Kültür Sanat Edebiyat Şiir

kapitalizm sizce ne demek, kapitalizm size neyi çağrıştırıyor?

kapitalizm terimi Stu tarafından tarihinde eklendi

  • Depeche Mode
    Depeche Mode

    sadece kar sadece kar sadece kar sadece para sadece para sadece para...........

  • Hatice Yavuzdurmaz
    Hatice Yavuzdurmaz

    belki de okumayı bilmiyodur...

  • Hatice Yavuzdurmaz
    Hatice Yavuzdurmaz

    virüsleerrrr! ! !

  • Depeche Mode
    Depeche Mode

    yedin bitirdin bizi kene gibi,düş artık yakamızdan.....

  • Bülent Ordulu
    Bülent Ordulu

    kapitalizm ne demektir?

  • İrem Onar
    İrem Onar

    ruhların satılığa çıktığı pazar....

  • Sezgin Yeşiltaş
    Sezgin Yeşiltaş

    Hani arslan, ingilizle çinliye saldırmışta ingiliz apar topar kaçarken, çinli spor ayakkabılarını giymeye başlamış.
    İngiliz gülmüş;
    - o ayakkabılarla aslandan hızlı koşabileceğini mi sanıyorsun
    demiş. Çinli de;
    - seni geçsem yeter..
    demiş ya :)

  • Esra Aser
    Esra Aser

    MADDEYE TAPINMACILIK...

  • Oguzcan Demir
    Oguzcan Demir

    kapitalizm öldü yaşasın neo liberalizm

  • Mehmet Fatih Sönmez
    Mehmet Fatih Sönmez

    Batı dünyasında feodalizmin çöküşünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcılık, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Girişinin Ekonomisi adlarıyla da anılır. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliği üretim araçlarının büyük çoğunluğunun özel ellerde bulunması ve üretimle gelir bölüşümüne önemli ölçüde piyasaların işleyişinin yön vermesidir.

    Kökleri ilkçağa kadar uzanan kapitalizm Ortaçağın sonlarına doğru Avrupa'nın belirli bölgelerinde gelişmeye başladı. Ancak bir sistem olarak yerleşmesi onaltıncı yüzyıldan sonra gerçekleşti. Onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllarda İngiliz kumaş sanayisindeki büyüme kapitalizmin gelişimini hızlandırdı. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aşan bölümünün üretim kapitalitesinin genişletilmesi amacıyla kullanılmasıyla ayrılıyordu. Birçok tarihsel etmen de bu gelişmeyi pekiştirdi. Onaltıncı yüzyıldaki reform hareketinin çabasını aşağılayan geleneksel ahlâkın etkilerini kırarken çok çalışma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandırdı. Artık ekonomik eşitsizlik zenginlerin de ahlâklı olabileceği gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.

    Kapitalizmin gelişmesine katkıda bulunan diğer bir etmen de Avrupa'da değerli maden arzındaki artış ve bunun sonuncunda fiyatların yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hızlı arttığından enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandı. İlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çıkmasında da yararlandılar. Bu devletlerin izlediği ulusal güçlenme politikaları bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi gelişme için gerekli temel toplumsal şartların oluşmasını ve sonuç olarak ağırlığın devletten özel teşebbüse kaymasını sağladı.

    İngiltere'de onsekizinci yüzyılda kapitalist gelişmenin odağı ticaretten sanayiye kaydı. Önceki yıllarda sağlanan sermaye birikimi, Sanâyi Devrimi sırasında teknik bilginin sanayiye uygulanması yolunda kullanıldı. Adam Smith (1723-1790) 'Ulusların Zenginliğinin Nedenleri ve Kaynakları Üzerine bir inceleme' adlı eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumların gelişmesini Marksist kurama benzer biçimde çeşitli aşamalara ayırıyordu. Buna göre toplumlar avcılık, göçebeliğe dayalı tarım, feodal çiftçilik ve ticari karşılıklı bağımlılık aşamalarından geçerler. Her aşamanın kendine özgü kurumları vardır. Sözgelimi avcılık aşamasında mülkiyet olmadığı için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli orduların yanısıra özel mülkiyetin ve çeşitli ayrıcalıkların korunmasını aracı olarak devlet kurumu gelişti. Böylece daha karmaşık bir örgütlenme ortaya çıktı. Ücretleri loncaların yerine piyasaların belirlediği, özel girişime devletçe konan kısıtlamaların kalktığı son aşama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandırılan 'kusursuz özgürlük' aşamasıdır. Bu aşamada bireylerin tutkuları doğrultusunda kendi durumlarını iyileştirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakımdan yararlı sonuçlara dönüştüren mekanizma rekabettir. Örneğin bireylerin rekabete dayalı mücadelesi sayesinde malların fiyatları, geçici sapmalar dışında üretim maliyetini denk düşen doğal düzeylerde oluşur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sınıfını oluşturan işçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasında gene ortak yararı en yüksek düzeye çıkarılacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüşülür. Dolayısıyla kendi kendine işleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizması devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliği sağlar. Bireylerin kendi çıkarları peşinde koşması ulusal zenginliği de artırır. Ekonomideki üretkenlik artışının temeli ise emeğin iş bölümüdür. Bireyler işbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artırırken aynı zamanda toplumsal üretkenliğin de artmasına katkıda bulunur. Rekabetçi sistemin isleyişini engelleyecek ayrıcalıklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediği sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliğinden en iyi noktaya ulaşacaktır.

    Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları'nın feodalizmin kalıntılarını silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiği politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. Ondokuzuncu yüzyılda siyasal liberalizmin başlıca politikaları serbest ticaret, sağlam para (altın standardı) , dengeli bütçe ve sosyal yardımların son derece kısıtlı tutulması biçiminde kendini gösteriyordu.

    I. Dünya Savaşı kapitalizmin gelişmesinde bir dönüm noktası oldu. Savaştan sonra uluslararası piyasalar daraldı, altın standardının yerini uluslararası para birimi aldı, bankacılık alanında hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afurika ve Asya ulusları sömürgeciliğe karşı başarılı mücadelelere giriştiler ve dış ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalımı pek çok ülkede devletin ekonomiye karışmamasını öngören kapitalizmin ünlü 'bırakınız yapsınlar' politikasına son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceğine ilişkin şüpheleri artırdı. Ama II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki başarısı sistemin yaşama gücünü sürdürdüğünü göstermekle kalmayarak Son yıllarda doğu bloğu ülkelerini de etkileyerek komünizme karşı sürdürdüğü rekabette önemli ölçüde başarı kazandı.

    Günümüzde en yaygın ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kuralları, amaçları ve sonuçları bakımından İslâm'ın tam karşısında yer alır. Kapitalizmin temelini maddecilik oluşturur. İnsana öngördüğü biricik amaç maddi zenginliğe ulaşmak ve bunu dilediğince tüketmektir. Bu amaca ulaşmak isteyen bireye sınırsız bir özgürlük tanır. Bu nedenle aşırı ölçüde bireycidir. İnsan ve toplum hayatında belirleyici olarak kabul ettiği tek ilke piyasa şartları ve rekabettir. Fırsatçılık ve acımasızlık ise onun ahlâk kurallarıdır. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiği insanlar tutkuları yönünde hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bütün bunlar kapitalizmi insanlık dışı bir sistem durumuna götürmüştür. Bireye tanıdığı sınırsız özgürlük ve kabul ettiği 'bırakınız yapsınlar' kuralı doğal olarak en çok sermaye sahiplerinin işine yaradığı için büyük kitlelerin yoksullaşmasına, sömürülmesine yol açmıştır. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sınırlarını aşarak dünya ölçüsünde yayılmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarını yağmalamaya götürmüştür. Bu nedenle kapitalizm İslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması gereken başlıca nedenlerinden birisidir.

  • Doğukan Dülger
    Doğukan Dülger

    kapitalizm birilerine göre uygar dünya anlayısı olsada aslında dünyayı beyinlerin degilde sermayenin yönetmesidir.emege saygısızlık.paraya sadakattir

  • Serener Süğlünoğlu
    Serener Süğlünoğlu

    Kapitalizm günümüzün değişmezi bir sistemdir her ne kadar bunu yazmayı istemesemde bu sistemin içinde birşeyleri doğruyapmanın yollarını aramalıdır insanlar.Örnek:Geçen gün Doğu bölgemizden Ağalarının kötü yönetimi yüzünden köylerinden göçe zorunlu kalmış köylü reçbeleri izledim ve hepsi çok üzgün ve çaresizdiler eski düzenlerinin tekrar AĞA tarafından sağlanmasını istiyorlardı.(İşte soru burda)

  • Yakup Gülşen
    Yakup Gülşen

    Bence sömürülmektir.İşçilerin Emekçilerin sömürülmesinden başka bir anlam ifade etmiyor. sosyalizm istemeliyiz

  • F
    F

    Hucûrat 49 / 9: '...Şüphesiz Allah, adil olanları sever.'

