Her şeyi genellemelerden tikellemelere indirgeyerek de konuşmak mümkün. Ben bu lafları ederken, Türkiye’de yapılacak bir işe işaret ediyorum. Benim öyle mücerret olarak bir şeyi teorik geçerliliğe kavuşturup ondan sonra rahatlamak diye bir derdim yok. Yani insanlar bu yaklaşım dolayısıyla yapılacak bir iş olduğu görüşünü benimsiyorlarsa, ben yapılacak işten bahsetmeye eğilimliyim. Yoksa çok da derdim değil yani Türkler mürkler.
Menteş: Yani bir teoriyi kabul ettirmeye çalışmıyorsunuz.
Hiç hiç hiç. Hayır yani böyle bir teori icat ettim de bunu insanlara izah etmeye filan çalışmıyorum. Benim söylediğim, içinde yaşadığım toplumun bir çıkış yolu bulmasında kullanacağı argümanlardır. Bir de, doğrusu, bazı mazarratı da önlemenin endişesini taşıyorum. Son yazılarımdan birinin başlığı “Ağzında Geveleme; Türk Müsün, Gâvur Musun, Çabuk Söyle! ” Bunu doğrudan doğruya Türkiye’de yaşayan insanlara söylüyorum. Çünkü aktüel olarak insan Türk mü gâvur mu olduğunu izah ettiği zaman politik pozisyonu tespit edilebilir.
Menteş: Yeni bir meşruiyet tanımı..
Ben bilhassa Türk olmadığı halde Türk’müş gibi yapanlara sesleniyorum. Eğer onlar Türk olduklarını söylerlerse, gâvurluk yapmasınlar o zaman. Şu gün Türkiye’de siyasi olarak tavır almak, Türklükle gâvurluk arasında bir tercih yapmaya bağlı. Böyle şeylerin çok pratik değeri var.
Menteş: Tahminime göre 200 civarında yazı yazdınız, Türklük meselesinin izaha kavuşması maksadıyla. Biz de hâlâ konuyu açmanızı sağlamak üzere size sorular soruyoruz. Halbuki bu son söylediğinizden sonra meselenin pratik bir faydaya yönelik olduğu anlaşılıyor. Bu kadar izah etmek gerekmesi sizi yoruyor mu?
Hayır, yorulmaktan endişe duymuyorum. Söylediklerimin Türkiye’de duruma hakim olan resmî görüşle kan kardeşi gibi anlaşılmasından rahatsız olurum.
Levent Gültekin: Resmî söylemle sizin söyleminiz arasındaki farkı biraz açalım mı?
Tabii açalım. Resmî söylem bir oldu bittiden yararlanmak üzere üretilmiş bir söylem. Mesela Türkiye’de etnik köken meselesinin hiç bahis konusu edilmemesi üzerine bina edilmiş bir söylem. Yani Türkiye’de Türk kelimesiyle resmî söylem arasındaki irtibat, modernleşmenin desteği olmak üzere üretilmiş bir irtibat. Ne demek bu? Aslında tabii bunları izah etmek zor, neden zor? Çünkü kanun sınırlarını zorlamak gerekecek. Yine de benim Türk anlayışımla devletin Türk anlayışı arasındaki farkı şöyle özetleyeyim: Devletin Türk kelimesini kullanışı susturmak, galebe çalmak ve etkisiz bırakmak içindir.
Menteş: Kimi, neyi?
Kimi, neyi olursa olsun. Bir şeye üstün çıkmak; onu, sorgulamaktan men etmek üzere üretilmiş bir Türk anlayışı vardır. Mesela deseler ki “Bu ırkçı bir kavram mıdır? ” Devlet “Hayır, Türk dediğimiz zaman biz bir ırktan bahsetmiyoruz” diyecektir. “E peki neden bahsediyorsunuz? ” Buna cevap vermeyecektir. Cevap veremeyeceği için de..
Selahattin: Bir üst kimlik diyor ama.
O üst kimlik dediği şey, Türkiye’de III. Selim’den beri batılılaşma yolunda yapılmış her şeyin onaylandığı alandır. Sorgulamak gerekir. Bu sorgulamayı başlatmak, dediğim gibi insanı yargıç karşısına çıkarır.
Selahattin: Batılıların taleplerinin kavramsallaşmış biçimi mi üst kimlik?
Zelan: Sizin Türklük anlayışınızda “olmak” kelimesi çok kritik bir yer tutuyor. Çünkü Cumhuriyet’ten sonra bir millet olmak fikri vardı. Onların çizdiği millet rotasıyla sizin çizdiğiniz millet rotası arasında belirgin zıtlıklar var.
Evet. Bir aldatmanın devam ettiğini kabul edelim. Resmî tutumun açık ifadesiyle, el altından yaydığı görüntü arasında bir uyuşmazlık var. Yani şimdi bir kısım insan için İsmet İnönü ağzına Allah adını almayan birisidir. Bu konuda bir anekdot da aktarırlar. İnönü’ye demişler ki “Hiç Allah adını anmıyorsunuz, nedendir? ” O da cevap vermiş: “Allahaısmarladık diyoruz ya.” Böyle bir şaka var ama başka bir yönü de var işin. Türkiye’de İsmet İnönü’nün beş vakit namazını kıldığına inanan insanlar var, biliyor musunuz? Ve ben gözlerimle, İsmet İnönü’nün mezarı başında Fatiha okuyan insanlar gördüm, Anıtkabir’de. Dolayısıyla resmî görüş dediğimiz zaman bu işi bilinen mesele olmaktan biraz daha uzakta değerlendirmek lâzım. Menteş: Yani resmî görüşün aydınlatılmamış bölgeleri var? Kesinlikle evet. Özel olarak karanlık bırakılmış bölgeler.
Menteş: Sağcılık bahsinde ne diyeceksiniz?
Konuştuğumuz husus tam bunun ortasında. Sağcılık, resmî görüşün ikiyüzlülüğünden yararlanan, kendine oradan pay çıkaran bir tutumdur. Bu garip bir şey gerçekten, Türkiye çok özel bu bakımdan. Kızının anıları yayınlandığı zaman Nurullah Ataç’ın besmelesiz evden dışarı çıkmadığını ve hattâ başka bazı dualar okuduğunu öğrendik. Mersin’de yaptığı bir konuşmasında -bu yazılı bir şey, ben okudum yani- gencin biri Nurullah Ataç’a soruyor, “Sizin Müslüman olmadığınız söyleniyor? ” diyor. O da diyor ki “Daha kötü, ben zındığım.” Aziz Nesin mesela, Türk halkına domuz eti yedirilmesi tezini savunuyordu ama “Ben yemem” diyordu. Şimdi bu adamlar sağcı değil, solcu olarak tanınıyor. Öbür taraftan sağcı bilinen Ahmet Hamdi Tanpınar da Erzurum’da öğrencilerine, açıktan içki içmelerini tavsiye ediyor ki bir şeyler kırılsın, bir Müslüman ülkede alenen içki içilebilsin. Erzurum’da ama, İstanbul’da zaten içiliyor. Nurullah Ataç’ın yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İslami bakımdan tercih edilebilir gibi görüyorsun çünkü yazdıkları böyle bir izlenim doğuruyor. Halbuki bunların sağcılığı da solculuğu da su götürür.
Menteş: Sağdaki ve soldaki ikiyüzlülüğün ertesinde Türklük işler mi?
Türklük yeni bir insan tipinin oluşmasında başvuracağımız bir şey. Bütün bu olan bitenden sonra, Türkiye’nin geleceğini endişe kaynağı saymış insanlar çıkacak mı? Ve bunlar çıktığında kendilerine ne diyecekler? Eğer Türk dışında bir şey diyeceklerse bu Türkiye’nin lehine olur mu? “Ben şimdikinden çok daha yüksek bir Türkiye istiyorum ama Türk değilim.” Bu ifadeyi mantıklı bulabiliyor musunuz?
Zelan: Bu bağlamda sizin kritik olarak andığınız meselelerden biri de Kürtlük..
Konuşmalarımda ve yazılarımda Kürtleri, ciddi bir şekilde hesaba katıyorum. Eğer Kürt meselesi bir mesele olarak yaşayacaksa ve Türk karşısına çıkarılan bir şey olarak canlanacaksa o zaman başka bir şeyden bahsediyoruz, yani Türkiye’den bahsetmiyoruz demektir. Devletin görüşüyle, resmî görüşle benim görüşüm arasındaki önemli fark o. Nasıl? Devletin resmî görüşünde deniyor ki, -aynı kelimeleri kullanıyor gibiyiz- “Lozan’da Kürtler değil, gayri-Müslimler azınlık kabul edildi. Dolayısıyla Kürtlerin Türk olduğunu varsayalım.” Ama ben diyorum ki “Evet, Lozan’da Kürtlerin azınlık olduğu kabul edilmedi, çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devleti olarak kuruldu.” Burada ayrım Müslim – gayri Müslim ayrımıdır. Hattâ sınırlar tespit edilirken “Orada Kürtler var, dolayısıyla orası da bizim” demişlerdir. Dolayısıyla biz bugün Kürtler yüzünden Türklüğe muhtacız; Aleviler yüzünden Sünniliğe muhtacız. Eğer Kürt etnik gruplarının geleceği kendi beklentileri ve çabaları doğrultusunda şekillenmiş olsaydı, o zaman ben meseleyi kesinlikle Türklük olarak koymazdım. Başka bir kelime bulurdum.
Menteş: Vatan olgusuna, bilhassa yeni neslin anlamakta zorlandığı yoğunlukta bir önem atfediyorsunuz..
Vatan derken söylediğim şey gene beynelmilel bir anlam taşıyor. Türkiye herhangi bir vatan değil. Türkiye dâr’ül-İslam olduğu için vatan olmuş bir yer. Bu, dünyada Türkiye’ye eşsiz bir statü veriyor. Dünyada başka bir yer yok ki dâr’ül-İslam olduğu için vatan olsun.
Menteş: Yani Türkiye’yi Hıristiyan birisi vatan kabul edemez mi diyorsunuz?
İşte burada paylaşacağız. Burası ya Türkiye’dir ve vatandır ve yahut kesinlikle buradan Türklerin tıpkı Avrupa’dan pılılarını pırtılarını toplayıp gittikleri gibi gitmeleri lâzım. Çünkü eğer Türkiye vatan değilse, Türkiye dâr’ül-İslam olarak vatan vasfı kazanmamışsa, hiçbir şey değildir. Yani bizimle alakalı bir yer değildir. Amazonlar var burada, hattâ “Veni vidi vici” sözü burada söylenmiş. Burası öyle bir yer ki, ilk önce Hıristiyanlar diyecekler “Burası bizim.” Ondan sonra Avrupa Greko-Romen kültürü diyecek ki “Yapmayın, Hıristiyan olmadan önce de burası bizimdi” vs. vs. Ama Türkiye özel bir yer konumuna, dâr’ül-İslam kimliğiyle vatan olması şartıyla kavuşmuştur. Bu çok çok çok çok çok önemli. Burası dâr’ül-İslam vasfıyla vatan karakteri kazanmadan önce İslam dünyasının muteber bir yeri değildi. Burası Müslüman olarak ışıklı bir yer oldu. İngilizce ‘İslamic Heartland’ [İslami kalp yeri, İslami merkez] Türkler buraya gelmeden önce Şam’dı, Bağdat’tı. Fakat bugün Mekke’de çok kıymetli, pek nadir bulunan bir şeye -bu bir insan da olabilir, bir eşya da- “İstanbulî” deniyormuş. “Ooo, fincanlar da İstanbulî! ” Düşünebilir musunuz, biz burada, mesela bugün bütün Arap dünyasının basın-yayın hayatında kullandığı rika harflerini icat ettik. Arap harflerinin çeşitli biçimleri var. Sülüs, kûfî, talik... Rika harflerini de biz bulduk.
Menteş: Fakat biz rika harflerini kullanmıyoruz. Bu da düşünülmeli.
Düşünebiliriz [Gülüyor]. Yani bizim burada vazgeçtiğimiz takdirde dünyanın kaybedeceği değerlerimiz; İslam dünyasının da bütün insanlığın da biz vazgeçtiğimiz taktirde mahrum kalacağı birtakım şeyler var. Dünya eğer kapitalizmi bir bela olarak kabul ediyorsa, yahut kapitalizmin bela olduğuna inanan insanlar varsa dünyada, kapitalist dünya sisteminin dışında bir yaşama biçimi sadece üretmiş değil bunu özenilir hale sokmuş bir topluluk, bir insan tipi burada varoldu. Biz bundan vazgeçtiğimiz zaman aslında insanlığın ümidinden de vazgeçmiş oluyoruz. Ve Türklük biliyorsunuz Haçova Meydan Muharebesi’yle başlamıştır.
Menteş: Bir okurumuz da “Ne alakası var Haçova Meydan Muharebesi’yle? ” diye soruyor
Yazdık ama gene de söyleyelim. Haçova Meydan Muharebesi’yle Türklüğün başlamasının sebebi, o savaşın nizami ordu eliyle değil, hizmetliler müdahalesiyle kazanılmış olmasıdır. Biz Türkiye’de bir atılım gerçekleştireceksek bunu Haçova Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı tarzda, o tarzın tekrarıyla başarabiliriz. Bizim Türklüğümüz oradan başlıyor. Yani ellerinde kepçeleriyle, nacaklarıyla kâfire saldırıp biraz gerilettikten sonra “Kâfir kaçtı! ” diye bağıran insanın her şey olduğu, onun vazgeçmeyişinin, onun direncinin kırılmayışının her şey olduğu yerde Türklük başlıyor.
Levent Gültekin: Bir konferansınızda “Dünyanın bir yerinde Amerika’nın dayatmasına karşı duran insanlar da oranın Türkleri” demiştiniz. Her memleketin de kendi Türkleri mi var?
Onlar, Türklüğe iltihak etmiş, katılmış insanlar. Eğer Türkiye’de kapitalizme karşı savaş başlayıp uçlanamazsa dünyanın hiçbir yerinde bu yapılamayacaktır. Bu yüzden onlar bizim belki işimizi kolaylaştıran, bizim de onların ne yaptığını anlamlandıracağımız insanlar.
Menteş: İslami olmayan bir tarzda kapitalizme karşı savaşılamaz mı?
Kapitalizm kelimesine en çok dikkat edenler, başta Marksistler olmak üzere çeşitli sosyalist gruplardır. Kapitalizme son verecek gücün emek gücü olduğunu savunur bu insanlar. Yani zıtlığın emek-sermaye zıtlığı olduğunu, sermaye hakimiyetine ancak emek hakimiyetinin son vereceğini iddia ederler. Bu, şimdiye kadar tutmamış bir tezdir. Sadece Sovyetler Birliği’nin yıkılması açısından değil, başından beri işçi sınıfıyla sosyalizm arasındaki irtibat bir türlü sıhhatli ve sahici hale getirilememiştir, hiçbir zaman. Dolayısıyla emek-sermaye çatışması fiktif bir şeydir. Türkiye, kapitalist olmayan bir işleyişi, dünyada kapitalizm yürürlükte iken gerçekleştirmiş bir ülkedir. Dolayısıyla bizim toplumsal reflekslerimizde kapitalist olmayan bir yaşama biçimini, bir iktisadi deveranı üretebilecek unsurlar var. Dünyada kapitalist olmayan yaşama biçimi olan başka birçok ülke var. Ama sadece Türkiye’dir ki kapitalizmin burnunun dibinde ve kapitalist olmayan, dünya sisteminin içinde yer almayan bir mekanizma üretebilmiştir. Bizim başarısızlığımız, askerî alanla sınırlı idi. İnsanlar hiçbir şekilde çarşı düzeninin, sosyal hayatın berbat olduğunu düşünmüyordu. Öyle değildi de zaten. Biz hâlâ bu geçmişin avantajlarını kullanarak kapitalizmi çalıştırıyoruz. Yani Türkiye’de kapitalizmin eğer iyi bir tarafı görülmüşse o, bizim eski tavırlarımızın kazandırdığı bir şeydir.
Menteş: Türklüğün farkına varılması gerekiyor demek? Kapitalizmin Türkiye’de yerleşmesine karşı bir atak veya direnç...
Var mı böyle bir şey? Aslında ben belki de boşuna konuşuyor, boşuna yazıyorum. Fiili olarak gördüğümüz şey Türkiye’de insanların istikballeri konusunda yapıcı bir tavrı benimsemekten hep geri durdukları yönünde. İnsanlar düşünceye ilişkin tecrübelerinin ne gibi ürünler vereceğini, hangi meyvelere durabileceğini hesaba katmıyorlar. İnsanlar düşünsel tercihlerini o düşüncenin devlet yönetimindeki tercih ediliş oranına göre yapıyorlar. Çok daha net söyleyeyim. İnsanlar “Türkiye Sosyalizme gidiyor” diye inandıkları kadar sosyalist oldular; “Türkiye İslam’a gidiyor” diye inandıkları kadar İslamcı oldular. Hattâ insanlar “Eğer ben sosyalist olur veya görünürsem gelecekte bir yer kaparım” fikriyle sosyalist oldular; “Ben İslamcı olursam veya görünürsem gelecekte bir yer kaparım” deyip İslamcı oldular. Yoksa bunlar “Ben Sosyalistim ve bu düşünce mutlaka kendi verimini, ürününü verecektir, ben bu ürüne talibim” deyip o işin içinde yer almadılar. Aynı şey İslamcılık için de geçerli. Yani “Biz Müslüman bir hayat peşindeyiz, yaşamamızın başka ne anlamı var? ” deyip de bu işin içinde olmadılar. Ben, Refah Partisi 5 büyük belediyeyi aldığı zaman o belediyelerde görev alan insanların ilk vazgeçtikleri şeyin düzen değiştirmek olduğunu görünce büyük bir hayret yaşadım. Onlar işbaşına geldiklerinde “Anlıyoruz ki düzen değiştirmek diye bir şey olamazmış” demişlerdi.
Menteş: Nasıl yani?
Dönen çarka ayak uydurmayı ve dolayısıyla helal kazanç meselesini öne çıkarmamayı bundan 10-15 yıl önce kabullendiler ve “Onlar yiyeceklerine ben yiyeyim” politikasıyla hareket ettiler. Bu sosyalistler için de ziyadesiyle geçerli, çünkü onlarda sınırlamalar, dinî kayıtlar da yok. Sosyalistin kapitalizme karşı olması lâzım, öyle değil mi? Ama sosyalist kökenli birçok insan “Kapitalizmi ne kadar iyi uygulayabilirsem işler o kadar kıyak” deyip Türkiye’de, onların tabiriyle sömürü düzeninin mesafe kat etmesi için çaba sarfetmiştir. Bunda başarılı da oldular.
Selahattin: Bütün fikri, veya siyasi dönüşümler birkaç kişiyle başlar ve biter zaten
Ne yani sen bana umutsuzluğa kapılma mı demek istiyorsun? [Gülüyor.] Biz de zaten niye dergide yazıyoruz? O birkaç kişi işe yarar konumlar kazansın diye. Tulumbayı harekete geçirecek bir maşrapa suyun peşindeyiz.
Menteş: Sosyalizm de İslamcılık da Türkiye’nin varacağı yer gibi mi göründü belli dönemlerde?
Dünya sisteminin, Türkiye’ye sosyalist veya İslamcı bir yönetim armağan edeceği ümit edildi.
