incirleri. Sonrasını biliyorsun işte, karanfil kokulu incir reçelleri. Bu yıl küstü yine ceviz ağacı, dev gibi ağaçta bir avuç ceviz. Geçen yıl da benzer bir şey yaşanmıştı, araştırmış ve bir şiir yazmıştım o zaman “ağaçlar küser mi” diye. Ne yapsak şaşırdım, konuşmaya da gelmez, bağırman lazım sesini duyurmak için. Acaba diyorum konu komşu görmeden gidip şöyle bir sarılsam mı gövdesine. Ne diyorsun, etkisi olur mu, geçer mi küsmüşlüğü, barışır mıyız sence?
Rahmetli annem balkondaki çiçekleriyle konuşurdu sularken, bilmezdik ne dediğini, uzaktan bakınca görürdük ağzının kıpırdadığını, dua eder gibi işte, sessizce. Bahçendeki çiçeklerle konuş çocuk, türkü mırıldanırsın belki veya şiir. Aslında ne söylediğinin de pek önemi yok, yeter ki sesindeki merhameti, sevgiyi ve o tınıyı duysunlar, hissetsinler. Bir zaman sonra daha canlanmış olacak yaprakları, renkleri daha göz alıcı, yani diyecekler ki “biliyoruz sevildiğimizi ve sevildiğimiz kadar biz de seviyoruz seni”
Hiç söylemedim sana, bir şiir yazmıştım senin için, çok kahırlandığımda okuyorum. Biliyorum “ne oluyor sonuçta, hafifliyor mu acın” diye soracaksın şimdi, sor hadi… yok be iki gözüm, ne gezer acının hafiflemesi. Bizimkisi, çivi çiviyi söker misali derinleştirmek sancıları, durmadan beslemek biraz da ateşi veya ne bileyim, tutuşacağını bile bile ateşe doğru gönüllü uçması belki de pervanelerin.
Birkaç gün önce bir şiir okudum. Şiirden bir dize öyle dolandı ki dilime, nasıl söyleyesim var sana bir bilsen. Uzun bir ayrılık öncesi belki veya sana uzanan yola çıkarken. Ha deyince kolay mı öyle varmak, diyelim ki bir atın üzerinde, deri mataramda kımız ve eyerimin altında kurutulmuş et sadece. Uçsuz bucaksız ovaları geçiyorum, nehirleri, gölleri. Sıradağların eteklerinden dolaşıyor yollar, yol dediğime bakma sen, sadece atımla geçebileceğimiz kadar kıvrılarak uzayıp giden patikalar. At, avrat, kımız ve kurutulmuş et derken, ne diyeceğimi de unuttum bak. Zor yani, çok zor, anla işte. Yazının tam da bu kısmına gelince olmadı deyip yeni bir düşün kollarına atmayacağım kendimi. Ne olacaksa işte, kurdu, çakalı var bu yolun, yılanı, çıyanı, börtü böceği. Kara kışı var bu yolun, yağmuru ve seli. Biliyor musun, benimkisi biraz da Hz. İbrahim’in ateşine ağzıyla su taşıyan topal karıncanın hikâyesi. Sana varamasam da yola revan olmanın sevinci. Yani sen, yani yolun ve yolcunun sahibi.
Haydi kardeşlik, Gün ışımadı, vakit var daha, Ben, son kez ararken gökte Zühre yıldızını Sen, dört karanfil sıkarsın geceye kuzeyden Dört karanfil dört kez seker ay ışığında, Güneye inen göçmen kuşlar gibi Adressiz girerler Karasularıma Ne güzel değil mi kardeşlik, ha? Acıyan sol yanıma bir öpücük gibi Dört kez değerler
Anlamak için zorluyorum kendimi günlerdir. Yabancı birinin dışarıdan evin içine bakması gibi her şey. Görüyorum, tüm sözcükler orada, ellerinden tutmamı bekliyorlar. Sokağa adım atmayı. Gökyüzüne bakmayı, ısınmayı bekliyorlar güneşte. Soluk almayı bekliyorlar bir nefeslik, soluk vermeyi.