  • Deniz Yılmaz
    Deniz Yılmaz

    İNSANI İNSANLIĞINDAN UZAKLAŞTIRAN SİSTEM

  • F
    F

    Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Türkiye’deki yapısal toplumsal dönüşümleri, yeni liberal politikaları ve sonuçlarını, İş Yasası’ndaki düzenlemeleri ve sonuçlarını açıkladı.

    Yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışının fiilen ortadan kalktığını, uygulamada sadece sermayenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığını ve iş güvencesinin giderek işyeri güvencesine dönüştüğünü savunan Müftüoğlu’nun görüşleri şöyle:

    1980’den günümüze Türkiye’de önemli yapısal-toplumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Günlük yaşantımızı ve çalışma yaşamını tepeden tırnağa değiştiren tüm bu değişiklikler, söylendiği gibi küreselleşmenin bir sonucu mudur? Bu süreçten olumsuz etkilenen toplumsal kesimler üzerindeki sonuçları nedir?

    Türkiye’de 1980’li yıllar ile başlayan değişim ve yeniden yapılanma süreci esas olarak, 24 Ocak Kararları ile uygulamaya konulmuş ve 12 Eylül darbesinin hazırlamış olduğu koşullar içerisinden fiilen yaşama geçirilmiştir.

    24 Ocak Kararları ile getirilmek istenen, kapitalist sistemin 1970’li yılların başlarında içine girmiş olduğu krizden çıkışın çaresi olarak kabul gören yeni-liberal politikaların Türkiye’de uygulanmasıdır.

    Ancak, 1980 yılının siyasal ve toplumsal yapısı içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere hemen tüm toplum kesimlerindeki politik duyarlılık, sermaye dışı toplum kesimleri için bir çok kazanımın geri alınmasını ifade eden, yeni liberal politikaların yaşama geçirilmesini engellemiştir.

    Bu nedenle, 24 Ocak Kararlarının üzerinden henüz sekiz ay geçmişken, 12 Eylül darbesi gelmiştir. 12 Eylül darbesi ile birlikte, başta sendikal hareket olmak üzere tüm toplumsal muhalefet en sert biçimde baskı altına alınmıştır. Başta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve DİSK’e bağlı sendikalar olmak üzere bir çok sendika kapatılmış ve sendikacılar mahkum edilmiştir. Sendikalar dışında toplumsal muhalefete öncülük yapan sol parti ve örgütler de yine sendikaların ve sendikacıların akıbetine uğramıştır.

    Bu baskı ortamı içerisinde de uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni liberal değişim süreci yaşama geçirilmiştir.

    Kapitalist sistemde yeni bir birikim modelini de ifade eden yeni liberalizmin temel hedefi: Üretimin yeniden biçimlenmesi bağlamında, uluslararası pazarın genişlemesi ve ihracatın arttırılması, artık değeri yükseltmek üzere ucuz işgücü bölgeleri bulunması, emek sürecinde verimliliği arttıracak yeni örgütlenme biçimleri ve teknolojik değişiklikler ile yeni üretim alanları bulmak gibi yeniden yapılanma olarak da nitelenebilecek çabaların ön plana çıkartılmasıdır.

    Yeni liberal politikaların uygulanması ile birlikte, sermayenin küreselleşmesi, yoğun teknolojik değişim, üretim tekniklerinin yeniden organize edilmesi ve finansal yeniden yapılanmayı içeren bir uyum sürecine girilmiştir. Böylelikle de kapitalist girişimin yeni hedefi olan üretim sistemlerinde esneklik büyük önem kazanmıştır.

    Üretim sistemlerinin esnekliği, çalışma ilişkilerinde emekçilerin yüz yıllar süren mücadeleleri sonucunda elde edilmiş olan bir çok kazanımın ortadan kaldırılması ve emek sürecinde kontrolün bütünüyle sermaye sahibinin eline geçmesi anlamını taşımaktadır.

    Öte yandan, üretim sistemlerinin esnekleşmesi ile birlikte, emeğin ve istihdamın yapısı da önemli biçimde değişmektedir.

    Bu bağlamda, aynı işyerinde aynı işi yapan işçiler, farklı çalışma statülerinde (örneğin; kısmi süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sözleşmeli çalışanlar vb) , farklı çalışma sürelerinde çalışmaktadır. Öte yandan, performans değerlendirme gibi sistemlerle, emekçiler birbirleri ile rekabet içerisine sokulmaktadır. Tüm bunlar, işçi sınıfının kendi içinde tabakalaşmasına neden olmaktadır.

    Bu da işçilerin birlik ve dayanışmasının azalmasına dolayısı ile de sendikal örgütlenmenin azalmasına neden olmaktadır. Örgütlenmenin azalması ile güç kaybeden sendikalar ise işçi sınıfı hareketinin daha da zayıflaması anlamına gelmektedir.

    İşte, önümüze 'çağdaşlaşma' olarak getirilen koşulların temel amacı, emek sürecinde artı değeri, yani sömürü düzeyini daha da arttırmaktır. Böylece, sermaye merkezileşerek büyürken emekçiler, sürekli işsizlik tehdidi altında daha fazla yoksullaşacaklardır.

    4857 sayılı İş Kanunu işverenler tarafından 'çağdaş bir yasa' olarak değerlendirilmektedir. Eylem ve etkinliklerle karşı duruşu örgütleyen sendikalar ise çağdaş olmamakla suçlanmaktadır. İş kanunundaki güçsüzü koruma felsefesinin terk edilmesini çağdaşlık olarak adlandırmak mümkün müdür?

    Sermaye dışı toplum kesimlerinin aleyhine olan diğer düzenlemeler gibi 4857 sayılı Kanunun hazırlık ve yasama sürecinde de 'çağdaşlık' kavramı kullanıldı. Eğer, uluslararası sermayenin yönettiği ve yönlendirdiği kurumların (DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü, IMF-Uluslararası Para Fonu, DB-Dünya Bankası, AB-Avrupa Birliği vb.) kendi çıkarları doğrultusunda tasarladıkları 'dünya düzenini' kayıtsız şartsız benimsiyorsanız, getirilen düzenlemeleri 'çağdaşlık' olarak kabul edebilirsiniz.

    Bu bağlamda, diğer sorunuzda da değinmeğe çalıştığım gibi emek sürecinde ve buna bağlı olarak da tüm toplumsal düzende kontrolün tamamen sermayenin eline geçmesini, sömürü düzeninin daha da artmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın daha da yaygınlaşmasını 'çağdaşlık' olarak görebilirsiniz.

    Çalışma yaşamını bütünüyle esnekleştiren yeni İş Kanunu’nu işveren kesimi ve onun yandaşları 'çağdaşlık' olarak gördüler. Bana kalırsa bunda da çok haklılardı. Gerçekten, bu yasanın işverenlere sağlayacağı çıkarları düşününce 'çağdaşlık' kavramı bile yetersiz kalır.

    Ama emekçiler ve emekten yana olan kesimler için bu yasal düzenleme 'çağdaşlık' değil, tam anlamıyla 'çağdışı'lıktır. Çünkü bu yasa ile getirilen, emekçilerin 19. Yüzyıl koşullarından çok daha kötü şartlarda çalıştırılmaya mahkum edilecekleri anlamını taşımaktadır. Yani emekçiler için bu yasalar iki yüzyıl geriye dönüş demektir.

    Emekçiler için böylesine olumsuz olan bir yasanın çıkartılmasına karşı sendikaların almış oldukları tavrı çağdaş olmamak diye değerlendiremeyiz tabii ki. Böyle bir yasaya en etkin biçimde karşı koymak işçi sınıfının temsilcisi olan sendikaların en önde gelen görevidir.

    İş Kanunun çıkartılma sürecinde sendikaların konumunu değerlendirmek gerekirse, burada söylenecek çağdaş olmamak üzerinden değil, tam aksine sendikaların yasaya karşı yeterli muhalefeti gösteremedikleri üzerinden olmalıdır.

