Kazancı bedih bence bir okul öyleki ondan daha büyük daha edepli bir sanatçı yok.. Bir çok sanatçı... Onun ayağının vardığı yere başı varamaz...Allah nur içinde yatırsın Rabbim onu herhalde bizden daha çok seviyor galiba şimdiki sanatçılar ondan örnek alırlarsa bence daha başarılı olurlar....Herkese saygılar sunarım.Allaha emanet olun.....
bir urfalı olarak kazancı bedih bizim pirimizdi.muhteşem bir insandı ve onun sesi urfada ne ibo ne nuri sesigüzel ne urfalı başka sanatçılarda vardı! onun sesi başka bir renkti.kimseye benzemiyordu ve yorumu farklıydı.ibo hiç bir zaman zaten urfaya en ufak şekilde yardım etmedi.bir urfalı olarak ibodan zaten nefret ederim.keşke ibo urfalı olmasaydı.mahsun ise bedihten düet yaptı sadece ve sadece eminim reklam içindi.mahsun onu gündeme getirmek tanıtmak için değilde reyting yapmak ve kasetini satmak için yaptı....
hemşerisi ibrahim tatlısesin unuttugu ama diyarbakırlı MAHSUN KIRMIZIGÜL ün ölümüne günler kala ona duydugu saygı sayesinde........ adını duyup yüzünü mahsun kırmızıgül düetiyle gördüğümüz yöresel urfa sanatçısı...
kazancı bedih helal kazanç demek.her öününe gelenin sanatçı olduğu ve çoğunun villalarda oturup jiplere bindiği bu ülkede sanatının hakkını veren aldığı para helal olan ender üstadlardan.rahmetli özellikle gazel okumadaki üstün kabiliyeti,sesinin yanıklığı ve babacan yüzüyle türküler yaşadıkça var olacaktır kendisine ve eşi fatma hanıma rahmet dileğiyle...
Asafin miktarini bilmez Süleyman olmayan Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan ölürüm ey Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvalini anlamaz hal-i perisani persan olmayan
kazancı bedihe demişler sen tv ye neden çıkmıyosun, çıksan gençler de seni tanır..hadi sana bi klip mlip yapalım kazancı bedih şöle der: ben tv de okusam memlekette rakı kalmaz :))))
Kazancı Bedih Ve Halkın Edebiyatı Dr.Ali Fuat Bilkan Aksiyon/Sayı: 477
Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı.
“Gam-ı aşkınla ahvâlim perîşan oldu gittikçe...” Henüz küçük bir çocuktum. Okul dönüşlerinde Filiz Çayevi’nin önünden geçerken beni heyecanlandıran şiirleri, gazelleri ilk olarak o zaman tanıdım. Kıraathaneye giremediğim için kapıda uzun uzun bekler ve asırlar öncesinin seslerini taşıyan o nağmeleri içime çekerdim. O içli tambur sesiyle mis gibi kokan çayın ahengini sürekli içimde taşıdım... Urfa’da ikindi ezanı serinletici ve huzur verici bir gölge gibi uzayıp giderdi. Kazancı Bedih, Zeynel Abidin cümbüşünün esrarlı tellerine dokunurdu ve içimdeki âlemin sırlı kapıları bir bir açılırdı: Ziyâ-yı şu’le-i hüsnün füzûn oldukça âlemde Nice âşüfte diller mest ü hayran oldu gittikçe Urfa’nın hani bir türküde, “daracık sokakta yâre kavuştum; yâr aşağı ben yukarı savuştum” diye tasvir edilen o daracık sokaklarında hep aynı müzik ve aynı âhenk yaşanırdı. Oturduğumuz ev Nâbî’nin mahallesine yakındı. Kazancı Bedih de o mahallede yaşadı ve hayata gözlerini orada kapadı. Onu ve gazelhan Urfalı sanatçıların kasetlerini hiç anlamadan nasıl ve niçin dinlediğimizi hâlâ çözemedim. Belki de müziğin kendine has diliydi bizi cezbeden. Sanki genlerimizde atalarımızdan kalan bir zevk ve