Levent Gültekin: Önünde veya arkasında Türk sıfatı olamayan Müslüman’la Türk arasındaki fark nedir?
Böyle bir ayrım yapılamaz. Neden? Bir insan, bir olmak, bir oluşum problemi söz konusu.
Levent Gültekin: Birçok insan Müslüman oldukları halde gâvura gâvur denilmemesinden yana.
İnsan “Ben artık Türk oldum” demelidir. Yüksek kültürle bağ da böylelikle kurulur, çünkü bu sözün bir anlamı da “Ben Türk olabilecek zihin donanımına sahibim”dir. “Gâvura gâvur demek” de bir sokak ifadesi değil. Zira bu kazanılması gereken bir şey. Gâvura gâvur demenin basit bir tercih olduğu sanılmamalı. Osmanlı düzeninde, Tanzimat Fermanı ilan edildiği zaman halkın yorumu “Bundan sonra gâvura gâvur denilmeyecek” şeklinde oldu. Böylece, bu birikimi taşıyan insan, artık birikimini kullanamayacağını beyan ediyordu. Bu bir halk lafı, ama daha önce gâvura gâvur diyen, İslami donanımının verdiği salahiyetle konuşuyordu. Şimdi artık o salahiyet ellerinden alındı. Artık gâvura gâvur istese de diyemeyecek. Artık onun Müslümanlığı geriye çekildi. Gâvurla Müslüman arasında, devlet otoritesi nazarında fark kalmadı. Bu aynı zamanda entelektüel yeterlilikti. Çünkü Osmanlı düzeninde gayri-Müslimlere gösterilen hoşgörü gayri-Müslimlerin batıl oldukları gerekçesiyle idi. Gayri-Müslimlerin şeklî ibadetlerinin batıl olduğunu savunmak ise İslami bir donanımı gerektiriyor. Entelektüel yeterlilik olamadan Türklük söz konusu edilemez çünkü Türklüğü biyolojik bir esasa bağlamıyoruz.
Zelan: Türklük kimlik meselesidir. İnsanın kim olduğu da biyolojiyle değil..
..kültürle açıklanır. Kültür, Latince ‘colere’ mastarından türemiş bir kelimedir; “Yetişme, yetiştirme, büyütme” anlamına gelir.
Halime Kökce: Biz hep millete vurgu yapıyoruz. Ama ulus-devletle beraber vatandaşlık diye bir şey ortaya çıktı ve sanki vatandaşlıkla millet arasında dinden dolayı bir ayrım var. Millet doğrudan dinle irtibatlı iken vatandaşın vatanla arasındaki bağ, bir ses benzerliğinden ibaret gibi.
Bütün bu konuştuğumuz şeyler, bir yanlış anlamanın farkedilmesi yüzünden konuşmak zorunda olduğumuz şeyler. Yanlış anlama şuydu: XIX. yüzyıl bilim çağıydı. Yani XIX. yüzyılda Avrupa’da –XVIII. değil, XIX. yüzyılda- bilim mutlak zafer kazanmıştı. Bir şeyin bilimsel olup olmadığından başka hiçbir şey önemli değildi. Netice itibariyle XIX. yüzyılın sonunda artık bilim ve din arasında bir ayrışma, zıtlaşma varsa bu bilim lehine sonuçlandı. Din ancak izah edilebilen bir şeydi. İman değil, din. Sınıfsal bir husus da var işin içinde. Aristokrasi gününün kapandığını Fransız İhtilali’nden sonra anladı. Onun yerini burjuvazi alacaktı. Onun için aristokratik gücünü koruyan ülkeler, soylu sınıflarını burjuvalaştırdı. Tersi de oldu. Aristokratlar burjuvalaştı, burjuvalar aristokratlaştı. Parayla unvan alınıyordu. Aristokrasinin gücünü, parlaklığını, nominal değerini kaybetmesi; insanlarda dinin yerini bilimin alacağı kanaatine destek sağladı. “Bakın, ” diyorlardı “Nasıl ki aristokratlar her şeydi ama şimdi hiçbir şey değiller. Bu aynen din için de söz konusu. Din çok önemli bir etki sahasıydı ama artık bilim var.” Türkiye Cumhuriyeti,1923 yılında ilan edildi. O dönemde XX. yüzyılın başı olduğu için ümitler de kırılmamıştı. “Bu yüzyılda neler olacak kim bilir” heyecanı hakimdi. İnsanlar sosyolojinin izah ettiği şeylerin çok kıyak, vazgeçilmez şeyler olduğunu düşünmeye başladılar. Vatandaşlık da “Dini dışarıda bıraktığımız zaman ne numaramız var? ” sorusuna verilen cevapla alakalı bir şey. Naziler mesela bilime olan güvenin sarsıldığı zamanda parlayabildiler. Vatandaşlıktan ziyade kan ve toprak mistisizminin pekala geçerli olabileceğine inandıkları zaman ve XVIII. yüzyılda doğmuş Aydınlanmacı yaklaşımların sadece kabuller olduğunu, bunların toplumda işler bir vücuda sahip olamayacaklarını gördükten sonra ortaya çıkabildiler. Sosyolojinin izah ettiği şekliyle -kavim anlamında alırsak- bir ülkenin milleti olmak vatandaşı olmaktan daha eskiymiş gibi görünür ama aslında modern çağda milletin olabileceği yaklaşımı, vatandaşlıktan daha yenidir. Bilhassa XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yani I. Dünya Savaşı bittikten sonra; batı medeniyetinin XVII., XVIII., XIX. asırlar boyunca yücelttiği değerlerin işe yaramadığı, diktiği fidanların ağaç olmadığı, attığı tohumların yeşermediği görüldü. Batılılara göre, gazla insan öldürmek gibi görünümleri olan bu kadar acımasız bir savaşı, Avrupalılar yapmazdı. Mesela, Fransızlarla Almanlar arasındaki Verdin Savaşı var. Birisi medeniyetiyle, diğeri ‘kulturuyla’ övünen iki insan topluluğu, çok vahşice, insana yakışmayacak şekilde savaştılar. Ama sanat felsefe gibi değerlerin de topluma malolmadığı, toplumu yükseltmediği, sadece kendi alanlarında etki gösterdiği de savaş sayesinde ortaya çıktı. Yani insanlar bu medeniyete sahip olmakla, bu medeniyetin önceki insanlarından daha ileri olmadıklarını, bilakis daha değerlerden yalıtılmış olduklarını farkettiler. Bu manzara, bilimim çözüm üreten bir şey olmadığını kafalara yerleştirdi. Bir taraftan batı medeniyeti özgüven bunalımı yaşarken, bir taraftan da kapitalizm yani sermaye etkinliği aşama kaydetti. Aşama kaydettiği yer de Amerika. Yani kapitalizm I. Dünya Savaşı’ndan sonra kıtada parlak bir durumda değildi. Ama Amerika’da tam dersine servet defalarca katlandı. Amerika’da sadece kapitalizm yaşıyordu. Avrupa ise tarihiyle yaşıyordu.
Menteş: Siz diyorsunuz ki Türkleşmek veya Amerikanlaşmak, üçüncü bir yol yok. Okurlarımızdan birisi de diyor ki Eskimolaşmak, Nakşibendileşmek gibi alternatifler de mi yok?
Zombileşmek gibi bir alternatif de olabilir.
Menteş: Bir insan Türkleşmediği zaman otomatikman Amerikanlaşmış mı olur?
Evet tabii ki.
Zelan: Amerika Başkanı Bush da bunu söylüyordu. “Biz ve ötekiler. Ya bizdensiniz ya ötekilerdensiniz..”
George W. Bush’a hak veriyorum. Yani yazılarımı da bunu akılda tutarak yazıyorum. Bugün Jacques Chirac’ın savaş karşıtı tutumu, tarihe geçmek için yaptığı bir numara olarak niteleniyor. Hakikaten, Avrupa’da Irak savaşına karşı duruş, Türk olamayışın çarpık bir görüntüsü. Gerçekte Avrupa’nın normal olarak “Haçlı Seferlerinin” bir parçası olması lâzım ama olamıyor. Karşı tarafın yani Irak’ın da kafire karşı direnen Türk olması lazım o da olamıyor. Saddam’ı tipik bir Türk sayamıyoruz değil mi? Dolayısıyla “Bir tarafta Amerika bir tarafta Türkler var” diyemiyoruz. Ama iş hayatına bakarsak netlikle görürüz ki insanlar bugün dünyada yürürlükte olan çalışma ve harcama biçimi olarak ya Amerikanlaşmayı seçmek yahut reddetmek durumunda. Nasıl reddedecek? Türkleşmek dışında bir ret yolu var mı? Yok. Çünkü öbürlerinin hepsi Amerikanlaşmanın bir rengi olarak karşımıza çıkıyor.
Zelan: Çin örneğin, ya da Konfüçyen medeniyetler, onlar Amerikanlaşmanın alternatifi..
..değiller. Bunu İslam’ın Dirilişi’nde Sezai Karakoç söyledi. “Çin dirilemez, İslam dirilir” dedi.
Levent Gültekin: İslamcı siyasetçilere ta başından beri bir rezerviniz var. Bunun gerekçeleri nelerdir?
Bu işin bir oyun olarak başladığını başından beri biliyorum. Benim gayretim oyunu ciddiye çevirmek. Bunda başarılı oldum mu? Tabii ki olmadım. Ama çabam boşa gitti de diyemem. Türkiye’de İslami siyaset, Müslümanların oyunu almaya yönelik siyaset, bir kullanılmamış potansiyel olarak Cumhuriyet tarihinde bulundu. Demokrat Parti, ‘tek parti’ yönetimine son verilerek iktidara gelmeden önce 1946’da İslami tandanslı partiler vardı, yani sayıları birden fazlaydı ve hepsi kapatıldı. Demokrat Parti de Müslümanların taleplerini karşılamak bakımından eksiksiz değildi; kaldı ki Cumhuriyet Halk Partisi ne tam dinsiz gibi davrandı ne de kendini öyle gösterdi. Çok partili hayat başladıktan sonra CHP telaşa kapılıyor, toprak ayaklarımız altından kayıyor diye. Bütün teşkilata genelge gönderiyor ve diyor ki “Üye sayınızı ikiye katlayacaksınız.” Bakırköy ilçe merkezinden genel merkeze giden cevap şu: “Genel merkezimizin isteğini yerine getiremeyeceğiz çünkü ilçemizin nüfusunun çoğunluğu gayri-Müslimlerden oluşmaktadır.” Cumhuriyet Halk Partisi gayri-Müslim üye kaydedemiyor. Halbuki yasal bir engel yok, ama onlar ki devletin müdafiidirler, devleti temsil etmektedirler o halde gayri-Müslim nüfusu bünyelerinde barındıramazlar. “Bu halk Müslüman ve Türkiye’deki reformlardan da memnun değil.” Bunu birileri biliyordu ve 1973 yılında Adalet Partisi’nin oylarını parçalamak için MSP devreye sokuldu; İsviçre’den çağırıldı, ondan sonra bu iş oldu. AP’nin oyları bölündü. Ve 1973 yılında CHP-MSP koalisyonu hükümet etti. Ve 1974 yılındaki Kıbrıs Çıkartması da bu koalisyondan güç aldı. Çünkü bir tarafta halkın Müslüman desteği, bir tarafta da halkın reformist desteği birleşti ve Türkiye bir bütün olmuş oldu.
Menteş: AP’ye müspet bir değer mi atfediyorsunuz sanki?
O halde olayı biraz daha geriden alacağız.27 Mayıs 1960’ta, Türkiye’de hiç görülmemiş bir şey oldu: Askerî darbe.14 Mayıs 1950’de halk oylarıyla bir hükümet kurdu, bu 1954’teki seçimlerde tasdik edildi,1957’de tasdik edildi. Bir ‘tek parti’ hükümeti halkın oylarıyla değişti ve halk bu değişikliği korumaya eğilimliydi. Fakat 27 Mayıs’ta halkın seçtiği hükümet alaşağı edildi. Bugün medyadan şikayet ediyoruz ama 27 Mayıs ertesinde gazeteler tüyler ürperticiydi. Devrilen iktidara takındıkları tavrın ücreti de ödendi zaten. Basın mensuplarına yasal imtiyazlar tanındı 27 Mayıs’tan sonra. Mesela maaşları belli bir derecenin altına düşemiyordu.27 Mayıs 1960’ta askerî darbe,1961 yılında seçim oldu. Seçim, bu darbenin bütün ağırlığı halkın üzerindeyken yapıldı. Ve oradan da en büyük parti olarak CHP çıktı ama gene de tek başına iktidara gelemedi ve İsmet İnönü’nün başbakanlık yaptığı koalisyonlar dönemi başladı.1965 yılında devreye Türkiye İşçi Partisi de girmiş,15 milletvekili çıkarmıştı, zira seçim sistemi küçük partilerin milletvekili çıkarmasına müsait hale getirilmişti. Millî bakiye dediğimiz yöntem uygulanıyor, hiçbir partinin Türkiye çapında aldığı bir tek oy bile ziyan olmuyordu. Yani Türkiye’de eğer CHP diğer partilerden daha çok oy alırsa bu mutlaka Meclis’e yansıyacaktı.1961’de DP’nin oyları ikiye bölünmüştü: Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi olarak. AP’nin başında bir general vardı: Ragıp Gümüşpala. YTP’nin başında da Ekrem Alican vardı. Bu şartlarda CHP birinci parti oldu. Fakat 1965’te AP 450’de 240 milletvekili çıkardı. Yani İstediği kanunu çıkarabilirdi. Bu herkesi çok şaşırttı. Aslında anlaşılıyordu ki bu 27 Mayıs 1960 hareketinin bir cevabıydı. Bunu 1961’de hem belli baskılar yüzünden, hem de DP’nin oylarının ikiye bölünmesi yüzünden gösteremeyen insanlar, sözlerini söylemişlerdi. Mesele AP’nin büyük bir başarı kazanması, halkın AP’ye teveccühü meselesi değildi. Mesele 12 Mart 1971’de verilen muhtıranın cevabının bu sefer 1973’te verilip verilmeyeceği meselesiydi. O halk ki 27 Mayıs’ın bir bakıma öcünü 1965’te aldı,12 Mart’ın öcünü 1973’te kat be kat alma ihtimali vardı.
Selahattin: Bu ihtimal üzerine oyun mu oynandı?
O yüzden halkın en kolay tavlanabilecek yanı, dinî duyguları devreye girdi.1973 yılında Türkiye’de ne kadar İslamcı tandans varsa, hepsi aynı sepetteydi. Nurcu, Süleymancı, Tarikatçı, Modernist, Selefî... hepsi MSP’nin destekçisiydi. O sıralar Süleyman Demirel’in en canhıraş feryadı “Bölünmeyelim” idi. Fakat bölündüler ve sonuç gene CHP’nin birinci parti çıkması oldu. Ve ben o zaman –1973’te- Ankara’da Samanpazarı’nda ağlayan bir adama rastladım. Ve adam ağlarken şöyle diyordu: “Halk kazandı diyorlar, doğru olur mu bu, doğru değil, yalandır, bizi aç bıraktı aç...” Bunları söyleye söyleye yürüyor ve ağlıyordu. Bu manipülasyonun sonu hemen bir sonraki seçimde geldi ve MSP’nin 48 milletvekili 1977’de 26’ya düştü.1980 darbesinin ardından bütün partilerin kapatılması da bu işin temize havale edildiğine birilerini inandırdı. Dinî yaklaşımın siyasete yansıması küçük bir şakaydı ve nihayet 7 sene sürdü ve bitti. Ama başka bir şey harekete geçti Türkiye’de ve gerçekten İslami bir siyasi alternatifin yaşayabileceği fikri insanların hayatına girdi. Fakat bir noktayı belirtmeyi ihmal ettim..
Zelan: Hangi noktayı?
‘Siyasi İslam’ın savunucuları beyanatlarında hiçbir zaman İslami, İslamcı olduklarını açıkça söylemediler. “Okullardan felsefe dersini kaldırıp hadis dersi koyacağız” dediler ama onlara “Siz Kuran’a tâbiymişsiniz doğru mu? ” diye sorulduğunda “Hayır böyle bir şey yok” dediler. Ya da “biz” ve “İslam” kelimelerini birlikte zikretmediler. Ne dediler? “Halkımızın inançları, maddi ve manevi değerler, önce maneviyat...” falan filan. Hiçbir zaman açıkça İslami bir politika güttüklerini beyan etmediler.
Menteş: Biz İslami bir politik çizginin takipçileriyiz demek mümkün müydü peki?
Bugün ne kadar mümkünse o zaman da o kadar mümkündü.
Menteş: Denmeli miydi sizce?
Denmeliydi. Şu son sorduğun soru birilerinin hem mazereti, hem beraatı oldu. Yani “Neden kim olduğunu söylemiyorsun? ” dendiği zaman “Söylenebiliyor mu? ” diyorlardı. “Biz İslamcı bir parti değiliz, biz söylediklerimizi şu şu şu gerekçelerle söylüyoruz” diyebilirlerdi ama İslamcı olmadıklarını da söylemediler.
Menteş: Bu da onları su katılmamış sağcılar mı yaptı?
“Şu anda yasalar bazı şeylerin açıkça ifadesine imkan vermiyor ama mutlaka bunun ifade edilebildiği bir zaman gelecek” düşüncesi bu insanların su katılmamış sağcılar olmadığını tam tersine sağcılardan farklı bir çizgileri olduğunu anlatıyordu.12 Eylül 1980 darbesinden sonra serpilen tohumların boy attığını, bunu kullanacak olanlar da, bundan rahatsız olanlar da farketti.1980 sonrasında bu iş ikinci bir manipülasyon olarak devam etti.1980’den sonraki süreçte ANAP diye bir şey çıktı. ANAP’ın kadrolarının yüzde 60’ı eski MSP’liydi. Ve bir de ANAP’lılaşmayan, Refah Partisi diye bir şey vardı. Ben o zamanlar bu ANAP’lılaşmamayı özel, bilinçli bir tercih sanıyordum. Yıllar sonra anladım ki meğer bunlar ANAP’ta kendilerine uygun yer bulamayan, ANAP’lılaşamayanlarmış. Bu, en son seçimde de doğrulandı. İnsanlar Saadet Partisi’ne kayıtlı oldukları halde gittiler “Ak Partisi”ne oy verdiler. Sonunda böyle bir çare buldular, sağolsunlar, bugün hepsi mutlu bir şekilde yaşıyorlar. Bugün herhalde Ankara’da hâlâ korkunç bir trafik vardır “Kim hangi makama gelecek? ” diye. Bütün bunlar yıllardan beri İslami havalar atan insanlardır.
Selahattin: Geçen zaman içinde ANAPlılaşma konusunda becerileri artmış görünüyor.
Ben “Bize Yüzde 6 Derler” başlıklı yazı yazdım, bütün Türkiye’de bilinir. Hâlâ da bana sorarlar “Ne oldu senin yüzde 6? ” Ben de derim ki “Yüzde 0.5 kaldı mı kalmadı mı şüpheliyim.” O zaman Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu gidip Amerika’da beyanat vermişti. “Biz Amerikan çıkarlarına muhalif unsurları etkisiz kılabiliriz çünkü onlar zaten yüzde 6’dırlar” falan.
Menteş: Siz Vahit Halefoğlu’nun demecine istinaden mi yazdınız o yazıyı.
Menteş: 28 Şubat 1997’nin takvimlerdeki tarihlerden bir tarih olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki 28 Şubat’ın İslami siyaset açısından bir dönüm noktası olduğu savunuluyor.