    657 sayılı yasa ile çalışma koşulları düzenlenen memurların önemli bir bölümü, İş Kanundaki değişikliklerle eş zamanlı olarak getirilmek istenen yeni 'kamu personel rejimi' ile işçi ve sözleşmeli personel statüsüne geçirilmek istenmektedir. Bu yasal düzenlemeler ile nasıl bir çalışma yaşamı hedeflenmektedir?

    Yeni liberalizm bir taraftan üretim süreçlerinde esnekliği getirirken, diğer taraftan da 'sosyal devlet' olgusunu ortadan kaldırmakta ve kamu hizmetlerinin bütünüyle piyasalaşmasını öngörmektedir. Bu bağlamda, kamu eliyle sunulan üretim ve hizmetin hiçbir farkı kalmamakta ve kapitalist emek sürecinin tüm kuralları kamu emekçileri için de geçerli olmaktadır. İşte bu nedenle, kamu hizmetlerinin sunumunda geçerli olan emek süreci de esnekleştirilmektedir.

    657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 1475 sayılı İş Kanunu gibi fordist üretim sisteminin ve sosyal devlet anlayışının geçerli olduğu bir dönemde çıkartılmıştır. Bu nedenle, 657 sayılı yasa, kapsamında yer alan emekçiler için oldukça gelişmiş düzeyde iş güvencesi sağlamaktadır. Bu da yeni liberalizmin öngördüğü çalışma koşulları için oldukça 'katı' olarak görülmektedir.

    Bu katılığın ortadan kaldırılması ve kamu hizmeti sunanların da diğer emekçiler için gerçekleştirilen düzenlemelere tabi olması hedeflenmektedir. İşte bu nedenle, IMF, Dünya Bankası ve AB’nin de dayatmaları ile kamuda çalışmayı esnekleştirmeyi içeren 'kamu personel rejimi' en kısa sürede yasalaştırılacaktır.

    Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, 4857 Kanunun kabulünün ardından yaptığı konuşmada, yasanın 'Ne bir kölelik yasası ne de angarya yasası' olduğunu bildirerek, 'Bu yasa, dünyadaki gelişmelere Türk çalışma mevzuatının uyarlanmasıdır' dedi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

    Sayın Bakan’ın, bu yasa ile Türk çalışma mevzuatının dünyadaki gelişmelere uyarlandığı yönündeki düşüncesine katılıyorum. İlk sorunuzda da belirtmeye çalıştığım gibi bugün getirilen düzenlemeler, 1970’lerden bu yana kapitalist ekonomilerde uygulana gelen politikaların bir parçasıdır. Bu nedenle yasanın; kapitalist sistemin uluslararası örgütlerinin ikili ya da çok taraflı sözleşmeler yoluyla dayattığı koşullarda, Türkiye’nin kapitalist sisteme uyumunu hedeflediğini söylemek yanlış değildir.

    Ancak, Bakan’ın bu yasanın bir kölelik yasası olmadığı yönündeki düşüncesine katılmıyorum. Zira, daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu yasa, çalışma yaşamını, 'vahşi kapitalizm' olarak tanımlanan döneme geri götürmektedir. İşsizliğin, yoksulluğun giderek yaygınlaştığı günümüzde yasa ile getirilen düzenlemeler, emekçileri bütünüyle sermayeye bağımlı hale getirecektir. Bunu da 'kölelik' dışında başka bir kavramla tanımlayamayız. Hatta, ilk çağlarda sahiplerin kölelerin ve ailelerinin korunmasından da sorumlu olduğu düşünüldüğünde, mevcut düzenin kölelikten daha da kötü koşulları getirdiğini söylemek abartılı olmayacaktır.

    Çalışanların son yirmi yıldır en önem verdikleri talep olan iş güvencesinin, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı biçimde tüm çalışanları kapsayan bir hak olmaktan çıkarılarak etkisiz kılınması, 'iş güvencesi' yerine 'işyeri güvencesinin' alternatifi haline getirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Daha önce de söylediğim gibi yeni liberalizmle birlikte 'sosyal devlet' anlayışı fiilen ortadan kalkmıştır. Anayasa’da 'sosyal devlet' kavramının yer alması hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki yakın bir zaman da Anayasa’dan bu ifadenin bütünüyle kaldırılması da sürpriz olmaz. Artık uygulamada olan tek bir Anayasa vardır, o da sermayenin ihtiyaçlarıdır. 1980’den bu yana tüm hükümetler bu Anayasa’nın gereklerini yerine getirmektedir. Böyle bakınca, iş güvencesinin, işyeri güvencesine dönüşmesini de yadırgamamak gerekir.
    5 Eylül 2003 - www.sendika.org

  • F
    F

    “Dünyanın en zengin 200 kişisinin toplam serveti, yeryüzündeki en yoksul 2,5 milyar insanının toplam gelirinden fazla. Dünyadaki 89 ülke son 10 yılda 23 kat yoksullaştı. Konuşmamda herkesi insanlık değerleri üzerinde yeniden düşünmeye çağırdım. Kapitalist sistem 300 yıldır dünyaya yön veriyor. (…) Niye terörizm patladı? Çünkü bugünkü sistemler, uydurma demokrasi sistemidir ve insanlığın faydasına işlemiyor.” (Yaşar Kemal)

  • F
    F

    Kapitalizme Taze Kan: YAPAY KRİZLER

    Kapitalizm çılgın bir sel gibi önündeki engelleri (? ? ?) yerle bir ederek yoluna devam ediyor ve toplumların özgün kültürel, ekonomik ve sosyal koşullarını dikkate alarak her coğrafyada farklı bir reçete uyguluyor. Bu reçete, bizimki gibi geliştirilmemiş ülkelerde kendini “kriz” şeklinde gösterirken, kimi gelişmiş bölgelerde ise “refahın (egemenler hariç) çeşitli sosyal gruplar arasında bölüşülmesi” masalı ardına gizlenen sermayenin, zamanında bir gün geri alınmak koşuluyla vermeye razı olduğu ödünleri birer birer geri alması şeklinde yaşanıyor.

    Kimilerince gelişmekte olan, fakat aslında sistemin doğası gereği geri bıraktırılmış olan ülkelerde özellikle son dönemde sayıları hızla artan krizler, Marxist’leri sadece heyecanlandırmakla kalmıyor ayrıca her seferinde yeni umutların yeşertilmesine de yol açıyor. Ancak, Asya krizi sonrasında ortaya saçılan belgelerin, yaşanan sözde “kriz”in gerçekte uluslararası finans kapitalin egemenleri tarafından, Wall Street gökdelenlerinden birinin gizli toplantı salonunda ve bir dünya haritası üzerinde daha 1991 yılında kurgulandığını göstermesi sonrasında kafalarda yeni soru işaretleri ve sorgulamaların başladığı, kriz tartışmalarının Manifesto’dan 150 yıl sonra ilk kez farklı boyutta da ele alınmasının bir zorunluluk olduğu görüşü belli kesimlerce kabul ediliyor.

    Gazeteler, her kriz sonrasında olduğu gibi bu kez de birilerinin büyük vurgun vurduğunu duyuruyor. Bu nasıl krizdir ki, her defasında nemalanan sınıf hiç değişmezken, milyonlarca emekçi halk daha da yoksullaşıyor? Uygulamaya konduğu günden beri bilim insanlarının eleştirilerine hedef olan “istikrar programı”nın sadece parasal hedeflere endekslenmesi ve üretim ayağının tamamen göz ardı edilmiş olması nasıl olup ta bu ülkede ürettiğini, istihdam yarattığını iddia eden işveren örgütlerinin desteğini alabiliyor? Gecelik faiz oranları %7000’e yükseldiğinde bundan kimler çıkar sağlıyor? Krizden hemen önceki iki işgününde Merkez Bankasınca piyasaya verilen 7 milyar $ tutarındaki dövizi kimler satın alıyor? Döviz fiyatlarının dalgalanmaya bırakılması gibi radikal bir kararın alındığı bir Bakanlar Kurulu toplantısına nasıl olup ta Bankaların yönetim kurulu başkanları da katılabiliyor?
    Bu, güdümlü krizlerden her seferinde nemalanarak ve daha da güçlenerek çıkan sermaye sınıfının kendi içinde de çeşitli düzeylerde kayıpların ve tasfiyelerin yaşandığı reddedilemeyecek bir gerçektir. Ancak, bir sınıf olarak bakıldığında sermaye, “kriz” dönemlerinde birikimini spekülatif yoldan arttıranların da katılımıyla bu kayıpların sistem üzerindeki etkilerini azaltabilmektedir.

