Kemalist iktidar ilerici reformlarını kurtuluş savaşı sırasında mücadele eden halk yığınlarının baskısı, anti-emperyalist ve anti-feodal eğiliminin zorlaması ile yapmıştır. Yani kurtuluş savaşının ilerici mirası etkisini bir süre daha göstermiştir. Bu reformların bir kısmı doğrudan eski feodal iktidarın organ ve üstyapı kurumlarına savaşımı içeriyordu. Bunlara örnek olarak; saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) , Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923) , Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) , Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (Kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (30 Kasım 1925) gösterilebilir. Bir kısmı da kapitalizmin gelişmesi ve dünya kapitalist pazarıyla uyum sağlamak için yapılan ileri reformlardı. Bunlara örnek olarak da, Beynelmilel Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925) , Ölçüler Kanunu (1 Nisan 1931) , Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934) , Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (3 Aralık 1934) , Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934) gösterilebilir. Bütün bu reformlar ilerici niteliktedir. Feodal üst yapı ile savaşır ve kapitalizmin gelişmesinin önündeki engeller kaldırır. Bunlar bütün burjuva devrimlerin görevlerindendir. Ama Kemalist iktidar bu görevleri tam anlamıyla yerine getirmez. Hilafeti kaldırır ama Atatürk camilerde konuşmalar yapmaktan vazgeçmez. Mesela Atatürk bir konuşmasında dinci gericiliğe nasıl göz ‘kırptığına’ bir bakalım: “Ey Millet, Allah birdir. Sanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki manası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.” Yine saltanatı kaldırır ama toprak ağalığı düzeninin devam etmesine ses çıkarılmaz. Köylüler ağalık düzenin köleci sömürüsüne zorlanır. Daha birçok örnek verilebilir. Ölçü, soyadı ve harf kanunları da belirttiğimiz gibi kapitalizmin gelişmesi için zorunlu uygulamalardı. Mesela, batı ile ticarette zorluk çıkartan bir sayı sistemi, alfabe, ölçü sistemi tercih edilemezdi, edilmedi de. İlerici reformların diğer bir kısmı da kurtuluş savaşının ilerici mirasıyla yapılan anti-emperyalist nitelikteki reformlardır. Bu reformlara yabancı sermayenin bir miktar sınırlandırılması örnek verilebilir. Peki, bu reformların anlamı nedir? Yoksa gerçekten M. Kemal sınıflar üstü bir insan mıydı? Kemalist devlet bütün topluma hizmet etmeyi amaçlayan bir devlet miydi? Bütün bu soruların cevabı yukarı bölümlerde açıklanmıştır. Bu reformların büyük kısmı ülke burjuvazisinin ihtiyacı olarak yapılmış ilerici reformlardır. Yani, saltanatın kaldırılması, harf, ölçü vb. kanunlar kapitalizmin gelişimi için, ticaret için zorunlu olan kanunlardı. Bunlar öncelikle anti-feodal içerikli olup, başta burjuvaziye olmak üzere tüm halka hizmet etmiş ve kapitalizmin gelişiminin önünü açmıştır. Kurtuluş savaşının ilerici mirası da bu reformlarda etkili olmuştur. Ama bu reformlar, birincisi; öncelikle burjuvaziye hizmet etmektedir, ikincisi; bir devletin niteliği, bir sosyo-ekonomik düzenin niteliği reformlar ile değişmez. Yani ilerici reformları, kurtuluş savaşından sonraki Türkiye’de sistemin kapitalist sistem olmadığının, burjuva diktatörlüğü olmadığının kanıtı saymak çocukçadır. Çünkü bir sistemin niteliğini belirleyen hangi harfi, ölçüyü kullandığı, yöneticilerini nasıl belirlediği değil; üretim araçlarındaki mülkiyetin niteliğidir. Kısacası, özel mülkiyet var olduğu sürece istenildiği kadar ölçüler, harfler değiştirilsin, saltanat, hilafet kaldırılsın; o sistem hala kapitalist sistem ve burjuva diktatörlüğüdür. Bir örnek verelim: İngiltere’de hala saltanat kaldırılmamıştır. Ama İngiltere’nin kapitalist bir ülke olmadığını kimse iddia edemez. Veya Türkiye uluslar arası ölçü ve harfleri değil de Çin harflerini ve ölçü sistemi kullansaydı kapitalist olmayacak mıydı? Şurası inkâr edilemez ki, bütün bu önlemler ilericidir; ancak kapitalizmin gelişmesinin önünü açar ve sistemin niteliğini değiştirmez. Bu konuda boş hayallere ve reformist ‘umutlara’ kapılmamak gerekir. Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi, halk yığınları ile birlikte feodalizme ve emperyalizme karşı savaştı. Ama ulusal burjuvazinin (toprak ağalarının bir kısmı ile birlikte) önderlik ettiği bir ulusal hareket ve bunun sonucu ortaya çıkan siyasal iktidar; ulusal burjuvazinin sınıfsal niteliğinden dolayı tutarsızdır demiştik. Emperyalizme karşıdır, ama tutarlı bir karşıtlık değil, feodal-bürokratik Osmanlı sistemine karşıdır, ama tutarlı bir karşıtlık değil. Bir yandan emperyalizmin sınırlandırılmasını savunurken diğer yandan emperyalist şirketlerin ülke içindeki varlığını devam ettirmesine izin verir. Bir yandan feodal-bürokratik düzenin saltanat, hilafet gibi üst yapı kurumlarına karşı savaşırken, işbirlikçi feodal toprak sahiplerinin topraklarına el koyarken, diğer yandan toprak ağalarının topraklarının büyük bir kısmına dokunmaz ve feodal kölelik devam ettirilir. İşte böyle bir tutarsızlık söz konusudur. Bu reformlar sadece sosyo-ekonomik sistemin kapitalizm olma özelliğini değiştirmemekle kalmazlar. Siyasal sistemin de giderek faşizme evirilmesi gerçeğini de değiştirmez. Şapka kanunu ile feodal kültürle bir savaşa girilmiştir, doğrudur. Ama aynı zamanda yüzlerce işçi, komünist öldürülmüş, dergi ve gazeteler yasaklanmış, Kürt halkı katledilmiş, siyasal parti ve dernekler yasaklanmış ve daha niceleri. Yani ülkenin faşist diktatörlük olma özelliği değişmemiştir. Ama Kemalistler hala şapka, harf, hilafet kanunu vb. ilerici, anti-feodal kanunları öne sürerek, koskoca bir üretim biçiminin, bir sosyo-ekonomik düzenin kapitalist niteliğini, siyasal düzenin faşist olması gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Ama sosyalist de diyemiyorlar. Çünkü Atatürk sosyalizm karşıtlığını, özel mülkiyet severliğini defalarca sözleri ve uygulamalarıyla dile getirmiştir. Bu uygulamaları yukarıda inceledik ama bir alıntı daha ekleyelim: 'Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır.' (Mustafa Kemal Atatürk) Atatürk konusundaki gerçeği Lenin de dile getirmiştir: 'Mustafa Kemal sosyalist degil'(dir) (Lenin)
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok.
Kemalist Burjuvazi Kurtuluş Savaşındaki İlerici Niteliğini Kaybetmiştir
Ulusal burjuvazinin emperyalizm ve feodalizm karşısındaki ikilemine ve tutarsızlığına değinmiştik. Bu sosyal ve nesnel bir olgudur. Kurtuluş savaşı sırasında önderliği elinde tutan ve ilerici bir rol oynayan ulusal burjuvazi ve onun temsilcileri olan M. Kemal ve grubu, Kurtuluş savaşından sonra işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde tam bir diktatörlük kurmuş, emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya girişmiştir. Bu olgu, bir yanılsama veya tarihten sapma değil, Marksizm-Leninizm’in teorik tespitleriyle tamamen uyuşan bir gerçektir. Marksizm-Leninizm gerçek ve tutarlı bir anti-emperyalist, anti-feodal savaş için işçi sınıfının savaşın önder sınıfı olması gerektiğini söyler. Bu savaşa burjuvazi önderlik ettiği koşullarda işçi sınıfı önderliği eline geçirmeye çalışır. Ama bunu savaşı köstekleyerek değil, tüm güçleriyle anti-emperyalist, anti-feodal savaşa destek vererek yapar. İşçi sınıfı eğer bu mücadeleye önderlik edemez ve önderlik burjuvaziye geçerse, o zaman anti-emperyalist ve anti-feodal savaşın başarı şansı azalır. Başarılı olsa dahi geri dönüş kesindir. Çünkü emperyalizm döneminde burjuvazi gericidir. Emperyalizme karşı verilen savaştan sonra burjuvazi varlığını ve egemenliğini devam ettirmesi için, işçi sınıfı ve halk yığınlarını baskı altına alması gerekir. İşçi sınıfının olası bir devriminden korkusu, emperyalist rekabetin zorlu şartları ve baskısı ulusal burjuvaziyi emperyalizm ile uyuşmaya ve işbirliğine zorlar. Stalin’in dediği gibi işçi sınıfının önderlik etmeği ve sosyalist devrimle taçlandırılmayan bütün anti-emperyalist mücadeleler yeniden emperyalizme bağlanmaya mahkûmdurlar. İşte Türkiye’deki süreç de bu teorik tahlile denk düşen bir hat izledi. Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi (ve onun politik önderleri olan M. Kemal ve grubu) , kurtuluş savaşından sonra ilerici niteliğini kaybetti. Halk yığınları üzerinde kendi diktatörlüğünü kurdu, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşmaya girdi. İlerici özelliğini kaybetti ve ulusal burjuvazi işbirlikçi, faşist burjuvazi ve onun sözcüleri de faşist, işbirlikçi politikacılar haline geldi. İşte M. Kemal’in iki ayrı dönemdeki (Kurtuluş savaşı sırası ve kurtuluş savaşı sonrası) niteliği ve sınıflar mücadelesindeki konumu böyledir. O, tarihten, sınıf mücadelesinden soyut bir kişilik değildir. O, her insan gibi bir sınıfın hizmetindedir. Yalpalayan, tutarsızlıklar sergileyen ve en sonunda emperyalizmle uyuşan burjuvazinin temsilcisidir. Kurtuluş savaşı sırasında bazı eksiklikleri olsa da anti-emperyalist ve ilerici, kurtuluş savaşından sonra ise, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşan, faşist bir gericidir.
1920’lı yılların başında İtalya’da, 1933’te Almanya’da ve yakın tarihlerde bir dizi ülkelerde faşist tekelci burjuvazi iktidara geldi. Faşizm, yani tüm demokratik hak ve özgürlüklerin inkârı, halkın en küçük taleplerinin en büyük terör ve şiddetle bastırılması dünya burjuvazisi için bir seçenek durumuna gelmişti. Faşizm, egemenliği tehdit edilen burjuvazinin iktidarını devam ettirme yöntemlerinden birisi idi ve burjuvazi için birçok ülkede zorunluluk haline gelmişti. Faşizmin, en temel demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasıdır. Faşizmin uygulamalarının başta gelenleri, - Tek bir parti dışında bütün partilerin yasaklanması - İşçi örgütlerinin, demokratik derneklerin yasaklanması, baskı altına alınması veya zorla faşist örgütlerin dayatılması - İşçilerin toplu-sözleşme, grev, iş bırakma gibi haklarının ellerinde alınması - Demokratların, komünistlerin katledilmesi ve tutuklanması - Söz, basın ve düşünce özgürlüğünün inkâr edilmesi; dergi ve gazetelerin yasaklanması - Milliyetçi ve şoven bir propaganda ile halklar arasında düşmanlık yayılması Faşizmin daha birçok uygulaması sayılabilir, ama bunlar en önde gelenleridir. Almanya’daki faşist diktatörlük dönemine bir bakalım: Nazi partisi 14 Temmuz 1930’de ‘Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist Partisi, Almanya’nın tek siyasi partisidir’ diye başlayan bir kanunla ülkedeki tek parti olarak ilan ediliyor. Tüm sendikalar yasaklanıp, işçilerin ve patronların bir arada bulunduğu ‘emek’ örgütleri faşistler tarafından kuruluyor. İşçilerin en temel haklarından olan grev ve toplu sözleşme yasaklanıyor. Binlerce komünist ve demokrat Nazi hücum kıtalarınca öldürülüyor, işkenceden geçiriliyor. Binlerce gazete, dergi, kitap yasaklanıyor ve meydanlarda yakılıyor. Alman milliyetçiliği körüklenip, diğer uluslar aşağılanarak halklar arasında düşmanlıklar yaratılıyor. Binlerce Yahudi bunun sonucu katlediliyor. Faşizmin temel uygulamaları bunlardır. Şimdi Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’deki temel demokratik hak ve özgürlüklerin durumuna bakalım. Kemalist iktidarın ilk önlemlerinden birisi, 1923 Temmuzunda Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası kapatmak; komünistleri ve işçi önderlerini tutuklamak olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ülkedeki tek siyasi parti idi. Mussolini’nin faşist partisinin kullandığı slogan tekrar edilerek tüm halk CHP’nin üyesi kabul edilmiştir. Faşist İtalya’da da tüm halk Faşist partinin üyesi ilan edilmiş ve diğer partiler kapatılmıştı. 1923 1 Mayısında dağıtılan bildiri bahane edilerek birçok sosyalist tutuklandı. 1925 yılında Teali Amele Cemiyetinin 1 Mayıs’ta büyük bir gösteri yapmak için hazırlandığı sırada, dernek yöneticileri tutuklandı. Mahkeme 12 kişiyi 7-10 yıl hapse mahkum etti. Aynı yıl Aydınlık, Orak-Çekiç ve Yoldaş dergileri kapatıldı. 1927 yılında 89 komünist tutuklandı ve mahkûm edildi. 1930 yılından sonra da komünistlere ve mücadeleci işçilere yönelik irili-ufaklı tutuklamalar devam etti. 1930-1938 arası her yıl komünistler tutuklandı.