Ben de diyorum ki olmayan şeyin neyinden bahsediyorsunuz? O zaman alan almış satan satmış. Çoktan bitmiş bir pazarlık. Mesela eğer bana 28 Şubat’ın birtakım insanları iktidardan uzaklaştırdığını söylüyorsanız, bunu İslami tavır bakımından hayırlı bir şey olarak anmamız lâzım. “Aman ne iyi olmuş, bak bunların yetkileri ellerinden alınmış, etkileri azaltılmış.” Nitekim bugün dünya basınında hâlâ İslamcı olarak anılan insanların Türkiye’de İslami gelişmelere katkıları olduğunu düşünüyor musunuz? Dünyada bugün AKP’yi İslamcı görüyorlar, tıpkı bir zamanlar Malezyalıların Kenan Evren’i İslamcı sandıkları gibi. Şaka yapmıyorum, Kenan Evren iktidarda iken bazı İslam ülkelerinde “Ah nerede bizde böyle bir adam” denildiğini biliyorum. Onun için şu anda dünyada AKP’nin İslamcı sayılması beni hiç şaşırtmıyor.
Halime: AK Partisi’nin İslamcı bir parti olarak görülmesi “İslam’ı biz böyle görmek istiyoruz”la doğrudan alakalı mı?
Tabii tabii.
Menteş: Söylediklerinizden, öteden beri olup bitenlerin bir şey olduğu..
Tezgah
Menteş: Tezgah, bir manipülasyonlar silsilesi..
Komplocu bir görüş.
Menteş: Abdullah Gül, Irak’a saldıran “koalisyonunun içinde biz de varız” diyebiliyor ve AKP sarsılmıyor. Seçmenin hiç mi aklı yok?
Dünyanın her yerinde kalabalıklar kullanılır. Kalabalıkların tercihleri yoktur. Onlar sadece boyun eğerler. Biz, “Ben bu işten anlıyorum, bu işin yürütücülerinden biriyim” diyenler hakkında konuşalım. Onlar ne durumdaysa herkes de o durumda. O açıdan ben Türkiye’de “Müslüman’ım” diyen insanların “Türk’üm” diyecekleri bir gelişmeyi üretmeye ve bu gelişmenin bir sonuç vermesine önem veriyorum. Yoksa “Mekanizma böyle kurulmuş, benim yapacağım şey bundan azami istifadeyi sağlamaktır” diyen insanların sağcı solcu, İslamcı, Türkçü olmaları hiç önemli değil. Sizin de görüyorsunuz.. Ben aslında buna şaşıyorum. Herşey aslında gözümüzün önünde oluyor. Ecevit’in başbakan olduğu bir hükümet nasıl bir şeydi? Mantıklı bir şey miydi? Bunu aklınız alıyor mu? Ecevit’in partisiyle MHP’nin birer marjinal parti iken bir seçimde Türkiye’nin 1. ve 2. partileri oluvermeleri; bir sonraki seçimde fiyyuuhuyt! sıfıra irca edilmeleri... Bir seçim dönemi Meclis’e giremeyen CHP’nin, ertesi seçimde Türkiye’nin 2. büyük partisi olması, hattâ “Acaba o mu iktidara gelecek? ” denecek kadar büyüyüvermesi... Bunlar size böyle “N’apalım işte böyle oluyor” mu dedirtiyor? Rica ederim yani.
Selahattin: Öcalan’ın yakalanması, bir satranç hamlesi gibi duruyor..
Yakalanmış, birilerine oy getirmiş. Bu da akıl almaz. Böyle sözler söylediğim zaman “Sen komplocu düşünüyorsun” diyorlar bana. Ben de diyorum ki “Komploculuk aleyhinde konuşan herkes komplonun bir parçasıdır”. [Gülüyor].
Menteş: Irak’ın işgali dolayısıyla savaşa karşı olanların da, savaşa taraftar olanların da aynı safta olduğunu söylediniz ve bir yarma harekatından söz ettiniz. Bu yarma harekatının muhtevası nedir?
İnsanlar neden bazı şeyleri olduğu gibi görmekten kaçıyorlar? Acaba koruyorlar mı? Bilmiyorum. Mesela Türkiye’de gerçekten A’dan Z’ye politik hayatta otantik hiçbir şey olmadığını, her şeyin tamamen ayarlanarak yürüdüğünü insanlar görmek istemiyorlar. Çünkü o zaman kendilerine “Ha, demek ki sen şu şu şu işlerin adamısın” demek gerekecek. Sen eğer şu noktalarda patronuna garanti vermesen seni işe alır mıydı? Seni niye işe aldılar? Çünkü sen en azından çalıştığın makinayı bozmayacağın garantisini verdin. Dünyanın neresinde olursa olsun, fabrikalarda işçiler çıkarken kontrol edilirler, çünkü bir şey çalmış olmaları ihtimali çok yüksektir, bilhassa da ürettikleri şeyi, neyse. Hitler Almanya’sında, kendisine, çalıştığı fabrikada çocuk arabası üretildiği söylenen bir adamın çocuğu doğacakmış. Her seksiyondan bir parça çalıyor, eve gidiyor, parçaları monte ediyor ve makinalı tüfek oluyor. [Gülüşmeler]
Selahattin: Ben bomba olacak diye düşündüm ama..
Herkes hırsızlık yapabilir. Yani patrona verilmesi gereken garanti, hırsızlık yapmayacağın garantisi değil. Patrona, makinayı, iş yaparken bozmayacağın garantisi verirsen seni işe alır. Gelelim şimdi savaşa evet-hayıra. Savaşa evet diyenler de hayır diyenler de patronun fabrikasının çalışmasını engellemeyenler. Ama bunlar fabrikadan mal çalabilirler. Patron bununla ilgilenmiyor. Haydi diyelim ki evet diyenler patronun sevdiği adamlar, hayır diyenler de ilk fırsatta fabrikadan bir şeyler kaçırmaya çalışan insanlar. Ama bunların hepsi fabrikada birlikte çalışan insanlar. Patron da netice itibariyle çıkışta çok iyi bir barikat ya da sistem kurduğu için kimse bir şey çalamadı. Niyetlenen çok oldu fakat parça yürütenler de baktılar ki orada bir makine var, ölçüyor; geri gittiler aldıklarını bıraktılar ondan sonra çıktılar. [Gülüyor]
Menteş: Peki ya yarma harekatı?
Yarma harekatının yapılabilmesi için işte bu sistemin dışında kaldığını bir şekilde birbirine anlatabilmesi lâzım insanların. Mutlaka hakim güçlere değil, birbirlerine. Dünyada bu işler, en çok ‘karışmayan’ insanların korku verdiği işlerdir. Büyük İskender’in bir türlü zapturapt altına alamadığı bir kavim varmış. Sonra anlaşılmış ki bu kavim denizden doyuyor, balık avcılığı ile geçiniyor. İskender, bunlara bütün diğer milletlerin yediği şeyleri alıştırmış önce. Ondan sonra bir daha o bölgeden isyan misyan gelmemiş. Çünkü hayat öyle dönüyor artık. Yarma hareketi, doğrudan doğruya bir topluluğun düzene uysa bile bu düzenin uyulacak düzen olmadığını anlamasıyla başlayan bir harekettir. Yani Gerçek hayat dergisi “İleride işler düzelir de voliyi biz vururuz” diyen insanların çıkardığı dergi değil de, “Biz kendi varlığımızı kabul ettirmek istiyoruz” diyen insanların dergisi olursa, yarma hareketi başlamış olur. Bu, Gerçek Hayat’la kayıtlı değil tabii. Yani kim ki “Biz mevcudiyetimiz konusunda bir tanınmaya talibiz” demiştir, o, yarma hareketini başlatmış olur. Türkiye’deki İslamcı hareketi bir tezgah olarak görüşüm, yarma hareketiyle doğrudan bağlantılı. Çünkü İslami bir tavır sadece netlikle güçlenebilecek bir tavırdır. Bu netlik de adının konulması ve konulan adın başka bir şeyle örtülmemesi sayesinde olur. İslami bir tavır, Resulullah’ın sünnetinden bağımsız olarak yürütülemez. Yürütülüyorsa o İslami bir tavır değildir. Bugün Türkiye’de eğer İslamilik adına başarısızlığa uğrandıysa, baştan kötü başlandığı ya da düpedüz İslamiliğin tercih edilmemesi yüzündendir. Bir, Müslümanlar kendilerinin ayrı bir unsur olarak tanınması gerektiğinde ısrar ederler. Yani “Kimsin? ” Müslüman’ım.” “Ne yani, Türkiye’de şeriat düzeni mi kurmak istiyorsun? ” “Ben öyle bir şey demedim. Ben Müslüman olduğumu söyledim, Müslüman olmak neyi gerektiriyorsa ben onu, yani Müslüman olmamın içini doldurmak istiyorum. Sen Müslüman olmama yasak mı koymak istiyorsun? ” O diyecek ki “Hayır, yasak koymak istemiyorum” “O zaman ben Müslüman’ım ve Müslümanlığı koruyorum, öneriyorum, istiyorum” Bu bir. Bunun karşısında hiçkimse bir şey yapamaz. “Ben onun gibi Müslüman değilim” demene lüzum yok. “Ha sen Müslüman mısın? Müslüman bunu mu yapar? ” diye sorduğunda, o düşünsün. Müslümanlık birinci derecede bir netlik, üzerinde tartışmaya gerek olmayan bir sarahat ister. “Müslüman’ım ama Müslüman gibi yaşamıyorum” bir, “Yaşayamıyorum” iki, “Yaşatmıyorlar” üç.. o ayrı. “Ama ben Müslüman’ım. Benim tercihlerim bu yöndedir. İslamiyet’in dışında ya da üstünde bir değerler ıskalası tanımıyorum.”
Halime: “Ben Müslüman’ım, sizin de benim gibi Müslüman olmanızı istiyorum” diyecek bir Müslüman’dan bahsediyordunuz..
O, tebliğ konusunda söylediğimdir. “Kardeşim Müslümanlık şöyle bir şeydir” diye anlatacağına, [eliyle kendini işaret ediyor] “Müslümanlık bak böyle bir şeydir” diyebilmelisin; o zaman tebliğ olur. Öbürü propagandadır, tebliğ değil. Yarma harekatında birinci husus netliktir dedik. Sarahat, açıklık. “Bu düşüncelerin ifadesi yasaktır, o zaman ifade etmiyorum” Yani “ifade edebileceğim şeyleri ifade etmem gereken şeyler yerine koymuyorum” Anlatabiliyor muyum. “Bunu söyleyemiyorum, onun için başka bir şey söylüyorum” O zaman başka bir şey söylüyorsun zaten? ! Yani asıl söylemen gereken şeyi söylemiyorsun. Söyleyebildiğin şey, söylemen gereken şey değil. O zaman bu netlik değil, bulaşıcı bir kafa karışıklığı. Rasulullah müşriklerle yaptığı her anlaşmada “Müslümanlar ayrı bir millettir” kaydı düşerdi. O yüzden “Tarihten mi geliyor, ana-babamızdan mı geliyor, bizim kafamıza saksı düştü de ondan mı oldu neyse bir Müslümanlık var, biz oyuz” diyoruz, yani bu netlik bu. İkinci husus, gene Rasulullah’ın Sünnetine uygun olarak, bu netliği başka bir kazanç karşılığında harcamamak, feda etmemek. Ne demek bu? Bildiğiniz gibi, Mekke müşrikleri Allah Rasulüne dediler ki “Para istiyorsan, aramızdan toplayıp verelim, kadın istiyorsan en güzellerini seçip verelim, eğer reislik istiyorsan bundan sonra senin sözünden çıkmayalım. Yeter ki sen ‘Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Rasulullah’ demekten vazgeç.” O da ne dedi? “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler, bu davadan vazgeçmem.”
Halime: Reislik meseli manidar hakikaten.
Evet, ben de zaten bilhassa İslami siyaset bahsinde bunu diyorum. Ama eğer Sünnet bu olmasaydı, bugün bütün herkesi çok isabetli görecektik. Diyecektik ki “Bak gördün mü, bunlar ilerde İslami gelişmelere imkan vermek için bir şeyleri ketmediyorlar, birşeyleri saklıyorlar, birşeylerden vazgeçiyorlar.” Resulullah şöyle düşünebilirdi değil mi: “Madem bunlar benim sözümden çıkmayacaklar, madem reisleri ben olacağım, param da olacak, yavaş yavaş bunları yola getiririm.”
Numan İlhan: “Savaşmama, eziyet çekmeme, canımı tehlikeye atmama hiç gerek yok” diyebilirdi.
Diyebilirdi ama demedi. George W. Bush’un kafası almayabilir ama Türkiye’yi yönetenlere de, dünyayı yönetenlere de Müslüman olduğumuzu ve bunun karşılığında hiçbir şey kabul etmediğimizi belli edebilirsek bu yarma harekatıdır. Yani kâfirler için “Burada kendilerinden aleyhimize her şeyin doğabileceği insanlar var” demektir bu. Kâfir “Bu adam hâlâ Müslüman” diye tedirgin olacak ve dolayısıyla sen yarmış olacaksın, çünkü onun güvendiği şey o.
Menteş: Nedir?
Savaşa hayır demek, savaşa evet demek neyse. Yani sesine cevap verilmesi, tezgahının geçerli sayılması. Mesela bugün dünyada gerine gerine herkes söylüyor: “Kardeşim var mı Amerika’dan daha güçlü ülke? Var mı? Yok.” diyorlar. Selahattin: Şimdi de ikinci süper gücün dünya kamuoyu olduğu söyleniyor.
Salakça bir şey. Bu da bir tezgah.
Selahattin: Zaten bir salak ediyor bu lafı..
Neden? Çünkü o süper güçten yararlanması için bunu söylemesi lâzım. Oysa dünya hiçbir zaman çok kutuplu olmadı. Biz niye dünya sisteminden bahsediyoruz? Dünya sistemi, İtalyan site devletleriyle kuruldu, ikinci merkezi Hollanda’ydı, üçüncü merkezi Londra’ydı, son merkezi Wall Street.
Selahattin: İspanya yok mu arada?
İspanya yok. Bak Fransa yok, düşünsene. Sistem derken, kapitalizmin iskeletinden bahsediyoruz.
Selahattin: Sovyetler Birliği’ni siz dünya sisteminin bir cihazı olarak mı görüyorsunuz?
Menteş: Okurlardan birisi sizin neden Hetorodoks bir tavrı değil de Sünni tavrı benimsediğinizi soruyor.
Bu daha çok benim üzerinde yaşadığımız toprakların ruhuyla ilgili olarak söylediğim bir şeydir. Biz Allah’ın takdiri olarak Ortodoks ve Sünni bir tercih yapmış topluluğa mensubuz. Yani Hıristiyanlık Katolik ve Ortodoks olarak bölündüğü zaman Ortodoks olan İstanbul, Roma Katolik; bu topraklar dâr’ül İslam olduğu zaman Safeviler Türk ama Şii, Yıldırım Bayazıt’la daha netleşen bir Sünni oluşum burada oluyor. Bu bence bir tesadüf değil. Şöyle diyelim: Kâfirle hesaplaşmak önce itikadi bir sağlamlık gerektiriyor. Ortodoksluğun, kelime anlamı ‘doğru kanı’, ‘Orto Doksa’. Ve bakıyorsunuz, Hıristiyan alemde -Hıristiyanlığın Müslümanlıkla bence uyuşan bir tarafı yok, o ayrı, ben o İbrahimî dinler meselesinin de yerli yerine oturtulması gerektiği kanaatindeyim, fakat- Ortodokslar Katoliklere göre Hıristiyanlığın esaslarına sadık kalmayı önemsiyorlar, bunu tercih ettikleri için öbürlerinden ayrılıyorlar. Öbür tarafta papanın gücü İncil’in gücünü aşıyor. Ortodokslar da diyorlar ki “Böyle olmaz, bu işin bir doğrusu var.” Onların da patriği var ama gene de “Dinin esaslarını yok sayarak yaşayamayız” fikrindeler. Katolikler ise “Bizim papamız olduğu için bizim dinimizi evrim geçirebilir, donmaz.” diye övünüyorlar.
Menteş: Papaya vahiy geliyor çünkü.
Evet. Heterodoksluk ise yani akıl almaz bir şey. Nihayet bir çeşit yetersizlik. Çünkü, henüz ulaşamamış, henüz doğrusunu yakalayamamış.. Ama Türkiye’de İslam dünyasında Sünni-Şii ayrımını hesaba katarak düşünürsek, Şia’nın Hadis olarak Ehl-i Beyt’ten gelmeyen Hadisleri kabul etmeyişi meselesi de benim zihnimde bir sorudur. Velayet-i fukaha zaten büsbütün bir soru. Sünnilik’te ne velayet-i fukaha, ne de Hadislerin çok daraltılması var.
Menteş: Bir de dinler arası diyalog meselesi var..
Dinler arası diyalog denilen şey, sonunda bu göz önüne alınan dinlerden birinin işine yaramayacaksa ne işe yarayacak? Soru bu. Dinler arasında diyelim ki diyalog kurduk. Bu, sonunda bu dinlerden bir tanesinin diğer dinleri halletmesi manasına gelmeyecekse ne manaya gelecek? Niçin biz dinler arasında diyalog kuralım? Ayrı ayrı dinler olduğunun gerekçesini mi ortadan kaldıracağız? Yani ayrı ayrı dinler olarak niçin Budizm var, niçin Brahmanizm var, niçin İslamiyet var, niçin Yahudilik var?
Dinler arası diyalog, “Allah katında din İslam’dır” Ayet-i Kerîmesini yalanlamak için kurulmuş bir tezgahtır. Allah katında din İslam’dır. Bunu kabul etmeyen, insan değildir. Montgomery Watt bile diyor ki “Eğer İslam kelimesi Allah’a teslimiyeti ifade ediyorsa, tabii ki ben de Müslüman’ım” Montgomery Watt Müslüman falan değil, uyanık bir şarkiyatçı ama bu böyledir. Şimdi siz bana dinler arası diyalog derken, İslam’ın şubelerinden mi bahsediyorsunuz? Bir İslamiyet, Allah’a teslimiyet, silm var, ve bu arkadaşların bazıları başka türlü yaklaşıyorlar meseleye ya da uygulamada bazı farklar var. Bu mudur? Bu değilse eğer o zaman triniteyi kabul eden yani “Allah, İsa, Ruh’ül Kudüs” diyen Hıristiyan ne oluyor? Biz mesela Hıristiyanlar ve Yahudilere ehl-i kitap diyoruz; İsa’nın şeriatına ya da Musa’nın şeriatına sadakat gösterenlere ehl-i kitap diyoruz. Bu, şimdi yaşayan rahiplerin ve hahamların din adamı olduklarını göstermez. Evet “Leküm dîniküm ve liyedîn” manasında dinleri var. Ama bunlar İslam’ın bir parçası mı? Yani her Hıristiyan rahibine, her Yahudi hahamına “Bizden ama biraz farklı” diyor muyuz Müslümanlar olarak? Demiyoruz.
Menteş: Ve bu bir tolerans..