    Diğer yandan bize göre asıl yapılması gereken bu krizlerin kapitalizmin ilk ciddi bunalımı olarak kabul edilen 1929 dünya ekonomik buhranı ve daha da önemlisi bu buhran sonrasındaki gelişmelerle karşılıklı olarak analiz edilmesi ve benzerliklerle, ayrışmaların sağlıklı olarak saptanmasıdır:

    - 1929 dünya bunalımı, yer küreyi cehenneme çeviren yeni bir paylaşım savaşına yol açmıştır.

    - Savaş sonrasında ortaya çıkan ve kapitalizmi tehdit eder bir konuma gelen iki kutuplu dünya, sistemi yeni bir ekonomik yapılanmaya zorlamış ve sermaye istemeden de olsa “sosyal devlet” tavizini vermek zorunda kalmıştır.

    - Özellikle Avrupa’da kamu kesimi güçlendirilmiş, sermayenin kar oranlarında ciddi bir düşüş yaşanırken, işçi sınıfının kazanımları süreç içersinde yükselmiştir.

    - 1929 bunalımından da karlı çıkan kesimler olmuş, yeni zenginler türemiştir. Fakat, küresel bir çöküş olması dolayısıyla, toplam tüketimin büyük bir düşüş göstermesi, finans piyasalarının yeterince gelişmemiş olmasından ötürü sermayenin üretime bağımlılığının bu güne oranla çok daha yüksek olması sonucunda kar oranları da ciddi biçimde gerilemiştir.

    - Önce ekonomik kriz ve ardından yaşanan paylaşım savaşı, sömürgecilik karşıtı ve bağımsızlık yanlısı hareketleri güçlendirmiş; Batı’nın temsil ettiği adaletsiz düzeni reddeden, ancak Sovyet yörüngesine de girmek istemeyen ülkeler “Bağlantısızlar Bloku” nu oluşturmuşlardır.

    Sonuç olarak, 1929 dünya ekonomik krizi kapitalizmin bağrında büyük bir yara açmış ve sistemi, kendini korumaya yönelik adımlar atmaya dahası, tavizler vermeye zorlamıştır.

    Fakat neo-liberal kapitalizmin krizlerine göz atıldığında belirgin bir ortak özelliğin öne çıktığı fark ediliyor: Kapitalizm, bir sistem olarak büyük bir özgüven ve kararlılık içersinde, hiç bir önlem almayı ya da belli tavizler vermeyi düşünmüyor. Hatta, krizlere alışın dercesine artık bir “Kriz Yönetimi” (Crisis Management) sektörü bile oluşturmuş durumda. Daha önce sömürge ülkelerin mücadeleleri sonucunda kazanılan “siyasi bağımsızlıklar”, bugün artık yapay ekonomik krizler yardımıyla geri alınmakta, ancak görüntüsel anlamda bir bağımsızlık hala varmış gibi gösterilmeye çalışılmakta. Politikacılar, kendilerinin bir piyon olarak kullanıldığı bu süreci isimlendirememenin telaşı içindeler, tıpkı Türkiye’nin 57. Hükümetinde Başbakan Yardımcılığı gibi önemli bir görevi üstlenmiş olan Mesut Yılmaz’ın krizin ilk günlerinde TV kameraları önünde belirttiği gibi:
    “Bu, zaten beklenen ve hedeflenen bir durumdu. Yaz aylarında geçmeyi planladığımız dalgalı kur sistemine biraz erken geçtik hepsi bu.”
    Anlaşılacağı gibi bu cümleden bir kriz çıkarsaması yapmak mümkün olmadığı gibi, yaşanan kaosun bir hedef olduğu gibi bir sonucun çıkarılması gerekiyor. Fakat, aynı ropörtaj sırasında gazetecilerin yönelttiği “önümüzdeki aylarda tekrar benzer bir krizin yaşanacağı beklentisi” ile ilgili soruya verilen yanıt daha da ilginç ve siyasilerin nasıl derin bir tutarsızlık içersinde olduklarını ortaya koyuyor:

    “Umarım herkes bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkarmıştır ve bunu tekrar yaşamayız.”

    IMF ve Dünya Bankası politikalarının yaşanan krizle ilgili olup, olmadığı konusuna gelince, T.MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu olarak bu konuda sadece bir önermede bulunup, bir de küçük hatırlatma yapmakla yetiniyoruz: Brettton Woods ikizlerinin ülkemizdeki krizle bağlantısını anlamak isteyenlere 2000 yılı ilkbaharında Grubumuzca hazırlanıp, Türk Tabipleri Birliği tarafından basılmış bulunan “Kapitalizmin Kaleleri –I” başlıklı kitabı bir kez daha dikkatle okumalarını öneriyor ve kitabın 14. sayfasından alıntı yaparak ilgili bölümü kısaca hatırlatmak istiyoruz:

    “IMF, dünya çapındaki bağımlılaştırma politikalarını yürütürken Merkez Bankalarını sıkı bir şekilde izlemektedir. Hedef, Merkez Bankalarını siyasal iktidarlardan bağımsız hale getirmektir. Bu da pratikte finansal yatırımların Hükümetlerden çok IMF tarafından kontrol edilmesi anlamına gelmektedir. IMF anlaşmaları, Hükümetleri; Merkez Bankası üzerinden para arzı yoluyla kamu harcamalarını finanse etmekten men etmektedir... IMF’nin bir diğer şartı da Merkez Bankasının üst düzey yetkililerinin bir kez atandıktan sonra ne Hükümetlere ve ne de Meclise karşı sorumlu olmamaları, yalnızca uluslararası finans kurumlarına bağımlı hale getirilmeleridir. Bu nedenle bugün pek çok gelişmekte olan ülkede Merkez Bankalarının üst düzey yöneticileri uluslararası finans kurumları ya da bölgesel kalkınma bankalarının çalışanlarıdır.”

    Ülkemizde halen yaşanmakta olan krizden yaklaşık bir yıl kadar önce, uluslararası araştırmalara dayanarak yapılmış olan bu tespitler, bize göre Hükümete Ekonomi Bakanı olarak atanan Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Sn. Kemal Derviş’le ilgili kararın da tesadüfi olmayıp, planın bir parçası olduğunu kanıtlamaktadır.

    Krizin faturası her zaman olduğu gibi yine yoksul, emekçi kitlelere çıkarılmışken alınacağı söylenen önlemlerin bu geniş tabanla hiç bir ilgisinin bulunmaması savlarımızı daha da güçlendirmektedir. Fakat belli taktiklerde değişikliğe gidildiği de gün gibi ortadadır. İstikrar programının uygulandığı süre içinde başta IMF olmak üzere uluslararası finans kuruluşları üzerinde yoğunlaşan tepkiler krizle birlikte dikkate alınmış ve gerek Başbakan, gerekse yeni Ekonomi Bakanı ısrarla “bundan böyle IMF politikalarına bağımlı olmayacağımız” gibi gerçek dışı bir söylem tutturmuşlardır. Görünüşe bakılırsa IMF Hükümeti uyarmış ve “Uluslararası Para Fonu IMF’yi isterseniz yerden yere vurabilir ve kamu oyu nezdindeki –eğer hala varsa- itibarınızı bu yolla koruyabilirsiniz, ama Fonun direktiflerini harfiyen uygulamak zorunda olduğunuzu sakın aklınızdan çıkarmayın” demiştir. Kamu oyuna verdiği ilk mesajlarda sıkça gelir dağılımını düzelteceği vurgusunu yapan Bakan Kemal Derviş, uluslararası finans kurumlarından alınan kredilerin öncelikli koşullarının gelir dağılımında uçurumlar yaratmasının kaçınılmaz bir olgu olduğunu aslında herkesten daha iyi bilen bir kurumdan, Dünya Bankasından transfer edilmiştir. Ama devir, artık “imaj” devridir ve bu nedenle ne yaptığınız, ne yapabilir olduğunuz değil, ne dediğinizdir önemli olan. Eski Merkez Bankası Başkanı, krizin günah keçisi ilan edilmiştir; iyi eğitim almış, bir de üstüne D.B tescilli yeni Bakan için şimdi bir kez daha kamu oyu desteği talep edilmekte ve değil gelir dağılımının daha adil hale getirilmesi, tersine mevcut durumun daha da geriye götürülmesi ve bunun için emekçi kitlelerden yeni onayların alınması planlanmaktadır.