kabulleniş hissi vardı. Belki de söylenen o sırlı kelimeleri anlamlı kılan da oydu. Ruhumuz bu müziği, bu nağmeleri bir yerlerden tanıyordu. Daha 1970’li yıllarda dinlediğim; Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir Men kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir beyitiyle başlayan ve Leylâ ile Mecnûn’dan alınan şiirin, bir gün Türkoloji tahsilinde imtihan sorusu olarak karşıma çıkacağını nereden bilebilirdim. Dedim ya daha küçücük bir çocuktum ve karşıma bir anlamlar deryası çıkmıştı. Hele; Tenhâ gecelerde beni eyler müteselli Baykuş sesini bülbül-i şeydâya değişmem beyiti, âdeta bir Sebk-i Hindî üslubuyla, yerleşmiş kalıpları alaşağı ediyordu. Baykuşu bülbüle tercih eden bu anlayışı, Sebk-i Hindî hakkında çalışırken yeniden keşfettim. Eski Urfa’da, bugünkü Ulucami’nin hemen arkasındaki mahallede yaşardık. Evler büyük eyvanlı ve serin mahzenli idi. Evlerin avlusuna “hayat” denirdi. Herkesin hayatı kendine idi ve hayatlarımız yüksek taş duvarlarla çevrili idi. Ama o yüksek duvarları aşıp sokağa taşan iki şey vardı: Sarmaşıklar ve gazeller... O yıllarda en çok Tenekeci Mahmut, Mükim Tahir ve Kazancı Bedih’in isimlerini duyardık... Poplar, arabeskler, yoz müzikler rağbet görmezdi. Dedim ya hayatlarımız yüksek taş duvarların arkasında yoksul, gururlu ve derin bir sessizlikte sürer giderdi. Aradan yıllar geçti. Hemşehrim Nâbî üzerinde doktora çalışması yapmak nasip olunca, biraz da o eski sesi aramak için kalkıp Urfa’ya gittim. Dar sokaklar, Filiz Çayevi, Bakırcılar Çarşısı ve Tütün Pazarı yerli yerindeydi. O zamanlar Halk Kütüphanesi’nde görev yapan değerli dostum Osman Güzelgöz’ün rahmetli pederi Tenekeci Mahmut’la görüşmek nasip oldu. Tenekeci Mahmut’la Nâbî hakkında hoş bir sohbetimiz oldu. Kazancı Bedih de Tenekeci Mahmut’un talebesi idi. Bu teneke, kazan lakapları beni alıp tâ Mevlânâ’nın Bakırcılar (veya Sahaflar) Çarşısındaki âhenge götürdü... Mevlânâ da herkesin gürültülü zannettiği bir mekânda “sonsuz bir âhengi” yakalamamış mıydı! ... Belki de Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı. Âhenk buradaydı ve o sonsuz âhengi bir kez yakalayan bir daha ondan kopamazdı. Kimbilir, belki de Bedih’in “Gül ruhlarını gonca-i zîbâya değişmem” mısralarından duyduğu zevk de o iklime aitti. Ümmî bir Anadolu sanatçısının eski zaman nağmelerini bu denli ustalıkla sergilemesi, elbette Kerkük-Urfa hattının zengin kültür ve sanat geleneğiyle de alakalıdır. Nitekim Urfa’da daha ziyade Nesimî, Fuzûlî, Nâbî gibi, bu kültür kuşağında yetişen şairlere ait gazeller okunmaktadır. Urfa’da müziğin ve klâsik Osmanlı kültürünün bu denli yoğun ve kesintisiz yaşamasında, elbette ki sıra geceleri, bağ yatıları, esvap geceleri ve daha nice vesileyle bir araya gelmenin ve “cemiyetle” birlikte yaşamanın da rolü büyüktür. Kazancı Bedih, 1929 yılında Şanlıurfa’nın Hekimdede Mahallesi’nde doğmuştu. Çocukluğumda o semtteki Hekimdede Türbesi’ni, bunaltıcı bir kalabalığın özellikle cuma geceleri ziyaret edip duâ ve niyazda bulundukları bir yer olarak hatırlıyorum. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı, Hz. Eyüb’ün çile çektiği daracık yeri, Balıklıgöl’ü, Harran’ı ve Urfa’daki pek çok esrarlı mekânı, şiir ve hoyratla bir araya getirince ne kadar büyülü ve zengin bir masalda yaşadığımı şimdilerde daha iyi anlıyorum. Bakırcılıkla uğraşırken bir nevi ritm ve âhenk eğitimi alan Bedih, “Halepli Bahçe”de uzun yaz gecelerini hoyratlarla karşılar. Bu arada ders aldığı hocası Tenekeci Mahmud’un üslubunu kısa sürede kapan ve kendine has yorumuyla yeteneğini ortaya koyan Bedih, sıra gecelerinin aranan ismi oluverir. Memurluk, ticaret ve zor hayat şartlarıyla mücadele sonunda yetmiş yaşında gelen şöhret! ... Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı Devretmediğim meclis-i rindân mı kaldı Konuk olduğu bir televizyon programıyla ve “Eşkıya” filminde bir gazel okumasıyla bütün Türkiye’nin dikkatini çeken Kazancı Bedih, daha önce çıkardığı onlarca mahalli kasetin aksine, bu kez bütün Türkiye’nin ilgiyle dinlediği daha profesyonelce hazırlanmış kasetlere imza atmıştır. Oğlu A. Naci Yoluk’u da kendi tarzı ve üslubunda yetiştirerek asırlarca yaşamayı başaran bir âhengin devamına vesile olmuştur. Bir gün büyüdüm. Başka âlemlerden gelen nağmeleri dinlerken “mest ü hayran” olup eski zamanın izlerini aramaya karar verdim. Üniversite yıllarında “Divan şiirinin bize ait olmadığı”, “halktan kopuk ve anlaşılmaz bir yüksek zümre edebiyatı olduğu” yolunda görüşlerle karşılaştım. Aydınlar, Anadolu’yla ve halkla aralarına aşılması imkânsız bir duvar örmüşlerdi ve bu yüzden Urfa’da hayatları çeviren yüksek taş duvarların arkasındaki zevkten ve kültürden habersizce yaşıyorlardı. Üniversitedeki yıllarımda, şimdi birçoğu üniversitelerde hoca olan arkadaşlarımla geceleri Filiz Çayevi’nde içemediğim çayları yudumlayıp Kazancı Bedih’in gazellerini dinlerdik. Tabiatıyla Eski Edebiyat notları da gayet iyi gelirdi. Çünkü değerli hocamız Ali Osman Coşkun Bey’in sorularına cevap verirken araya Kazancı Bedih’ten mısralar eklerdik! ... 20 Ocak 2004 tarihinde vefâtını, Amerika’da bulunduğum bir sırada öğrendiğim Kazancı Bedih’i rahmetle anarken, yazıma güftesi Şanlıurfalı Lütfî’ye ait olan ve Bedih’i Türkiye’nin gündemine taşıyan şu gazelle son vermek istiyorum:
Nice bu hasret-i dildâr ile giryân olayım Yanayım aşkınla biryân olayım
Görmedim gül yüzünü âh u figân etmedeyim Akıdıp göz yaşımı dert ile nâlân olayım
Kapladı bu nâr-ı firkat cism-i gam-âlûdemi Korkarım haşre kadar böylece sûzan olayım
Sevdiğim rahm et yeter incitme artık kalbimi Ger dilersen Yusûf-âsâ bend-i zindân olayım
Lütfîyim bülbül gibi gülşende feryâd ederim Vuslat-ı yâr ile ancak şâd u handan olayım.
Ne kadar masum bir yüzü vardı. Tarihin tuutuğu sicil defteri kadar derin izler taşıyordu yüz hatları..müthiş bir teslimiyet vardı o yüzde...kainatın sırrını çözmüş bir irfan adamının teslimiyeti.Okuduğu gazellerdeki derinlik işlemişti sanki anlına...
Garibanlığı mıydı beni ona çeken bilemiyorum ama urfalı ustaya derin bir saygı besliyordum.Diğer urfalı sanatçılara beslemediğim kadar. Belki de hala kazancılık yapması, hala bozulmaması,tevazusu diğerlerine benzememesiydi sebeb...
rahmet-i rahman kuşatır inşaallah sabah namazı kıldıktan sonra kendisine koşan bu güzel insanı ve eşini...allah rahmet eylesin.