Onlara tolerans göstermemiz, yanlışlıklarını yüzlerine vurmamız demektir. Yani şöyle “Sen kiliseye gidip öyle ibadet mi etmek istiyorsun? Et be aman ne var et: ” ya da “Sen havraya gidip ibadet mi edeceksin Et, n’apalım yani et, bunun bir önemi, bir değeri yok ki, yap yani.” Hoşgörü budur. Onun için Hıristiyanlar ne Yahudilere, ne de Müslümanlara hoşgörü göstermemişlerdir. Yani onlara “Siz de böyle yapıyorsanız yapıverin be n’olacak, nasıl olsa saçmasapan bir şey yapıyorsunuz” diyemedikleri için Hıristiyanlar, onlara hiçbir şey yaptırmıyorlar. Biliyorsunuz, Katolik kilisesi din olarak Yahudiliği kabul etmiyor. E, nasıl diyalog kurulacak şimdi? Ama tarihte rahiplerle hahamlar arasında dinî tartışmalar olmuş.
Menteş: Teknoloji hakkındaki görüşlerinizin değişip değişmediği soruluyor.
Değişmedi, pekişti. Yani teknolojinin varlıkla akıl arasındaki bağı kopardığına 1978 yılında da inanıyordum, şimdi de inanıyorum.
Menteş: Gençler ve yaşlılar söz konusu olunca sizin yaşlıları tuttuğunuz düşüncesinde bir okurumuz.
Orada yanılıyor. Ben tabii yaşlanıyorum, o ayrı bir şey yani kendi tarafını tutmak diye bir şey yok. Ben, Sokrates’ten bu hususta farklı düşünüyorum. Sokrates’e soruyorlar “Niçin gençlerle uğraşıyorsun? ” O da cevap veriyor, “At terbiyecilerini görmüyor musun, kart beygirlerle değil, taylarla uğraşıyorlar.” Ben böyle düşünmüyorum. Bana göre bir toplumda kendisine doğruyu ulaştırmakla yükümlü olduğumuz insanlar arasında fark gözetmeyelim. Ama mutlaka birisine eğitim vereceksek, vakti azalmış olana eğitim verelim. Yaşlıya ver o bilgiyi ki yararlansın. Yaşlıya verdiğin her eğitim, neye değdiği bilinerek alınacak demektir. Belki adam direnecek. Halbuki gence eğitim verdiğin zaman onun toyluğundan yararlanıyorsun. Halbuki yaşlıya bir eğitim versen o diyecek ki “Ha, bunu bilsem iyi olur.” ya da “Bunu bilmek beni ferahlatır, beni itminan sahibi kılar.” Halbuki genç, öğrendiği şeylerle başka bir şekilde ilişki kuruyor. Bir laf vardır “Her şeyi bilecek kadar genç değilim.” Yaşlı bir insan bir şeyler öğrendiği zaman, onu dünyasında oturtacağı yeri bilir. Halbuki genç için aynı şeyi söylemek mümkün değil..
Menteş: Bir okurumuz, sizin genellemelere başvurduğunuzu belirtiyor. Mesela, diyor, şimdiye kadar hiçbir okuyucu/muhatap bulamadığınızı yazmıştınız. Sadun Aren’den başka, karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen biriyle karşılaşmadığınızı kaydetmiştiniz.
Verdiğin örnekler bana “İyi ki öyle söylemişim” dedirtiyor. Çünkü hakikaten ben Sadun Aren’den başka karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen bir insanla karşılaşmadım.60 yaşıma bir yıl var ve hâlâ bir okuyucu bir muhatap bulamadığımı, şarkıda olduğu gibi “İçim sızlanarak” düşünüyorum. Bir tek okuyucum olmadı benim. Yazdıklarımı çok seven, çok beğenen, çok doğru bulan, çok benimseyen insanlar olmuş olabilir. Fakat..
Zelan: Sizinle aynı yolu yürümedi.
Evet yani bana yoldaş olmayı seçen birisiyle karşılaşmadım. Diyeceksin ki okurla yazar arasında yoldaşlık ilişkisi kurulur mu? Birisi yazıyor, birisi okuyor. Ama hayır. Herhalde bu anlaşılır bir şeydir.
Menteş: Fakat okurlardan biri soru sormuyor ve “Zırva sorulara üzülmeyin, biz de varız” diyor.
Ben bu arkadaşlara haksızlık etmiyorum. Çünkü yıllar öncesinden yazdım, ben zaten onlarla bir alışverişi gözetiyorum, yani kafamda eğer onlar olmasa bir cümle yazamam. O ayrı bir şey ama bir de hakikaten insanın bir şekilde alter-egosu olan bir okuyucusu olması imkansız mıdır? Dost neymiş? “Karşısında yüksek sesle düşünebildiğin kimseymiş”. Ben okuyucularımla o kadar açık konuşamıyorum. Yani bir tane bile çıkmadı. Hâlâ onların anlayış düzeyini kollamaya çalışıyorum. Hemen diyorum ki “Bakın burası böyle ama sakın böyle anlamayın” mesela, değil mi? İzah etmiyor muyum? Çünkü hâlâ o mesafe var. Olmaması mümkün değil. Ama diğer türlü olsaydı zaten İsmet Özel’e sorular olmazdı. Tahrir Vazifeleri’nde yazdım, Goethe diyor ki “1 milyon okuyucunuz olmayacağını düşünüyorsanız, yazmayın.” “En az 1 milyon okuyucum olur diyeceğiniz şeyleri yazın” diyordu.
Menteş: 1 milyon muydu,30 bin mi?
Öyle mi? Belki de 30 bindir.30 bin olsun. Bin olsun istersen. Ben de cevap veriyorum Goethe’ye, diyorum ki “Hayır, beni bir kişi olsun anlar diye kafanızdan geçiriyorsanız, yazın, hem de ciltlerce yazın.” Ben böyle düşünüyorum ve doğrusu öyle yapıyorum. Aksi takdirde düzyazı macerası benim için çok kötü bir macera olurdu. Mahrem Macera olmasa bile böyle bir şey yani, hâlâ içinden bir şeyler çıkacağını beklediğimiz. Okuyucu bilmiyor ki ben onunla en uygun dil aracılığıyla anlaşabilmek için ciddi bir çaba gösteriyorum. Hem okuma bakımından, hem de zihnimi tertip etme bakımından. Yani ben bir bağı önemsiyorum. Ölünceye kadar da herhalde birisi çıkacak diye bekleyeceğim.
Menteş: Deniyor ki, İsmet Özel başörtülülerden ve genel olarak kadınlardan müşteki görünüyor...
Evet, başörtülü kadınlardan ve genel olarak kadınlardan bazı şikayetlerim var.
Halime: Erkeklerden daha mı fazla?
Kesinlikle evet. Çünkü kadınlardan, erkeklerden beklediğimden daha fazla şey bekliyorum. Ben kendim yıllardan beri bir Müslüman ailede kadının kocasına “Eve getirdiğin para az olsun ama helal olsun” diye bir baskı yaptığına şahit olmadım. Dolayısıyla burada birinden şikayet edilecekse o parayı kazanamayan adamdan mı, yoksa “Neden daha çok getirmedin? ” diyen kadından mı şikayet edelim? Bu bir. İkincisi, Müslümanca bir hayatı inşa etme işini kadınlar yapabilir. Neden, Nasıl? Kocası ve çocuklarıyla ilişkide santral olan odur. Dolayısıyla çocukların ve mesela başı örtülü kızının nasıl bir izlenim uyandıracağını o sağlıyor. Babası, kabaca başı örtülü olmasından memnuniyet duymak gibi bir yerde kalıyor. Başı örtülü kadınların Türkiye’de, başını örtmeyen kadınların takipçisi olmaksızın bir başarıyı niçin elde edemediklerini soruyorum. Ve bu yüzden de şikayetlerim çok. Zaten başörtülü şarkıcı markıcı da çıktı. Bir süre sonra “Başörtülü dansöz niçin kabul edilmiyor? ” diye rahatsız olacaklar. Yani böyle bir tavır, böyle bir yetersizlik, böyle bir acınacak durum var. Şu başörtü yasağından sonra kadınlar ne yaptılar? Birtakım başı örtülü kadınlar görüyorum ama tesettürlü değilmiş gibiler. Başlarının sıkı sıkı örtüyorlar, özellikle çok modern, çok alafranga izlenimli kıyafetleri seçiyorlar, parası olanlar tabii. Başlarını örttüklerinden sanki pişmanlar, “Ne yapalım biz de böyleyiz” tavrındalar. Ama asıl şikayetim ev düzeni de dahil olmak üzere Müslüman kadınların İslami bir hayat ritmi sağlamayı kolaylaştırıp kolaylaştırmadıklarıyla alakalıdır. Geldim 60 yaşıma, böyle bir kolaylığın doğurduğu ferahlığın izine rastlamadım ben. Böyle devam etmesi beni çok rahatsız ediyor. Tabii ne yapalım, elimizde olmayan sebeplerle, bu şartlarda yaşayıp gittik. Bu dünyada da böyle. Henüz İran devrimi olmadan, kara çarşaflı kadınların vitrinde olduğu bir biçimde hareketin ortaya çıkmasından şikayet eden yazılar yazmıştım. Kadınlar İslam uğruna savaşmaz değil, ama erkekler kalmadığı zaman savaşırlar. Böyle bir tuhaflık olmaması lazım. Kadınlar tabii ki birçok şey yapacaklar ama sokağa çıkıp bağırmak kadınların işi birinci derecede değil. Bunu erkekler yapamadıkları zaman kadınlar yaparlar. Nitekim asr-ı saadette böyle bir olay var. Bir kâfir Müslümanlara hakaret ettiği sırada, sanırım Şair Hasan bin Sabit’e, kadınlardan birisi diyor ki “Şu herifi öldürsene, Müslümanlara dil uzatıyor.” Bizim şair de “Vallahi ben o işlerin adamı değilim” diyor. Bunun üzerine kadın müşrik adamı atından yahut devesinden indirip öldürüyor. Erkekler yapamazsa yapsın tamam ama ilk işleri bu değil. İlk işleri olan şeyi de yapmıyorlar. Bir ‘takdim-tehir’ var burada. Biz, Müslüman kadınlardan İslami bir hayatın yapıcısı, kurucusu olmalarını bekliyoruz. Onlar bunu yapmazlarsa Müslüman bir iç işleyiş aile içinde nasıl olacak? Sosyal hayatta da böyle. Kermes mermes gibi tuhaf tuhaf şeylerle uğraşıyorlar. Çok canımı sıkılıyor, bütün bunları yetersizlik ve özenti olarak görüyorum.
ismet özel bence cumhuriyet tarihinin yetiştirdiği en büyük bilgedir.üstelik eğer öyle bir bilge olmasaydı bu ülkede, batı felsefesinin eziciliği karşısında belki hiç bir şey yapamayacaktık...
Yerküre üzerinde Türkiye adını almış bir ülke bulunacaksa bu ülkenin varlığı ancak bir merkezi temsil ediyor oluşuyla açıklanabilecektir. Türkiye ne olmuş da Türkiye olmuş? Omurgası Müslümanlık olmadığı takdirde Türkiye neyine sahip çıkabilir? Türkiye ahalisi Amerikan malı kalmakta ısrar edip Türkleşmeye bigâne kalmakta devam ederse Türkiye daha kaç yıl yaşar?
Görüyoruz ki modernliğe heveslenenlerden hep paslanmış bir zihnin belirtileri yansımaktadır. En iyisini büyüklerimiz bilir diyen onlardır. Onları hafife almak yerine onları bir merak konusu haline getirelim: Türkiye’deki iktidar imkânlarını kullanmakta olan zevata, bu zevatın memleket menfaati aleyhine karar almayacağı hususunda duyulan güvenin (varsa) kaynağı nedir?
Müslümanların hesabının görülmesi sırasında Müslümanlık bahse konu ol-muyor. Yahudiler ve Hıristiyanlar yeryüzünden bir kültür varlığı olarak Müslümanlığı silmek istediklerini söylemiyorlar; ama bilhassa bu söylemedikleri işi yapıyorlar. Başat kültür hayatından İslâmiyet’i silmek için ellerinden ne geliyorsa artlarına koymuyorlar. Niçin yapıyorlar bunu? Bu zahmete niçin katlanıyorlar? 1924 yılında hilâfetin kaldırılmış olmasıyla dünya Müslümanlığı zaten omurgasız bırakılmış değil midir? Evet, öyledir. Gel gelelim, ne derecede reforma uğramış olurlarsa olsun Yahudiler ve Hıristiyanlar ilâhiyat hakkındaki telâkkilerinin sıradan Müslümanlar nazarında bile bir değerlendirmeye tâbi tutulmasına tahammül edemiyor. Modernlik aracılığıyla Müslümanların “endoctriné” edilmesinden alamadıkları sonucu Müslümanların terörist yaftası altında temizlenmesinden alacaklarını umuyorlar.
dili tok, sozcuk secimi itinali, fikirleri yuksek bir siiri var.uslup sahibi oldugunda ve siirimizin ustalari arasinda sayilabileceginde suphe yok. felsefik eserlerine gelince cogunlukla agir sayilirlar.amaci halka degil halkin icinden cikacak maximum 100 kisiye hitap etmek.insaallah basarili olur da kendisini layikiyla anlayabilecek dusunen kafalar yetisir.yuz tane olmasa bile 50 tane olur insaallah...
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin. İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman, kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar... Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş... Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir. Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin? Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters bilmez. Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan, yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya, ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz. İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim. Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz. İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
Türkiye’de siyasetin kimler tarafından, ne şekilde yapıldığını sergilemek gayesiyle yazdıklarım siyasetten yüz çevirmeye haklılık kazandırmak için değildir. Haysiyetin hiçe sayıldığı siyasi tavır yerini haysiyet koruma siyasetine bırakabilir. Demek ki Türkiye bir ülke olarak mevcudiyetinden vazgeçmediği sürece direnişin atılımla ikmal edileceği bir siyasi eğilimle harekete geçme ve bu eğilimin vücut kazandığı bir siyasi kuruluşa kavuşma ümidini kaybetmeyecektir. Ömrünün akış düzeni içinde cedelin de cehdin de önemli roller oynaması gerektiğini düşünen milyonlarca insan yaşıyor Türkiye’de. Bu insanları düşüncedeki rengi ve şahsiyetteki kesafeti ne olursa olsun günümüzün siyasetçileriyle koşut konuma sokmaya veya tam tersine renk ve kesafet gözeterek bu insanları günümüzün siyasetçileriyle rekabete sevk etmek en hafif deyimle alçaklıktır. İstatistikler, araştırma raporları ne derse desin Türkiye siyasi tavır bakımından bu kadar alçalmaya müsait bir ülke değildir. Türkiye’nin Müslüman nüfusunu köleleşmenin, soysuzlaşmanın, dilencileşmenin, iptizale uğramanın bir katalizörü durumuna düşürmeye yerli veya yabancı hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini göreceksiniz. Bu kadar kesin konuşuyorsam bunun sebebi Müslümanların kendi aralarından müminleri çıkaracaklarına olan güvenimdir. Müminlerin ihsandan mahrum kalmayacaklarına inancım tamdır. Güvendiğim, inandığım hususlarda tek başıma kalmadığımı bildirenler de var. (devamı aşağda...)
Bırakalım plastik adamlar parti kursunlar, parti versinler, parti malı alıp satsınlar. Onlara kendi partimizi kurarak cevap vermeyeceğiz. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki Türkiye’de siyasetin dili dünya sisteminin lortları hangi dilden anlıyorsa ve/veya hangi dili dayatmışsa odur. Halbuki biz kendi atılım dilimizi kurdukça birbirimize destek olabiliyoruz. Onlara kaç kişi olduğumuzu bildirmeme ve onları ne ölçüde muhasara altına aldığımızı söylememe cezasına çarptıracağız. Bizim Türklüğümüz bu işin kemale erdirilmesiyle mukayyettir. Tıpkı bu toprakların dar-ül İslâm olduğu günlerdeki gibi direneceğiz ve atılacağız. Bizim kim olduğumuzu bizden biri olmayan asla anlayamayacak. Bizim ne yaptığımızı bizim işimizi görmeyen, bizimle ortaklaşa çalışma yürütmeyen asla bilemeyecek. Kimseyi ikna etmeyeceğiz. Çünkü insanların âlet durumuna düşürülmesine isyan ediyoruz. Kimse bizi ikna edemeyecek. Çünkü kendimizi hiçbir şekilde kullanıma açmış değiliz. Parti kurmuyoruz, Müslüman olarak üstünlüğümüze toz kondurmuyoruz.
Türkiye’nin siyasetinde cedel de yok, cehd de yok. Hiçbir zaman olmadı. Şimdiye kadar Türkiyeli siyasetçiler taltif edilmelerine yol açan süreç boyunca ne cedeli göze aldı, ne cehte azmetti. Zahmetlerle, sıkıntılarla, kanla, gözyaşıyla dolu Türk tarihinin neden hem cedele, hem de cehde yabancı kalışı meraka değer. Biz bunu merak ede duralım, vakıa gözler önüne serilmiş vaziyettedir: Eğer Türkiye’deki siyaset alanı bir mücadele alanı olsaydı, siyaset adamları arkalarına yürüttükleri veya yürütmeye hazırlandıkları cedel hatırına bir “ordu” toplamaya gayret ederlerdi. Hayır, böyle yapmıyorlar. İstedikleri iğreti oydan, geçici bir onaydan ibarettir. Eğer Türkiye siyasi alanda mücâhede etmeye elverişli bir zemine sahip olsaydı halkın tanıma fırsatı bulduğu her yüksek şahsiyeti siyaset yapmaya zorladığı bir tablo karşısında olacaktık. Hayır, karşısında olduğumuz tablo bu değil. Siyaset adamları halkın devlet imkânlarından yararlandırılması hususunda taviz verdikleri oranda taraftar toplayabiliyorlar ve halk işbirliği yapmak üzere gözünü üstün nitelikli insanlara değil, sorumluluğunu kendine hatırlatmayacak nitelikteki insanlara dikmiş durumdadır. Halk onlarla elbirliği etmenin bedelini ödeme mecburiyeti altında kalmamak için üstün nitelikli insanlardan gözünü kaçırmaktadır.
Devlet lehine davrandığı söylenenlerin kendi kişisel menfaatlerini kollamaktan ötede bir etkinlikte bulunduklarını kanıtlamak hemen hemen imkânsızdır. Çünkü verdiği karar neticesinde devlet kazançlı çıktığı halde kendinin kayba uğradığına şahit olduğumuz yetkililer eliyle yürütülmüş bir siyasetin açtığı yolda hiçbir mesafe kat etmedi Türkiye. Bilakis yüzyıllar boyunca nice “resmi karar” yetkililer, daha doğrusu devlet yetkilerini gasp edenler şahsi güvencelerden mahrum kalmasın diye verildi.
Menteş: Türklük genişleyebiliyor demek ki?
Her şeyi genellemelerden tikellemelere indirgeyerek de konuşmak mümkün. Ben bu lafları ederken, Türkiye’de yapılacak bir işe işaret ediyorum. Benim öyle mücerret olarak bir şeyi teorik geçerliliğe kavuşturup ondan sonra rahatlamak diye bir derdim yok. Yani insanlar bu yaklaşım dolayısıyla yapılacak bir iş olduğu görüşünü benimsiyorlarsa, ben yapılacak işten bahsetmeye eğilimliyim. Yoksa çok da derdim değil yani Türkler mürkler.
Menteş: Yani bir teoriyi kabul ettirmeye çalışmıyorsunuz.