Kemalizm’i ve Kemalist iktidarın uygulamalarını savunanlara göre kurtuluş savaşından çıkan Türkiye’de henüz sınıflar yoktu. Bütün çıkarları kaynaşmış bir ulus vardı. M. Kemal ve grubu ise bu sınıfsız ulusun, ‘ulusun tümünün’ temsilcisiydi. Devlette ulusun tamamının çıkarlarının savunucusuydu. Devletin ulusun tamamının çıkarlarını temsil etmesi olgusunun bir burjuva propagandası olduğunu yukarıda belirttik. Tarih, ilkel komünal toplum hariç sınıflar savaşımının tarihidir demiştik. Demek bu Marksist önermeye bir de Türkiye toplumu hariç diye eklemek lazımmış. Yani Türkiye toplumunda köylüler yoktur, Osmanlı’da egemen olan, kurtuluş savaşından sonra da toprakların büyük bir kısmına sahip olan toprak ağaları yoktur. Limanlarda, atölyelerde çalışan işçiler, bunların sahibi burjuvalar da yoktur. Böyle pervasızca, göz göre göre saçmalayan bir tez yıllarca Kemalist burjuvazi ve onun ideologlarının iddiası ve propagandası olmuştur. Kemalist iktidar döneminde “sınıf savaşımı” terimini kullanmak, bunu savunmak yasaklanmıştı. Sınıf savaşımı olduğunu söyleyen yayınlar ise yasaklanmış ve kapatılmıştır. Aslında toplumda sınıfların olmadığı, ulusun tek ve kaynaşmış bir kitle olduğu fikri sadece M. Kemal’e ait değildir. İşçi sınıfı ve halk yığınlarını uyutmak; onların karşısındaki düşmanın burjuvazi olduğunu görmesini engellemek için ‘ulus’ edebiyatı, milliyetçilik propagandası ve ‘çıkarların ortaklığı’ üzerine burjuva gevezeliği yapmak bütün ülkelerin burjuvaları için geçerli ve kullanılan bir yöntemdir. Ama bunun tersini iddia edenleri cezalandırmak, hapse atmak, işkence etmek; bütün bunları açıktan yapmak belli başlı faşist ülkelere nasip olmuştur. Örneğin Hitler Almanya’sında, Nazilere göre ‘sınıflar yoktur; Alman ırkı tamamen kaynaşmış, yüksek bir ulustur’. Aynı Kemalist burjuvazinin yaptığı gibi Naziler de sınıf savaşımından bahsetmeyi yasaklamışlar ve muhalif unsurları baskı altına almışlardır.
Milliyetçilik, faşizm tarafından kullanılan argümanlardan birisidir. Faşizm, bunu kullanırken, diğer halklara karşı yarattığı kinle halkın gerçek düşmanı görmesini engellemeyi amaçlar. Hitler bu amaçla şöyle diyordu: “Bu dünyada üstün ırktan olmayan herkes, adi bir yaratıktır”. Yani Arien ırkı dışındaki bütün uluslar adi yaratıklardır. Bunlar uygarlığın düşmanlarıdırlar. Hitler’e göre Arien ırkı bütün dünyanın en üstün, en yetenekli, bütün kültür ve değerlerin yaratıcısıdır. Hitler faşizmi, şovenizmi kullanırken, en önemli noktayı kendi ulusunu, kendi ırkını (Arien) yüceltmek, onun değerlerini ve özelliklerini saçmalama derecesine kadar abartmak, Alman tarihini dünyanın en onurlu tarihi olarak göstermek olarak görmüştür. Böyle bir propagandanın etkili olması diğer ırk ve ulusları küçük görmeyi, onları düşman ilan etmeyi gerektirir. Çünkü onlar üstün ve yetenekli insanların ırkından değildirler. Onlar yeteneksizdir, beceriksizdir, tembeldirler. Bu propagandanın amacı, Alman işçi sınıfı ve halk yığınlarının gerçek düşmanı olan Alman tekelci sermayesinin iktidarını korumak; halk yığınlarını yaratılan ‘düşman’ uluslara karşı nefretle, kinle doldurmaktır. Böylece halk yığınlarının gözü ‘düşman’ ulusların üzerindeyken, Alman tekelci sermayesi aynı milliyeti paylaştığı halkı kolayca sömürebilecek ve iktidarını koruyabilecekti. Yazımızda genelde Alman faşizminden örnekler vermemizin sebebi, onun faşizmin en yalın biçimi olmasıdır. Diğer ülkelerdeki faşizm uygulamaları da benzer özellikler göstermektedir. Şimdi gelelim M. Kemal’in ve Kemalist burjuvazinin propagandasına. “Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir...”(Atatürk) Atatürk bütün bir insanlık tarihini incelemiş, insan toplumunun ırklara ayrılma, sonrasında da milletlerin oluşması sürecinde ilk ortaya çıkan milletin Türk milleti olduğunu keşfetmiştir! Diğer milletler pislik içerisindedir. Kimi az kimi çok ama hepsi pislik içerisindedir! Ama Türk milletinin tarihi çok temizdir! Atatürk burada ‘temiz’ kavramıyla neyi ifade ediyor, bu tam bir muamma. Çünkü her millet gibi Türk milleti içinde de sömürücü sınıflar olmuştur. Feodal Türk ağaları köylüleri acımasızca sömürmüş, köylülerin yoksulluk ve açlık içinde yaşamasına sebep olmuştur. Yine Türk burjuvazisi, halkı sömürmüş, faşist zorbalık altında inletmiş, kar uğruna binlerce işçi ve devrimciyi katletmiş, hapishanelere tıkmıştır. Ama bunlar sadece Türk egemen sınıflarına özgü uygulamalar değil, bütün milletlerin egemen sınıflarınca yapılan uygulamalardır. Bu sebeple Türk halkının tarihi diğer halkların tarihi kadar temizdir, Türk egemen sınıflarının tarihi de diğer milletlerin egemen sınıflarının tarihi kadar ‘pislik’ içerisindedir. “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.”(Atatürk) Türk milleti zekidir, diğer milletler zeki değildir, diğer milletler çalışkan değil aynı zamanda karaktersizdir. Elbette Atatürk bunu bu şekilde söylemiyor. Belki de böyle düşünmüyor ama ulusa yönelik boş bir abartma söz konusu. Bu propagandanın, bir ulusu ‘yücelten’ ve diğer uluslara düşmanlaştıran faşist bir propaganda olduğunu belirtmiştik. Zaten baştan sona yanlış bir tahlildir. Sınıfları dikkate almayan burjuva bir tahlildir. Türk burjuvazisi hiç de çalışkan değildir. Onlar milyonlarca işçi ve köylüyü sömürerek zenginlik içinde yaşarlar, tembeldirler. Eğer karakterden bahsedersek, bütün milliyetten burjuvalar gibi Türk burjuvazisi de sömürücü, asalak, çürümüş ve gericidir; insani kriterler açısından dahi karaktersizdir. Ama Atatürk ulusu överken aslında söylediği niteliklere hiç de sahip olmayan burjuvaziyi övüyor. Halk yığınları içerisinde ‘yaşasın ulusumuz’ naraları ile burjuvaziye karşı sempati yaratmaya çalışıyor. Atatürk’ün bu tür şoven, milliyetçi sözlerini daha da sıralayabiliriz: “Türk Milleti kahramanlıkta olduğu kadar kabiliyet ve hünerde de bütün milletlerden üstündür.” “Türk'ün saygınlığı, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.” “Hiçbir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanış ve ibadetlerine saygı göstermemiştir.” “Çünkü Türk; derin ve şanlı geçmişin; büyük, kudretli atalarının kutsal miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğinden mirasları, şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir.” “Türk! Öğün. Çalış. Güven.” “Türkler irfan ve marifet aşığıdır.” “Ne mutlu Türküm diyene! ”
Bütün bunlar bir ulusu aşırı övme, diğer uluslardan daha üstün olduğu yanılsamasını yaratma, böylece diğer ulusları isteyerek veya istemeyerek aşağılama, Hitler’in yaptığı gibi aşırı bir milliyetçilikle halkın gerçek düşmanını yani ulusun içindeki sömürücü sınıfları görmesini engelleme amacını taşıyordu. Türk ulusu o kadar ‘yücedir’ ki; Türk ulusu içinde sömürücü sınıflar olamaz; Türk ulusu o kadar ‘yücedir’ ki; Türk sömürücü sınıfları düşman olamaz. İşte Hitler’in, Mussolini’nin ve birçok faşist iktidarın yaptığı milliyetçi ve faşist propaganda budur. Kemalist burjuvazi ve onun temsilcisi olan Atatürk de bütün demokratik hak ve özgürlükleri yok ederken, işçilerin üzerine silahlı kuvvetler gönderirken, propagandayı kullanmıştır.