    Türkiye yeni ve daha güçlü krizlere, neo-liberal kapitalizmin vahşi ellerine teslim edilmiştir. Merkez Bankası ile Hazine arasındaki organik bağın kesilmesinin ardından şimdi de Merkez Bankasının sözde özerkliği adına yeni bir kanun tasarısı hazırlanmış ve Nisan ayında Meclise sunulması kararlaştırılmıştır. Çıkarılacak yeni kanun ile birlikte bir aracı kuruma indirgenecek olan Merkez Bankası bundan böyle para piyasalarını döviz-faiz dengesiyle kontrol edemeyecek, piyasalarda görece istikrarın varlığı açısından son derece önemli olan dövize kotasyon verme (yapılan son değişikliğin öncesinde günlük döviz fiyatları TCMB tarafından açıklanır ve serbest piyasada fiyatlar verilen bu fiyatlara göre oluşurdu, fakat bundan sonra döviz fiyatları tümüyle piyasa egemenleri tarafından belirlenecek) işlevini yerine getiremeyecek, bunların yerine Bankalarla bir çeşit Türev Piyasası işlemi olan Swap (Takas) yapmakla yetinecektir. Anlaşılması, takibi ve uygulaması son derece teknik ve karmaşık olan Türev Piyasalarında ise kapitalizmin yasaları işlemekte, yani güçlü para zayıf parayı kovmaktadır. Bir başka deyişle, bir takas işlemi olan Swap(X) ile dövizin gelecekteki fiyatı ile ilgili tahminini ortaya koyacak olan Merkez Bankası, kurtlar sofrasının mezesi haline getirilmiştir. Böylece bugünkü İşlemin vadesi geldiğinde, piyasada yaratılacak spekülasyonlar yardımıyla Merkez Bankası yanlış pozisyon alan taraf konumuna getirilebilecek ve zarar eden, yoksullaşan yine ülke halkı olacaktır.

    Sonuç olarak;
    Bu yapay krizle emekçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilmesinin yolu açılmış ve ilk örnekleri yaşanmaya başlamıştır. Emek örgütleriyle (0) ücret zammı ya da ücret azaltmak için masaya oturanlar, bir yandan da bu yeni liberal finans piyasasında karlarını nasıl katlayacaklarının ince hesaplarını yapmaktadırlar. 20 yıl öncesine kadar sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için Gelir Dağılımı politikalarını bir subap gibi kullananlar, bugün gelinen noktada bir sus payından öte hiç bir anlamı olmayan gelir dağılımının bile yalnızca söylemi ile yetinmeye başlamışlardır.

    Yine bu yapay krizler sonucunda, Ülkemizde ve dünyanın 100 kadar ülkesinde dönem dönem uygulanmış ve uygulanmakta olan, bugünkü söylemlerde başarısız olduğu toplumlara dikte ettirilmeye çalışılan IMF programları; aslında çok başarılı olmuş! amacına ulaşmış! ekonomiler çökmüş! ve Kapitalist Sistemin sürdürülebilirliğini sağlama işlevini yerine getirmiştir.

    Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu

    (X) SWAP Örnek: TCMB’nin kasasında bol miktarda Sterling var, fakat aynı zamanda $ cinsinden bir borcu da derhal ödemesi gerekiyor. Aslında TCMB elindeki Sterling’i satarak karşılığında $ satın alabilir. Fakat Sterling’in önümüzdeki dönemde değer kazanacağını veya $’ın halihazırda aşırı değerlenmiş olduğunu düşünüyorsa, Swap yapmayı tercih eder ve kasasındaki Sterling’i belli bir süreyle bir başka Finans kuruluşuna devredek karşılığında $ alır. Kuşkusuz TCMB ile Swap yapan şirketin de bir hesabı vardır ve iki tarafın piyasa beklentileri farklı(ters) olduğu için genellikle bu işlemi yaparlar. İşlemin vadesi geldiğinde çok bilen değil, piyasayı yönlendirebilecek parasal güce sahip olan kazanır.)
    inadina.com - sayı 32

  • F
    F

    IMF, DB, WTO, G8, BM ya da NATO; bu ve benzeri diğer kurumların her biri kapitalist sistemin işleyişinde son derece önemli bir işleve sahip yapılardır

  • F
    F

    YOLSUZLUK YETMEZ
    KARAPARA ÇOK ÖNEMLİDİR
    Sermayenin ilk birikimini anlatırken Marx, 'kan ve gözyaşından' söz açarak, birikimin temelinde hiç de saf-temiz bir efsane olmadığını yazar. Elbette burada anlatılan,yani emekle piyasada buluşan sermayenin birikimidir. Fetihler, sömürgeler, köleleştirilen halkları vs. kasteder düşünürümüz. Ancak tarihi randevusunu verdiği emekle buluşmak için pazara geldiğinde kendine, insanların 'çalışa çalışa, hiç harcamadan, çok tutumlu davrananların, bütün kazancını harvurup harman savuran ve böylece emeklerinden başka satacak şeyleri kalmayanlara inat' oluşturdukları saf tertemiz 'sermaye' olduğunu anlatır. Daha ilk ortaya çıkışta, kendini oluşturan önemli ögelerin başında, haydutluk, soygunculuk, hırsızlık olduğunu saklarken, emekle birleşerek oluşturduğu sistemi insancıl özelliklere dayanan 'doğal' bir sistem olarak tanıtmakta çok başarılı olur.
    Fakat bu sistemin bir vazgeçemediği zayıf yanı vardır. Para olarak kalması yetmediği gibi, sermaye olabilmesi için 'değer doğurması' ve giderek sürekli kendini büyütmek, yeniden üretmek zorundadır. Fakat bu büyüme,sermayenin büyümesi için gerekli artı değerin küçülmesi, sabit sermayenin değişken sermaye karşısında çeşitli nedenlere daralması ve daha bir takım unsurların birlikteliği sonucu duru ve bu da giderek krizlere neden olur. Kapitalizmin içine düştüğü bu krizlerin bedelini elbette kapitalistin kendisi dışında kalan tüm kesimler öder ve en çok da elbette emeği ile çalışan halk öder.
    Ancak işin bu tarafı değil bizi ilgilendiren. Bu yazının çercevesi, paranın mübadele aracı olmaktan çıkıp, kendisinin mübadele konusu olması aşamasından sonra, banka sermayesi ile sanayii sermayesinin içiçe geçmesi ve kapitalist yoğunlaşmanın yeni biçimlerine ulaşmasında özel bir durumun kapitalizm açısından vazgeçilmez olduğudur. Bu çok özel durumu, 'kara para' denilen ve tek özelliği 'yasa dışı' denilerek tanımlanamayacak paranın sistem içine alınmasına olan gereksinimidir. Basit rakamlarla açıklamak için, Maliye Bakanlığı bünyesindeki Mali Suçlar Araştırma Kurulu tüm dünyadaki 'uyuşturucu parasının' 400 milyar dolar olduğunu ve bunun yüzde kırkının Türkiye üzerinde geçerek tüm dünyaya dağıldığını saptadığını söylemek yeter. Yani devletin tespitlerine göre bu miktar en kaba hesapla 16 milyar dolardır.
    Tüm dünyada olduğu gibi, 'kara paranın' engellenmesi çabası içindeymiş gibi gözüken kapitalist sistemin aslında bunu ehlileştirmekten öteye bir çabası olması abesle iştigaldir. Bu para bir şekilde yeniden üretime katılmalıdır. Bunun tek yolu elbette bankacılık sistemidir. İlk başlarda, altın üzerine kurgulanan bu 'aklama' işlemi artık 'paranın yüksek hareket' yeteneği ile çok daha kolaylaşmış görünmektedir. İkide bir ileri sürülen, 'halkın yastık altındaki altınlarını' piyasa çıkarabilme ve 'üretime katkı' olarak kullanabilmenin yollarını araştırmak ve önermek modadır. Gerçekten de halkın tasarruflarını ilk başlarda altına yatırdığı veya şimdilerde olduğu gibi dövize yöneldiği doğrudur. Ancak bunun bir açıklaması, halkın küçük tasarruflarını kendince güvence altına almasına dayanma güdüsüne dayanmaktadır. O nedenle de ortaya çıkarılması çok da mümkün olmayan küçük miktarları içerir. Zaten yasal yapılanmaların düzenlenmesi de hep bu doğrultudadır. Bir dönem çıkarılan, 'isimsiz hesap', bankaların dağıttığı 'hamiline yazılı' hediye çekleri, isimsiz, şifre esasına dayalı banka hesapları ve dokunulmazlıkla donatılan banka kasaları, halkın elindeki bu zavallı 'birikim' için değil doğrudan 'kara para' nın finansman sektörüne döndürülmesi içindir. 'Nereden buldun' yasası bunun için çıkarılmaz. Kaldı ki sorun sadece bankacılık sermayesi ile sanayici arasında değildir. Finans sermayesi zaten önünde sonda 'yoğunlaşma' dediğimiz süreç içinde tek egemen olmuştur. Türkiye'de bu adımlar 1980 ihtilalcilerinin koruması altında atılmıştır. Dövizin serbest bırakılmasının hemen ardından döviz mevduat hesaplarındaki yükseliş bile kara paranın sisteme legal yollardan entegrasyonun başlı başına bir göstergesidir. Şimdilerde halkın yararına gibi gösterilen, cebinde 10 dolar yakalatan yıllarca hapis yatardı edebiyatı, aslında binlerce doları bulan kara para aklamasının kılıfı değil midir? Bu adımlar son derece yararlı olmuştur. Öte yandan ortalığı çiğ gibi bir müteahhitler ordusu sarmıştır. Ordu ihaleleri ile, devlet ihaleleri ile bir anda aile resimlerine giren türedi fabrikatörlerle ortalığın dolması ve giderek türedi iş adamlarının her birinin kendine banka kurması raslantı mıdır? Öte yanda şöyle bir düşünürsek, Türkiye'nin geçmişe dayanan tüm sanayicilerinin birer banka kurması da bu sürecinin başlangıcı değil midir? Yanlış anlaşılmasın elbette 1980 sonrası müteahhitlerinin, sanayicilerinin, bankacılarının sadece kara para aklayarak, kendilerini varettiğini ileri sürmüyorum elbette. Fakat Türkiye'nin üzerinden geçtiğini devletin kendisinin açıkladığı 16 milyarın (bu sadece uyuşturucu parası) düzeninin legal çarkları içine entegre olmasını sağlamak yolundaki çabalarının bu türedilerin oluşmasında hiç mi payı yok? Örneğin Uğur Mumcu'nun zamanında belgeleriyle açıkladığı silah ticaretinden gelen kara paranın bu ülkede büyük finans sermayesinin oluşmazsın da dahli olmadı mı? Bu paralar sermaye tarafından içselleştirilmedi mi? Siirt'li aşiret reisi, İstanbul'un en lüks semtinde onlarca apartman satın alırken, ülkücü gangster belediye inşaatları yoluyla uyuşturucu parasını sisteme sokmuyor mu? Bir general Türkiye'nin en pahallı yerlerinde yazlıklar yaptırarak 'tüm alınterini' sisteme entegre etmiyor mu? Bunları siz çok daha uzatabilirsiniz. Ama kapitalizmle 'kalkınmak' istiyorsanız, sürekli bunu söyleyen partilere oy veriyorsanız, en yakışıklı iktisatçı silahşörlerinizi televizyon televizyon gezdirip yetmezmiş gibi üniversitelerde magazin programlarla (içtenlikle söylüyorum çok sempatik ve etkili oluyorlar bence) kapitalizmin erdemlerini anlattırıyorsanız (ve iktisat profesörü olarak buna inanıyorsanız) yolsuzluktan ve kara yollarda gelen paranın aklanmasında, sadece daha rafine yollar bularak, patronlarınızın takdirini kazanmaya çalışmanız gerekir.
    Kapitalizm karapara ile mücadele etmez, edemez. Etmemesi gerekir. Kapitalizm, Alcapon'ları karapara kazandığı için değil, bu paranın vergisini ödemediği için mahkum eder.
    Çok yakın tarihte hepsi işinin başına dönecek olan Kartal Cezaevi misafirleri içlerini rahat tutsun.