Hiç hiç hiç. Hayır yani böyle bir teori icat ettim de bunu insanlara izah etmeye filan çalışmıyorum. Benim söylediğim, içinde yaşadığım toplumun bir çıkış yolu bulmasında kullanacağı argümanlardır. Bir de, doğrusu, bazı mazarratı da önlemenin endişesini taşıyorum. Son yazılarımdan birinin başlığı “Ağzında Geveleme; Türk Müsün, Gâvur Musun, Çabuk Söyle! ” Bunu doğrudan doğruya Türkiye’de yaşayan insanlara söylüyorum. Çünkü aktüel olarak insan Türk mü gâvur mu olduğunu izah ettiği zaman politik pozisyonu tespit edilebilir.
Menteş: Yeni bir meşruiyet tanımı..
Ben bilhassa Türk olmadığı halde Türk’müş gibi yapanlara sesleniyorum. Eğer onlar Türk olduklarını söylerlerse, gâvurluk yapmasınlar o zaman. Şu gün Türkiye’de siyasi olarak tavır almak, Türklükle gâvurluk arasında bir tercih yapmaya bağlı. Böyle şeylerin çok pratik değeri var.
Menteş: Tahminime göre 200 civarında yazı yazdınız, Türklük meselesinin izaha kavuşması maksadıyla. Biz de hâlâ konuyu açmanızı sağlamak üzere size sorular soruyoruz. Halbuki bu son söylediğinizden sonra meselenin pratik bir faydaya yönelik olduğu anlaşılıyor. Bu kadar izah etmek gerekmesi sizi yoruyor mu?
Hayır, yorulmaktan endişe duymuyorum. Söylediklerimin Türkiye’de duruma hakim olan resmî görüşle kan kardeşi gibi anlaşılmasından rahatsız olurum.
Levent Gültekin: Resmî söylemle sizin söyleminiz arasındaki farkı biraz açalım mı?
Tabii açalım. Resmî söylem bir oldu bittiden yararlanmak üzere üretilmiş bir söylem. Mesela Türkiye’de etnik köken meselesinin hiç bahis konusu edilmemesi üzerine bina edilmiş bir söylem. Yani Türkiye’de Türk kelimesiyle resmî söylem arasındaki irtibat, modernleşmenin desteği olmak üzere üretilmiş bir irtibat. Ne demek bu? Aslında tabii bunları izah etmek zor, neden zor? Çünkü kanun sınırlarını zorlamak gerekecek. Yine de benim Türk anlayışımla devletin Türk anlayışı arasındaki farkı şöyle özetleyeyim: Devletin Türk kelimesini kullanışı susturmak, galebe çalmak ve etkisiz bırakmak içindir.
Menteş: Kimi, neyi?
Kimi, neyi olursa olsun. Bir şeye üstün çıkmak; onu, sorgulamaktan men etmek üzere üretilmiş bir Türk anlayışı vardır. Mesela deseler ki “Bu ırkçı bir kavram mıdır? ” Devlet “Hayır, Türk dediğimiz zaman biz bir ırktan bahsetmiyoruz” diyecektir. “E peki neden bahsediyorsunuz? ” Buna cevap vermeyecektir. Cevap veremeyeceği için de..
Selahattin: Bir üst kimlik diyor ama.
O üst kimlik dediği şey, Türkiye’de III. Selim’den beri batılılaşma yolunda yapılmış her şeyin onaylandığı alandır. Sorgulamak gerekir. Bu sorgulamayı başlatmak, dediğim gibi insanı yargıç karşısına çıkarır.
Selahattin: Batılıların taleplerinin kavramsallaşmış biçimi mi üst kimlik?
Menteş: Anladığım kadarıyla kavramsallaşmış filan değil.
Değil.
Menteş: Tersine, içi boşaltılmış.
Zelan: Sizin Türklük anlayışınızda “olmak” kelimesi çok kritik bir yer tutuyor. Çünkü Cumhuriyet’ten sonra bir millet olmak fikri vardı. Onların çizdiği millet rotasıyla sizin çizdiğiniz millet rotası arasında belirgin zıtlıklar var.
Evet. Bir aldatmanın devam ettiğini kabul edelim. Resmî tutumun açık ifadesiyle, el altından yaydığı görüntü arasında bir uyuşmazlık var. Yani şimdi bir kısım insan için İsmet İnönü ağzına Allah adını almayan birisidir. Bu konuda bir anekdot da aktarırlar. İnönü’ye demişler ki “Hiç Allah adını anmıyorsunuz, nedendir? ” O da cevap vermiş: “Allahaısmarladık diyoruz ya.” Böyle bir şaka var ama başka bir yönü de var işin. Türkiye’de İsmet İnönü’nün beş vakit namazını kıldığına inanan insanlar var, biliyor musunuz? Ve ben gözlerimle, İsmet İnönü’nün mezarı başında Fatiha okuyan insanlar gördüm, Anıtkabir’de. Dolayısıyla resmî görüş dediğimiz zaman bu işi bilinen mesele olmaktan biraz daha uzakta değerlendirmek lâzım.
Menteş: Yani resmî görüşün aydınlatılmamış bölgeleri var?
Kesinlikle evet. Özel olarak karanlık bırakılmış bölgeler.
Menteş: Sağcılık bahsinde ne diyeceksiniz?
Konuştuğumuz husus tam bunun ortasında. Sağcılık, resmî görüşün ikiyüzlülüğünden yararlanan, kendine oradan pay çıkaran bir tutumdur. Bu garip bir şey gerçekten, Türkiye çok özel bu bakımdan. Kızının anıları yayınlandığı zaman Nurullah Ataç’ın besmelesiz evden dışarı çıkmadığını ve hattâ başka bazı dualar okuduğunu öğrendik. Mersin’de yaptığı bir konuşmasında -bu yazılı bir şey, ben okudum yani- gencin biri Nurullah Ataç’a soruyor, “Sizin Müslüman olmadığınız söyleniyor? ” diyor. O da diyor ki “Daha kötü, ben zındığım.” Aziz Nesin mesela, Türk halkına domuz eti yedirilmesi tezini savunuyordu ama “Ben yemem” diyordu. Şimdi bu adamlar sağcı değil, solcu olarak tanınıyor. Öbür taraftan sağcı bilinen Ahmet Hamdi Tanpınar da Erzurum’da öğrencilerine, açıktan içki içmelerini tavsiye ediyor ki bir şeyler kırılsın, bir Müslüman ülkede alenen içki içilebilsin. Erzurum’da ama, İstanbul’da zaten içiliyor. Nurullah Ataç’ın yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ı İslami bakımdan tercih edilebilir gibi görüyorsun çünkü yazdıkları böyle bir izlenim doğuruyor. Halbuki bunların sağcılığı da solculuğu da su götürür.
Menteş: Sağdaki ve soldaki ikiyüzlülüğün ertesinde Türklük işler mi?
Türklük yeni bir insan tipinin oluşmasında başvuracağımız bir şey. Bütün bu olan bitenden sonra, Türkiye’nin geleceğini endişe kaynağı saymış insanlar çıkacak mı? Ve bunlar çıktığında kendilerine ne diyecekler? Eğer Türk dışında bir şey diyeceklerse bu Türkiye’nin lehine olur mu? “Ben şimdikinden çok daha yüksek bir Türkiye istiyorum ama Türk değilim.” Bu ifadeyi mantıklı bulabiliyor musunuz?
Zelan: Bu bağlamda sizin kritik olarak andığınız meselelerden biri de Kürtlük..
Konuşmalarımda ve yazılarımda Kürtleri, ciddi bir şekilde hesaba katıyorum. Eğer Kürt meselesi bir mesele olarak yaşayacaksa ve Türk karşısına çıkarılan bir şey olarak canlanacaksa o zaman başka bir şeyden bahsediyoruz, yani Türkiye’den bahsetmiyoruz demektir. Devletin görüşüyle, resmî görüşle benim görüşüm arasındaki önemli fark o. Nasıl? Devletin resmî görüşünde deniyor ki, -aynı kelimeleri kullanıyor gibiyiz- “Lozan’da Kürtler değil, gayri-Müslimler azınlık kabul edildi. Dolayısıyla Kürtlerin Türk olduğunu varsayalım.” Ama ben diyorum ki “Evet, Lozan’da Kürtlerin azınlık olduğu kabul edilmedi, çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devleti olarak kuruldu.” Burada ayrım Müslim – gayri Müslim ayrımıdır. Hattâ sınırlar tespit edilirken “Orada Kürtler var, dolayısıyla orası da bizim” demişlerdir. Dolayısıyla biz bugün Kürtler yüzünden Türklüğe muhtacız; Aleviler yüzünden Sünniliğe muhtacız. Eğer Kürt etnik gruplarının geleceği kendi beklentileri ve çabaları doğrultusunda şekillenmiş olsaydı, o zaman ben meseleyi kesinlikle Türklük olarak koymazdım. Başka bir kelime bulurdum.
Menteş: Vatan olgusuna, bilhassa yeni neslin anlamakta zorlandığı yoğunlukta bir önem atfediyorsunuz..
Vatan derken söylediğim şey gene beynelmilel bir anlam taşıyor. Türkiye herhangi bir vatan değil. Türkiye dâr’ül-İslam olduğu için vatan olmuş bir yer. Bu, dünyada Türkiye’ye eşsiz bir statü veriyor. Dünyada başka bir yer yok ki dâr’ül-İslam olduğu için vatan olsun.
Menteş: Yani Türkiye’yi Hıristiyan birisi vatan kabul edemez mi diyorsunuz?
İşte burada paylaşacağız. Burası ya Türkiye’dir ve vatandır ve yahut kesinlikle buradan Türklerin tıpkı Avrupa’dan pılılarını pırtılarını toplayıp gittikleri gibi gitmeleri lâzım. Çünkü eğer Türkiye vatan değilse, Türkiye dâr’ül-İslam olarak vatan vasfı kazanmamışsa, hiçbir şey değildir. Yani bizimle alakalı bir yer değildir. Amazonlar var burada, hattâ “Veni vidi vici” sözü burada söylenmiş. Burası öyle bir yer ki, ilk önce Hıristiyanlar diyecekler “Burası bizim.” Ondan sonra Avrupa Greko-Romen kültürü diyecek ki “Yapmayın, Hıristiyan olmadan önce de burası bizimdi” vs. vs. Ama Türkiye özel bir yer konumuna, dâr’ül-İslam kimliğiyle vatan olması şartıyla kavuşmuştur. Bu çok çok çok çok çok önemli. Burası dâr’ül-İslam vasfıyla vatan karakteri kazanmadan önce İslam dünyasının muteber bir yeri değildi. Burası Müslüman olarak ışıklı bir yer oldu. İngilizce ‘İslamic Heartland’ [İslami kalp yeri, İslami merkez] Türkler buraya gelmeden önce Şam’dı, Bağdat’tı. Fakat bugün Mekke’de çok kıymetli, pek nadir bulunan bir şeye -bu bir insan da olabilir, bir eşya da- “İstanbulî” deniyormuş. “Ooo, fincanlar da İstanbulî! ” Düşünebilir musunuz, biz burada, mesela bugün bütün Arap dünyasının basın-yayın hayatında kullandığı rika harflerini icat ettik. Arap harflerinin çeşitli biçimleri var. Sülüs, kûfî, talik... Rika harflerini de biz bulduk.
Menteş: Fakat biz rika harflerini kullanmıyoruz. Bu da düşünülmeli.
Düşünebiliriz [Gülüyor]. Yani bizim burada vazgeçtiğimiz takdirde dünyanın kaybedeceği değerlerimiz; İslam dünyasının da bütün insanlığın da biz vazgeçtiğimiz taktirde mahrum kalacağı birtakım şeyler var. Dünya eğer kapitalizmi bir bela olarak kabul ediyorsa, yahut kapitalizmin bela olduğuna inanan insanlar varsa dünyada, kapitalist dünya sisteminin dışında bir yaşama biçimi sadece üretmiş değil bunu özenilir hale sokmuş bir topluluk, bir insan tipi burada varoldu. Biz bundan vazgeçtiğimiz zaman aslında insanlığın ümidinden de vazgeçmiş oluyoruz. Ve Türklük biliyorsunuz Haçova Meydan Muharebesi’yle başlamıştır.
Menteş: Bir okurumuz da “Ne alakası var Haçova Meydan Muharebesi’yle? ” diye soruyor
Yazdık ama gene de söyleyelim. Haçova Meydan Muharebesi’yle Türklüğün başlamasının sebebi, o savaşın nizami ordu eliyle değil, hizmetliler müdahalesiyle kazanılmış olmasıdır. Biz Türkiye’de bir atılım gerçekleştireceksek bunu Haçova Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı tarzda, o tarzın tekrarıyla başarabiliriz. Bizim Türklüğümüz oradan başlıyor. Yani ellerinde kepçeleriyle, nacaklarıyla kâfire saldırıp biraz gerilettikten sonra “Kâfir kaçtı! ” diye bağıran insanın her şey olduğu, onun vazgeçmeyişinin, onun direncinin kırılmayışının her şey olduğu yerde Türklük başlıyor.
Levent Gültekin: Bir konferansınızda “Dünyanın bir yerinde Amerika’nın dayatmasına karşı duran insanlar da oranın Türkleri” demiştiniz. Her memleketin de kendi Türkleri mi var?
Onlar, Türklüğe iltihak etmiş, katılmış insanlar. Eğer Türkiye’de kapitalizme karşı savaş başlayıp uçlanamazsa dünyanın hiçbir yerinde bu yapılamayacaktır. Bu yüzden onlar bizim belki işimizi kolaylaştıran, bizim de onların ne yaptığını anlamlandıracağımız insanlar.
Menteş: İslami olmayan bir tarzda kapitalizme karşı savaşılamaz mı?
Kapitalizm kelimesine en çok dikkat edenler, başta Marksistler olmak üzere çeşitli sosyalist gruplardır. Kapitalizme son verecek gücün emek gücü olduğunu savunur bu insanlar. Yani zıtlığın emek-sermaye zıtlığı olduğunu, sermaye hakimiyetine ancak emek hakimiyetinin son vereceğini iddia ederler. Bu, şimdiye kadar tutmamış bir tezdir. Sadece Sovyetler Birliği’nin yıkılması açısından değil, başından beri işçi sınıfıyla sosyalizm arasındaki irtibat bir türlü sıhhatli ve sahici hale getirilememiştir, hiçbir zaman. Dolayısıyla emek-sermaye çatışması fiktif bir şeydir. Türkiye, kapitalist olmayan bir işleyişi, dünyada kapitalizm yürürlükte iken gerçekleştirmiş bir ülkedir. Dolayısıyla bizim toplumsal reflekslerimizde kapitalist olmayan bir yaşama biçimini, bir iktisadi deveranı üretebilecek unsurlar var. Dünyada kapitalist olmayan yaşama biçimi olan başka birçok ülke var. Ama sadece Türkiye’dir ki kapitalizmin burnunun dibinde ve kapitalist olmayan, dünya sisteminin içinde yer almayan bir mekanizma üretebilmiştir. Bizim başarısızlığımız, askerî alanla sınırlı idi. İnsanlar hiçbir şekilde çarşı düzeninin, sosyal hayatın berbat olduğunu düşünmüyordu. Öyle değildi de zaten. Biz hâlâ bu geçmişin avantajlarını kullanarak kapitalizmi çalıştırıyoruz. Yani Türkiye’de kapitalizmin eğer iyi bir tarafı görülmüşse o, bizim eski tavırlarımızın kazandırdığı bir şeydir.
Menteş: Türklüğün farkına varılması gerekiyor demek? Kapitalizmin Türkiye’de yerleşmesine karşı bir atak veya direnç...
Var mı böyle bir şey? Aslında ben belki de boşuna konuşuyor, boşuna yazıyorum. Fiili olarak gördüğümüz şey Türkiye’de insanların istikballeri konusunda yapıcı bir tavrı benimsemekten hep geri durdukları yönünde. İnsanlar düşünceye ilişkin tecrübelerinin ne gibi ürünler vereceğini, hangi meyvelere durabileceğini hesaba katmıyorlar. İnsanlar düşünsel tercihlerini o düşüncenin devlet yönetimindeki tercih ediliş oranına göre yapıyorlar. Çok daha net söyleyeyim. İnsanlar “Türkiye Sosyalizme gidiyor” diye inandıkları kadar sosyalist oldular; “Türkiye İslam’a gidiyor” diye inandıkları kadar İslamcı oldular. Hattâ insanlar “Eğer ben sosyalist olur veya görünürsem gelecekte bir yer kaparım” fikriyle sosyalist oldular; “Ben İslamcı olursam veya görünürsem gelecekte bir yer kaparım” deyip İslamcı oldular. Yoksa bunlar “Ben Sosyalistim ve bu düşünce mutlaka kendi verimini, ürününü verecektir, ben bu ürüne talibim” deyip o işin içinde yer almadılar. Aynı şey İslamcılık için de geçerli. Yani “Biz Müslüman bir hayat peşindeyiz, yaşamamızın başka ne anlamı var? ” deyip de bu işin içinde olmadılar. Ben, Refah Partisi 5 büyük belediyeyi aldığı zaman o belediyelerde görev alan insanların ilk vazgeçtikleri şeyin düzen değiştirmek olduğunu görünce büyük bir hayret yaşadım. Onlar işbaşına geldiklerinde “Anlıyoruz ki düzen değiştirmek diye bir şey olamazmış” demişlerdi.
Menteş: Nasıl yani?
Dönen çarka ayak uydurmayı ve dolayısıyla helal kazanç meselesini öne çıkarmamayı bundan 10-15 yıl önce kabullendiler ve “Onlar yiyeceklerine ben yiyeyim” politikasıyla hareket ettiler. Bu sosyalistler için de ziyadesiyle geçerli, çünkü onlarda sınırlamalar, dinî kayıtlar da yok. Sosyalistin kapitalizme karşı olması lâzım, öyle değil mi? Ama sosyalist kökenli birçok insan “Kapitalizmi ne kadar iyi uygulayabilirsem işler o kadar kıyak” deyip Türkiye’de, onların tabiriyle sömürü düzeninin mesafe kat etmesi için çaba sarfetmiştir. Bunda başarılı da oldular.
Selahattin: Bütün fikri, veya siyasi dönüşümler birkaç kişiyle başlar ve biter zaten
Ne yani sen bana umutsuzluğa kapılma mı demek istiyorsun? [Gülüyor.] Biz de zaten niye dergide yazıyoruz? O birkaç kişi işe yarar konumlar kazansın diye. Tulumbayı harekete geçirecek bir maşrapa suyun peşindeyiz.
Menteş: Sosyalizm de İslamcılık da Türkiye’nin varacağı yer gibi mi göründü belli dönemlerde?
Dünya sisteminin, Türkiye’ye sosyalist veya İslamcı bir yönetim armağan edeceği ümit edildi.
Levent Gültekin: Önünde veya arkasında Türk sıfatı olamayan Müslüman’la Türk arasındaki fark nedir?
Böyle bir ayrım yapılamaz. Neden? Bir insan, bir olmak, bir oluşum problemi söz konusu.
Levent Gültekin: Birçok insan Müslüman oldukları halde gâvura gâvur denilmemesinden yana.