Korkunç bir kayıtsızlık her yanım, çoğu kez yavru kedilerimin ağlamasıyla varıyorum farkına, mamasız kalmışlar, susuz. Görenler sıkı sıkıya kavradığımı sanıyor hayatı, türküsüz, şiirsiz, sevgisiz bir hayat, yaşamak diyorlar birde bunun adına. Uçurumların kıyısından alıyorlarmış güya beni. Bomboş tamamen duyarsız biri olarak kaldığımı bilmiyorlar. Çocukça ölümler kurgulamıyorum artık, kesip atmayı düşünmüyorum hayatımın çapasını dalgalara, şiirlerle tutunduğum eli bırakmayacağım, kırmayacağım kayalıklara ömrümü, yaşayacağım işte, yaşayacağım. Ne güzel olurdu kim bilir, derin bir mavide vurgun yemesi sevdamın, soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara. Bulamayacaklardı işte ne güzel, bilinmeyecekti yattığım yer, adım yazılmayacaktı bir taşa.
İyiyim. Seni gördüğümde çoğalmıyor artık içimdeki sevinç, şiirlerini de okumuyorum artık ve güneşli bir yaz akşamı elimle tutabileceğim kadar yakın değil yıldızlar, kuşlar rast gele uçuşuyorlar. Yedi gündür pencere önünde elimde kahve fincanıyla nar bülbülünün gelmesini beklemiyorum sabahın ilk ışıklarında. Biliyor musun, tüm çıkışların tutulduğu bir lavanta tarlasının ortasında, lavanta kokulu ölümler de düşlemiyorum. Umurumda değil akşamsefalarının karanlıkta, kuytudaki yalnızlıkları. Ne tuhaf bir düşünce, ne kadar zavallıca, ikinci hayatlara inanıyordum ben çocukça, ilk ben bulacaktım seni, ilk ben sevecektim, bu hayatta olmadı deyip sonraki hayatlara yatırmıyorum artık sevdamı. İyiyim ben, iyiyim. “iyi olacaksın” diyorlar durmadan. Hiç kimse anlayamıyor, yaşamanın sadece soluk alıp vermekten ibaret olmadığını. Her gün biraz daha büyüyor içimdeki çocuk, her gün biraz daha ölüyorum, anlamıyorlar. Biliyorum, hiçbir zaman anlamayacaklar.
Korku içinde bir rüyadan uyandım gözlerimde yaşla.” Hayrola” deyin siz, bende diyeyim ki “hayrolsun, sabah niyetine, gün bacada”. Rüyamda unutulmuş kuşlar görüyorum kafeslerinde, günlerdir unutulmuş, aç ve susuz. Can hıraş bir telaşla ve koşarcasına avucumda su götürüp serpiyorum yüzlerine, sürekli su serpiyorum, nasıl susuzluktan çatlamışsa yürekleri kana kana içiyorlar suyu, o anda uyandım, çok ağladım, sonra baktım ki sen gelmişsin. Çocukça bir gülümseme yayıldı yüzüme, sevindim. Kaynamaktan suyu bitmiş çaydanlığın, yanmış, kararmış. Kahve yapmak için kalktım yataktan, geldim ki gitmişsin, kim bilir rüyadayımdır belki de hala, susuzluktan çırpınan kuş ben oluyorum belki de, avuçlarınla su taşıyanda sen, hayat işte, kimbilir.
Delikanlı sevdalar anlatmayacağım sana Buram buram toprak kokan, çiçek kokan Çiçek bakışlı kadınları, yaz yağmurlarında Hiç bilmeyeceksin mesela bir tutam saçın Muska gibi yürek boylarında saklandığını Kokulu mendillerde yok artık iç ceplerimizde Ucu tutuşmuş mektuplar çeyiz sandıklarında
Hasret ocağında közlenip küllenmeyeceksin Mesken tutmayacaksın çeşme başlarını çocuk Sokak köşelerinde de beklemeyeceksin saatlerce Senden yana bakmasa da bir kez çıksa balkona Diyelim ki çamaşırları serse ipe, sofra bezini çırpsa
Unutma çocuk, büyüdükçe varacaksın farkına Kapalı gişe tiyatro, iki kişilik bir oyundur artık aşk Işıklar sönüp perdeler açıldığında göreceksin, şaşırma Başrol oyuncularından biride sensin şimdi bu oyunda.