    ÖZET OLARAK
    Kapitalizm için 'karapara' nın dayanılmaz vazgeçilmezliği vardır. Kapitalizme akıl vermek haddimiz değil ama, hiç olmazsa bizi enayi yerine koymasınlar

    A.ATEŞ (inadına.com)

  • F
    F

    İlkel insan topluluklarının kaderi onbinlerce yıl boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, kıtlık ve açlık insan topluluklarını karınlarını doyurabilecekleri verimli alanlara doğru göç etmek zorunda bırakmıştı. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte insanlık, doğa güçlerine boyun eğmekten kurtulmaya, doğayı dönüştürerek ona egemen olmaya, kendi yaşam koşullarını üretebilmeye başlamıştır.

    Sanayi devrimi insanın doğa üzerindeki egemenlik mücadelesinin dönüm noktasını oluşturur. Son 200 yılda öyle muazzam bir teknolojik atılım gerçekleşti ki bugün insanoğlu ekvatordan Kuzey kutbuna, denizin binlerce metre altından uzaya kadar hemen her yerde yaşamını üretebiliyor. Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.

    İnsanın, hiç değilse gıda ürünleri üretimi bakımından, doğa üzerindeki egemenliği öyle bir aşamaya geldi ki, hava koşulları ne kadar olumsuz olursa olsun yaklaşık 6 milyar 300 milyonluk insan nüfusunun gıda ihtiyacının kat be kat fazlasını üretebilme potansiyeline sahibiz. Bugün dünyadaki gıda üretiminin, 10,5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği hesaplanmaktadır.

    800 milyon insan aç
    Ancak öte yandan çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;

    Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor.
    800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor.
    Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent.
    Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
    Bugüne kadar Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor.

    Dünya Bankası’nın, kardeş kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50 yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.

    Açlık ve yoksulluk sadece en geri ülkelerde yaşayan insanların mı sorunudur? Bir zamanlar Latin Amerika’nın en kalkınmış ülkelerinden biri olan Arjantin’den gelen haberler durumun hiç de böyle olmadığını ispatlıyor:

    “Arjantin’de çocuklar açlıktan ölüyor. Ekonomik krizin tüm ağırlığıyla hissedildiği Arjantin’de, yoksul ailelerin çocukları gıdasızlık nedeniyle hayatını kaybediyor... Arjantin’de en alt gelir grubundaki ailelerin çocukları, yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor. 36 milyonluk ülkenin yarısı, fakirlik sınırının altında yaşıyor.... ekonomik krizin pençesindeki Arjantin’de her 10 çocuktan altısı sefalet içinde yaşıyor.... Arjantin’de dakikada 12, günde 16.900 kişi yoksullar ordusuna katılıyor. 2002 Mayıs ayı itibariyle ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 19 milyonu aştı.”

    Arjantin varlık içerisinde yokluk yaşıyor. Dünyanın en büyük sığır eti, tahıl ve soya fasulyesi üreticileri arasında bulunan Arjantin’de, açlık artık gündelik bir olgu haline geldi. Arjantinli işçilerin ürettiği ürünler mağazaların içerisinde duruyor ve aç insanlar, aslında kendilerine ait olanı almaya kalktıklarında karşılarında polis ve orduyu buluyor, dünya televizyonlarında serseri bir avuç yağmacı olarak tanımlanıyorlar.

    Açlığın sorumlusu bizzat kapitalist sistemdir
    Bazı iktisatçılar, kapitalizmin bu aşağılık papazları, “yoksullara yardım edilmemeli, güçsüz olanın elenmesi doğa kanunudur. Üstelik yardım etmek hiçbir işe yaramaz. Yardım edilirse bu yoksullar sürekli ürerler sayıları sürekli artar, hep daha fazla yardım isterler, onları az çocuk yapmaya özendirirsek sorun hallolur” diyorlar.

    Oysa kapitalizmde açlığın sebebi, geçim araçlarının nüfusa oranla azlığı değil fazlalığıdır. 1844 yılında Engels şöyle açıklıyordu:

    “Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor.”

    1844’den bu yana kapitalizmin temel işleyiş yasaları değişmedi. Bu yüzden Engels’in çözümlemesi geçerliliğini sürdürüyor. Yoksulluk ve açlık ne bazı halkların tembel olmasından, ne hızlı nüfus artışından, ne bazı ülkelerin topraklarının verimsiz olmasından ne de iklim koşullarının kötü olmasından kaynaklanır. Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun ve açlığın yegâne sorumlusu kapitalist dünya sistemidir. Gıda ürünlerinin üretim miktarları bizzat kapitalistler ve bunların hükümetleri eliyle sınırlandırılmaktadır. Çünkü satabileceğinden fazla üretim, ürün fiyatlarının düşmesine, kapitalistin kârının azalmasına yol açar.