Bilindigi gibi 5 Aralik 1934 tarihi, kadinlara siyasi haklarin verildigi iddia edilen tarihtir. Ancak kadinlara verildigi iddia edilen bu haklar, kadinlar tarafindan verilen mücadele ne-ticesinde alinan haklar olmayip, tepeden inme bir anlayisin neticesinde Mustafa Kemal tarafindan bagislanan haklardi. Dolayisiyla, Kemalistler tarafindan, Bati'nin bir çok ülkesinden önce verilmekle övünülen bu haklar, Sirin Tekeli'nin de belirttigi gibi konjonktür geregi verilen ve buna ragmen kontrollü olarak kadinlara kullandirilan -bazen de kullandirilmayan- türden haklardi. Çünkü, Kemalizm kurulusundan bu yana, tepeden inmeci, jakoben bir anlayisin tezahürü olan tek millet, tek sef, tek devlet esasina dayali, oportünist, çikarci, pragmatik despot bir anlayisi temsil eden bir sistemdi. Ve bu nedenle de muhalefete ve hatta degisik görüslere bile tahammülü olmayan bir sistem öngörmekteydi. Bu sistem, 'tek kisi'nin hakim oldugu bir sistemdi. Ayrica, bu sistem ayni zamanda, bu ülke insanlarini bütünüyle sadece 'tek kisi'nin belirledigi hedefe yönlendirmeyi de kendisi için asil amaç edinmisti. Yani, ülkenin bütün insanlari için bir tek hedef vardi; o da, o 'tek kisi'nin belirledigi hedefti. Bu hedefin disina çikanlar ya da çikmaga yeltenenler, ülkeye ihanet suçu ile suçlanmaktan kurtulamamislardir. Bugün bile bu 'tekçi' anlayis tarafindan belirlenen hedefe muhalif olan kisi ya da gruplar, ayni anlayisi temsil eden, marjinal kalmis Kemalistler tarafindan, öyle degerlendirilmiyor mu? Iste 'tek kisi' tarafindan belirlenerek çerçevesi -adeta- duvarlarla örülen bu anlayis, toplumu tepeden tirnaga kadar yeniden sekillendirmek için ayni tür uygulamalara halen bugün de devam etmektedir. Kisacasi, Osmanli'nin mirasi üzerine kurulan bu yeni ülkenin, yeni yönetim seklinden, çikarilacak kanunlara, halkin giyiminden yasanti sekline hatta yeme içme seklinden, dans etme sekline kadar; bir taraftan toplumsal düsünce, diger taraftan da toplumsal yasanti sekli, bu tek'çi anlayis tarafindan sekillendirilmistir. Dolayisiyla ülkeye çesitli desiselerle hakim olan bu anlayista; Cumhuriyetin ilan edilmesine de, kadinlara siyasi haklarin verilmesine de ve hatta kimlerin hangi bölgelerde milletvekili olacagina da, tek basina karar veren hep 'o' tek kisi olmustur. Ve o tek kisinin agzindan çikan bir sözle kimi insanlar ihya olmus, kimi insanlar da daragaçlarinda sallandirilmistir; ve bu tek kisinin karari ile bir gecede cumhuriyet ilanina karar verilmis, partiler kurulmus ve partiler kapatilmistir. Hatta, 'tek kisi' tarafindan alinan bu gibi siyasi ka-ralarin yaninda, kisiler arasindaki iliskilere de müdahale edilerek kadinlarin dans etmeleri bile, onun emri ile olmaktaydi. Nitekim bir defasinda, '... devlet yüksek yöneticilerinin de çagrili oldugu bir baloda üniformali subaylarin dansetmediklerini gördü. Gazi, bunun nedenini sordu. Komutanlardan biri, suçun her dansa çagriyi geri çeviren kadinlarda oldugunu söyleyince Mustafa Kemal, yüksek sesle topluluga söyle seslendi: 'Arkadaslar, dünyada subay üniformasi giymis bir Türk erkeginin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadinin bulunabilecegini düsünemiyorum. Simdi emrediyorum! Hemen salona dagilin! Ileri Mars! Dans edin! ' emri üzerine, herkesin dans etmeye kalkismasi da, bu 'tek kisi'nin otoritesinin etkisini göstermesi bakimindan ilginç bir örnektir. Bu tür emirler sadece dans etmeyle de sinirli kalmiyordu. Nitekim, daha sonra ki dönemlerde ülkenin öncelikli tehdidi olarak ilan edilen ve 'Komünizm her görüldügü yerde basi ezilmelidir' sözü mensuplari için söylenen TKP'nin (Türkiye Komiünist Partisi) kurulmasi ile ilgili ilk emir de yine Mustafa Kemal tarafindan verilmisti. Buna gerekçe olarak da, Talat Pasa'ya yazdigi mektupta da belirtildigi gibi, 'gerekirse bolsevizmi de biz kurariz' seklindeki Mustafa Kemal'in konjonktürel ve pragmatik anlayisi idi! .. Mustafa Kemal bu güçlü ülkelerden yana görünme anlayisini, ülke içinde gücü/hakimiyeti tek basina ele geçirinceye ve ülke disinda ise himayesine girdigi ülkenin güçlülügü netlesinceye kadar devam ettirmistir. H. Edip Adivar'in da belirttigi gibi Mustafa Kemal, gücü ele geçirdikten sonra, emirlerine itirazsiz uyulmasini ve kendisine karsi hiçbir elestiri geti-rilmemesini açikça belirtiyordu. Nitekim, H.E. Adivar ile bir konusmasinda, 'Herkes benim verdigim emri yapmalidir... Ben hiçbir elestiri, hiçbir fikir istemiyorum... Yalniz emirlerimin yerine getirilmesini...' istiyorum seklindeki sözlerinden de bu durum açikça görülüyordu. Mustafa Kemal, ölünceye kadar da, bu tavrini devam ettirmis ve iradesine -en yakin arkadaslari dahil- hiç kimseyi ortak olarak kabul etmemistir. Buna yeltenenlerin ise, maalesef politik hayatlari da, sosyal hayatlari da hüsranla sona ermistir. Kazim Karabekir, Rauf Orbay ve arkadaslari ile ünlü hatip onbasi Halide Edip Adivar'in -son dönemde de Ismet Inönü'nün- basina gelenler, Mustafa Kemal'in bu tavrinin ilginç örneklerinden sadece birkaç tanesidir.
Sağcılık-Solculuk değil, ÜÇÜNCÜ YOL'dur. Her ülkenin kendi sorunlarına 'bilim ve mantık' temeline dayalı olarak kendine özgü bir YOLLA çözüm bulması gerektiğini söyleyen Üçüncü Yol...
Demokrasi elbette bir araçtır. Ülkeyi uzlaşmaya daha yüksek yaşam standartına taşıyacak bir araçtır. Batı'da demokrasi olmasaydı Atatürk elbette demokrasi olan başka bir yeri gösterecekti. Bunu anlamak için Atatürk'ün kişiliğini, yaşadığı dönemi ve şartları iyi bilmek lazım.
Kemalizm, Etyen Mahçupyan demek değildir. Özkök demekte Etyen Mahçupyan demek değildir. Demokratlık tanımı da Etyen Mahçupyan demek değildir.
Demokratlık; bir duruş, tavır alma da değildir. Demokratlık insanlarin yanlış tercihlerine yönelmesine izin vermek demektir. Tercihler önünde ahlaki bir tutum, bir ideoloji değildir. İdeoloji olmadığı gibi zihniyet standartı da yoktur. İzin verilen her yanlış tercih gibi, yanlış olanın yanlış olduğunu ifade etmeyi de kapsar demokratlık. Bu haliyle farklı zihniyet tercihlerini de pekala barındırabilir demokratlık..
Otoriter zihniyetin 'ilerlemek' olarak gösterdiği uygulamadaki hali; birbirimizi kandırmayalım, homojenliği sağlamadan kimini çocuk, kimini yarın ergen kompleksli bırakıp herkesi Kemal'e ermiş kabul edememekten çıkmıştır. Nasıl Etyen Mahçupyan bu yazıyı yazmak için belli bir dönemi hatmeddiyse,, (gerçek demokrasi için) okuma yazma bilmeyenlerinde o seviyeye ulaşması gereklidir. Etyen Mahçupyan'ın beynindeki Kemalizm'in kutsallaştırılıp kutsallaştırılmadığı polemiğine cevap verebilmedir.
Demokratlığın 'konuşmaya' mahkum etmeyen türü de mi varmış? hem bu nasıl bir mahkumiyettir ki çoğu zihinde özgürlük olarak yerleşmiştir. Senin heterojen yapında hala genç kızlar namus uğruna kesiliyorsa, aşiret reisleri okuma yazmadan aciz insanları köle gibi çalıştırıyorsa bu heterojenliğin tek faydası aslan avına giden afrikalının, aslan tarafından parçalanmasını belgesel olarak çekebilmektir. Bu kimse tarafından kabul edilemez birşeydir. Ama görünen o ki bu Etyen Mahçupyan'ın istediği birşeydir. Demokrat biri olarak sadece yanlışlarını gösterebiliriz, yönlendiremeyiz.
Son olarak; otoriter zihniyet vardır,, doğrudur, fakat gerçekleri bilmiyormuş gibi davranamayız. Bir süreç olarak da gereklidir.
Farklı versiyonları için, bakınız: Bağımsız Cumhuriyet Partisi (Mümtaz Soysal) Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (Yekta Güngör Özden) Aydınlık dergisi (aydinlik.com) İşçi Partisi (D.Perinçek) Ulusal kanal Türk Solu Dergisi (turksolu.org)
Kanımca Kemalizm'e en yakın olan Mümtaz Soysal'ın partisidir. En uzak olan ise Türk Solu dergisidir.
İnsanlarımızın birçoğu, askerin siyasetin ‘üstünde’ olması gibi, Kemalizm’in de ideolojilerin, hatta zihniyetlerin ‘üzerinde’ olduğunu sanıyor. Böylece ortaya ‘demokrat’ olduğunu söyleyen Kemalistler bile çıkabiliyor. Bunların bazıları da askerî bürokrasiden çıkıyor.
Türkiye’yi daha demokrat olmaya zorlayan AB’nin kriterlerine karşı çıkan bu bürokratlar; gene de kendilerini böyle tanımlayabiliyor... Ancak bazılarının hakkını yememek lazım: Mesela Özkök kendi ifadesiyle eleştiriden ders çıkarmaya yatkın biri... Bunu ne derece uygulayabildiğini bilemesek de, Özkök’ün birçok meslektaşına nazaran en azından daha serinkanlı ve sağduyulu bir asker olduğunu söyleyebiliriz. Geçenlerde yapılan bir söyleşide demokrat olmasının gayet tabii olduğunu; çünkü demokratlığın Atatürk’ün yol gösterdiği Batı değerleri arasında yer aldığını ifade etmişti. İşin püf noktası da tam burada: Anlaşılan askerî bakış açısından demokratlık kendi başına bir amaç değil... Eğer Atatürk Batı’yı işaret etmemiş olsaydı veya Batı demokrat olmasaydı, onlar da demokrat olmayacaktı.
Demokrasinin bir araç olduğunu söylemesiyle inanılmaz bir baskı altına alınan siyasi liderlerin olduğu bir ülkede; daha da ‘radikal’ bir adım atarak demokratlığın araç olduğunu itiraf eden bir askere herhangi bir eleştiri gelmemesi, hatta bunun demokrat olmanın bir kanıtı gibi sunulması ayrıca kayda değer. Çünkü buradaki felsefi hiyerarşi tam aksi yönde: Toplumsal bir karar mekanizması olan demokrasi gerçekten de sadece bir araç. Oysa demokratlık bir duruş, hayat karşısında bir tavır alma, tercihler önünde ahlâki bir tutum, kısacası bir zihniyet. Zihniyetler ve onların içinde şekillenen ahlâki pozisyonlar ise araç olmak bir yana, diğer bütün alanlardaki algılamayı belirleyen bir altyapı hüviyetinde. Dolayısıyla sahip olduğumuz ideolojiler zihniyet tercihlerini mümkün kılmazlar; tam aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğumuz zihniyetler, hangi ideolojiye kayacağımızı ima eder, o ideolojinin içini doldururlar.
Kemalizm otoriter zihniyetin üzerine oturan, onunla hayat bulan bir ideoloji. Tarihi milletlerin güç mücadelesi olarak algılayan; hayatın dinamiğini çatışmada arayan; tek yönlü doğrusal bir gelişme şemasına dayanarak ‘ileri’ olanı tanımlayan; söz konusu ‘ileri’yi kendisinin bildiğine vehmeden; kendi vehminden meşruiyet üreten; bu meşruiyete dayanarak toplum üzerinde baskı kurmayı normalleştiren; siyaseti toplumsal çatışma olarak anlayıp, kamusal alana el koyan; toplumu kendi normatif tanımına göre homojenleştirmeye çalışan; ve bütün bunları ‘bilimsellik’ ve ‘çağdaşlık’ adına yaparken, kendisini kutsallaştırıp takipçilerini ise toplumun ‘asli’ sahipleri kılan bir ideoloji...
Oysa demokratlık bilginin nesnelliğini felsefi olarak reddeden; insanı ortak bir öznelliğe mahkûm ederek, birlikte yaşamanın kurallarını koymak üzere onları ‘konuşmaya’ mahkûm eden bir zihniyet. Toplumu eş düzeyli ve heterojen bir yapı olarak, dahası zaman içinde her türlü tercihe hak sahibi bir özne olarak algılayan bir bakış... Bu nedenle demokrat birinin Kemalist olması mümkün değil. Nasıl ki Kemalistlerin de demokrat olmaları mümkün değilse... Askerî bakış açısından demokratlık sadece ‘modern bir hal’; sanki uzaktan bakıldığında anlaşılan bir tipleme... Kemalistler ‘demokrat’ olmak değil, demokrat sayılmak istiyorlar; çünkü böylece çağdaşlıktan geri kalmamış olacaklar... Aralarında daha hoşgörülü veya özgürlükçü nüanslar taşıdıkları ölçüde kendilerini demokrat sananlar da çıkıyor. Ancak bu Kemalizm’i pekiştiren bir yanılsamadan, yani otoriter zihniyete meşruiyet sağlayan bir yakıştırmadan öte bir şey değil.
Kemalizm konusunun böylesine hayati hale gelmesinin nedeni, Türkiye’yi yönetenlerin her fırsatta bu ideolojiye yaslanmaları ve istemedikleri her türlü toplumsal talebi bu ideolojiye referansla bastırmaları.