Sessizce oturuyorlardı şimdi masada. Konuşulacak her şey konuşulmuştu, hiç bitmeyen derin bir suskunluk kalmıştı şimdi geriye. Aynı anda ikisi birden uzandı masada üstündeki sigaraya, çekti sonra elini kadın, adam bir sigara yaktı, soğumuş çayından bir yudum. Bir kedi umutsuzca bekliyordu masa altında, ürkek bir kuş dökülenleri topluyordu yerden.
Boş sandalyenin üzerinde duran çantasına doğru uzandı kadın, adam kırmak istercesine sıkıyordu avuçları içerisindeki çay bardağını. Sandalyenin geriye doğru çekilmesiyle bozuldu sessizlik, uzaklaşan her adımla biraz daha yalnızlaştı adam, son bir umutla başını çevirip baktı, dönüp bakacak mı diye baktı, durmadı kadın, bir an için bile olsa tereddüt edip yavaşlamadı adımları. Ta ki sokağın köşesine döneceği ana kadar, sonra durdu birden, uzadıkça uzadı sanki zaman, hiç bitmeyecekmiş gibi uzadı sonra gözden kayboldu kadın.
Beklemenin anlamsızlığını anlamıştı kedi, başka bir masaya doğru uzaklaştı. Adam elindeki bardağı usulca bıraktı masaya, kadının o bir anlık duraksaması bile yetmişti adama, birkaç saniyelik zamana sığan kocaman bir yaşanmışlık vardı artık elinde. Üzeri işlemeli kahverengi deri kutuya uzandı eli, hesabı ödedi, kalktı.
Bakıyorsun, üçer dörder profil hesabı oluşturmuş birileri. Oradan oraya zıplayıp duruyorlar. Ahlaksızlık diz boyu. Yemiyor götleri insan gibi tek bir hesapla yazıp konuşmaya. Bir şeyler okuyup yazmak için “NEDİR” bölümüne gelirdim onu da zehir ettiniz. İt olsanız tasma takıp gezdirmezler sizin gibileri kimse yanında. Saklanın karanlıklarda, çürümüş kalbinizle çöplüğe çevirin gittiğiniz her yeri. Allah belanızı versin
RİGEL
Karanlık zamanlarıydı ömrümüzün
Ateşe doğru uçan pervaneler gibi
Şiirlere koşmuştuk
Uçmayı beceremeyip düşen
Yavru kuşlar gibi şaşkındık biraz
Ve sevinirdik biraz da çocukça
Yaz akşamları gökyüzünde
Avcı'nın kemerini hizalayarak
Mavi bakışlı Rigel'i bulduğumuzda.
Rigel: Mavi Dev. Avcı Takımyıldızı (Orion)
KIRLANGIÇ
Göçmen kuşlara benzetirdim ben seni
Uzaklardan gelirdin, çok uzaklardan
Saçlarında yaz günlerinden kalma kırıklar
Omuzlarından koynuna sarkardı iki beyaz çizgi
Sokağımızdan geçerdin, bakınmazdın hiç etrafa
Dargındın sanki hayata, yorgundu hep adımların
Giderdin sonra, geldiğin gibi ürkek ve sessizce
Göç zamanı sonbaharda kırlangıçlarla
VURGUN
Ne güzel olurdu kim bilir
Derin bir mavide
Vurgun yemesi sevdamın
Soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara
Bulamayacaklardı işte ne güzel
Bilinmeyecekti yattığım yer
Adım yazılmayacaktı bir taşa
“Anlayamayacaklar” yazısından kırpıp kırpıp şiir yapıyorum
GEL HADİ – 4 -
Gel hadi, soğuktur şimdi oralar, battaniyelerimizi alalım yanımıza. Vazgeçemediğin salebi doldur sen, ben bin yıllık sevdamı, demli bir çayı koyayım termosuma. Yanı başımızda refakatçilerle ağır adımlarla tırmanalım patika yolları. Her adımda büyüsün içimizdeki sevinç. Sokulalım iyice birbirimize, durmayalım. Vazgeçiremesin uçurumlar. Bir ninni gibi ıslık çalıp dursun, dağların kuytuluklarında soğuk rüzgârlar.