Kazancı bedih bence bir okul öyleki ondan daha büyük daha edepli bir sanatçı yok.. Bir çok sanatçı... Onun ayağının vardığı yere başı varamaz...Allah nur içinde yatırsın Rabbim onu herhalde bizden daha çok seviyor galiba şimdiki sanatçılar ondan örnek alırlarsa bence daha başarılı olurlar....Herkese saygılar sunarım.Allaha emanet olun.....
bir urfalı olarak kazancı bedih bizim pirimizdi.muhteşem bir insandı ve onun sesi urfada ne ibo ne nuri sesigüzel ne urfalı başka sanatçılarda vardı! onun sesi başka bir renkti.kimseye benzemiyordu ve yorumu farklıydı.ibo hiç bir zaman zaten urfaya en ufak şekilde yardım etmedi.bir urfalı olarak ibodan zaten nefret ederim.keşke ibo urfalı olmasaydı.mahsun ise bedihten düet yaptı sadece ve sadece eminim reklam içindi.mahsun onu gündeme getirmek tanıtmak için değilde reyting yapmak ve kasetini satmak için yaptı....
allah rahmet eylesin PİRİMİZ KAZANCI BEDİHİ! ! !
hemşerisi ibrahim tatlısesin unuttugu ama diyarbakırlı MAHSUN KIRMIZIGÜL ün ölümüne günler kala ona duydugu saygı sayesinde........
adını duyup yüzünü mahsun kırmızıgül düetiyle gördüğümüz
yöresel urfa sanatçısı...
nemrudun kızı
yandırdı bizi
çaktı sillesini
felek misali
sil yazımızı
kurtar bizi
mevlam gör bizi
OCAGIM SÖNDÜ NASIL BELADIR
BIRAKIP GİTTİ BU NE DEVRANDIR
DÜNYA GÖZÜMDE KERBELADIR
ALLAHTAN BULSAN.....
kazancı bedih helal kazanç demek.her öününe gelenin sanatçı olduğu ve çoğunun villalarda oturup jiplere bindiği bu ülkede sanatının hakkını veren aldığı para helal olan ender üstadlardan.rahmetli özellikle gazel okumadaki üstün kabiliyeti,sesinin yanıklığı ve babacan yüzüyle türküler yaşadıkça var olacaktır kendisine ve eşi fatma hanıma rahmet dileğiyle...
kazancı bedih benim için asma yapraklarını üzüm kokularını bağları bahçeleri yitirip gittiğim çocukluğumu babamın dilinden dökülen gazelleri çağrıştırıyor.
Asafin miktarini bilmez Süleyman olmayan
Bilmez insan kadrini alemde insan olmayan ölürüm ey
Zülfüne dil vermeyen bilmez gönül ahvalini
anlamaz hal-i perisani persan olmayan
kazancı bedihe demişler sen tv ye neden çıkmıyosun, çıksan gençler de seni tanır..hadi sana bi klip mlip yapalım
kazancı bedih şöle der: ben tv de okusam memlekette rakı kalmaz :))))
Kazancı Bedih Ve Halkın Edebiyatı
Dr.Ali Fuat Bilkan
Aksiyon/Sayı: 477
Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı.
“Gam-ı aşkınla ahvâlim perîşan oldu gittikçe...”
Henüz küçük bir çocuktum. Okul dönüşlerinde Filiz Çayevi’nin önünden geçerken beni heyecanlandıran şiirleri, gazelleri ilk olarak o zaman tanıdım. Kıraathaneye giremediğim için kapıda uzun uzun bekler ve asırlar öncesinin seslerini taşıyan o nağmeleri içime çekerdim. O içli tambur sesiyle mis gibi kokan çayın ahengini sürekli içimde taşıdım... Urfa’da ikindi ezanı serinletici ve huzur verici bir gölge gibi uzayıp giderdi. Kazancı Bedih, Zeynel Abidin cümbüşünün esrarlı tellerine dokunurdu ve içimdeki âlemin sırlı kapıları bir bir açılırdı:
Ziyâ-yı şu’le-i hüsnün füzûn oldukça âlemde
Nice âşüfte diller mest ü hayran oldu gittikçe
Urfa’nın hani bir türküde, “daracık sokakta yâre kavuştum; yâr aşağı ben yukarı savuştum” diye tasvir edilen o daracık sokaklarında hep aynı müzik ve aynı âhenk yaşanırdı. Oturduğumuz ev Nâbî’nin mahallesine yakındı. Kazancı Bedih de o mahallede yaşadı ve hayata gözlerini orada kapadı. Onu ve gazelhan Urfalı sanatçıların kasetlerini hiç anlamadan nasıl ve niçin dinlediğimizi hâlâ çözemedim. Belki de müziğin kendine has diliydi bizi cezbeden. Sanki genlerimizde atalarımızdan kalan bir zevk ve kabulleniş hissi vardı. Belki de söylenen o sırlı kelimeleri anlamlı kılan da oydu. Ruhumuz bu müziği, bu nağmeleri bir yerlerden tanıyordu. Daha 1970’li yıllarda dinlediğim;
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünya nedir
Men kimem sâkî olan kimdir mey ü sahbâ nedir
beyitiyle başlayan ve Leylâ ile Mecnûn’dan alınan şiirin, bir gün Türkoloji tahsilinde imtihan sorusu olarak karşıma çıkacağını nereden bilebilirdim. Dedim ya daha küçücük bir çocuktum ve karşıma bir anlamlar deryası çıkmıştı. Hele;
Tenhâ gecelerde beni eyler müteselli
Baykuş sesini bülbül-i şeydâya değişmem
beyiti, âdeta bir Sebk-i Hindî üslubuyla, yerleşmiş kalıpları alaşağı ediyordu. Baykuşu bülbüle tercih eden bu anlayışı, Sebk-i Hindî hakkında çalışırken yeniden keşfettim.
Eski Urfa’da, bugünkü Ulucami’nin hemen arkasındaki mahallede yaşardık. Evler büyük eyvanlı ve serin mahzenli idi. Evlerin avlusuna “hayat” denirdi. Herkesin hayatı kendine idi ve hayatlarımız yüksek taş duvarlarla çevrili idi. Ama o yüksek duvarları aşıp sokağa taşan iki şey vardı: Sarmaşıklar ve gazeller...
O yıllarda en çok Tenekeci Mahmut, Mükim Tahir ve Kazancı Bedih’in isimlerini duyardık... Poplar, arabeskler, yoz müzikler rağbet görmezdi. Dedim ya hayatlarımız yüksek taş duvarların arkasında yoksul, gururlu ve derin bir sessizlikte sürer giderdi. Aradan yıllar geçti. Hemşehrim Nâbî üzerinde doktora çalışması yapmak nasip olunca, biraz da o eski sesi aramak için kalkıp Urfa’ya gittim. Dar sokaklar, Filiz Çayevi, Bakırcılar Çarşısı ve Tütün Pazarı yerli yerindeydi. O zamanlar Halk Kütüphanesi’nde görev yapan değerli dostum Osman Güzelgöz’ün rahmetli pederi Tenekeci Mahmut’la görüşmek nasip oldu. Tenekeci Mahmut’la Nâbî hakkında hoş bir sohbetimiz oldu. Kazancı Bedih de Tenekeci Mahmut’un talebesi idi. Bu teneke, kazan lakapları beni alıp tâ Mevlânâ’nın Bakırcılar (veya Sahaflar) Çarşısındaki âhenge götürdü... Mevlânâ da herkesin gürültülü zannettiği bir mekânda “sonsuz bir âhengi” yakalamamış mıydı! ... Belki de Kazancı Bedih’in şöhreti yakaladığı yerde, hayatının son yıllarında yeniden kazancılık mesleğine dönmeye karar vermesinin de bir anlamı vardı. Âhenk buradaydı ve o sonsuz âhengi bir kez yakalayan bir daha ondan kopamazdı. Kimbilir, belki de Bedih’in “Gül ruhlarını gonca-i zîbâya değişmem” mısralarından duyduğu zevk de o iklime aitti. Ümmî bir Anadolu sanatçısının eski zaman nağmelerini bu denli ustalıkla sergilemesi, elbette Kerkük-Urfa hattının zengin kültür ve sanat geleneğiyle de alakalıdır. Nitekim Urfa’da daha ziyade Nesimî, Fuzûlî, Nâbî gibi, bu kültür kuşağında yetişen şairlere ait gazeller okunmaktadır. Urfa’da müziğin ve klâsik Osmanlı kültürünün bu denli yoğun ve kesintisiz yaşamasında, elbette ki sıra geceleri, bağ yatıları, esvap geceleri ve daha nice vesileyle bir araya gelmenin ve “cemiyetle” birlikte yaşamanın da rolü büyüktür.