İnsan “Ben artık Türk oldum” demelidir. Yüksek kültürle bağ da böylelikle kurulur, çünkü bu sözün bir anlamı da “Ben Türk olabilecek zihin donanımına sahibim”dir. “Gâvura gâvur demek” de bir sokak ifadesi değil. Zira bu kazanılması gereken bir şey. Gâvura gâvur demenin basit bir tercih olduğu sanılmamalı. Osmanlı düzeninde, Tanzimat Fermanı ilan edildiği zaman halkın yorumu “Bundan sonra gâvura gâvur denilmeyecek” şeklinde oldu. Böylece, bu birikimi taşıyan insan, artık birikimini kullanamayacağını beyan ediyordu. Bu bir halk lafı, ama daha önce gâvura gâvur diyen, İslami donanımının verdiği salahiyetle konuşuyordu. Şimdi artık o salahiyet ellerinden alındı. Artık gâvura gâvur istese de diyemeyecek. Artık onun Müslümanlığı geriye çekildi. Gâvurla Müslüman arasında, devlet otoritesi nazarında fark kalmadı. Bu aynı zamanda entelektüel yeterlilikti. Çünkü Osmanlı düzeninde gayri-Müslimlere gösterilen hoşgörü gayri-Müslimlerin batıl oldukları gerekçesiyle idi. Gayri-Müslimlerin şeklî ibadetlerinin batıl olduğunu savunmak ise İslami bir donanımı gerektiriyor. Entelektüel yeterlilik olamadan Türklük söz konusu edilemez çünkü Türklüğü biyolojik bir esasa bağlamıyoruz.
Zelan: Türklük kimlik meselesidir. İnsanın kim olduğu da biyolojiyle değil..
..kültürle açıklanır. Kültür, Latince ‘colere’ mastarından türemiş bir kelimedir; “Yetişme, yetiştirme, büyütme” anlamına gelir.
Halime Kökce: Biz hep millete vurgu yapıyoruz. Ama ulus-devletle beraber vatandaşlık diye bir şey ortaya çıktı ve sanki vatandaşlıkla millet arasında dinden dolayı bir ayrım var. Millet doğrudan dinle irtibatlı iken vatandaşın vatanla arasındaki bağ, bir ses benzerliğinden ibaret gibi.
Bütün bu konuştuğumuz şeyler, bir yanlış anlamanın farkedilmesi yüzünden konuşmak zorunda olduğumuz şeyler. Yanlış anlama şuydu: XIX. yüzyıl bilim çağıydı. Yani XIX. yüzyılda Avrupa’da –XVIII. değil, XIX. yüzyılda- bilim mutlak zafer kazanmıştı. Bir şeyin bilimsel olup olmadığından başka hiçbir şey önemli değildi. Netice itibariyle XIX. yüzyılın sonunda artık bilim ve din arasında bir ayrışma, zıtlaşma varsa bu bilim lehine sonuçlandı. Din ancak izah edilebilen bir şeydi. İman değil, din. Sınıfsal bir husus da var işin içinde. Aristokrasi gününün kapandığını Fransız İhtilali’nden sonra anladı. Onun yerini burjuvazi alacaktı. Onun için aristokratik gücünü koruyan ülkeler, soylu sınıflarını burjuvalaştırdı. Tersi de oldu. Aristokratlar burjuvalaştı, burjuvalar aristokratlaştı. Parayla unvan alınıyordu. Aristokrasinin gücünü, parlaklığını, nominal değerini kaybetmesi; insanlarda dinin yerini bilimin alacağı kanaatine destek sağladı. “Bakın, ” diyorlardı “Nasıl ki aristokratlar her şeydi ama şimdi hiçbir şey değiller. Bu aynen din için de söz konusu. Din çok önemli bir etki sahasıydı ama artık bilim var.” Türkiye Cumhuriyeti,1923 yılında ilan edildi. O dönemde XX. yüzyılın başı olduğu için ümitler de kırılmamıştı. “Bu yüzyılda neler olacak kim bilir” heyecanı hakimdi. İnsanlar sosyolojinin izah ettiği şeylerin çok kıyak, vazgeçilmez şeyler olduğunu düşünmeye başladılar. Vatandaşlık da “Dini dışarıda bıraktığımız zaman ne numaramız var? ” sorusuna verilen cevapla alakalı bir şey. Naziler mesela bilime olan güvenin sarsıldığı zamanda parlayabildiler. Vatandaşlıktan ziyade kan ve toprak mistisizminin pekala geçerli olabileceğine inandıkları zaman ve XVIII. yüzyılda doğmuş Aydınlanmacı yaklaşımların sadece kabuller olduğunu, bunların toplumda işler bir vücuda sahip olamayacaklarını gördükten sonra ortaya çıkabildiler. Sosyolojinin izah ettiği şekliyle -kavim anlamında alırsak- bir ülkenin milleti olmak vatandaşı olmaktan daha eskiymiş gibi görünür ama aslında modern çağda milletin olabileceği yaklaşımı, vatandaşlıktan daha yenidir. Bilhassa XX. yüzyılın ilk çeyreğinde yani I. Dünya Savaşı bittikten sonra; batı medeniyetinin XVII., XVIII., XIX. asırlar boyunca yücelttiği değerlerin işe yaramadığı, diktiği fidanların ağaç olmadığı, attığı tohumların yeşermediği görüldü. Batılılara göre, gazla insan öldürmek gibi görünümleri olan bu kadar acımasız bir savaşı, Avrupalılar yapmazdı. Mesela, Fransızlarla Almanlar arasındaki Verdin Savaşı var. Birisi medeniyetiyle, diğeri ‘kulturuyla’ övünen iki insan topluluğu, çok vahşice, insana yakışmayacak şekilde savaştılar. Ama sanat felsefe gibi değerlerin de topluma malolmadığı, toplumu yükseltmediği, sadece kendi alanlarında etki gösterdiği de savaş sayesinde ortaya çıktı. Yani insanlar bu medeniyete sahip olmakla, bu medeniyetin önceki insanlarından daha ileri olmadıklarını, bilakis daha değerlerden yalıtılmış olduklarını farkettiler. Bu manzara, bilimim çözüm üreten bir şey olmadığını kafalara yerleştirdi. Bir taraftan batı medeniyeti özgüven bunalımı yaşarken, bir taraftan da kapitalizm yani sermaye etkinliği aşama kaydetti. Aşama kaydettiği yer de Amerika. Yani kapitalizm I. Dünya Savaşı’ndan sonra kıtada parlak bir durumda değildi. Ama Amerika’da tam dersine servet defalarca katlandı. Amerika’da sadece kapitalizm yaşıyordu. Avrupa ise tarihiyle yaşıyordu.
Menteş: Siz diyorsunuz ki Türkleşmek veya Amerikanlaşmak, üçüncü bir yol yok. Okurlarımızdan birisi de diyor ki Eskimolaşmak, Nakşibendileşmek gibi alternatifler de mi yok?
Zombileşmek gibi bir alternatif de olabilir.
Menteş: Bir insan Türkleşmediği zaman otomatikman Amerikanlaşmış mı olur?
Evet tabii ki.
Zelan: Amerika Başkanı Bush da bunu söylüyordu. “Biz ve ötekiler. Ya bizdensiniz ya ötekilerdensiniz..”
George W. Bush’a hak veriyorum. Yani yazılarımı da bunu akılda tutarak yazıyorum. Bugün Jacques Chirac’ın savaş karşıtı tutumu, tarihe geçmek için yaptığı bir numara olarak niteleniyor. Hakikaten, Avrupa’da Irak savaşına karşı duruş, Türk olamayışın çarpık bir görüntüsü. Gerçekte Avrupa’nın normal olarak “Haçlı Seferlerinin” bir parçası olması lâzım ama olamıyor. Karşı tarafın yani Irak’ın da kafire karşı direnen Türk olması lazım o da olamıyor. Saddam’ı tipik bir Türk sayamıyoruz değil mi? Dolayısıyla “Bir tarafta Amerika bir tarafta Türkler var” diyemiyoruz. Ama iş hayatına bakarsak netlikle görürüz ki insanlar bugün dünyada yürürlükte olan çalışma ve harcama biçimi olarak ya Amerikanlaşmayı seçmek yahut reddetmek durumunda. Nasıl reddedecek? Türkleşmek dışında bir ret yolu var mı? Yok. Çünkü öbürlerinin hepsi Amerikanlaşmanın bir rengi olarak karşımıza çıkıyor.
Zelan: Çin örneğin, ya da Konfüçyen medeniyetler, onlar Amerikanlaşmanın alternatifi..
..değiller. Bunu İslam’ın Dirilişi’nde Sezai Karakoç söyledi. “Çin dirilemez, İslam dirilir” dedi.
Levent Gültekin: İslamcı siyasetçilere ta başından beri bir rezerviniz var. Bunun gerekçeleri nelerdir?
Bu işin bir oyun olarak başladığını başından beri biliyorum. Benim gayretim oyunu ciddiye çevirmek. Bunda başarılı oldum mu? Tabii ki olmadım. Ama çabam boşa gitti de diyemem. Türkiye’de İslami siyaset, Müslümanların oyunu almaya yönelik siyaset, bir kullanılmamış potansiyel olarak Cumhuriyet tarihinde bulundu. Demokrat Parti, ‘tek parti’ yönetimine son verilerek iktidara gelmeden önce 1946’da İslami tandanslı partiler vardı, yani sayıları birden fazlaydı ve hepsi kapatıldı. Demokrat Parti de Müslümanların taleplerini karşılamak bakımından eksiksiz değildi; kaldı ki Cumhuriyet Halk Partisi ne tam dinsiz gibi davrandı ne de kendini öyle gösterdi. Çok partili hayat başladıktan sonra CHP telaşa kapılıyor, toprak ayaklarımız altından kayıyor diye. Bütün teşkilata genelge gönderiyor ve diyor ki “Üye sayınızı ikiye katlayacaksınız.” Bakırköy ilçe merkezinden genel merkeze giden cevap şu: “Genel merkezimizin isteğini yerine getiremeyeceğiz çünkü ilçemizin nüfusunun çoğunluğu gayri-Müslimlerden oluşmaktadır.” Cumhuriyet Halk Partisi gayri-Müslim üye kaydedemiyor. Halbuki yasal bir engel yok, ama onlar ki devletin müdafiidirler, devleti temsil etmektedirler o halde gayri-Müslim nüfusu bünyelerinde barındıramazlar. “Bu halk Müslüman ve Türkiye’deki reformlardan da memnun değil.” Bunu birileri biliyordu ve 1973 yılında Adalet Partisi’nin oylarını parçalamak için MSP devreye sokuldu; İsviçre’den çağırıldı, ondan sonra bu iş oldu. AP’nin oyları bölündü. Ve 1973 yılında CHP-MSP koalisyonu hükümet etti. Ve 1974 yılındaki Kıbrıs Çıkartması da bu koalisyondan güç aldı. Çünkü bir tarafta halkın Müslüman desteği, bir tarafta da halkın reformist desteği birleşti ve Türkiye bir bütün olmuş oldu.
Menteş: AP’ye müspet bir değer mi atfediyorsunuz sanki?
O halde olayı biraz daha geriden alacağız.27 Mayıs 1960’ta, Türkiye’de hiç görülmemiş bir şey oldu: Askerî darbe.14 Mayıs 1950’de halk oylarıyla bir hükümet kurdu, bu 1954’teki seçimlerde tasdik edildi,1957’de tasdik edildi. Bir ‘tek parti’ hükümeti halkın oylarıyla değişti ve halk bu değişikliği korumaya eğilimliydi. Fakat 27 Mayıs’ta halkın seçtiği hükümet alaşağı edildi. Bugün medyadan şikayet ediyoruz ama 27 Mayıs ertesinde gazeteler tüyler ürperticiydi. Devrilen iktidara takındıkları tavrın ücreti de ödendi zaten. Basın mensuplarına yasal imtiyazlar tanındı 27 Mayıs’tan sonra. Mesela maaşları belli bir derecenin altına düşemiyordu.27 Mayıs 1960’ta askerî darbe,1961 yılında seçim oldu. Seçim, bu darbenin bütün ağırlığı halkın üzerindeyken yapıldı. Ve oradan da en büyük parti olarak CHP çıktı ama gene de tek başına iktidara gelemedi ve İsmet İnönü’nün başbakanlık yaptığı koalisyonlar dönemi başladı.1965 yılında devreye Türkiye İşçi Partisi de girmiş,15 milletvekili çıkarmıştı, zira seçim sistemi küçük partilerin milletvekili çıkarmasına müsait hale getirilmişti. Millî bakiye dediğimiz yöntem uygulanıyor, hiçbir partinin Türkiye çapında aldığı bir tek oy bile ziyan olmuyordu. Yani Türkiye’de eğer CHP diğer partilerden daha çok oy alırsa bu mutlaka Meclis’e yansıyacaktı.1961’de DP’nin oyları ikiye bölünmüştü: Yeni Türkiye Partisi ve Adalet Partisi olarak. AP’nin başında bir general vardı: Ragıp Gümüşpala. YTP’nin başında da Ekrem Alican vardı. Bu şartlarda CHP birinci parti oldu. Fakat 1965’te AP 450’de 240 milletvekili çıkardı. Yani İstediği kanunu çıkarabilirdi. Bu herkesi çok şaşırttı. Aslında anlaşılıyordu ki bu 27 Mayıs 1960 hareketinin bir cevabıydı. Bunu 1961’de hem belli baskılar yüzünden, hem de DP’nin oylarının ikiye bölünmesi yüzünden gösteremeyen insanlar, sözlerini söylemişlerdi. Mesele AP’nin büyük bir başarı kazanması, halkın AP’ye teveccühü meselesi değildi. Mesele 12 Mart 1971’de verilen muhtıranın cevabının bu sefer 1973’te verilip verilmeyeceği meselesiydi. O halk ki 27 Mayıs’ın bir bakıma öcünü 1965’te aldı,12 Mart’ın öcünü 1973’te kat be kat alma ihtimali vardı.
Selahattin: Bu ihtimal üzerine oyun mu oynandı?
O yüzden halkın en kolay tavlanabilecek yanı, dinî duyguları devreye girdi.1973 yılında Türkiye’de ne kadar İslamcı tandans varsa, hepsi aynı sepetteydi. Nurcu, Süleymancı, Tarikatçı, Modernist, Selefî... hepsi MSP’nin destekçisiydi. O sıralar Süleyman Demirel’in en canhıraş feryadı “Bölünmeyelim” idi. Fakat bölündüler ve sonuç gene CHP’nin birinci parti çıkması oldu. Ve ben o zaman –1973’te- Ankara’da Samanpazarı’nda ağlayan bir adama rastladım. Ve adam ağlarken şöyle diyordu: “Halk kazandı diyorlar, doğru olur mu bu, doğru değil, yalandır, bizi aç bıraktı aç...” Bunları söyleye söyleye yürüyor ve ağlıyordu. Bu manipülasyonun sonu hemen bir sonraki seçimde geldi ve MSP’nin 48 milletvekili 1977’de 26’ya düştü.1980 darbesinin ardından bütün partilerin kapatılması da bu işin temize havale edildiğine birilerini inandırdı. Dinî yaklaşımın siyasete yansıması küçük bir şakaydı ve nihayet 7 sene sürdü ve bitti. Ama başka bir şey harekete geçti Türkiye’de ve gerçekten İslami bir siyasi alternatifin yaşayabileceği fikri insanların hayatına girdi. Fakat bir noktayı belirtmeyi ihmal ettim..
Zelan: Hangi noktayı?
‘Siyasi İslam’ın savunucuları beyanatlarında hiçbir zaman İslami, İslamcı olduklarını açıkça söylemediler. “Okullardan felsefe dersini kaldırıp hadis dersi koyacağız” dediler ama onlara “Siz Kuran’a tâbiymişsiniz doğru mu? ” diye sorulduğunda “Hayır böyle bir şey yok” dediler. Ya da “biz” ve “İslam” kelimelerini birlikte zikretmediler. Ne dediler? “Halkımızın inançları, maddi ve manevi değerler, önce maneviyat...” falan filan. Hiçbir zaman açıkça İslami bir politika güttüklerini beyan etmediler.
Menteş: Biz İslami bir politik çizginin takipçileriyiz demek mümkün müydü peki?
Bugün ne kadar mümkünse o zaman da o kadar mümkündü.
Menteş: Denmeli miydi sizce?
Denmeliydi. Şu son sorduğun soru birilerinin hem mazereti, hem beraatı oldu. Yani “Neden kim olduğunu söylemiyorsun? ” dendiği zaman “Söylenebiliyor mu? ” diyorlardı. “Biz İslamcı bir parti değiliz, biz söylediklerimizi şu şu şu gerekçelerle söylüyoruz” diyebilirlerdi ama İslamcı olmadıklarını da söylemediler.
Menteş: Bu da onları su katılmamış sağcılar mı yaptı?
“Şu anda yasalar bazı şeylerin açıkça ifadesine imkan vermiyor ama mutlaka bunun ifade edilebildiği bir zaman gelecek” düşüncesi bu insanların su katılmamış sağcılar olmadığını tam tersine sağcılardan farklı bir çizgileri olduğunu anlatıyordu.12 Eylül 1980 darbesinden sonra serpilen tohumların boy attığını, bunu kullanacak olanlar da, bundan rahatsız olanlar da farketti.1980 sonrasında bu iş ikinci bir manipülasyon olarak devam etti.1980’den sonraki süreçte ANAP diye bir şey çıktı. ANAP’ın kadrolarının yüzde 60’ı eski MSP’liydi. Ve bir de ANAP’lılaşmayan, Refah Partisi diye bir şey vardı. Ben o zamanlar bu ANAP’lılaşmamayı özel, bilinçli bir tercih sanıyordum. Yıllar sonra anladım ki meğer bunlar ANAP’ta kendilerine uygun yer bulamayan, ANAP’lılaşamayanlarmış. Bu, en son seçimde de doğrulandı. İnsanlar Saadet Partisi’ne kayıtlı oldukları halde gittiler “Ak Partisi”ne oy verdiler. Sonunda böyle bir çare buldular, sağolsunlar, bugün hepsi mutlu bir şekilde yaşıyorlar. Bugün herhalde Ankara’da hâlâ korkunç bir trafik vardır “Kim hangi makama gelecek? ” diye. Bütün bunlar yıllardan beri İslami havalar atan insanlardır.
Selahattin: Geçen zaman içinde ANAPlılaşma konusunda becerileri artmış görünüyor.
Ben “Bize Yüzde 6 Derler” başlıklı yazı yazdım, bütün Türkiye’de bilinir. Hâlâ da bana sorarlar “Ne oldu senin yüzde 6? ” Ben de derim ki “Yüzde 0.5 kaldı mı kalmadı mı şüpheliyim.” O zaman Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu gidip Amerika’da beyanat vermişti. “Biz Amerikan çıkarlarına muhalif unsurları etkisiz kılabiliriz çünkü onlar zaten yüzde 6’dırlar” falan.
Menteş: Siz Vahit Halefoğlu’nun demecine istinaden mi yazdınız o yazıyı.
Tabii.
Menteş: 28 Şubat 1997’nin takvimlerdeki tarihlerden bir tarih olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki 28 Şubat’ın İslami siyaset açısından bir dönüm noktası olduğu savunuluyor.