Usulca bir poşet tarçın döküyorsun taşlara, savuruyor rüzgârlar. Bak nasıl da bir gülümseme yayıldı Argande’nin yüzüne ve duyduğu her kokuda nasılda bakınıyor etrafa, Dafni’yi arıyor Apollon. Şimdi hepimiz çevirmişiz yüzümüzü doğuya. Kızıldan turuncuya ve sarıya inanılmaz bir renk armonisi kaplıyor tüm gökyüzünü. Tutmuşsun nefesini, ufka doğru çevirmişsin bakışlarını. Ben sana doğru dönmüşüm yüzümü, takılıp kalmışım sevdanda. Dünyanın en muhteşem gün doğumu başlıyor işte, gözlerinde başlıyor, Tanrı dağlarında, Nemrut’ta.
İhmâl ettiğin her şey ölür.
: ))) NASIL OLUYORMUŞ ((( :
Bırakın kalsın öylece
Sırt üstü yatırılan bebekler gibi yani
Ellerini ve ayaklarını oynatabilsin sadece
Şeytan da ırgalayıp duruyor
Hazır fırsat geçmiş işte eline
Git de azıcık gıdıkla diye
GEL HADİ -3-
Gel hadi, incir reçelleri kuralım yine seninle, ben birkaç karanfil atayım tencereye, sen bir avuç çubuk tarçın, bırakalım soğusun, demlensin reçeller, evin en görünen yerine dizelim sonra, kehribar rengi tespih boncukları gibi, cam kavanozlarda, yan yana.
Birazdan başlar senin filmin, kurşuni kupada içersin hep sıcak salebini, üzeri tarçın. Çiko uzaklaşır yanından, Yuki koltuk altına saklar kendini. Hiç fark ettin mi, kupayı her ağzına götürdüğünde çevirir başlarını orkideler ve ağır bir matem havası salınır durur hep ortalıkta.
GEL HADİ -2-
Gel hadi diye sesleniyorum. Kim bilir kaçıncı “gel” deyişim bu sana. Her defasında “gel hadi” diye okuyup geçiyorsun yazdıklarımı, bir sonraki sözcüğe geçiyorsun, bir sonraki satıra. Dur ! Oyalan biraz, bekle ve dinle. Dinle, o sözcük dökülürken ağzımdan nasıl da titrediğini sesimin. Karanlık, yıldızsız ve sensiz bir gecede nasıl beklediğimi, duyduğum her sesi nasıl yakıştırdığımı sana, koştuğumu kapıya pencereye. Dinle, seni anlatıyor sanki bütün şarkılar, bütün ağlayışlarım ve bekleyişlerim sana.
“Gel hadi” diyorum bak işte yine, sonra susacağım. Sen o sözcüğün ardına güzel yarınlara olan inancımı, kavgamı tak. İzbe sokaklarda pusuya düşen gölgemi, ölmeyişimi ve ağır hasarlı gelişimi her defasında sana. Soğuktur benim ellerim, yüzüm çorak. İklimlerim serttir benim çocuk, göçmen kuşlar eğleşmez, her sevda yeşermez topraklarımda.
GEL HADİ -1-
Öyle bir ses ver ki, dağılsın göğüme serili şu kara bulutlar, dolunay gülümseyen yüzüyle aydınlatsın gecemi. Öyle bir gel ki, gittiğinde nasıl değiştiyse mevsimler, nasıl unuttuysa bulutlar ağlamayı, kuruyup çatladıysa toprak, değişiversin sen gelince her şey. Güneş göstersin mesela aylardan sonra ilk kez yüzünü, çözülsün sarp yamaçların buzulu, bir nehir olup uzatsın kollarını bozkırlarıma, çatlasın tohum, yaşam uç versin eteklerinde, gelişini selamlasın hayat.
Bizler başka hayatları görebildiğimiz,hissedebildiğimiz,anlayabildiğimiz ve tüm bunların ötesinde kavrayabildiğimiz kadar varız,her şeyi ve herkesi ,kendimiz de dahil…
Derim,naçizane..
Selâm,saygı ile…
İnsanlar adil olmuyorlar hiç seçimlerinde, yeşilbaşlı gövel ördeği tıka basa doyuruyorlar da, o kenarda bekleyen siyah Meke kırılıyor açlıktan, bekliyor ki payıma bir lokma ekmek düşsün diye. Hayat işte
SÜRREALİST ŞİİR
Yontulmamış bir yanı var hayatımın, kavganın içine doğup, zulmün gölgesinde yürüyen, dövüşerek boy atan bir yanı. Bu yüzdendir belki de bir demet çiçek yakışmaz hiç ellerime. Zaman olsaydı ama çok isterdim Avanos kilinden bir heykel yapabilmeyi sana veya bir vazo, üzeri türkülerdeki nakışlarla bezeli. Bir resme başlamayı isterdim veya bütün sahili adım adım dolaşıp en farklı taşı bulup bir kolye işleyebilmeyi. Şair bir arkadaşım söylemişti ” bu tür özel hallerde, şiir olabilir bir şairin sevdiklerine en güzel hediyesi” derdi. İki tane şiir yazınca olunmuyor ki şair, taşınması ağır bir yük yani. Şair dediğin en dik yamaçlara dahi tek nefeste tırmanabiliyor sözcüklerle, bizim şairliğimiz tay tay duran bebekler gibi, kumdan kaleler yapabiliyoruz ancak sahilde.
Sürrealist şairleri araştırdım bir dönem, bizimkilerden Paul Eluard’a kadar uzandı yol. Şiir ile resmin kesiştiği noktada “Gala” duruyordu olanca zarafetiyle. Bir yanda direniş şairi P. Eluard, diğer yanda sürrealist resmin en bilindik temsilcisi Salvador Dali ve bu iki isim arasındaki uzun düz çizgide Gala. Paris’in ilham perisi derlermiş ona ve geceleri açan çiçeği. Bizim akşamsefalarına benziyor biraz değil mi?
Şiir yazma tarzım bu insanların yöntemlerinden kaynaklanıyor. Yani şiiri dize dize oluşturmuyorum. İlk önce düz yazı formunda yazmaya başlıyorum, hiçbir kurala bağlı kalmaksızın ve söz nereye gidecek diye bir kaygı duymadan yazıyorum sürekli. Bunu yaparken aklımı yeterince verebilmek adına Rodrigo’nun gitar konçertosunu veya The Godfather dinliyorum.
Ortaya çıkan düz yazı yayınlanacak düzeyde ise asıyorum siteye. Olayın şiir ve Nasrettin hoca aşaması da burada başlıyor işte. Nasrettin hocaya sormuşlar “Ay eskiyince ne yaparlar?” diye, hoca da demiş ki “kırpıp kırpıp yıldız yaparlar”.
Eskimiş yazılara bakıyorum bu günlerde, kırpıp kırpıp şiir yapıyorum.
Haydi, ölelim
Yeniden karılsın harcımız
Toprak bekliyor bizi
Su biliyor yolu
Yol belli.
(Sürrealizim/Gerçeküstücülük)
TRENİN ÖKÜZE BAKMASININ HİKAYESİ
En akıllı kadının da en cahil kadının da aynı şekilde işliyor beyni. Kim bilir genetik kodlarında yazılıdır belki de, kuşaktan kuşağa aktarılıyordur. Diyelim ki bir tren, makas değiştiriveriyor aniden, göz göze geliyorlar çayırda kendi halinde otlayan bir öküz ile. Aynı ray üzerinde birbirlerine doğru ilerleyen iki tren var artık. Kafa kafaya çarpışma, hasar kontrolü, azıcık bakım. Sonra tango, şiir, türkü falan derken birleşip katar oluşturuyorlar, bir sonraki kazaya dek devam ediyorlar aynı ray üzerindeki seyahatlerine.
Bu arada, her ne kadar hikâye tren ve öküz arasında geçiyorsa da bunun çok da bir anlamı yok. Bütün mesele trenin makas değiştirme hamlesinde. Baktığı şey öküz olur, bir it, bir kuş veya bir taş. Hiç fark etmiyor yani, bütün mesele karşı yönden gelen treni ve kelimenin gerçek anlamındaki öküzü böğürtebilmekte. Neymiş mesele, evet evet o söylediğiniz şeymiş işte bütün mesele : ))
Ya öküz diyeceksiniz, o ne yapıyor şimdi. O hala çayırda, otluyor, haberi yok hiçbir şeyden, tren yani, sadece tren, öylesine bakıyor işte geçerken, öylesine…
teşekkürederim Sn. Key. beğeniniz değerli.
Şükür yani, dördüncü denemede ekleyebildik anca bir yazıyı
YOL VE YOLCU
Bir şarkı dinliyorum, bir türkü, bir şiir. Dinlediğim sen oluyor bir süre sonra. Nasıl oluyor, nasılda değişiveriyor her şeyin rengi, hepsi birden sen olmuşsun, ağız birliği etmişçesine her şey seni anlatıyor sanki. Işıkları açık bırakıyorum geceleri, kapıyı aralık, gelirsen vazgeçip dönmeyesin diye. Seni düşünüyorum sonra, tutuşuveriyor öksüz geceler, gelip de başköşeye kuruluyor hüzün, uyku desen arananlar listesinin en başında, köşe bucak kaçıyor benden.
Narlar olgunlaştı iyice, incirler son deminde. Parke ağaçlarından basamak şeklinde teras yaptık, gölgelik bir yerde, parke üzerlerinde kurutuyoruz incirleri. Sonrasını biliyorsun işte, karanfil kokulu incir reçelleri. Bu yıl küstü yine ceviz ağacı, dev gibi ağaçta bir avuç ceviz. Geçen yıl da benzer bir şey yaşanmıştı, araştırmış ve bir şiir yazmıştım o zaman “ağaçlar küser mi” diye. Ne yapsak şaşırdım, konuşmaya da gelmez, bağırman lazım sesini duyurmak için. Acaba diyorum konu komşu görmeden gidip şöyle bir sarılsam mı gövdesine. Ne diyorsun, etkisi olur mu, geçer mi küsmüşlüğü, barışır mıyız sence?
Rahmetli annem balkondaki çiçekleriyle konuşurdu sularken, bilmezdik ne dediğini, uzaktan bakınca görürdük ağzının kıpırdadığını, dua eder gibi işte, sessizce. Bahçendeki çiçeklerle konuş çocuk, türkü mırıldanırsın belki veya şiir. Aslında ne söylediğinin de pek önemi yok, yeter ki sesindeki merhameti, sevgiyi ve o tınıyı duysunlar, hissetsinler. Bir zaman sonra daha canlanmış olacak yaprakları, renkleri daha göz alıcı, yani diyecekler ki “biliyoruz sevildiğimizi ve sevildiğimiz kadar biz de seviyoruz seni”
Hiç söylemedim sana, bir şiir yazmıştım senin için, çok kahırlandığımda okuyorum. Biliyorum “ne oluyor sonuçta, hafifliyor mu acın” diye soracaksın şimdi, sor hadi… yok be iki gözüm, ne gezer acının hafiflemesi. Bizimkisi, çivi çiviyi söker misali derinleştirmek sancıları, durmadan beslemek biraz da ateşi veya ne bileyim, tutuşacağını bile bile ateşe doğru gönüllü uçması belki de pervanelerin.
Birkaç gün önce bir şiir okudum. Şiirden bir dize öyle dolandı ki dilime, nasıl söyleyesim var sana bir bilsen. Uzun bir ayrılık öncesi belki veya sana uzanan yola çıkarken. Ha deyince kolay mı öyle varmak, diyelim ki bir atın üzerinde, deri mataramda kımız ve eyerimin altında kurutulmuş et sadece. Uçsuz bucaksız ovaları geçiyorum, nehirleri, gölleri. Sıradağların eteklerinden dolaşıyor yollar, yol dediğime bakma sen, sadece atımla geçebileceğimiz kadar kıvrılarak uzayıp giden patikalar. At, avrat, kımız ve kurutulmuş et derken, ne diyeceğimi de unuttum bak. Zor yani, çok zor, anla işte. Yazının tam da bu kısmına gelince olmadı deyip yeni bir düşün kollarına atmayacağım kendimi. Ne olacaksa işte, kurdu, çakalı var bu yolun, yılanı, çıyanı, börtü böceği. Kara kışı var bu yolun, yağmuru ve seli. Biliyor musun, benimkisi biraz da Hz. İbrahim’in ateşine ağzıyla su taşıyan topal karıncanın hikâyesi. Sana varamasam da yola revan olmanın sevinci. Yani sen, yani yolun ve yolcunun sahibi.