Kazancı Bedih, 1929 yılında Şanlıurfa’nın Hekimdede Mahallesi’nde doğmuştu. Çocukluğumda o semtteki Hekimdede Türbesi’ni, bunaltıcı bir kalabalığın özellikle cuma geceleri ziyaret edip duâ ve niyazda bulundukları bir yer olarak hatırlıyorum. Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı, Hz. Eyüb’ün çile çektiği daracık yeri, Balıklıgöl’ü, Harran’ı ve Urfa’daki pek çok esrarlı mekânı, şiir ve hoyratla bir araya getirince ne kadar büyülü ve zengin bir masalda yaşadığımı şimdilerde daha iyi anlıyorum. Bakırcılıkla uğraşırken bir nevi ritm ve âhenk eğitimi alan Bedih, “Halepli Bahçe”de uzun yaz gecelerini hoyratlarla karşılar. Bu arada ders aldığı hocası Tenekeci Mahmud’un üslubunu kısa sürede kapan ve kendine has yorumuyla yeteneğini ortaya koyan Bedih, sıra gecelerinin aranan ismi oluverir. Memurluk, ticaret ve zor hayat şartlarıyla mücadele sonunda yetmiş yaşında gelen şöhret! ...
Nûş etmediğim dehrde peymâne mi kaldı
Devretmediğim meclis-i rindân mı kaldı
Konuk olduğu bir televizyon programıyla ve “Eşkıya” filminde bir gazel okumasıyla bütün Türkiye’nin dikkatini çeken Kazancı Bedih, daha önce çıkardığı onlarca mahalli kasetin aksine, bu kez bütün Türkiye’nin ilgiyle dinlediği daha profesyonelce hazırlanmış kasetlere imza atmıştır. Oğlu A. Naci Yoluk’u da kendi tarzı ve üslubunda yetiştirerek asırlarca yaşamayı başaran bir âhengin devamına vesile olmuştur.
Bir gün büyüdüm. Başka âlemlerden gelen nağmeleri dinlerken “mest ü hayran” olup eski zamanın izlerini aramaya karar verdim. Üniversite yıllarında “Divan şiirinin bize ait olmadığı”, “halktan kopuk ve anlaşılmaz bir yüksek zümre edebiyatı olduğu” yolunda görüşlerle karşılaştım. Aydınlar, Anadolu’yla ve halkla aralarına aşılması imkânsız bir duvar örmüşlerdi ve bu yüzden Urfa’da hayatları çeviren yüksek taş duvarların arkasındaki zevkten ve kültürden habersizce yaşıyorlardı. Üniversitedeki yıllarımda, şimdi birçoğu üniversitelerde hoca olan arkadaşlarımla geceleri Filiz Çayevi’nde içemediğim çayları yudumlayıp Kazancı Bedih’in gazellerini dinlerdik. Tabiatıyla Eski Edebiyat notları da gayet iyi gelirdi. Çünkü değerli hocamız Ali Osman Coşkun Bey’in sorularına cevap verirken araya Kazancı Bedih’ten mısralar eklerdik! ...
20 Ocak 2004 tarihinde vefâtını, Amerika’da bulunduğum bir sırada öğrendiğim Kazancı Bedih’i rahmetle anarken, yazıma güftesi Şanlıurfalı Lütfî’ye ait olan ve Bedih’i Türkiye’nin gündemine taşıyan şu gazelle son vermek istiyorum:
Nice bu hasret-i dildâr ile giryân olayım
Yanayım aşkınla biryân olayım
Görmedim gül yüzünü âh u figân etmedeyim
Akıdıp göz yaşımı dert ile nâlân olayım
Kapladı bu nâr-ı firkat cism-i gam-âlûdemi
Korkarım haşre kadar böylece sûzan olayım
Sevdiğim rahm et yeter incitme artık kalbimi
Ger dilersen Yusûf-âsâ bend-i zindân olayım
Lütfîyim bülbül gibi gülşende feryâd ederim
Vuslat-ı yâr ile ancak şâd u handan olayım.
Allah rahmet eylesin ona ve esine...
insaallah mekanları cennet olur...
Ne kadar masum bir yüzü vardı. Tarihin tuutuğu sicil defteri kadar derin izler taşıyordu yüz hatları..müthiş bir teslimiyet vardı o yüzde...kainatın sırrını çözmüş bir irfan adamının teslimiyeti.Okuduğu gazellerdeki derinlik işlemişti sanki
anlına...
Garibanlığı mıydı beni ona çeken bilemiyorum ama urfalı ustaya derin bir saygı besliyordum.Diğer urfalı sanatçılara beslemediğim kadar. Belki de hala kazancılık yapması, hala bozulmaması,tevazusu diğerlerine benzememesiydi sebeb...
rahmet-i rahman kuşatır inşaallah sabah namazı kıldıktan sonra kendisine koşan bu güzel insanı ve eşini...allah rahmet eylesin.