Öyle ki Kemalizm belirli bir kesimi ‘rejimin sahipleri’ haline getirmekle kalmıyor; bu kesimin gayretiyle toplum üzerinde hegemonya kurmanın aracına dönüşüyor. Sonuçta Kemalizm kutsallaştığı ölçüde, bu ideolojiyi temsil eden hiyerarşi siyaset ‘üstü’ hale gelirken; Türkiye toplumu da Kemalizm’in belirleyiciliğine, rehberliğine ve sınırlamalarına muhtaç ve mahkûm bir kitle olarak siyaseti seyrediyor...
Bugün toplumun ezici çoğunluğu Avrupa Birliği’ne üye olmaktan ve gereken reformların yapılmasından yana. Bu ülkede insanlar üzerlerindeki dar ideolojik kılıflardan sıyrılıp dünya vatandaşı olmak için istek duymaktalar... Ancak gözümüz askerde... Gizli bir kabulle, onlar ‘evet’ demedikçe bu işin olmayacağını ‘biliyoruz’. Bu nedenle askerlerin her beyanı özel bir ihtimamla ele alınıyor; Ankara muhabirlerinin çabası askerin niyetini anlamaya hasrediliyor. Anlaşılan asker AB’ye karşı değil ama bize has özelliklerin dikkate alınması koşuluyla. Yani Müslüman ve Kürt kimliğinin potansiyel bir siyasi tehlike olarak kabul edilmesi halinde. Bu bakış Kemalizm’in topluma travmatik yaklaşımından başka bir şey değil; ve askerler bu travmatik bakışın AB kriterlerinden daha önemli olduğunu söyleyerek, AB yandaşı olduklarını savunuyorlar. Öte yandan niçin AB karşıtı olmadıkları konusunda da tek gerekçeleri bunun “çağdaşlaşma hedefinin jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluğu” olduğu. Yani AB bir toplumsal yaşam modalitesi olarak, demokrasi ve özgürlükler açısından herhangi bir anlama sahip değil. AB bir araç... Kemalizm’in çağdaşlaşma hedefi nedeniyle “zorunlu” hale gelmiş olan bir adım, o kadar.
Siyaset ‘üstü’ olan askerin böylesine araçsal bir bakışa sahip olması ve Kemalizm’i evrensel insani kriterlerin ‘üstünde’ sayması ise, bizzat askeri araçsallaştırıyor. Çünkü şimdi asker, AB karşıtları için bir kaldıraç veya bir sıçrama tahtası hüviyetinde. Askerin bu biçimde kullanılmasıyla birlikte Kemalizm’e de neredeyse dinsel bir anlam yükleniyor. Artık Kemalizm ülkenin bekasını sağlayan, Türk kimliğini ayakta tutan; dolayısıyla dokunulmazlığı olan bir kutsal öğreti sanki... Böylece Kemalizm giderek toplumsal talep ve isteklerin önünü kesmek isteyenlerin bayrağı haline geliyor.
Bu yaklaşım laik kesimi şizofrenik hale getirmiş durumda. Hem AB’yi istiyorlar, hem de AB kriterleri altında Müslümanların yaşayacağı özgürlükten tedirgin oluyorlar. Yani laik kesimin hayalinde ‘Kemalist bir AB’ var. ‘Bir gün gelecek Kemalizm AB’nin savunduğu ideoloji olacak’ türünden saçmalıkları duymamız boşuna değil. Başka bir saçmalık da AB yolunda esnek olmanın sadece AKP’den beklenmesi: Asker bir veri olarak alınıyor, çünkü örneğin Gündüz Aktan’ın mantığıyla Türkiye devrimle kurulmuşmuş ve de “devrimle geleni değiştirmeye çalışmak başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine” yol açarmış. Anlayacağınız devrimle kurulduysanız işiniz zor... İlelebet devrim koşullarında yaşamak; ya da mukabil bir devrim yapmak zorundasınız!
Yazarın “sosyal psikolojinin temel kuralı” olarak sunduğu bu bakış, Kemalizm’in nasıl bilim ‘üstü’ olduğunu ve bunun bilimi nasıl gülünç hale getirdiğini de ortaya koyuyor. Bugün Kemalizm süreklilik arz eden bir psikolojik travmaya dönüşmüş durumda. Kendini sürekli yeniden üreten, totolojik bir kabullenme... Ama aynı zamanda bürokratik hegemonyanın kalıcılığını ve devamlılığını sağlayan ‘çağdaş’ bir yanılsama.
İdeolojik söylemin fikirsel tartışma konusu olmasına sık rastlamayız. Çünkü bir ideolojinin kavranmasına yönelik entelektüel talep genellikle sınırlıdır. Söylemin asıl işlevi ise, ideolojinin siyasallaşma biçiminin ve önermelerinin meşruiyetinin sağlanmasıdır. Öte yandan her ideoloji farklı bir siyasallaşma biçimi üretir.
Örneğin otoriter zihniyetten beslenen ideolojiler, bu ideolojiyi taşıyan özneler arasında belirgin bir hiyerarşi oluşturdukları gibi, kolayca algılanan bir merkeziyetçiliğe de neden olurlar. Böylece herkes kimin yetkili olduğunu hemen bilir ve otoritenin referans alınmasına ilişkin hiçbir belirsizlik yaşanmaz. Hatta kişiler söz konusu otoriteyi konuşmaya ve tavır almaya zorlarlar ki, kendileri de ne yapacaklarını ve hangi tutumu takınacaklarını bilsinler. Bu durum en tepedeki otoritenin olası söylemi etrafında zımni bir hiyerarşinin varlığını ifade eder: Otoritenin hangi görüşte olduğunu bildiğini öne sürenlerin prestiji artar ve bu kişiler ara referanslar haline gelirler... Nihayet otoritenin kendisi de bazen kasten susarak, bir tehdit atmosferi üretebilir ve hegemonyasını pekiştirebilir. Çünkü konuşmamış bir otorite, konuşmasını ertelemekte olan bir otoritedir; ve ondan önce konuşanın daima yanlış yapma ihtimali mevcuttur.
Otoriter zihniyete dayanan bir ideoloji olan Kemalizm de, tepede askerin yer aldığı, daha altta yargının bulunduğu, merkez medyanın ise ara referans olarak işlevselleştiği bir hiyerarşiye sahip. Söylem düzeyindeki çeşitlilikten burada eser yok... Kemalist siyasetin öznesi, tereddüde mahal bırakmayacak biçimde belli. Çünkü her türlü çeşitlilik, merkez pozisyonun iç tutarlılığını ve gücünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmakta. Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte. Böylece siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arkaplanı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji... Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış.
Görünüşte Türkiye’de ‘demokrasi’ var... Siyasi partiler hükümetler kurmaktalar... Ama bütün temel meseleler ve ana politikalar siyasilerin uhdesinden alınıp askere verilmiş durumda. Asker ise, Kemalizm’in sahibi olarak, bu meselelerin rakipsiz otoritesi. Siyasi özne olma hali o denli etkili ki, askerin somut olarak herhangi bir politikayı hayata geçirmesi gerekmemekte: Söz konusu pozisyonun seslendirilmesi, sivil siyasetin kendiliğinden ve hevesle o politikayı yürütmesiyle sonuçlanmakta. Çünkü aksi tutum Kemalizm’e karşı çıkma anlamını taşıyor... Ve bunu denemeye kalkan siyasi iktidar bu ‘itaatsizliğinin’ uygun bir fırsatta kendisine karşı kullanılabileceğini düşünüyor.
Ancak Türkiye’yi böyle yönetmek artık pek mümkün değil. Siyaset bugün demokrasiyi zorlamakta ve bizleri Kemalizm’le demokrasi arasında tercih yapma noktasına sürüklemekte...
Kalıcı ve yaygın bütün ideolojilerin farklı derinlikteki zihinlere, değişik psikolojik ihtiyaçlara yanıt verme yetenekleri vardır. Bu yetenek zaman içinde evrimleşerek oluşur ve farklı taşıyıcıların dilinde takipçilerin anlayabildikleri söylemlere ve duygulara dönüşür. Bugün Kemalizm’in de dört tür söylemi ve bunlara uygun taşıyıcısı bulunuyor. Yelpazenin bir ucunda resmi pozisyonun ağırlığını ve saygınlığını yansıtan bir kişileşme ve dille karşılaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer bu tavrın örneklerinden biri: Örneğin Sezer’e göre başörtüsünün kamusal alanda serbest olması, laiklik ilkesinin ihlali anlamına geliyor. Çünkü ona göre aksi halde hukuk kuralları çiğnenmiş olacak; bu ise dini kuralların geçerli olduğunu ifade edecektir. Öğretmenler gününde sergilediği bu mantıkla Sezer, dinin görünürlüğünü referans alan ‘negatif’ bir laiklik tanımı yapmakta. Sezer için hukuk bile kendi karşıtlığını ancak dinde bulabiliyor.19 Mayıs mesajında da Sezer laikliği “özgürlüklerin sınırını çizen bir öğe” olarak sunmaktaydı... Bu yaklaşım, laiklik kavramı etrafında somutlaşan bir ‘kamusal alanı temizleme’ ideolojisinin ifadesi. Kemalizm, kendisini kamusal alanın sahibi olarak gören, toplumu devlete bağımlı kılmayı hedeflemekle kalmayıp, meşrulaştırmaya çalışan otoriter bir anlayış...
Seviye olarak bir alta indiğimizde bu meşrulaşmayı sağlamaya yönelik entelektüelimsi bir çaba görüyoruz. Örneğin Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, tarihi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan takip etmeyi yeterli bulan; tarihe ve sosyal olaylara bakarken nedenlerle sonuçların yerlerini neredeyse içgüdüsel olarak değiştiren bir aydın tipi. İnce’ye göre Nutuk’la çelişen beyanlar kendiliğinden yanlış veya yalan oluyor. Mustafa Kemal’in herkes gibi tarihsel bir figür olmasını hazmetmek bu tipoloji için epeyce güç. Nitekim İnce, Nutuk’un tek bir bölümünün bile yanlış addedilmesinin, metnin “bir satırına bile inanmamamızı” gerektireceğini söylemekte. Diğer bir deyişle İnce için, Nutuk apaçık bir kutsal kitap. Kemalistler bariz dinsel eğilimler taşıyan ve hayatı alternatif dinselliklerle mücadele cinsinden algılayan total bir ideolojiye sahipler. Böylece kamusal alana ilişkin baskıcı uygulamalara bir tür çağdaşlık kisvesi kazandırılıp, kendini kandırmaya hizmet eden bir yanılsamanın kapısı aralanabiliyor.
Aralanan bu kapıdan giren ise, önü alınması epeyce zor, giderek pespayeleşen bir hamaset oluyor... Örneğin aynı gazeteden Tufan Türenç,84 yıl önce Samsun’a ayak bastığında Mustafa Kemal’in kafasında tam olarak ne olduğunu varsayıp, kendi ‘çağdaş Türkiye’ hayalini de bu varsayıma oturtuyor. Ne var ki hayat devam etmekte ve Mustafa Kemal günümüzde yaşamamakta. Dolayısıyla bugün nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin 84 yıl geriye gitmek biraz ‘iddialı’ olabilir. Çünkü o takdirde bazılarının da başka tarihlere gitmeleri caiz olur. Ama Türenç bundan hiç rahatsız değil: Ona göre Atatürk, tanım gereği ve ebedi bir yetkinlikle çağdaşlığı belirlemiş durumda; tabii Türenç’in anladığı biçimiyle...
Böylece otoriter zihniyet, ideolojiden söyleme ve oradan da hamasi kişileştirmeye doğru kayıyor. Her düzlemin kendine göre ve birbirini tamamlayan işlevleri var. En alta indiğimizde ise nedense hiç eksik olmayan bir kategori ile karşılaşıyoruz... Çamur atmayı, yalanı ve ahlaksızlığı gocunmadan taşıyan ve kendilerine ‘Kemalist’ dedikleri gibi; diğer Kemalistlerin de onları öylece kabullendikleri kişiler.
Sonuçta Kemalizm, Kemalistlerin zihinsel ve ahlaki düzeyinden bağımsız değil. Her ideoloji gibi, o da kendi taşıyıcılarının elinde tarihteki yerini alıyor.
Kemalist iktidar ilerici reformlarını kurtuluş savaşı sırasında mücadele eden halk yığınlarının baskısı, anti-emperyalist ve anti-feodal eğiliminin zorlaması ile yapmıştır. Yani kurtuluş savaşının ilerici mirası etkisini bir süre daha göstermiştir.