Haydi kardeşlik,
Gün ışımadı, vakit var daha,
Ben, son kez ararken gökte Zühre yıldızını
Sen, dört karanfil sıkarsın geceye kuzeyden
Dört karanfil dört kez seker ay ışığında,
Güneye inen göçmen kuşlar gibi
Adressiz girerler Karasularıma
Ne güzel değil mi kardeşlik, ha?
Acıyan sol yanıma bir öpücük gibi
Dört kez değerler
“Doğanın bana verdiği bu ödülden
çıldırıp yitmemek için
iki insan gibi kaldım.
Birbiriyle konuşan iki insan. “
~Edip Cansever
Nasıl şaşırdım
Nasıl sevindim bilsen
Hiç aklıma gelmezdi ki
Ayak parmaklarında
Gezintiye çıkaracağın
Küpeli çiçeklerini
Komik bir kızsın
Tül perdenin arkasına saklanıp
Görünmez olduğunu sanan
Küçük bir çocuk gibisin
Yokum ne demek
Ordasın işte
"....
Diyelim ki bizi anlamadılar
Karanlıkta kan kırmızı bir filiz
Biz bir evren büyütürdük
Anlamadılar"
ANLAMAYACAKLAR
Anlamak için zorluyorum kendimi günlerdir. Yabancı birinin dışarıdan evin içine bakması gibi her şey. Görüyorum, tüm sözcükler orada, ellerinden tutmamı bekliyorlar. Sokağa adım atmayı. Gökyüzüne bakmayı, ısınmayı bekliyorlar güneşte. Soluk almayı bekliyorlar bir nefeslik, soluk vermeyi.
Korkunç bir kayıtsızlık her yanım, çoğu kez yavru kedilerimin ağlamasıyla varıyorum farkına, mamasız kalmışlar, susuz. Görenler sıkı sıkıya kavradığımı sanıyor hayatı, türküsüz, şiirsiz, sevgisiz bir hayat, yaşamak diyorlar birde bunun adına. Uçurumların kıyısından alıyorlarmış güya beni. Bomboş tamamen duyarsız biri olarak kaldığımı bilmiyorlar. Çocukça ölümler kurgulamıyorum artık, kesip atmayı düşünmüyorum hayatımın çapasını dalgalara, şiirlerle tutunduğum eli bırakmayacağım, kırmayacağım kayalıklara ömrümü, yaşayacağım işte, yaşayacağım.
Ne güzel olurdu kim bilir, derin bir mavide vurgun yemesi sevdamın, soluksuz kalıp yürümesi yıldızlara. Bulamayacaklardı işte ne güzel, bilinmeyecekti yattığım yer, adım yazılmayacaktı bir taşa.
İyiyim. Seni gördüğümde çoğalmıyor artık içimdeki sevinç, şiirlerini de okumuyorum artık ve güneşli bir yaz akşamı elimle tutabileceğim kadar yakın değil yıldızlar, kuşlar rast gele uçuşuyorlar. Yedi gündür pencere önünde elimde kahve fincanıyla nar bülbülünün gelmesini beklemiyorum sabahın ilk ışıklarında. Biliyor musun, tüm çıkışların tutulduğu bir lavanta tarlasının ortasında, lavanta kokulu ölümler de düşlemiyorum. Umurumda değil akşamsefalarının karanlıkta, kuytudaki yalnızlıkları. Ne tuhaf bir düşünce, ne kadar zavallıca, ikinci hayatlara inanıyordum ben çocukça, ilk ben bulacaktım seni, ilk ben sevecektim, bu hayatta olmadı deyip sonraki hayatlara yatırmıyorum artık sevdamı. İyiyim ben, iyiyim. “iyi olacaksın” diyorlar durmadan. Hiç kimse anlayamıyor, yaşamanın sadece soluk alıp vermekten ibaret olmadığını. Her gün biraz daha büyüyor içimdeki çocuk, her gün biraz daha ölüyorum, anlamıyorlar. Biliyorum, hiçbir zaman anlamayacaklar.