    AB ülkeleri 2006 yılında yıllık gelirlerinin %3’ünü kalkınma yardımlarına ayırma önerisini tartışacak. Yoksullara yardım adı altında yoksul ülkelere verilen paralar elbette oradaki kapitalist hükümetlere veriliyor, açlara, yoksullara değil. Ve bu paraların çok büyük bir bölümü silahlanma harcamalarına ayrılıyor.

    Geçtiğimiz günlerde Johannesburg’da gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde alınan kararlardan biri de, sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun 2 milyar insanın sayısının 2015 yılı itibarıyla yarı yarıya azaltılmasıydı. Dünya nüfusunun üçte birini sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun bırakan burjuva kan emiciler, bir milyar insanın hayatını ne zaman kurtaracaklarının, bunu en az kâr kaybıyla nasıl başaracaklarının hesabını ve pazarlığını yaptılar. Sonuç 1 milyar insanın ölümüne 13 yıl daha göz yumulması oldu.

    Dünya işçilerinin ve yoksullarının ihtiyacı, elbette burjuvazinin şefkati ve sadakası değildir. Burjuvazinin timsah gözyaşları ve yardım söylemleri mide bulandırıcıdır. Biliyoruz ki, milyarlarca insanı yoksulluğa, hastalığa ve açlığa mahkûm eden kapitalist sistem, insanlığın hiçbir sorununa çare olamaz.

    Kapitalizm garabeti, yarattığı tüm sorunları ve çelişkileri ile insanlığa yaşattığı yıkımlar pahasına ayakta kalmaya devam ediyor. Fakat dünya proletaryasının bugün örgütsüz ve dağınık oluşuna bakarak tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin alternatifinin olmadığını iddia edenler yanılıyorlar. Kapitalizm insanlığın nihai yazgısı değildir. Bu yazgıyı değiştirmekse dünya işçi sınıfının ellerindedir. İşçi sınıfının önünde iki seçenek duruyor: ya açlıktan kırılmak ve en iyi durumda giderek sefilleşen bir yaşam sürmek ya da kapitalizmi temellerinden yıkıp, yeni sosyalist bir dünya kurmak. Bugün bu iki seçenek arasında karar vermek, bir ölüm-kalım sorunu haline gelmiştir.
    (Kemal Erdem)

  • F
    F

    Türkiye'nin kaynaklarının yetersiz olduğunu iddia ediyorlar.

    Oysa bu ülkenin kaynakları, yalnızca Koçlar'ı, Sabancılar'ı, Karamehmetler'i ya da Uzanlar'ı dünyanın en zenginleri arasına sokmaya değil, aynı zamanda emperyalistlere her yıl milyarlarca dolar aktarmaya yetiyor! Kriz bahanesiyle yüzbinlerce emekçiyi sokağa attıktan ve milyonlarca emekçiyi yoksullaştırdıkları dönemlerde bile, bu ülkenin zenginleri daha da zenginleşiyor. Üstelik, ülkemizin kaynaklarının çok verimsiz bir şekilde değerlendirilmesine, çoğunun doğru dürüst işletilmemesine rağmen! Tek bir örnek verelim: Türkiye, bütün enerji ihtiyacını karşılayabilecek linyit ve taşkömürü rezervlerine sahip olmasına rağmen, enerji ithalatına her yıl milyarlarca dolar para ödüyor.

  • Eylem Yıldız
    Eylem Yıldız

    kan,gözyaşı,tecavüz,açlık,yoksulluk,savaş,işkence,hergeçen gün artan ezilen insan sayısı.....
    KAHROLSUN KAPİTALİZM! ! ! ! !

  • Yasin Arıkan
    Yasin Arıkan

    insanla beslenen bir canavar insanlığı utancı

  • F
    F

    Türkiye gibi anti-komünist hükümetlerin iktidarda bulundugu ülkelere yapilacak yardimlar ve açilacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalidir. OLTAYA YAKALANMIS BALIGIN YEME IHTIYACI YOKTUR. Gelistirilmis ekonomik yardim, Türkiye gibi ülkelerde bazi durumlarda düsünülenin tam tersi sonuç verebilir, yani bagimsizlik egilimlerini arttirip; mevcut askeri planlarimizi zayiflatabiliriz. Bu tür ülkelere yapilacak yardim, bize bagli Hükümetleri iktidarda tutacak ve ABD'ne düsman unsurlari zararsiz hale getirecek biçim ve miktarda olmak zorundadir.' (Nelson Rockefeller)

    1956 yilinda ABD Başkanı Eisenhower'a gönderdigi mektupta o dönemde dünyanin en zengin adami olarak taninan Nelson Rockefeller aynen böyle diyordu. Söz konusu dönemde ABD'nin Türkiye'ye ekonomik yardimda bulunma planlarina yapilan bu müdahale, süreç içersinde yasamdaki yerini bulacakti. Ama daha önemlisi, dünyanin en güçlü birkaç Devletinden biri olan ABD'nin üstelik Baskanina böyle bir müdahalede bulunma cesaretini gösteren bu, Rockefeller kimdi ve bu gücü nereden aliyordu?

    KAPİTALİST sistemin bunalimli yapisindan kaynaklanan krizlere çözüm adi altinda hayata geçirilen ve pek çok kisinin yeni, neredeyse 15-20 yillik bir geçmisi oldugunu zannettigi Sirket evlilikleri ve birlesmelerin tarihine göz atildiginda, Rockefeller ismi ilk kez 1901'de J.D.Rockefeller ile J.P.Morgan sirketleri arasinda yasanan birleşmede karşimiza çıkıyor. Birlesme sonunda ortaya çıkan varlik öylesine muazzam ki ABD'nin güneyinde bulunan 13 eyaletin o dönemdeki varliklarinin toplaminin iki katindan bile daha fazla. Birlesmenin diger ismi Morgan ise o dönemde ve hatta günümüzde de Finans kapitalin kurucusu sayilan bir aile.
    Evet, bu birlesme ile artik Amerikan ekonomisinin kalbi tek bir çati altina toplanmisti. Bu çati altindaki sektörler: Bankacilik, demir yollari, şehir taşimacıligı, iletişim, deniz tasimacıliği, sigortacilik, elektrik, kauçuk, kağıt, şeker rafinerisi, bakır ve sanayiinin diger tüm ana kollariydi. 1920'li yillara gelindiginde Amerikan ailelerinin sadece %1'i toplam zenginligin %59'unu kontrol eder durumdaydi.

    KAPİTALİST sistemin elitleri arasinda fikir ve eylem birligi nasil oluşuyor?
    1929 ekonomik buhran, ikinci dünya savasi derken 1941 yilinda henüz savasin bütün dehseti ile dünyayi kasip kavurdugu günlerde ABD'nde bir Komisyon kuruluyor: Dış Iliskiler Komisyonu (The Council of Foreign Relations) . Konseyin amaci: 'Amerikan finans ve sanayii sermayesinin ihtiyaci olan materyalleri 'mümkün olan en az stres ve zahmetle' elde edebilmek için gerekli ekonomik ve askeri hakimiyetin tüm dünyada kurulmasi ' olarak belirleniyor. Fakat, yazili gerekçenin ardinda bir amaç daha var ki o da sermayenin özgürlesmesi yani liberalizasyon sürecinin bir takvime yayilarak baslatilmasi ve sermayenin birikim sürecinde yükselmesine izin verilecek olan sosyal standartlarin zaman içersinde yavas yavas terk edilmesinin saglanmasini saglayacak alt yapinin olusturulmasi. Kuskusuz bu süreçte -en azindan kapitalizmin kalesi sayilan ülkelerde- ulus devlet yapilarinin güçlü tutulmasi ve bunun üzerinden ulusal sermaye birikimlerinin yogunlastirilmasi da ihmal edilmiyordu. Kisacasi kapitalist sistemin önünde asilmasi gereken, üstelik birbirini doguran, çeliskili bir sorunlar yumagi bulunuyordu. Iste tüm bu amaçlara hizmet edebilmesi için IMF-Uluslar arasi Para Fonu, Dünya Bankasinin kurulmasi ve GATT_Tarifeler ve Ticaret Genel Anlasmasinin yapilmasi ilk kez bu gizli Komisyonda karar altina aliniyor. Ancak, bu durumu mesrulastirabilmek için önce bir Konferans (Bretton Woods Konferansi) toplaniyor ve sanki yukarida adi geçen kurumlarin insasina bu Konferansta gerek duyulmus gibi de bir maskeleme yapiliyor. Bugün hala islerligini koruyan Dis Iliskiler Komisyonuna Amerika'nin en güçlü sirketlerinin sahipleri ile ABD'nin en üst düzey bürokratlari katiliyor, toplantilar aksam yemekleri esnasinda ve kayit disi, samimi bir havada yapiliyor. Böylece karsit görüslerin tartistirilmasi, liderler ve fikirler için kuvez diye tabir edilebilecek bir ortam yaratilmis oluyor. Komisyonun kurulus finansmani büyük ölçüde ve yine Rockefeller tarafindan karşilaniyor.