Bu reformların bir kısmı doğrudan eski feodal iktidarın organ ve üstyapı kurumlarına savaşımı içeriyordu. Bunlara örnek olarak; saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) , Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim 1923) , Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924) , Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine (Kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (30 Kasım 1925) gösterilebilir. Bir kısmı da kapitalizmin gelişmesi ve dünya kapitalist pazarıyla uyum sağlamak için yapılan ileri reformlardı. Bunlara örnek olarak da, Beynelmilel Saat ve Takvim Hakkındaki Kanunların Kabulü (26 Aralık 1925) , Ölçüler Kanunu (1 Nisan 1931) , Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934) , Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun (3 Aralık 1934) , Soyadı Kanunu (21 Haziran 1934) gösterilebilir.
Bütün bu reformlar ilerici niteliktedir. Feodal üst yapı ile savaşır ve kapitalizmin gelişmesinin önündeki engeller kaldırır. Bunlar bütün burjuva devrimlerin görevlerindendir. Ama Kemalist iktidar bu görevleri tam anlamıyla yerine getirmez. Hilafeti kaldırır ama Atatürk camilerde konuşmalar yapmaktan vazgeçmez. Mesela Atatürk bir konuşmasında dinci gericiliğe nasıl göz ‘kırptığına’ bir bakalım:
“Ey Millet, Allah birdir. Sanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kuran’daki manası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.”
Yine saltanatı kaldırır ama toprak ağalığı düzeninin devam etmesine ses çıkarılmaz. Köylüler ağalık düzenin köleci sömürüsüne zorlanır.
Daha birçok örnek verilebilir.
Ölçü, soyadı ve harf kanunları da belirttiğimiz gibi kapitalizmin gelişmesi için zorunlu uygulamalardı. Mesela, batı ile ticarette zorluk çıkartan bir sayı sistemi, alfabe, ölçü sistemi tercih edilemezdi, edilmedi de.
İlerici reformların diğer bir kısmı da kurtuluş savaşının ilerici mirasıyla yapılan anti-emperyalist nitelikteki reformlardır. Bu reformlara yabancı sermayenin bir miktar sınırlandırılması örnek verilebilir.
Peki, bu reformların anlamı nedir? Yoksa gerçekten M. Kemal sınıflar üstü bir insan mıydı? Kemalist devlet bütün topluma hizmet etmeyi amaçlayan bir devlet miydi?
Bütün bu soruların cevabı yukarı bölümlerde açıklanmıştır. Bu reformların büyük kısmı ülke burjuvazisinin ihtiyacı olarak yapılmış ilerici reformlardır. Yani, saltanatın kaldırılması, harf, ölçü vb. kanunlar kapitalizmin gelişimi için, ticaret için zorunlu olan kanunlardı. Bunlar öncelikle anti-feodal içerikli olup, başta burjuvaziye olmak üzere tüm halka hizmet etmiş ve kapitalizmin gelişiminin önünü açmıştır.
Kurtuluş savaşının ilerici mirası da bu reformlarda etkili olmuştur. Ama bu reformlar, birincisi; öncelikle burjuvaziye hizmet etmektedir, ikincisi; bir devletin niteliği, bir sosyo-ekonomik düzenin niteliği reformlar ile değişmez. Yani ilerici reformları, kurtuluş savaşından sonraki Türkiye’de sistemin kapitalist sistem olmadığının, burjuva diktatörlüğü olmadığının kanıtı saymak çocukçadır. Çünkü bir sistemin niteliğini belirleyen hangi harfi, ölçüyü kullandığı, yöneticilerini nasıl belirlediği değil; üretim araçlarındaki mülkiyetin niteliğidir. Kısacası, özel mülkiyet var olduğu sürece istenildiği kadar ölçüler, harfler değiştirilsin, saltanat, hilafet kaldırılsın; o sistem hala kapitalist sistem ve burjuva diktatörlüğüdür. Bir örnek verelim: İngiltere’de hala saltanat kaldırılmamıştır. Ama İngiltere’nin kapitalist bir ülke olmadığını kimse iddia edemez. Veya Türkiye uluslar arası ölçü ve harfleri değil de Çin harflerini ve ölçü sistemi kullansaydı kapitalist olmayacak mıydı? Şurası inkâr edilemez ki, bütün bu önlemler ilericidir; ancak kapitalizmin gelişmesinin önünü açar ve sistemin niteliğini değiştirmez. Bu konuda boş hayallere ve reformist ‘umutlara’ kapılmamak gerekir.
Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi, halk yığınları ile birlikte feodalizme ve emperyalizme karşı savaştı. Ama ulusal burjuvazinin (toprak ağalarının bir kısmı ile birlikte) önderlik ettiği bir ulusal hareket ve bunun sonucu ortaya çıkan siyasal iktidar; ulusal burjuvazinin sınıfsal niteliğinden dolayı tutarsızdır demiştik. Emperyalizme karşıdır, ama tutarlı bir karşıtlık değil, feodal-bürokratik Osmanlı sistemine karşıdır, ama tutarlı bir karşıtlık değil. Bir yandan emperyalizmin sınırlandırılmasını savunurken diğer yandan emperyalist şirketlerin ülke içindeki varlığını devam ettirmesine izin verir. Bir yandan feodal-bürokratik düzenin saltanat, hilafet gibi üst yapı kurumlarına karşı savaşırken, işbirlikçi feodal toprak sahiplerinin topraklarına el koyarken, diğer yandan toprak ağalarının topraklarının büyük bir kısmına dokunmaz ve feodal kölelik devam ettirilir. İşte böyle bir tutarsızlık söz konusudur.
Bu reformlar sadece sosyo-ekonomik sistemin kapitalizm olma özelliğini değiştirmemekle kalmazlar. Siyasal sistemin de giderek faşizme evirilmesi gerçeğini de değiştirmez. Şapka kanunu ile feodal kültürle bir savaşa girilmiştir, doğrudur. Ama aynı zamanda yüzlerce işçi, komünist öldürülmüş, dergi ve gazeteler yasaklanmış, Kürt halkı katledilmiş, siyasal parti ve dernekler yasaklanmış ve daha niceleri. Yani ülkenin faşist diktatörlük olma özelliği değişmemiştir.
Ama Kemalistler hala şapka, harf, hilafet kanunu vb. ilerici, anti-feodal kanunları öne sürerek, koskoca bir üretim biçiminin, bir sosyo-ekonomik düzenin kapitalist niteliğini, siyasal düzenin faşist olması gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Ama sosyalist de diyemiyorlar. Çünkü Atatürk sosyalizm karşıtlığını, özel mülkiyet severliğini defalarca sözleri ve uygulamalarıyla dile getirmiştir. Bu uygulamaları yukarıda inceledik ama bir alıntı daha ekleyelim:
'Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır.' (Mustafa Kemal Atatürk)
Atatürk konusundaki gerçeği Lenin de dile getirmiştir:
'Mustafa Kemal sosyalist degil'(dir) (Lenin)
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok.
Kemalist Burjuvazi Kurtuluş Savaşındaki İlerici Niteliğini Kaybetmiştir
Ulusal burjuvazinin emperyalizm ve feodalizm karşısındaki ikilemine ve tutarsızlığına değinmiştik. Bu sosyal ve nesnel bir olgudur. Kurtuluş savaşı sırasında önderliği elinde tutan ve ilerici bir rol oynayan ulusal burjuvazi ve onun temsilcileri olan M. Kemal ve grubu, Kurtuluş savaşından sonra işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde tam bir diktatörlük kurmuş, emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya girişmiştir. Bu olgu, bir yanılsama veya tarihten sapma değil, Marksizm-Leninizm’in teorik tespitleriyle tamamen uyuşan bir gerçektir. Marksizm-Leninizm gerçek ve tutarlı bir anti-emperyalist, anti-feodal savaş için işçi sınıfının savaşın önder sınıfı olması gerektiğini söyler. Bu savaşa burjuvazi önderlik ettiği koşullarda işçi sınıfı önderliği eline geçirmeye çalışır. Ama bunu savaşı köstekleyerek değil, tüm güçleriyle anti-emperyalist, anti-feodal savaşa destek vererek yapar. İşçi sınıfı eğer bu mücadeleye önderlik edemez ve önderlik burjuvaziye geçerse, o zaman anti-emperyalist ve anti-feodal savaşın başarı şansı azalır. Başarılı olsa dahi geri dönüş kesindir. Çünkü emperyalizm döneminde burjuvazi gericidir. Emperyalizme karşı verilen savaştan sonra burjuvazi varlığını ve egemenliğini devam ettirmesi için, işçi sınıfı ve halk yığınlarını baskı altına alması gerekir. İşçi sınıfının olası bir devriminden korkusu, emperyalist rekabetin zorlu şartları ve baskısı ulusal burjuvaziyi emperyalizm ile uyuşmaya ve işbirliğine zorlar. Stalin’in dediği gibi işçi sınıfının önderlik etmeği ve sosyalist devrimle taçlandırılmayan bütün anti-emperyalist mücadeleler yeniden emperyalizme bağlanmaya mahkûmdurlar.
İşte Türkiye’deki süreç de bu teorik tahlile denk düşen bir hat izledi. Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi (ve onun politik önderleri olan M. Kemal ve grubu) , kurtuluş savaşından sonra ilerici niteliğini kaybetti. Halk yığınları üzerinde kendi diktatörlüğünü kurdu, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşmaya girdi. İlerici özelliğini kaybetti ve ulusal burjuvazi işbirlikçi, faşist burjuvazi ve onun sözcüleri de faşist, işbirlikçi politikacılar haline geldi.
İşte M. Kemal’in iki ayrı dönemdeki (Kurtuluş savaşı sırası ve kurtuluş savaşı sonrası) niteliği ve sınıflar mücadelesindeki konumu böyledir. O, tarihten, sınıf mücadelesinden soyut bir kişilik değildir. O, her insan gibi bir sınıfın hizmetindedir. Yalpalayan, tutarsızlıklar sergileyen ve en sonunda emperyalizmle uyuşan burjuvazinin temsilcisidir. Kurtuluş savaşı sırasında bazı eksiklikleri olsa da anti-emperyalist ve ilerici, kurtuluş savaşından sonra ise, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşan, faşist bir gericidir.
1920’lı yılların başında İtalya’da, 1933’te Almanya’da ve yakın tarihlerde bir dizi ülkelerde faşist tekelci burjuvazi iktidara geldi. Faşizm, yani tüm demokratik hak ve özgürlüklerin inkârı, halkın en küçük taleplerinin en büyük terör ve şiddetle bastırılması dünya burjuvazisi için bir seçenek durumuna gelmişti. Faşizm, egemenliği tehdit edilen burjuvazinin iktidarını devam ettirme yöntemlerinden birisi idi ve burjuvazi için birçok ülkede zorunluluk haline gelmişti.
Faşizmin, en temel demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına alınmasıdır. Faşizmin uygulamalarının başta gelenleri,
- Tek bir parti dışında bütün partilerin yasaklanması
- İşçi örgütlerinin, demokratik derneklerin yasaklanması, baskı altına alınması veya zorla faşist örgütlerin dayatılması
- İşçilerin toplu-sözleşme, grev, iş bırakma gibi haklarının ellerinde alınması
- Demokratların, komünistlerin katledilmesi ve tutuklanması
- Söz, basın ve düşünce özgürlüğünün inkâr edilmesi; dergi ve gazetelerin yasaklanması
- Milliyetçi ve şoven bir propaganda ile halklar arasında düşmanlık yayılması
Faşizmin daha birçok uygulaması sayılabilir, ama bunlar en önde gelenleridir. Almanya’daki faşist diktatörlük dönemine bir bakalım: Nazi partisi 14 Temmuz 1930’de ‘Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist Partisi, Almanya’nın tek siyasi partisidir’ diye başlayan bir kanunla ülkedeki tek parti olarak ilan ediliyor. Tüm sendikalar yasaklanıp, işçilerin ve patronların bir arada bulunduğu ‘emek’ örgütleri faşistler tarafından kuruluyor. İşçilerin en temel haklarından olan grev ve toplu sözleşme yasaklanıyor. Binlerce komünist ve demokrat Nazi hücum kıtalarınca öldürülüyor, işkenceden geçiriliyor. Binlerce gazete, dergi, kitap yasaklanıyor ve meydanlarda yakılıyor. Alman milliyetçiliği körüklenip, diğer uluslar aşağılanarak halklar arasında düşmanlıklar yaratılıyor. Binlerce Yahudi bunun sonucu katlediliyor.
Faşizmin temel uygulamaları bunlardır. Şimdi Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye’deki temel demokratik hak ve özgürlüklerin durumuna bakalım.
Kemalist iktidarın ilk önlemlerinden birisi, 1923 Temmuzunda Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası kapatmak; komünistleri ve işçi önderlerini tutuklamak olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ülkedeki tek siyasi parti idi. Mussolini’nin faşist partisinin kullandığı slogan tekrar edilerek tüm halk CHP’nin üyesi kabul edilmiştir. Faşist İtalya’da da tüm halk Faşist partinin üyesi ilan edilmiş ve diğer partiler kapatılmıştı. 1923 1 Mayısında dağıtılan bildiri bahane edilerek birçok sosyalist tutuklandı. 1925 yılında Teali Amele Cemiyetinin 1 Mayıs’ta büyük bir gösteri yapmak için hazırlandığı sırada, dernek yöneticileri tutuklandı. Mahkeme 12 kişiyi 7-10 yıl hapse mahkum etti. Aynı yıl Aydınlık, Orak-Çekiç ve Yoldaş dergileri kapatıldı. 1927 yılında 89 komünist tutuklandı ve mahkûm edildi. 1930 yılından sonra da komünistlere ve mücadeleci işçilere yönelik irili-ufaklı tutuklamalar devam etti. 1930-1938 arası her yıl komünistler tutuklandı.
Kemalizm’i ve Kemalist iktidarın uygulamalarını savunanlara göre kurtuluş savaşından çıkan Türkiye’de henüz sınıflar yoktu. Bütün çıkarları kaynaşmış bir ulus vardı. M. Kemal ve grubu ise bu sınıfsız ulusun, ‘ulusun tümünün’ temsilcisiydi. Devlette ulusun tamamının çıkarlarının savunucusuydu.
Devletin ulusun tamamının çıkarlarını temsil etmesi olgusunun bir burjuva propagandası olduğunu yukarıda belirttik.
Tarih, ilkel komünal toplum hariç sınıflar savaşımının tarihidir demiştik. Demek bu Marksist önermeye bir de Türkiye toplumu hariç diye eklemek lazımmış. Yani Türkiye toplumunda köylüler yoktur, Osmanlı’da egemen olan, kurtuluş savaşından sonra da toprakların büyük bir kısmına sahip olan toprak ağaları yoktur. Limanlarda, atölyelerde çalışan işçiler, bunların sahibi burjuvalar da yoktur. Böyle pervasızca, göz göre göre saçmalayan bir tez yıllarca Kemalist burjuvazi ve onun ideologlarının iddiası ve propagandası olmuştur.
Kemalist iktidar döneminde “sınıf savaşımı” terimini kullanmak, bunu savunmak yasaklanmıştı. Sınıf savaşımı olduğunu söyleyen yayınlar ise yasaklanmış ve kapatılmıştır. Aslında toplumda sınıfların olmadığı, ulusun tek ve kaynaşmış bir kitle olduğu fikri sadece M. Kemal’e ait değildir. İşçi sınıfı ve halk yığınlarını uyutmak; onların karşısındaki düşmanın burjuvazi olduğunu görmesini engellemek için ‘ulus’ edebiyatı, milliyetçilik propagandası ve ‘çıkarların ortaklığı’ üzerine burjuva gevezeliği yapmak bütün ülkelerin burjuvaları için geçerli ve kullanılan bir yöntemdir. Ama bunun tersini iddia edenleri cezalandırmak, hapse atmak, işkence etmek; bütün bunları açıktan yapmak belli başlı faşist ülkelere nasip olmuştur. Örneğin Hitler Almanya’sında, Nazilere göre ‘sınıflar yoktur; Alman ırkı tamamen kaynaşmış, yüksek bir ulustur’. Aynı Kemalist burjuvazinin yaptığı gibi Naziler de sınıf savaşımından bahsetmeyi yasaklamışlar ve muhalif unsurları baskı altına almışlardır.
Milliyetçilik, faşizm tarafından kullanılan argümanlardan birisidir. Faşizm, bunu kullanırken, diğer halklara karşı yarattığı kinle halkın gerçek düşmanı görmesini engellemeyi amaçlar. Hitler bu amaçla şöyle diyordu: “Bu dünyada üstün ırktan olmayan herkes, adi bir yaratıktır”. Yani Arien ırkı dışındaki bütün uluslar adi yaratıklardır. Bunlar uygarlığın düşmanlarıdırlar. Hitler’e göre Arien ırkı bütün dünyanın en üstün, en yetenekli, bütün kültür ve değerlerin yaratıcısıdır.
Hitler faşizmi, şovenizmi kullanırken, en önemli noktayı kendi ulusunu, kendi ırkını (Arien) yüceltmek, onun değerlerini ve özelliklerini saçmalama derecesine kadar abartmak, Alman tarihini dünyanın en onurlu tarihi olarak göstermek olarak görmüştür. Böyle bir propagandanın etkili olması diğer ırk ve ulusları küçük görmeyi, onları düşman ilan etmeyi gerektirir. Çünkü onlar üstün ve yetenekli insanların ırkından değildirler. Onlar yeteneksizdir, beceriksizdir, tembeldirler. Bu propagandanın amacı, Alman işçi sınıfı ve halk yığınlarının gerçek düşmanı olan Alman tekelci sermayesinin iktidarını korumak; halk yığınlarını yaratılan ‘düşman’ uluslara karşı nefretle, kinle doldurmaktır. Böylece halk yığınlarının gözü ‘düşman’ ulusların üzerindeyken, Alman tekelci sermayesi aynı milliyeti paylaştığı halkı kolayca sömürebilecek ve iktidarını koruyabilecekti.
Yazımızda genelde Alman faşizminden örnekler vermemizin sebebi, onun faşizmin en yalın biçimi olmasıdır. Diğer ülkelerdeki faşizm uygulamaları da benzer özellikler göstermektedir.
Şimdi gelelim M. Kemal’in ve Kemalist burjuvazinin propagandasına.
“Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir...”(Atatürk)
Atatürk bütün bir insanlık tarihini incelemiş, insan toplumunun ırklara ayrılma, sonrasında da milletlerin oluşması sürecinde ilk ortaya çıkan milletin Türk milleti olduğunu keşfetmiştir! Diğer milletler pislik içerisindedir. Kimi az kimi çok ama hepsi pislik içerisindedir! Ama Türk milletinin tarihi çok temizdir! Atatürk burada ‘temiz’ kavramıyla neyi ifade ediyor, bu tam bir muamma. Çünkü her millet gibi Türk milleti içinde de sömürücü sınıflar olmuştur. Feodal Türk ağaları köylüleri acımasızca sömürmüş, köylülerin yoksulluk ve açlık içinde yaşamasına sebep olmuştur. Yine Türk burjuvazisi, halkı sömürmüş, faşist zorbalık altında inletmiş, kar uğruna binlerce işçi ve devrimciyi katletmiş, hapishanelere tıkmıştır. Ama bunlar sadece Türk egemen sınıflarına özgü uygulamalar değil, bütün milletlerin egemen sınıflarınca yapılan uygulamalardır. Bu sebeple Türk halkının tarihi diğer halkların tarihi kadar temizdir, Türk egemen sınıflarının tarihi de diğer milletlerin egemen sınıflarının tarihi kadar ‘pislik’ içerisindedir.
“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir.”(Atatürk)
Türk milleti zekidir, diğer milletler zeki değildir, diğer milletler çalışkan değil aynı zamanda karaktersizdir. Elbette Atatürk bunu bu şekilde söylemiyor. Belki de böyle düşünmüyor ama ulusa yönelik boş bir abartma söz konusu. Bu propagandanın, bir ulusu ‘yücelten’ ve diğer uluslara düşmanlaştıran faşist bir propaganda olduğunu belirtmiştik. Zaten baştan sona yanlış bir tahlildir. Sınıfları dikkate almayan burjuva bir tahlildir. Türk burjuvazisi hiç de çalışkan değildir. Onlar milyonlarca işçi ve köylüyü sömürerek zenginlik içinde yaşarlar, tembeldirler. Eğer karakterden bahsedersek, bütün milliyetten burjuvalar gibi Türk burjuvazisi de sömürücü, asalak, çürümüş ve gericidir; insani kriterler açısından dahi karaktersizdir. Ama Atatürk ulusu överken aslında söylediği niteliklere hiç de sahip olmayan burjuvaziyi övüyor. Halk yığınları içerisinde ‘yaşasın ulusumuz’ naraları ile burjuvaziye karşı sempati yaratmaya çalışıyor. Atatürk’ün bu tür şoven, milliyetçi sözlerini daha da sıralayabiliriz:
“Türk Milleti kahramanlıkta olduğu kadar kabiliyet ve hünerde de bütün milletlerden üstündür.”
“Türk'ün saygınlığı, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.”
“Hiçbir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanış ve ibadetlerine saygı göstermemiştir.”
“Çünkü Türk; derin ve şanlı geçmişin; büyük, kudretli atalarının kutsal miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğinden mirasları, şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir.”
“Türk! Öğün. Çalış. Güven.”
“Türkler irfan ve marifet aşığıdır.”
“Ne mutlu Türküm diyene! ”
Bütün bunlar bir ulusu aşırı övme, diğer uluslardan daha üstün olduğu yanılsamasını yaratma, böylece diğer ulusları isteyerek veya istemeyerek aşağılama, Hitler’in yaptığı gibi aşırı bir milliyetçilikle halkın gerçek düşmanını yani ulusun içindeki sömürücü sınıfları görmesini engelleme amacını taşıyordu. Türk ulusu o kadar ‘yücedir’ ki; Türk ulusu içinde sömürücü sınıflar olamaz; Türk ulusu o kadar ‘yücedir’ ki; Türk sömürücü sınıfları düşman olamaz. İşte Hitler’in, Mussolini’nin ve birçok faşist iktidarın yaptığı milliyetçi ve faşist propaganda budur. Kemalist burjuvazi ve onun temsilcisi olan Atatürk de bütün demokratik hak ve özgürlükleri yok ederken, işçilerin üzerine silahlı kuvvetler gönderirken, propagandayı kullanmıştır.
Bilindigi gibi 5 Aralik 1934 tarihi, kadinlara siyasi haklarin verildigi iddia edilen tarihtir. Ancak kadinlara verildigi iddia edilen bu haklar, kadinlar tarafindan verilen mücadele ne-ticesinde alinan haklar olmayip, tepeden inme bir anlayisin neticesinde Mustafa Kemal tarafindan bagislanan haklardi. Dolayisiyla, Kemalistler tarafindan, Bati'nin bir çok ülkesinden önce verilmekle övünülen bu haklar, Sirin Tekeli'nin de belirttigi gibi konjonktür geregi verilen ve buna ragmen kontrollü olarak kadinlara kullandirilan -bazen de kullandirilmayan- türden haklardi. Çünkü, Kemalizm kurulusundan bu yana, tepeden inmeci, jakoben bir anlayisin tezahürü olan tek millet, tek sef, tek devlet esasina dayali, oportünist, çikarci, pragmatik despot bir anlayisi temsil eden bir sistemdi. Ve bu nedenle de muhalefete ve hatta degisik görüslere bile tahammülü olmayan bir sistem öngörmekteydi. Bu sistem, 'tek kisi'nin hakim oldugu bir sistemdi. Ayrica, bu sistem ayni zamanda, bu ülke insanlarini bütünüyle sadece 'tek kisi'nin belirledigi hedefe yönlendirmeyi de kendisi için asil amaç edinmisti. Yani, ülkenin bütün insanlari için bir tek hedef vardi; o da, o 'tek kisi'nin belirledigi hedefti. Bu hedefin disina çikanlar ya da çikmaga yeltenenler, ülkeye ihanet suçu ile suçlanmaktan kurtulamamislardir. Bugün bile bu 'tekçi' anlayis tarafindan belirlenen hedefe muhalif olan kisi ya da gruplar, ayni anlayisi temsil eden, marjinal kalmis Kemalistler tarafindan, öyle degerlendirilmiyor mu? Iste 'tek kisi' tarafindan belirlenerek çerçevesi -adeta- duvarlarla örülen bu anlayis, toplumu tepeden tirnaga kadar yeniden sekillendirmek için ayni tür uygulamalara halen bugün de devam etmektedir. Kisacasi, Osmanli'nin mirasi üzerine kurulan bu yeni ülkenin, yeni yönetim seklinden, çikarilacak kanunlara, halkin giyiminden yasanti sekline hatta yeme içme seklinden, dans etme sekline kadar; bir taraftan toplumsal düsünce, diger taraftan da toplumsal yasanti sekli, bu tek'çi anlayis tarafindan sekillendirilmistir. Dolayisiyla ülkeye çesitli desiselerle hakim olan bu anlayista; Cumhuriyetin ilan edilmesine de, kadinlara siyasi haklarin verilmesine de ve hatta kimlerin hangi bölgelerde milletvekili olacagina da, tek basina karar veren hep 'o' tek kisi olmustur. Ve o tek kisinin agzindan çikan bir sözle kimi insanlar ihya olmus, kimi insanlar da daragaçlarinda sallandirilmistir; ve bu tek kisinin karari ile bir gecede cumhuriyet ilanina karar verilmis, partiler kurulmus ve partiler kapatilmistir. Hatta, 'tek kisi' tarafindan alinan bu gibi siyasi ka-ralarin yaninda, kisiler arasindaki iliskilere de müdahale edilerek kadinlarin dans etmeleri bile, onun emri ile olmaktaydi. Nitekim bir defasinda, '... devlet yüksek yöneticilerinin de çagrili oldugu bir baloda üniformali subaylarin dansetmediklerini gördü. Gazi, bunun nedenini sordu. Komutanlardan biri, suçun her dansa çagriyi geri çeviren kadinlarda oldugunu söyleyince Mustafa Kemal, yüksek sesle topluluga söyle seslendi: 'Arkadaslar, dünyada subay üniformasi giymis bir Türk erkeginin dans önerisini geri çevirebilecek bir kadinin bulunabilecegini düsünemiyorum. Simdi emrediyorum! Hemen salona dagilin! Ileri Mars! Dans edin! ' emri üzerine, herkesin dans etmeye kalkismasi da, bu 'tek kisi'nin otoritesinin etkisini göstermesi bakimindan ilginç bir örnektir. Bu tür emirler sadece dans etmeyle de sinirli kalmiyordu. Nitekim, daha sonra ki dönemlerde ülkenin öncelikli tehdidi olarak ilan edilen ve 'Komünizm her görüldügü yerde basi ezilmelidir' sözü mensuplari için söylenen TKP'nin (Türkiye Komiünist Partisi) kurulmasi ile ilgili ilk emir de yine Mustafa Kemal tarafindan verilmisti. Buna gerekçe olarak da, Talat Pasa'ya yazdigi mektupta da belirtildigi gibi, 'gerekirse bolsevizmi de biz kurariz' seklindeki Mustafa Kemal'in konjonktürel ve pragmatik anlayisi idi! .. Mustafa Kemal bu güçlü ülkelerden yana görünme anlayisini, ülke içinde gücü/hakimiyeti tek basina ele geçirinceye ve ülke disinda ise himayesine girdigi ülkenin güçlülügü netlesinceye kadar devam ettirmistir. H. Edip Adivar'in da belirttigi gibi Mustafa Kemal, gücü ele geçirdikten sonra, emirlerine itirazsiz uyulmasini ve kendisine karsi hiçbir elestiri geti-rilmemesini açikça belirtiyordu. Nitekim, H.E. Adivar ile bir konusmasinda, 'Herkes benim verdigim emri yapmalidir... Ben hiçbir elestiri, hiçbir fikir istemiyorum... Yalniz emirlerimin yerine getirilmesini...' istiyorum seklindeki sözlerinden de bu durum açikça görülüyordu. Mustafa Kemal, ölünceye kadar da, bu tavrini devam ettirmis ve iradesine -en yakin arkadaslari dahil- hiç kimseyi ortak olarak kabul etmemistir. Buna yeltenenlerin ise, maalesef politik hayatlari da, sosyal hayatlari da hüsranla sona ermistir. Kazim Karabekir, Rauf Orbay ve arkadaslari ile ünlü hatip onbasi Halide Edip Adivar'in -son dönemde de Ismet Inönü'nün- basina gelenler, Mustafa Kemal'in bu tavrinin ilginç örneklerinden sadece birkaç tanesidir.
Sağcılık-Solculuk değil, ÜÇÜNCÜ YOL'dur. Her ülkenin kendi sorunlarına 'bilim ve mantık' temeline dayalı olarak kendine özgü bir YOLLA çözüm bulması gerektiğini söyleyen Üçüncü Yol...
Muassır medeniyet olma hedefi
Demokrasi elbette bir araçtır. Ülkeyi uzlaşmaya daha yüksek yaşam standartına taşıyacak bir araçtır. Batı'da demokrasi olmasaydı Atatürk elbette demokrasi olan başka bir yeri gösterecekti. Bunu anlamak için Atatürk'ün kişiliğini, yaşadığı dönemi ve şartları iyi bilmek lazım.
Kemalizm, Etyen Mahçupyan demek değildir. Özkök demekte Etyen Mahçupyan demek değildir. Demokratlık tanımı da Etyen Mahçupyan demek değildir.
Demokratlık; bir duruş, tavır alma da değildir. Demokratlık insanlarin yanlış tercihlerine yönelmesine izin vermek demektir. Tercihler önünde ahlaki bir tutum, bir ideoloji değildir. İdeoloji olmadığı gibi zihniyet standartı da yoktur. İzin verilen her yanlış tercih gibi, yanlış olanın yanlış olduğunu ifade etmeyi de kapsar demokratlık. Bu haliyle farklı zihniyet tercihlerini de pekala barındırabilir demokratlık..
Otoriter zihniyetin 'ilerlemek' olarak gösterdiği uygulamadaki hali; birbirimizi kandırmayalım, homojenliği sağlamadan kimini çocuk, kimini yarın ergen kompleksli bırakıp herkesi Kemal'e ermiş kabul edememekten çıkmıştır. Nasıl Etyen Mahçupyan bu yazıyı yazmak için belli bir dönemi hatmeddiyse,, (gerçek demokrasi için) okuma yazma bilmeyenlerinde o seviyeye ulaşması gereklidir. Etyen Mahçupyan'ın beynindeki Kemalizm'in kutsallaştırılıp kutsallaştırılmadığı polemiğine cevap verebilmedir.
Demokratlığın 'konuşmaya' mahkum etmeyen türü de mi varmış? hem bu nasıl bir mahkumiyettir ki çoğu zihinde özgürlük olarak yerleşmiştir. Senin heterojen yapında hala genç kızlar namus uğruna kesiliyorsa, aşiret reisleri okuma yazmadan aciz insanları köle gibi çalıştırıyorsa bu heterojenliğin tek faydası aslan avına giden afrikalının, aslan tarafından parçalanmasını belgesel olarak çekebilmektir. Bu kimse tarafından kabul edilemez birşeydir. Ama görünen o ki bu Etyen Mahçupyan'ın istediği birşeydir. Demokrat biri olarak sadece yanlışlarını gösterebiliriz, yönlendiremeyiz.
Son olarak; otoriter zihniyet vardır,, doğrudur, fakat gerçekleri bilmiyormuş gibi davranamayız. Bir süreç olarak da gereklidir.
Kemalizm için bakınız Atatürkçü Düşünce
siyonist
bolşevizm
Gericilik.
Farklı versiyonları için, bakınız:
Bağımsız Cumhuriyet Partisi (Mümtaz Soysal)
Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi (Yekta Güngör Özden)
Aydınlık dergisi (aydinlik.com)
İşçi Partisi (D.Perinçek)
Ulusal kanal
Türk Solu Dergisi (turksolu.org)
Kanımca Kemalizm'e en yakın olan Mümtaz Soysal'ın partisidir.
En uzak olan ise Türk Solu dergisidir.
Kemalistler demokrat olabilir mi?
İnsanlarımızın birçoğu, askerin siyasetin ‘üstünde’ olması gibi, Kemalizm’in de ideolojilerin, hatta zihniyetlerin ‘üzerinde’ olduğunu sanıyor. Böylece ortaya ‘demokrat’ olduğunu söyleyen Kemalistler bile çıkabiliyor. Bunların bazıları da askerî bürokrasiden çıkıyor.
Türkiye’yi daha demokrat olmaya zorlayan AB’nin kriterlerine karşı çıkan bu bürokratlar; gene de kendilerini böyle tanımlayabiliyor... Ancak bazılarının hakkını yememek lazım: Mesela Özkök kendi ifadesiyle eleştiriden ders çıkarmaya yatkın biri... Bunu ne derece uygulayabildiğini bilemesek de, Özkök’ün birçok meslektaşına nazaran en azından daha serinkanlı ve sağduyulu bir asker olduğunu söyleyebiliriz. Geçenlerde yapılan bir söyleşide demokrat olmasının gayet tabii olduğunu; çünkü demokratlığın Atatürk’ün yol gösterdiği Batı değerleri arasında yer aldığını ifade etmişti. İşin püf noktası da tam burada: Anlaşılan askerî bakış açısından demokratlık kendi başına bir amaç değil... Eğer Atatürk Batı’yı işaret etmemiş olsaydı veya Batı demokrat olmasaydı, onlar da demokrat olmayacaktı.
Demokrasinin bir araç olduğunu söylemesiyle inanılmaz bir baskı altına alınan siyasi liderlerin olduğu bir ülkede; daha da ‘radikal’ bir adım atarak demokratlığın araç olduğunu itiraf eden bir askere herhangi bir eleştiri gelmemesi, hatta bunun demokrat olmanın bir kanıtı gibi sunulması ayrıca kayda değer. Çünkü buradaki felsefi hiyerarşi tam aksi yönde: Toplumsal bir karar mekanizması olan demokrasi gerçekten de sadece bir araç. Oysa demokratlık bir duruş, hayat karşısında bir tavır alma, tercihler önünde ahlâki bir tutum, kısacası bir zihniyet. Zihniyetler ve onların içinde şekillenen ahlâki pozisyonlar ise araç olmak bir yana, diğer bütün alanlardaki algılamayı belirleyen bir altyapı hüviyetinde. Dolayısıyla sahip olduğumuz ideolojiler zihniyet tercihlerini mümkün kılmazlar; tam aksine bilinçli veya bilinçsiz olarak sahip olduğumuz zihniyetler, hangi ideolojiye kayacağımızı ima eder, o ideolojinin içini doldururlar.
Kemalizm otoriter zihniyetin üzerine oturan, onunla hayat bulan bir ideoloji. Tarihi milletlerin güç mücadelesi olarak algılayan; hayatın dinamiğini çatışmada arayan; tek yönlü doğrusal bir gelişme şemasına dayanarak ‘ileri’ olanı tanımlayan; söz konusu ‘ileri’yi kendisinin bildiğine vehmeden; kendi vehminden meşruiyet üreten; bu meşruiyete dayanarak toplum üzerinde baskı kurmayı normalleştiren; siyaseti toplumsal çatışma olarak anlayıp, kamusal alana el koyan; toplumu kendi normatif tanımına göre homojenleştirmeye çalışan; ve bütün bunları ‘bilimsellik’ ve ‘çağdaşlık’ adına yaparken, kendisini kutsallaştırıp takipçilerini ise toplumun ‘asli’ sahipleri kılan bir ideoloji...
Oysa demokratlık bilginin nesnelliğini felsefi olarak reddeden; insanı ortak bir öznelliğe mahkûm ederek, birlikte yaşamanın kurallarını koymak üzere onları ‘konuşmaya’ mahkûm eden bir zihniyet. Toplumu eş düzeyli ve heterojen bir yapı olarak, dahası zaman içinde her türlü tercihe hak sahibi bir özne olarak algılayan bir bakış... Bu nedenle demokrat birinin Kemalist olması mümkün değil. Nasıl ki Kemalistlerin de demokrat olmaları mümkün değilse... Askerî bakış açısından demokratlık sadece ‘modern bir hal’; sanki uzaktan bakıldığında anlaşılan bir tipleme... Kemalistler ‘demokrat’ olmak değil, demokrat sayılmak istiyorlar; çünkü böylece çağdaşlıktan geri kalmamış olacaklar... Aralarında daha hoşgörülü veya özgürlükçü nüanslar taşıdıkları ölçüde kendilerini demokrat sananlar da çıkıyor. Ancak bu Kemalizm’i pekiştiren bir yanılsamadan, yani otoriter zihniyete meşruiyet sağlayan bir yakıştırmadan öte bir şey değil.
09.06.2003 /E. Mahçupyan/Zaman
Kemalizm bir travma mı?
Kemalizm konusunun böylesine hayati hale gelmesinin nedeni, Türkiye’yi yönetenlerin her fırsatta bu ideolojiye yaslanmaları ve istemedikleri her türlü toplumsal talebi bu ideolojiye referansla bastırmaları.