Yatmadan önce tatlı yemişsindir.
Korku içinde bir rüyadan uyandım gözlerimde yaşla.” Hayrola” deyin siz, bende diyeyim ki “hayrolsun, sabah niyetine, gün bacada”.
Rüyamda unutulmuş kuşlar görüyorum kafeslerinde, günlerdir unutulmuş, aç ve susuz. Can hıraş bir telaşla ve koşarcasına avucumda su götürüp serpiyorum yüzlerine, sürekli su serpiyorum, nasıl susuzluktan çatlamışsa yürekleri kana kana içiyorlar suyu, o anda uyandım, çok ağladım, sonra baktım ki sen gelmişsin. Çocukça bir gülümseme yayıldı yüzüme, sevindim. Kaynamaktan suyu bitmiş çaydanlığın, yanmış, kararmış. Kahve yapmak için kalktım yataktan, geldim ki gitmişsin, kim bilir rüyadayımdır belki de hala, susuzluktan çırpınan kuş ben oluyorum belki de, avuçlarınla su taşıyanda sen, hayat işte, kimbilir.
İKİ KİŞİLİK OYUNDUR AŞK
Delikanlı sevdalar anlatmayacağım sana
Buram buram toprak kokan, çiçek kokan
Çiçek bakışlı kadınları, yaz yağmurlarında
Hiç bilmeyeceksin mesela bir tutam saçın
Muska gibi yürek boylarında saklandığını
Kokulu mendillerde yok artık iç ceplerimizde
Ucu tutuşmuş mektuplar çeyiz sandıklarında
Hasret ocağında közlenip küllenmeyeceksin
Mesken tutmayacaksın çeşme başlarını çocuk
Sokak köşelerinde de beklemeyeceksin saatlerce
Senden yana bakmasa da bir kez çıksa balkona
Diyelim ki çamaşırları serse ipe, sofra bezini çırpsa
Unutma çocuk, büyüdükçe varacaksın farkına
Kapalı gişe tiyatro, iki kişilik bir oyundur artık aşk
Işıklar sönüp perdeler açıldığında göreceksin, şaşırma
Başrol oyuncularından biride sensin şimdi bu oyunda.
HESAP
Sessizce oturuyorlardı şimdi masada. Konuşulacak her şey konuşulmuştu, hiç bitmeyen derin bir suskunluk kalmıştı şimdi geriye. Aynı anda ikisi birden uzandı masada üstündeki sigaraya, çekti sonra elini kadın, adam bir sigara yaktı, soğumuş çayından bir yudum. Bir kedi umutsuzca bekliyordu masa altında, ürkek bir kuş dökülenleri topluyordu yerden.
Boş sandalyenin üzerinde duran çantasına doğru uzandı kadın, adam kırmak istercesine sıkıyordu avuçları içerisindeki çay bardağını. Sandalyenin geriye doğru çekilmesiyle bozuldu sessizlik, uzaklaşan her adımla biraz daha yalnızlaştı adam, son bir umutla başını çevirip baktı, dönüp bakacak mı diye baktı, durmadı kadın, bir an için bile olsa tereddüt edip yavaşlamadı adımları. Ta ki sokağın köşesine döneceği ana kadar, sonra durdu birden, uzadıkça uzadı sanki zaman, hiç bitmeyecekmiş gibi uzadı sonra gözden kayboldu kadın.
Beklemenin anlamsızlığını anlamıştı kedi, başka bir masaya doğru uzaklaştı. Adam elindeki bardağı usulca bıraktı masaya, kadının o bir anlık duraksaması bile yetmişti adama, birkaç saniyelik zamana sığan kocaman bir yaşanmışlık vardı artık elinde. Üzeri işlemeli kahverengi deri kutuya uzandı eli, hesabı ödedi, kalktı.
İnsan bir susuyor ki dönüşü olmayan
Kalp konuşuyor ama
Umut konuşuyor
Susmuyor içindeki sesler .
bir insan iki şiirin arasında kalınca dilek tutarmış, öyle diyorlar. Söyleyenlerin yalancısıyım
UNUTULACAK
Hayat işte, unutulacak
Eksik bir gün bir gün fazla
Şu türküler, şu incir ağacı
Ah şu serçe kuşları da olmasa