Ben de diyorum ki olmayan şeyin neyinden bahsediyorsunuz? O zaman alan almış satan satmış. Çoktan bitmiş bir pazarlık. Mesela eğer bana 28 Şubat’ın birtakım insanları iktidardan uzaklaştırdığını söylüyorsanız, bunu İslami tavır bakımından hayırlı bir şey olarak anmamız lâzım. “Aman ne iyi olmuş, bak bunların yetkileri ellerinden alınmış, etkileri azaltılmış.” Nitekim bugün dünya basınında hâlâ İslamcı olarak anılan insanların Türkiye’de İslami gelişmelere katkıları olduğunu düşünüyor musunuz? Dünyada bugün AKP’yi İslamcı görüyorlar, tıpkı bir zamanlar Malezyalıların Kenan Evren’i İslamcı sandıkları gibi. Şaka yapmıyorum, Kenan Evren iktidarda iken bazı İslam ülkelerinde “Ah nerede bizde böyle bir adam” denildiğini biliyorum. Onun için şu anda dünyada AKP’nin İslamcı sayılması beni hiç şaşırtmıyor.
Halime: AK Partisi’nin İslamcı bir parti olarak görülmesi “İslam’ı biz böyle görmek istiyoruz”la doğrudan alakalı mı?
Tabii tabii.
Menteş: Söylediklerinizden, öteden beri olup bitenlerin bir şey olduğu..
Tezgah
Menteş: Tezgah, bir manipülasyonlar silsilesi..
Komplocu bir görüş.
Menteş: Abdullah Gül, Irak’a saldıran “koalisyonunun içinde biz de varız” diyebiliyor ve AKP sarsılmıyor. Seçmenin hiç mi aklı yok?
Dünyanın her yerinde kalabalıklar kullanılır. Kalabalıkların tercihleri yoktur. Onlar sadece boyun eğerler. Biz, “Ben bu işten anlıyorum, bu işin yürütücülerinden biriyim” diyenler hakkında konuşalım. Onlar ne durumdaysa herkes de o durumda. O açıdan ben Türkiye’de “Müslüman’ım” diyen insanların “Türk’üm” diyecekleri bir gelişmeyi üretmeye ve bu gelişmenin bir sonuç vermesine önem veriyorum. Yoksa “Mekanizma böyle kurulmuş, benim yapacağım şey bundan azami istifadeyi sağlamaktır” diyen insanların sağcı solcu, İslamcı, Türkçü olmaları hiç önemli değil. Sizin de görüyorsunuz.. Ben aslında buna şaşıyorum. Herşey aslında gözümüzün önünde oluyor. Ecevit’in başbakan olduğu bir hükümet nasıl bir şeydi? Mantıklı bir şey miydi? Bunu aklınız alıyor mu? Ecevit’in partisiyle MHP’nin birer marjinal parti iken bir seçimde Türkiye’nin 1. ve 2. partileri oluvermeleri; bir sonraki seçimde fiyyuuhuyt! sıfıra irca edilmeleri... Bir seçim dönemi Meclis’e giremeyen CHP’nin, ertesi seçimde Türkiye’nin 2. büyük partisi olması, hattâ “Acaba o mu iktidara gelecek? ” denecek kadar büyüyüvermesi... Bunlar size böyle “N’apalım işte böyle oluyor” mu dedirtiyor? Rica ederim yani.
Selahattin: Öcalan’ın yakalanması, bir satranç hamlesi gibi duruyor..
Yakalanmış, birilerine oy getirmiş. Bu da akıl almaz. Böyle sözler söylediğim zaman “Sen komplocu düşünüyorsun” diyorlar bana. Ben de diyorum ki “Komploculuk aleyhinde konuşan herkes komplonun bir parçasıdır”. [Gülüyor].
Menteş: Irak’ın işgali dolayısıyla savaşa karşı olanların da, savaşa taraftar olanların da aynı safta olduğunu söylediniz ve bir yarma harekatından söz ettiniz. Bu yarma harekatının muhtevası nedir?
İnsanlar neden bazı şeyleri olduğu gibi görmekten kaçıyorlar? Acaba koruyorlar mı? Bilmiyorum. Mesela Türkiye’de gerçekten A’dan Z’ye politik hayatta otantik hiçbir şey olmadığını, her şeyin tamamen ayarlanarak yürüdüğünü insanlar görmek istemiyorlar. Çünkü o zaman kendilerine “Ha, demek ki sen şu şu şu işlerin adamısın” demek gerekecek. Sen eğer şu noktalarda patronuna garanti vermesen seni işe alır mıydı? Seni niye işe aldılar? Çünkü sen en azından çalıştığın makinayı bozmayacağın garantisini verdin. Dünyanın neresinde olursa olsun, fabrikalarda işçiler çıkarken kontrol edilirler, çünkü bir şey çalmış olmaları ihtimali çok yüksektir, bilhassa da ürettikleri şeyi, neyse. Hitler Almanya’sında, kendisine, çalıştığı fabrikada çocuk arabası üretildiği söylenen bir adamın çocuğu doğacakmış. Her seksiyondan bir parça çalıyor, eve gidiyor, parçaları monte ediyor ve makinalı tüfek oluyor. [Gülüşmeler]
Selahattin: Ben bomba olacak diye düşündüm ama..
Herkes hırsızlık yapabilir. Yani patrona verilmesi gereken garanti, hırsızlık yapmayacağın garantisi değil. Patrona, makinayı, iş yaparken bozmayacağın garantisi verirsen seni işe alır. Gelelim şimdi savaşa evet-hayıra. Savaşa evet diyenler de hayır diyenler de patronun fabrikasının çalışmasını engellemeyenler. Ama bunlar fabrikadan mal çalabilirler. Patron bununla ilgilenmiyor. Haydi diyelim ki evet diyenler patronun sevdiği adamlar, hayır diyenler de ilk fırsatta fabrikadan bir şeyler kaçırmaya çalışan insanlar. Ama bunların hepsi fabrikada birlikte çalışan insanlar. Patron da netice itibariyle çıkışta çok iyi bir barikat ya da sistem kurduğu için kimse bir şey çalamadı. Niyetlenen çok oldu fakat parça yürütenler de baktılar ki orada bir makine var, ölçüyor; geri gittiler aldıklarını bıraktılar ondan sonra çıktılar. [Gülüyor]
Menteş: Peki ya yarma harekatı?
Yarma harekatının yapılabilmesi için işte bu sistemin dışında kaldığını bir şekilde birbirine anlatabilmesi lâzım insanların. Mutlaka hakim güçlere değil, birbirlerine. Dünyada bu işler, en çok ‘karışmayan’ insanların korku verdiği işlerdir. Büyük İskender’in bir türlü zapturapt altına alamadığı bir kavim varmış. Sonra anlaşılmış ki bu kavim denizden doyuyor, balık avcılığı ile geçiniyor. İskender, bunlara bütün diğer milletlerin yediği şeyleri alıştırmış önce. Ondan sonra bir daha o bölgeden isyan misyan gelmemiş. Çünkü hayat öyle dönüyor artık. Yarma hareketi, doğrudan doğruya bir topluluğun düzene uysa bile bu düzenin uyulacak düzen olmadığını anlamasıyla başlayan bir harekettir. Yani Gerçek hayat dergisi “İleride işler düzelir de voliyi biz vururuz” diyen insanların çıkardığı dergi değil de, “Biz kendi varlığımızı kabul ettirmek istiyoruz” diyen insanların dergisi olursa, yarma hareketi başlamış olur. Bu, Gerçek Hayat’la kayıtlı değil tabii. Yani kim ki “Biz mevcudiyetimiz konusunda bir tanınmaya talibiz” demiştir, o, yarma hareketini başlatmış olur. Türkiye’deki İslamcı hareketi bir tezgah olarak görüşüm, yarma hareketiyle doğrudan bağlantılı. Çünkü İslami bir tavır sadece netlikle güçlenebilecek bir tavırdır. Bu netlik de adının konulması ve konulan adın başka bir şeyle örtülmemesi sayesinde olur. İslami bir tavır, Resulullah’ın sünnetinden bağımsız olarak yürütülemez. Yürütülüyorsa o İslami bir tavır değildir. Bugün Türkiye’de eğer İslamilik adına başarısızlığa uğrandıysa, baştan kötü başlandığı ya da düpedüz İslamiliğin tercih edilmemesi yüzündendir. Bir, Müslümanlar kendilerinin ayrı bir unsur olarak tanınması gerektiğinde ısrar ederler. Yani “Kimsin? ” Müslüman’ım.” “Ne yani, Türkiye’de şeriat düzeni mi kurmak istiyorsun? ” “Ben öyle bir şey demedim. Ben Müslüman olduğumu söyledim, Müslüman olmak neyi gerektiriyorsa ben onu, yani Müslüman olmamın içini doldurmak istiyorum. Sen Müslüman olmama yasak mı koymak istiyorsun? ” O diyecek ki “Hayır, yasak koymak istemiyorum” “O zaman ben Müslüman’ım ve Müslümanlığı koruyorum, öneriyorum, istiyorum” Bu bir. Bunun karşısında hiçkimse bir şey yapamaz. “Ben onun gibi Müslüman değilim” demene lüzum yok. “Ha sen Müslüman mısın? Müslüman bunu mu yapar? ” diye sorduğunda, o düşünsün. Müslümanlık birinci derecede bir netlik, üzerinde tartışmaya gerek olmayan bir sarahat ister. “Müslüman’ım ama Müslüman gibi yaşamıyorum” bir, “Yaşayamıyorum” iki, “Yaşatmıyorlar” üç.. o ayrı. “Ama ben Müslüman’ım. Benim tercihlerim bu yöndedir. İslamiyet’in dışında ya da üstünde bir değerler ıskalası tanımıyorum.”
Halime: “Ben Müslüman’ım, sizin de benim gibi Müslüman olmanızı istiyorum” diyecek bir Müslüman’dan bahsediyordunuz..
O, tebliğ konusunda söylediğimdir. “Kardeşim Müslümanlık şöyle bir şeydir” diye anlatacağına, [eliyle kendini işaret ediyor] “Müslümanlık bak böyle bir şeydir” diyebilmelisin; o zaman tebliğ olur. Öbürü propagandadır, tebliğ değil. Yarma harekatında birinci husus netliktir dedik. Sarahat, açıklık. “Bu düşüncelerin ifadesi yasaktır, o zaman ifade etmiyorum” Yani “ifade edebileceğim şeyleri ifade etmem gereken şeyler yerine koymuyorum” Anlatabiliyor muyum. “Bunu söyleyemiyorum, onun için başka bir şey söylüyorum” O zaman başka bir şey söylüyorsun zaten? ! Yani asıl söylemen gereken şeyi söylemiyorsun. Söyleyebildiğin şey, söylemen gereken şey değil. O zaman bu netlik değil, bulaşıcı bir kafa karışıklığı. Rasulullah müşriklerle yaptığı her anlaşmada “Müslümanlar ayrı bir millettir” kaydı düşerdi. O yüzden “Tarihten mi geliyor, ana-babamızdan mı geliyor, bizim kafamıza saksı düştü de ondan mı oldu neyse bir Müslümanlık var, biz oyuz” diyoruz, yani bu netlik bu. İkinci husus, gene Rasulullah’ın Sünnetine uygun olarak, bu netliği başka bir kazanç karşılığında harcamamak, feda etmemek. Ne demek bu? Bildiğiniz gibi, Mekke müşrikleri Allah Rasulüne dediler ki “Para istiyorsan, aramızdan toplayıp verelim, kadın istiyorsan en güzellerini seçip verelim, eğer reislik istiyorsan bundan sonra senin sözünden çıkmayalım. Yeter ki sen ‘Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Rasulullah’ demekten vazgeç.” O da ne dedi? “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseler, bu davadan vazgeçmem.”
Halime: Reislik meseli manidar hakikaten.
Evet, ben de zaten bilhassa İslami siyaset bahsinde bunu diyorum. Ama eğer Sünnet bu olmasaydı, bugün bütün herkesi çok isabetli görecektik. Diyecektik ki “Bak gördün mü, bunlar ilerde İslami gelişmelere imkan vermek için bir şeyleri ketmediyorlar, birşeyleri saklıyorlar, birşeylerden vazgeçiyorlar.” Resulullah şöyle düşünebilirdi değil mi: “Madem bunlar benim sözümden çıkmayacaklar, madem reisleri ben olacağım, param da olacak, yavaş yavaş bunları yola getiririm.”
Numan İlhan: “Savaşmama, eziyet çekmeme, canımı tehlikeye atmama hiç gerek yok” diyebilirdi.
Diyebilirdi ama demedi. George W. Bush’un kafası almayabilir ama Türkiye’yi yönetenlere de, dünyayı yönetenlere de Müslüman olduğumuzu ve bunun karşılığında hiçbir şey kabul etmediğimizi belli edebilirsek bu yarma harekatıdır. Yani kâfirler için “Burada kendilerinden aleyhimize her şeyin doğabileceği insanlar var” demektir bu. Kâfir “Bu adam hâlâ Müslüman” diye tedirgin olacak ve dolayısıyla sen yarmış olacaksın, çünkü onun güvendiği şey o.
Menteş: Nedir?
Savaşa hayır demek, savaşa evet demek neyse. Yani sesine cevap verilmesi, tezgahının geçerli sayılması. Mesela bugün dünyada gerine gerine herkes söylüyor: “Kardeşim var mı Amerika’dan daha güçlü ülke? Var mı? Yok.” diyorlar.
Selahattin: Şimdi de ikinci süper gücün dünya kamuoyu olduğu söyleniyor.
Salakça bir şey. Bu da bir tezgah.
Selahattin: Zaten bir salak ediyor bu lafı..
Neden? Çünkü o süper güçten yararlanması için bunu söylemesi lâzım. Oysa dünya hiçbir zaman çok kutuplu olmadı. Biz niye dünya sisteminden bahsediyoruz? Dünya sistemi, İtalyan site devletleriyle kuruldu, ikinci merkezi Hollanda’ydı, üçüncü merkezi Londra’ydı, son merkezi Wall Street.
Selahattin: İspanya yok mu arada?
İspanya yok. Bak Fransa yok, düşünsene. Sistem derken, kapitalizmin iskeletinden bahsediyoruz.
Selahattin: Sovyetler Birliği’ni siz dünya sisteminin bir cihazı olarak mı görüyorsunuz?
Hem de çok yararlı bir cihazı.
Menteş: Okurlardan birisi sizin neden Hetorodoks bir tavrı değil de Sünni tavrı benimsediğinizi soruyor.
Bu daha çok benim üzerinde yaşadığımız toprakların ruhuyla ilgili olarak söylediğim bir şeydir. Biz Allah’ın takdiri olarak Ortodoks ve Sünni bir tercih yapmış topluluğa mensubuz. Yani Hıristiyanlık Katolik ve Ortodoks olarak bölündüğü zaman Ortodoks olan İstanbul, Roma Katolik; bu topraklar dâr’ül İslam olduğu zaman Safeviler Türk ama Şii, Yıldırım Bayazıt’la daha netleşen bir Sünni oluşum burada oluyor. Bu bence bir tesadüf değil. Şöyle diyelim: Kâfirle hesaplaşmak önce itikadi bir sağlamlık gerektiriyor. Ortodoksluğun, kelime anlamı ‘doğru kanı’, ‘Orto Doksa’. Ve bakıyorsunuz, Hıristiyan alemde -Hıristiyanlığın Müslümanlıkla bence uyuşan bir tarafı yok, o ayrı, ben o İbrahimî dinler meselesinin de yerli yerine oturtulması gerektiği kanaatindeyim, fakat- Ortodokslar Katoliklere göre Hıristiyanlığın esaslarına sadık kalmayı önemsiyorlar, bunu tercih ettikleri için öbürlerinden ayrılıyorlar. Öbür tarafta papanın gücü İncil’in gücünü aşıyor. Ortodokslar da diyorlar ki “Böyle olmaz, bu işin bir doğrusu var.” Onların da patriği var ama gene de “Dinin esaslarını yok sayarak yaşayamayız” fikrindeler. Katolikler ise “Bizim papamız olduğu için bizim dinimizi evrim geçirebilir, donmaz.” diye övünüyorlar.
Menteş: Papaya vahiy geliyor çünkü.
Evet. Heterodoksluk ise yani akıl almaz bir şey. Nihayet bir çeşit yetersizlik. Çünkü, henüz ulaşamamış, henüz doğrusunu yakalayamamış.. Ama Türkiye’de İslam dünyasında Sünni-Şii ayrımını hesaba katarak düşünürsek, Şia’nın Hadis olarak Ehl-i Beyt’ten gelmeyen Hadisleri kabul etmeyişi meselesi de benim zihnimde bir sorudur. Velayet-i fukaha zaten büsbütün bir soru. Sünnilik’te ne velayet-i fukaha, ne de Hadislerin çok daraltılması var.
Menteş: Bir de dinler arası diyalog meselesi var..
Dinler arası diyalog denilen şey, sonunda bu göz önüne alınan dinlerden birinin işine yaramayacaksa ne işe yarayacak? Soru bu. Dinler arasında diyelim ki diyalog kurduk. Bu, sonunda bu dinlerden bir tanesinin diğer dinleri halletmesi manasına gelmeyecekse ne manaya gelecek? Niçin biz dinler arasında diyalog kuralım? Ayrı ayrı dinler olduğunun gerekçesini mi ortadan kaldıracağız? Yani ayrı ayrı dinler olarak niçin Budizm var, niçin Brahmanizm var, niçin İslamiyet var, niçin Yahudilik var?
Selahattin: Dinler arası diyalogdan..
Dinler arası diyalog, “Allah katında din İslam’dır” Ayet-i Kerîmesini yalanlamak için kurulmuş bir tezgahtır. Allah katında din İslam’dır. Bunu kabul etmeyen, insan değildir. Montgomery Watt bile diyor ki “Eğer İslam kelimesi Allah’a teslimiyeti ifade ediyorsa, tabii ki ben de Müslüman’ım” Montgomery Watt Müslüman falan değil, uyanık bir şarkiyatçı ama bu böyledir. Şimdi siz bana dinler arası diyalog derken, İslam’ın şubelerinden mi bahsediyorsunuz? Bir İslamiyet, Allah’a teslimiyet, silm var, ve bu arkadaşların bazıları başka türlü yaklaşıyorlar meseleye ya da uygulamada bazı farklar var. Bu mudur? Bu değilse eğer o zaman triniteyi kabul eden yani “Allah, İsa, Ruh’ül Kudüs” diyen Hıristiyan ne oluyor? Biz mesela Hıristiyanlar ve Yahudilere ehl-i kitap diyoruz; İsa’nın şeriatına ya da Musa’nın şeriatına sadakat gösterenlere ehl-i kitap diyoruz. Bu, şimdi yaşayan rahiplerin ve hahamların din adamı olduklarını göstermez. Evet “Leküm dîniküm ve liyedîn” manasında dinleri var. Ama bunlar İslam’ın bir parçası mı? Yani her Hıristiyan rahibine, her Yahudi hahamına “Bizden ama biraz farklı” diyor muyuz Müslümanlar olarak? Demiyoruz.
Menteş: Ve bu bir tolerans..
Onlara tolerans göstermemiz, yanlışlıklarını yüzlerine vurmamız demektir. Yani şöyle “Sen kiliseye gidip öyle ibadet mi etmek istiyorsun? Et be aman ne var et: ” ya da “Sen havraya gidip ibadet mi edeceksin Et, n’apalım yani et, bunun bir önemi, bir değeri yok ki, yap yani.” Hoşgörü budur. Onun için Hıristiyanlar ne Yahudilere, ne de Müslümanlara hoşgörü göstermemişlerdir. Yani onlara “Siz de böyle yapıyorsanız yapıverin be n’olacak, nasıl olsa saçmasapan bir şey yapıyorsunuz” diyemedikleri için Hıristiyanlar, onlara hiçbir şey yaptırmıyorlar. Biliyorsunuz, Katolik kilisesi din olarak Yahudiliği kabul etmiyor. E, nasıl diyalog kurulacak şimdi? Ama tarihte rahiplerle hahamlar arasında dinî tartışmalar olmuş.
Menteş: Teknoloji hakkındaki görüşlerinizin değişip değişmediği soruluyor.
Değişmedi, pekişti. Yani teknolojinin varlıkla akıl arasındaki bağı kopardığına 1978 yılında da inanıyordum, şimdi de inanıyorum.
Menteş: Gençler ve yaşlılar söz konusu olunca sizin yaşlıları tuttuğunuz düşüncesinde bir okurumuz.
Orada yanılıyor. Ben tabii yaşlanıyorum, o ayrı bir şey yani kendi tarafını tutmak diye bir şey yok. Ben, Sokrates’ten bu hususta farklı düşünüyorum. Sokrates’e soruyorlar “Niçin gençlerle uğraşıyorsun? ” O da cevap veriyor, “At terbiyecilerini görmüyor musun, kart beygirlerle değil, taylarla uğraşıyorlar.” Ben böyle düşünmüyorum. Bana göre bir toplumda kendisine doğruyu ulaştırmakla yükümlü olduğumuz insanlar arasında fark gözetmeyelim. Ama mutlaka birisine eğitim vereceksek, vakti azalmış olana eğitim verelim. Yaşlıya ver o bilgiyi ki yararlansın. Yaşlıya verdiğin her eğitim, neye değdiği bilinerek alınacak demektir. Belki adam direnecek. Halbuki gence eğitim verdiğin zaman onun toyluğundan yararlanıyorsun. Halbuki yaşlıya bir eğitim versen o diyecek ki “Ha, bunu bilsem iyi olur.” ya da “Bunu bilmek beni ferahlatır, beni itminan sahibi kılar.” Halbuki genç, öğrendiği şeylerle başka bir şekilde ilişki kuruyor. Bir laf vardır “Her şeyi bilecek kadar genç değilim.” Yaşlı bir insan bir şeyler öğrendiği zaman, onu dünyasında oturtacağı yeri bilir. Halbuki genç için aynı şeyi söylemek mümkün değil..
Menteş: Bir okurumuz, sizin genellemelere başvurduğunuzu belirtiyor. Mesela, diyor, şimdiye kadar hiçbir okuyucu/muhatap bulamadığınızı yazmıştınız. Sadun Aren’den başka, karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen biriyle karşılaşmadığınızı kaydetmiştiniz.
Verdiğin örnekler bana “İyi ki öyle söylemişim” dedirtiyor. Çünkü hakikaten ben Sadun Aren’den başka karşısındakinin zaaflarından yararlanmayı düşünmeyen bir insanla karşılaşmadım.60 yaşıma bir yıl var ve hâlâ bir okuyucu bir muhatap bulamadığımı, şarkıda olduğu gibi “İçim sızlanarak” düşünüyorum. Bir tek okuyucum olmadı benim. Yazdıklarımı çok seven, çok beğenen, çok doğru bulan, çok benimseyen insanlar olmuş olabilir. Fakat..
Zelan: Sizinle aynı yolu yürümedi.
Evet yani bana yoldaş olmayı seçen birisiyle karşılaşmadım. Diyeceksin ki okurla yazar arasında yoldaşlık ilişkisi kurulur mu? Birisi yazıyor, birisi okuyor. Ama hayır. Herhalde bu anlaşılır bir şeydir.
Menteş: Fakat okurlardan biri soru sormuyor ve “Zırva sorulara üzülmeyin, biz de varız” diyor.
Ben bu arkadaşlara haksızlık etmiyorum. Çünkü yıllar öncesinden yazdım, ben zaten onlarla bir alışverişi gözetiyorum, yani kafamda eğer onlar olmasa bir cümle yazamam. O ayrı bir şey ama bir de hakikaten insanın bir şekilde alter-egosu olan bir okuyucusu olması imkansız mıdır? Dost neymiş? “Karşısında yüksek sesle düşünebildiğin kimseymiş”. Ben okuyucularımla o kadar açık konuşamıyorum. Yani bir tane bile çıkmadı. Hâlâ onların anlayış düzeyini kollamaya çalışıyorum. Hemen diyorum ki “Bakın burası böyle ama sakın böyle anlamayın” mesela, değil mi? İzah etmiyor muyum? Çünkü hâlâ o mesafe var. Olmaması mümkün değil. Ama diğer türlü olsaydı zaten İsmet Özel’e sorular olmazdı. Tahrir Vazifeleri’nde yazdım, Goethe diyor ki “1 milyon okuyucunuz olmayacağını düşünüyorsanız, yazmayın.” “En az 1 milyon okuyucum olur diyeceğiniz şeyleri yazın” diyordu.
Menteş: 1 milyon muydu,30 bin mi?
Öyle mi? Belki de 30 bindir.30 bin olsun. Bin olsun istersen. Ben de cevap veriyorum Goethe’ye, diyorum ki “Hayır, beni bir kişi olsun anlar diye kafanızdan geçiriyorsanız, yazın, hem de ciltlerce yazın.” Ben böyle düşünüyorum ve doğrusu öyle yapıyorum. Aksi takdirde düzyazı macerası benim için çok kötü bir macera olurdu. Mahrem Macera olmasa bile böyle bir şey yani, hâlâ içinden bir şeyler çıkacağını beklediğimiz. Okuyucu bilmiyor ki ben onunla en uygun dil aracılığıyla anlaşabilmek için ciddi bir çaba gösteriyorum. Hem okuma bakımından, hem de zihnimi tertip etme bakımından. Yani ben bir bağı önemsiyorum. Ölünceye kadar da herhalde birisi çıkacak diye bekleyeceğim.
Menteş: Deniyor ki, İsmet Özel başörtülülerden ve genel olarak kadınlardan müşteki görünüyor...
Evet, başörtülü kadınlardan ve genel olarak kadınlardan bazı şikayetlerim var.
Halime: Erkeklerden daha mı fazla?
Kesinlikle evet. Çünkü kadınlardan, erkeklerden beklediğimden daha fazla şey bekliyorum. Ben kendim yıllardan beri bir Müslüman ailede kadının kocasına “Eve getirdiğin para az olsun ama helal olsun” diye bir baskı yaptığına şahit olmadım. Dolayısıyla burada birinden şikayet edilecekse o parayı kazanamayan adamdan mı, yoksa “Neden daha çok getirmedin? ” diyen kadından mı şikayet edelim? Bu bir. İkincisi, Müslümanca bir hayatı inşa etme işini kadınlar yapabilir. Neden, Nasıl? Kocası ve çocuklarıyla ilişkide santral olan odur. Dolayısıyla çocukların ve mesela başı örtülü kızının nasıl bir izlenim uyandıracağını o sağlıyor. Babası, kabaca başı örtülü olmasından memnuniyet duymak gibi bir yerde kalıyor. Başı örtülü kadınların Türkiye’de, başını örtmeyen kadınların takipçisi olmaksızın bir başarıyı niçin elde edemediklerini soruyorum. Ve bu yüzden de şikayetlerim çok. Zaten başörtülü şarkıcı markıcı da çıktı. Bir süre sonra “Başörtülü dansöz niçin kabul edilmiyor? ” diye rahatsız olacaklar. Yani böyle bir tavır, böyle bir yetersizlik, böyle bir acınacak durum var. Şu başörtü yasağından sonra kadınlar ne yaptılar? Birtakım başı örtülü kadınlar görüyorum ama tesettürlü değilmiş gibiler. Başlarının sıkı sıkı örtüyorlar, özellikle çok modern, çok alafranga izlenimli kıyafetleri seçiyorlar, parası olanlar tabii. Başlarını örttüklerinden sanki pişmanlar, “Ne yapalım biz de böyleyiz” tavrındalar. Ama asıl şikayetim ev düzeni de dahil olmak üzere Müslüman kadınların İslami bir hayat ritmi sağlamayı kolaylaştırıp kolaylaştırmadıklarıyla alakalıdır. Geldim 60 yaşıma, böyle bir kolaylığın doğurduğu ferahlığın izine rastlamadım ben. Böyle devam etmesi beni çok rahatsız ediyor. Tabii ne yapalım, elimizde olmayan sebeplerle, bu şartlarda yaşayıp gittik. Bu dünyada da böyle. Henüz İran devrimi olmadan, kara çarşaflı kadınların vitrinde olduğu bir biçimde hareketin ortaya çıkmasından şikayet eden yazılar yazmıştım. Kadınlar İslam uğruna savaşmaz değil, ama erkekler kalmadığı zaman savaşırlar. Böyle bir tuhaflık olmaması lazım. Kadınlar tabii ki birçok şey yapacaklar ama sokağa çıkıp bağırmak kadınların işi birinci derecede değil. Bunu erkekler yapamadıkları zaman kadınlar yaparlar. Nitekim asr-ı saadette böyle bir olay var. Bir kâfir Müslümanlara hakaret ettiği sırada, sanırım Şair Hasan bin Sabit’e, kadınlardan birisi diyor ki “Şu herifi öldürsene, Müslümanlara dil uzatıyor.” Bizim şair de “Vallahi ben o işlerin adamı değilim” diyor. Bunun üzerine kadın müşrik adamı atından yahut devesinden indirip öldürüyor. Erkekler yapamazsa yapsın tamam ama ilk işleri bu değil. İlk işleri olan şeyi de yapmıyorlar. Bir ‘takdim-tehir’ var burada. Biz, Müslüman kadınlardan İslami bir hayatın yapıcısı, kurucusu olmalarını bekliyoruz. Onlar bunu yapmazlarsa Müslüman bir iç işleyiş aile içinde nasıl olacak? Sosyal hayatta da böyle. Kermes mermes gibi tuhaf tuhaf şeylerle uğraşıyorlar. Çok canımı sıkılıyor, bütün bunları yetersizlik ve özenti olarak görüyorum.
ismet özel bence cumhuriyet tarihinin yetiştirdiği en büyük bilgedir.üstelik eğer öyle bir bilge olmasaydı bu ülkede, batı felsefesinin eziciliği karşısında belki hiç bir şey yapamayacaktık...
...ve o sözünü unutamam, tahrir vazifelerinin, sabah öğren akşam öl, gün boyu ömür yeter de ki o sözü: MEĞER BİR KİŞİ BİLE YOK MU İMİŞ! ...
...ismet özel benim okuma hayatımı bitiren! bir şair olarak şiirde varılacak son noktadır...
“Ben şiire, şiire saygı duyulan bir ortamda başladım, ” İsmet Özel
'Ancak içinden aydınlanan dışına ışık verir'
İsmet Özel
AMERİKAN MALI TÜRKİYE AHALİSİ
Yerküre üzerinde Türkiye adını almış bir ülke bulunacaksa bu ülkenin varlığı ancak bir merkezi temsil ediyor oluşuyla açıklanabilecektir. Türkiye ne olmuş da Türkiye olmuş? Omurgası Müslümanlık olmadığı takdirde Türkiye neyine sahip çıkabilir? Türkiye ahalisi Amerikan malı kalmakta ısrar edip Türkleşmeye bigâne kalmakta devam ederse Türkiye daha kaç yıl yaşar?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 124)
KES SESİNİ! EN İYİSİNİ BÜYÜKLERİMİZ BİLİR!
Görüyoruz ki modernliğe heveslenenlerden hep paslanmış bir zihnin belirtileri yansımaktadır. En iyisini büyüklerimiz bilir diyen onlardır. Onları hafife almak yerine onları bir merak konusu haline getirelim: Türkiye’deki iktidar imkânlarını kullanmakta olan zevata, bu zevatın memleket menfaati aleyhine karar almayacağı hususunda duyulan güvenin (varsa) kaynağı nedir?
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 123)
NİÇİN 'TERÖRİZME KARŞI' DA 'İSLAM'A KARŞI' DEĞİL
Müslümanların hesabının görülmesi sırasında Müslümanlık bahse konu ol-muyor. Yahudiler ve Hıristiyanlar yeryüzünden bir kültür varlığı olarak Müslümanlığı silmek istediklerini söylemiyorlar; ama bilhassa bu söylemedikleri işi yapıyorlar. Başat kültür hayatından İslâmiyet’i silmek için ellerinden ne geliyorsa artlarına koymuyorlar. Niçin yapıyorlar bunu? Bu zahmete niçin katlanıyorlar? 1924 yılında hilâfetin kaldırılmış olmasıyla dünya Müslümanlığı zaten omurgasız bırakılmış değil midir? Evet, öyledir. Gel gelelim, ne derecede reforma uğramış olurlarsa olsun Yahudiler ve Hıristiyanlar ilâhiyat hakkındaki telâkkilerinin sıradan Müslümanlar nazarında bile bir değerlendirmeye tâbi tutulmasına tahammül edemiyor. Modernlik aracılığıyla Müslümanların “endoctriné” edilmesinden alamadıkları sonucu Müslümanların terörist yaftası altında temizlenmesinden alacaklarını umuyorlar.
İSMET ÖZEL (Gerçek Hayat Dergisi, Sayı: 122)
dili tok, sozcuk secimi itinali, fikirleri yuksek bir siiri var.uslup sahibi oldugunda ve siirimizin ustalari arasinda sayilabileceginde suphe yok. felsefik eserlerine gelince cogunlukla agir sayilirlar.amaci halka degil halkin icinden cikacak maximum 100 kisiye hitap etmek.insaallah basarili olur da kendisini layikiyla anlayabilecek dusunen kafalar yetisir.yuz tane olmasa bile 50 tane olur insaallah...
İŞKENCE ALTINDA ALINMAYAN AŞK İFADEMDİR
Sevgili Sevgili
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin. İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman, kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar... Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş... Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir. Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin? Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters bilmez.
Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan, yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya, ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz. İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim. Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz. İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
İSMET ÖZEL
Türkiye’de siyasetin kimler tarafından, ne şekilde yapıldığını sergilemek gayesiyle yazdıklarım siyasetten yüz çevirmeye haklılık kazandırmak için değildir. Haysiyetin hiçe sayıldığı siyasi tavır yerini haysiyet koruma siyasetine bırakabilir. Demek ki Türkiye bir ülke olarak mevcudiyetinden vazgeçmediği sürece direnişin atılımla ikmal edileceği bir siyasi eğilimle harekete geçme ve bu eğilimin vücut kazandığı bir siyasi kuruluşa kavuşma ümidini kaybetmeyecektir. Ömrünün akış düzeni içinde cedelin de cehdin de önemli roller oynaması gerektiğini düşünen milyonlarca insan yaşıyor Türkiye’de. Bu insanları düşüncedeki rengi ve şahsiyetteki kesafeti ne olursa olsun günümüzün siyasetçileriyle koşut konuma sokmaya veya tam tersine renk ve kesafet gözeterek bu insanları günümüzün siyasetçileriyle rekabete sevk etmek en hafif deyimle alçaklıktır. İstatistikler, araştırma raporları ne derse desin Türkiye siyasi tavır bakımından bu kadar alçalmaya müsait bir ülke değildir. Türkiye’nin Müslüman nüfusunu köleleşmenin, soysuzlaşmanın, dilencileşmenin, iptizale uğramanın bir katalizörü durumuna düşürmeye yerli veya yabancı hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini göreceksiniz. Bu kadar kesin konuşuyorsam bunun sebebi Müslümanların kendi aralarından müminleri çıkaracaklarına olan güvenimdir. Müminlerin ihsandan mahrum kalmayacaklarına inancım tamdır. Güvendiğim, inandığım hususlarda tek başıma kalmadığımı bildirenler de var.
(devamı aşağda...)
Bırakalım plastik adamlar parti kursunlar, parti versinler, parti malı alıp satsınlar. Onlara kendi partimizi kurarak cevap vermeyeceğiz. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki Türkiye’de siyasetin dili dünya sisteminin lortları hangi dilden anlıyorsa ve/veya hangi dili dayatmışsa odur. Halbuki biz kendi atılım dilimizi kurdukça birbirimize destek olabiliyoruz. Onlara kaç kişi olduğumuzu bildirmeme ve onları ne ölçüde muhasara altına aldığımızı söylememe cezasına çarptıracağız. Bizim Türklüğümüz bu işin kemale erdirilmesiyle mukayyettir. Tıpkı bu toprakların dar-ül İslâm olduğu günlerdeki gibi direneceğiz ve atılacağız. Bizim kim olduğumuzu bizden biri olmayan asla anlayamayacak. Bizim ne yaptığımızı bizim işimizi görmeyen, bizimle ortaklaşa çalışma yürütmeyen asla bilemeyecek. Kimseyi ikna etmeyeceğiz. Çünkü insanların âlet durumuna düşürülmesine isyan ediyoruz. Kimse bizi ikna edemeyecek. Çünkü kendimizi hiçbir şekilde kullanıma açmış değiliz. Parti kurmuyoruz, Müslüman olarak üstünlüğümüze toz kondurmuyoruz.
İSMET ÖZEL
Türkiye’nin siyasetinde cedel de yok, cehd de yok. Hiçbir zaman olmadı. Şimdiye kadar Türkiyeli siyasetçiler taltif edilmelerine yol açan süreç boyunca ne cedeli göze aldı, ne cehte azmetti. Zahmetlerle, sıkıntılarla, kanla, gözyaşıyla dolu Türk tarihinin neden hem cedele, hem de cehde yabancı kalışı meraka değer. Biz bunu merak ede duralım, vakıa gözler önüne serilmiş vaziyettedir: Eğer Türkiye’deki siyaset alanı bir mücadele alanı olsaydı, siyaset adamları arkalarına yürüttükleri veya yürütmeye hazırlandıkları cedel hatırına bir “ordu” toplamaya gayret ederlerdi. Hayır, böyle yapmıyorlar. İstedikleri iğreti oydan, geçici bir onaydan ibarettir. Eğer Türkiye siyasi alanda mücâhede etmeye elverişli bir zemine sahip olsaydı halkın tanıma fırsatı bulduğu her yüksek şahsiyeti siyaset yapmaya zorladığı bir tablo karşısında olacaktık. Hayır, karşısında olduğumuz tablo bu değil. Siyaset adamları halkın devlet imkânlarından yararlandırılması hususunda taviz verdikleri oranda taraftar toplayabiliyorlar ve halk işbirliği yapmak üzere gözünü üstün nitelikli insanlara değil, sorumluluğunu kendine hatırlatmayacak nitelikteki insanlara dikmiş durumdadır. Halk onlarla elbirliği etmenin bedelini ödeme mecburiyeti altında kalmamak için üstün nitelikli insanlardan gözünü kaçırmaktadır.
İSMET ÖZEL
Devlet lehine davrandığı söylenenlerin kendi kişisel menfaatlerini kollamaktan ötede bir etkinlikte bulunduklarını kanıtlamak hemen hemen imkânsızdır. Çünkü verdiği karar neticesinde devlet kazançlı çıktığı halde kendinin kayba uğradığına şahit olduğumuz yetkililer eliyle yürütülmüş bir siyasetin açtığı yolda hiçbir mesafe kat etmedi Türkiye. Bilakis yüzyıllar boyunca nice “resmi karar” yetkililer, daha doğrusu devlet yetkilerini gasp edenler şahsi güvencelerden mahrum kalmasın diye verildi.
İSMET ÖZEL