Öyle ki Kemalizm belirli bir kesimi ‘rejimin sahipleri’ haline getirmekle kalmıyor; bu kesimin gayretiyle toplum üzerinde hegemonya kurmanın aracına dönüşüyor. Sonuçta Kemalizm kutsallaştığı ölçüde, bu ideolojiyi temsil eden hiyerarşi siyaset ‘üstü’ hale gelirken; Türkiye toplumu da Kemalizm’in belirleyiciliğine, rehberliğine ve sınırlamalarına muhtaç ve mahkûm bir kitle olarak siyaseti seyrediyor...
Bugün toplumun ezici çoğunluğu Avrupa Birliği’ne üye olmaktan ve gereken reformların yapılmasından yana. Bu ülkede insanlar üzerlerindeki dar ideolojik kılıflardan sıyrılıp dünya vatandaşı olmak için istek duymaktalar... Ancak gözümüz askerde... Gizli bir kabulle, onlar ‘evet’ demedikçe bu işin olmayacağını ‘biliyoruz’. Bu nedenle askerlerin her beyanı özel bir ihtimamla ele alınıyor; Ankara muhabirlerinin çabası askerin niyetini anlamaya hasrediliyor. Anlaşılan asker AB’ye karşı değil ama bize has özelliklerin dikkate alınması koşuluyla. Yani Müslüman ve Kürt kimliğinin potansiyel bir siyasi tehlike olarak kabul edilmesi halinde. Bu bakış Kemalizm’in topluma travmatik yaklaşımından başka bir şey değil; ve askerler bu travmatik bakışın AB kriterlerinden daha önemli olduğunu söyleyerek, AB yandaşı olduklarını savunuyorlar. Öte yandan niçin AB karşıtı olmadıkları konusunda da tek gerekçeleri bunun “çağdaşlaşma hedefinin jeopolitik ve jeostratejik bir zorunluluğu” olduğu. Yani AB bir toplumsal yaşam modalitesi olarak, demokrasi ve özgürlükler açısından herhangi bir anlama sahip değil. AB bir araç... Kemalizm’in çağdaşlaşma hedefi nedeniyle “zorunlu” hale gelmiş olan bir adım, o kadar.
Siyaset ‘üstü’ olan askerin böylesine araçsal bir bakışa sahip olması ve Kemalizm’i evrensel insani kriterlerin ‘üstünde’ sayması ise, bizzat askeri araçsallaştırıyor. Çünkü şimdi asker, AB karşıtları için bir kaldıraç veya bir sıçrama tahtası hüviyetinde. Askerin bu biçimde kullanılmasıyla birlikte Kemalizm’e de neredeyse dinsel bir anlam yükleniyor. Artık Kemalizm ülkenin bekasını sağlayan, Türk kimliğini ayakta tutan; dolayısıyla dokunulmazlığı olan bir kutsal öğreti sanki... Böylece Kemalizm giderek toplumsal talep ve isteklerin önünü kesmek isteyenlerin bayrağı haline geliyor.
Bu yaklaşım laik kesimi şizofrenik hale getirmiş durumda. Hem AB’yi istiyorlar, hem de AB kriterleri altında Müslümanların yaşayacağı özgürlükten tedirgin oluyorlar. Yani laik kesimin hayalinde ‘Kemalist bir AB’ var. ‘Bir gün gelecek Kemalizm AB’nin savunduğu ideoloji olacak’ türünden saçmalıkları duymamız boşuna değil. Başka bir saçmalık da AB yolunda esnek olmanın sadece AKP’den beklenmesi: Asker bir veri olarak alınıyor, çünkü örneğin Gündüz Aktan’ın mantığıyla Türkiye devrimle kurulmuşmuş ve de “devrimle geleni değiştirmeye çalışmak başlangıçtaki devrim şartlarına dönülmesine” yol açarmış. Anlayacağınız devrimle kurulduysanız işiniz zor... İlelebet devrim koşullarında yaşamak; ya da mukabil bir devrim yapmak zorundasınız!
Yazarın “sosyal psikolojinin temel kuralı” olarak sunduğu bu bakış, Kemalizm’in nasıl bilim ‘üstü’ olduğunu ve bunun bilimi nasıl gülünç hale getirdiğini de ortaya koyuyor. Bugün Kemalizm süreklilik arz eden bir psikolojik travmaya dönüşmüş durumda. Kendini sürekli yeniden üreten, totolojik bir kabullenme... Ama aynı zamanda bürokratik hegemonyanın kalıcılığını ve devamlılığını sağlayan ‘çağdaş’ bir yanılsama.
08.06.2003 /E.Mahçupyan/Zaman
Kemalist siyasetin öznesi
İdeolojik söylemin fikirsel tartışma konusu olmasına sık rastlamayız. Çünkü bir ideolojinin kavranmasına yönelik entelektüel talep genellikle sınırlıdır. Söylemin asıl işlevi ise, ideolojinin siyasallaşma biçiminin ve önermelerinin meşruiyetinin sağlanmasıdır. Öte yandan her ideoloji farklı bir siyasallaşma biçimi üretir.
Örneğin otoriter zihniyetten beslenen ideolojiler, bu ideolojiyi taşıyan özneler arasında belirgin bir hiyerarşi oluşturdukları gibi, kolayca algılanan bir merkeziyetçiliğe de neden olurlar. Böylece herkes kimin yetkili olduğunu hemen bilir ve otoritenin referans alınmasına ilişkin hiçbir belirsizlik yaşanmaz. Hatta kişiler söz konusu otoriteyi konuşmaya ve tavır almaya zorlarlar ki, kendileri de ne yapacaklarını ve hangi tutumu takınacaklarını bilsinler. Bu durum en tepedeki otoritenin olası söylemi etrafında zımni bir hiyerarşinin varlığını ifade eder: Otoritenin hangi görüşte olduğunu bildiğini öne sürenlerin prestiji artar ve bu kişiler ara referanslar haline gelirler... Nihayet otoritenin kendisi de bazen kasten susarak, bir tehdit atmosferi üretebilir ve hegemonyasını pekiştirebilir. Çünkü konuşmamış bir otorite, konuşmasını ertelemekte olan bir otoritedir; ve ondan önce konuşanın daima yanlış yapma ihtimali mevcuttur.
Otoriter zihniyete dayanan bir ideoloji olan Kemalizm de, tepede askerin yer aldığı, daha altta yargının bulunduğu, merkez medyanın ise ara referans olarak işlevselleştiği bir hiyerarşiye sahip. Söylem düzeyindeki çeşitlilikten burada eser yok... Kemalist siyasetin öznesi, tereddüde mahal bırakmayacak biçimde belli. Çünkü her türlü çeşitlilik, merkez pozisyonun iç tutarlılığını ve gücünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmakta. Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte. Böylece siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arkaplanı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji... Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış.
Görünüşte Türkiye’de ‘demokrasi’ var... Siyasi partiler hükümetler kurmaktalar... Ama bütün temel meseleler ve ana politikalar siyasilerin uhdesinden alınıp askere verilmiş durumda. Asker ise, Kemalizm’in sahibi olarak, bu meselelerin rakipsiz otoritesi. Siyasi özne olma hali o denli etkili ki, askerin somut olarak herhangi bir politikayı hayata geçirmesi gerekmemekte: Söz konusu pozisyonun seslendirilmesi, sivil siyasetin kendiliğinden ve hevesle o politikayı yürütmesiyle sonuçlanmakta. Çünkü aksi tutum Kemalizm’e karşı çıkma anlamını taşıyor... Ve bunu denemeye kalkan siyasi iktidar bu ‘itaatsizliğinin’ uygun bir fırsatta kendisine karşı kullanılabileceğini düşünüyor.
Ancak Türkiye’yi böyle yönetmek artık pek mümkün değil. Siyaset bugün demokrasiyi zorlamakta ve bizleri Kemalizm’le demokrasi arasında tercih yapma noktasına sürüklemekte...
01.06.2003 /Etyen Mahçupyan/ Zaman
Kemalist pozisyonun veçheleri
Kalıcı ve yaygın bütün ideolojilerin farklı derinlikteki zihinlere, değişik psikolojik ihtiyaçlara yanıt verme yetenekleri vardır.
Bu yetenek zaman içinde evrimleşerek oluşur ve farklı taşıyıcıların dilinde takipçilerin anlayabildikleri söylemlere ve duygulara dönüşür. Bugün Kemalizm’in de dört tür söylemi ve bunlara uygun taşıyıcısı bulunuyor. Yelpazenin bir ucunda resmi pozisyonun ağırlığını ve saygınlığını yansıtan bir kişileşme ve dille karşılaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer bu tavrın örneklerinden biri: Örneğin Sezer’e göre başörtüsünün kamusal alanda serbest olması, laiklik ilkesinin ihlali anlamına geliyor. Çünkü ona göre aksi halde hukuk kuralları çiğnenmiş olacak; bu ise dini kuralların geçerli olduğunu ifade edecektir. Öğretmenler gününde sergilediği bu mantıkla Sezer, dinin görünürlüğünü referans alan ‘negatif’ bir laiklik tanımı yapmakta. Sezer için hukuk bile kendi karşıtlığını ancak dinde bulabiliyor.19 Mayıs mesajında da Sezer laikliği “özgürlüklerin sınırını çizen bir öğe” olarak sunmaktaydı... Bu yaklaşım, laiklik kavramı etrafında somutlaşan bir ‘kamusal alanı temizleme’ ideolojisinin ifadesi. Kemalizm, kendisini kamusal alanın sahibi olarak gören, toplumu devlete bağımlı kılmayı hedeflemekle kalmayıp, meşrulaştırmaya çalışan otoriter bir anlayış...
Seviye olarak bir alta indiğimizde bu meşrulaşmayı sağlamaya yönelik entelektüelimsi bir çaba görüyoruz. Örneğin Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce, tarihi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan takip etmeyi yeterli bulan; tarihe ve sosyal olaylara bakarken nedenlerle sonuçların yerlerini neredeyse içgüdüsel olarak değiştiren bir aydın tipi. İnce’ye göre Nutuk’la çelişen beyanlar kendiliğinden yanlış veya yalan oluyor. Mustafa Kemal’in herkes gibi tarihsel bir figür olmasını hazmetmek bu tipoloji için epeyce güç. Nitekim İnce, Nutuk’un tek bir bölümünün bile yanlış addedilmesinin, metnin “bir satırına bile inanmamamızı” gerektireceğini söylemekte. Diğer bir deyişle İnce için, Nutuk apaçık bir kutsal kitap. Kemalistler bariz dinsel eğilimler taşıyan ve hayatı alternatif dinselliklerle mücadele cinsinden algılayan total bir ideolojiye sahipler. Böylece kamusal alana ilişkin baskıcı uygulamalara bir tür çağdaşlık kisvesi kazandırılıp, kendini kandırmaya hizmet eden bir yanılsamanın kapısı aralanabiliyor.
Aralanan bu kapıdan giren ise, önü alınması epeyce zor, giderek pespayeleşen bir hamaset oluyor... Örneğin aynı gazeteden Tufan Türenç,84 yıl önce Samsun’a ayak bastığında Mustafa Kemal’in kafasında tam olarak ne olduğunu varsayıp, kendi ‘çağdaş Türkiye’ hayalini de bu varsayıma oturtuyor. Ne var ki hayat devam etmekte ve Mustafa Kemal günümüzde yaşamamakta. Dolayısıyla bugün nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin 84 yıl geriye gitmek biraz ‘iddialı’ olabilir. Çünkü o takdirde bazılarının da başka tarihlere gitmeleri caiz olur. Ama Türenç bundan hiç rahatsız değil: Ona göre Atatürk, tanım gereği ve ebedi bir yetkinlikle çağdaşlığı belirlemiş durumda; tabii Türenç’in anladığı biçimiyle...
Böylece otoriter zihniyet, ideolojiden söyleme ve oradan da hamasi kişileştirmeye doğru kayıyor. Her düzlemin kendine göre ve birbirini tamamlayan işlevleri var. En alta indiğimizde ise nedense hiç eksik olmayan bir kategori ile karşılaşıyoruz... Çamur atmayı, yalanı ve ahlaksızlığı gocunmadan taşıyan ve kendilerine ‘Kemalist’ dedikleri gibi; diğer Kemalistlerin de onları öylece kabullendikleri kişiler.
Sonuçta Kemalizm, Kemalistlerin zihinsel ve ahlaki düzeyinden bağımsız değil. Her ideoloji gibi, o da kendi taşıyıcılarının elinde tarihteki yerini alıyor.
30.05.2003 /Etyen mahçupyan/Zaman