    1954 yilina gelindiginde ise bu kez çok daha gizli faaliyetlerin planlandigi bir baska Komisyonun kurulmasina gerek duyuluyor: Bilderberg Komisyonu, digerine göre daha az bilinen, fakat çok güçlü, resmi bir niteligi olmayan ve üyelerinin isimlerinin açiklanmadigi bu ikinci Komisyon, Amerika ve Avrupa'nin önde gelen sanayii ve finans Sirketleri, Devlet Baskanlari, diger önde gelen politikacilar, çesitli konumlardan uzmanlar, diplomatlar ve bu grubun görüslerine olan sempatisini daha önce ortaya koymus, medyanin önde gelen isimlerini gizli oturumlarda bir araya getiriyor ve Avrupa'da ekonomik bir birlik (A.B.) kurulmasi fikri ilk kez BİLDERBERG Komisyonunda kararlastiriliyor.(Bakınız:Bilderberg Gurubu) Komisyonun kurucusu, Joseph Retinger'in tanimlamasina göre, bu toplantilar rahat bir tartisma ortami saglayarak, resmi kuruluslarin yapamadigini yapabilmektedirler. Toplantilarda katilimci, Devlet Baskani veya herhangi bir Partinin Lideri veya herhangi bir uluslar arasi kurulusun basi dahi olsa, söyledikleri hiç bir sekilde devletini, partisini veya kurulusunu baglamaz. Ancak bu Komisyonda anlasma saglanamasa bile, kisiler degisik yaklasimlari duyarak ve degerlendirerek temel problemlere (?) ortak çözümler bulmaya çalisirlar. Toplantilar basina kapali oturumlar halinde yapilir ve sonuçlari da kesinlikle basina yansitilamaz.

    Bilderberg Komisyonundan tam 9 yil sonra 1973 yilinda, Japonya'nin üçüncü ekonomik güç olarak ortaya çikmasi gerekçesiyle bu kez bu ülkeyi de içeren üçüncü bir Komisyon kurulmasina karar veriliyor: Üçlü Komisyon (Trilalateral Commission) . Kuzey Amerika (ABD ve Kanada) , Bati Avrupa ve Japonyanin ekonomik çikarlari konusunda isbirligi yapmasi ana fikrine dayanan bu Komisyonun sponsoru ise ve bu kez yanina Z. Brezezinsky i de alan David Rockefeller. Kurucu ortak Brezezinsky, 1977 yilinda Carter'a Milli Güvenlik Danismanligi görevini üstlenene kadar Komisyona Baskanlik ediyor. Çünkü Bilderberg'ten farkli olarak Üçlü Komisyon üyelerinin ayni anda devlet yönetiminde görev yapmalari mümkün degil. (Daha önce ve daha sonra olabilir ama Komisyon üyeligi sirasinda olamaz) Bugün itibariyla Üçlü Komisyonu olusturan kisi ve kurumlara bakildiginda ise ortaya muazzam bir güç çikmaktadir: Dünyanin en büyük 5 ulusötesi sirketinden 4 tanesi, en büyük 6 Bankasindan 5 tanesi ve aralarinda meshur CNN'in de bulundugu medya devleri Carter, Bush, Clinton gibi ABD başkanlari ile diger devletlerin baskanlik ve üst düzey kadrolarinda görev yapmis veya ileride görev yapmasi istenen kisiler.

    Bu üç komisyonda en çok dikkati çeken konu ise, birbirleriyle rekabet eden sirketlerin liderleri ve farkli politikalara sahip siyasi partilerin liderleri kapali kapilar ardinda, halklarin hiçbir zaman ne oldugunu bilmedikleri bir fikir olusturma süreci için bir araya getirmeleridir.

    Güçlü kapitalist ittifakin ardindaki gerçek gerekçeler:

    Gizlilik içersinde ve 1941 - 1973 yillari arasinda kurulan bu 3 Komisyonun kurulus gerekçelerini irdelerken öncelikle 41-73 dönemi itibariyla dünya ekonomik ve siyasi sistemini hatirlamakta yarar var. 1917 Ekim Devrimi adiyla anilan Bolsevik Ihtilali sonrasinda kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birligi giderek bir Süper Güç konumuna gelecegini gösteren sinyaller ilk kez Ikinci Dünya Savasi sirasinda anlasilmisti. SSCB'nin ekonomik güç olmasindan daha tehlikeli olan ise, sosyalist bir yönetimin KAPİTALİZME MEYDAN OKUYABİLEN bir sistem olarak tüm dünya tarafindan taninmasi ve örnek alinabilir konuma gelmesiydi. Demek ki düsmanin bilegini bükebilmek için daha fazla, daha fazla güçlenmek gerekiyordu ve bu da ancak sistem içi ittifaklar üzerinden olusturulabilirdi. Fakat bu ittifaklar arasinda da belli güç dengelerinin korunmasi gerekliydi. Bu nedenle olusturulan 3 komisyonda da ABD sermayesi üstelik kurucu sifatiyla yer aldigi halde, Bati Avrupa sermayesi son iki tanesine katilabilmis ve Japonya'ya da sadece sonuncunun içinde yer almak düsmüstü. Böylece Amerikan sermayesi komisyonlardaki basat gücünü tesis etmeyi ve korumayi basarmis, diger iki grup ise ebediyen bu güçlü haminin vesayeti altina girmisti. Ancak bu gerekçeli ittifakin sürekli olmasi da -kapitalizmin doğasi geregi- mümkün degildi ve Sovyetler Birliginin çöküsü, Doğu Blokunun dagilmasiyla dagilmasiyla birlikte (1989) çeliskiler daha belirgin hale geldi. Geride biraktigimiz son 10 yillik dönemde, 1900'lü yillarin başinda birleşme, ittifak biçiminde yasanan Şirket Evlilikleri artik yerini 'Ele Geçirme' (Take over) operasyonlarina biraktı ve küresel finans krizleri üzerinden yaratilan ekonomik bunalimlar yardimı ile rekabet süreci bir tekelleşme (Monopoly) olgusuna dönüstü.

  • Hakan Paşaalioğlu
    Hakan Paşaalioğlu

    19. yüzyılın sonlarında ortaya cıkan ve dünya savaşlarının yaşanmasına ve günümüzde hala etkisini şiddetli bir şekilde gösteren ve ne yazıkkı insanlığı peşinden koşturan zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu adına ekonomik sistem denen bir çeşit batı entrikasıdır.günümüzde tüm dünya şu anda kapitalizmin esiridir. böyle devem etmemesi temennisiyle...........

  • F
    F

    Dünya yalan söylüyor...

  • F
    F

    kapitalist düzen, doğası gereği tüketim toplumunu oluşturmaya çalışır. tüketici grubunu daha çok tüketmeye yöneltmek için kapitalist sistem, açıktan oynadığı el olan reklam dışında, gizli eli olan sosyal çalkantılar yaratma yöntemini de kullanır. moda yaratır, ünlü insanlar yaratır, ünlü insanlara markalar yükler, insanları marka, markaları moda eder. olan biteni uzaktan izleyen tüketiciler de, gaza gelerek bu moda ve marka fırtınası içinde tüketime koyulurlar.

  • F
    F

    Teknoloji sayesinde bir iş yarı süresinde yapılmaya başlandığında işçilerin çalışma süresini azaltmak yerine yarısının işten çıkarıldığı sistem.

  • F
    F

    çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;

    Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor.
    800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor.
    Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent.
    Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
    Bugüne kadar Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor.