sana durlanmış kelimeler getireceğim pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir seni çünkü dik tutacak biliirm kabzenin, çekicin ve divitin tutulduğu yerden parlayan şiiir
büütn renklerimi siliyor dışardaki yağmur derin bir bıçak izi olduğum için artık beyaz bir yumruk gibi kaldım diye hayyatın karşısında bütün kurmnazlığımı siliyor dışardaki yağmur...
Erkekler öküz olmadığı sürece ben kadınlara ‘inek’ diyorum
islami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam’ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, ‘Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin’ diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı–elbette benim farkına vardığım şeylerin–onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da ‘Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak’ diyecek. Bu adam, ‘Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak’ diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp...…
‘Susun lan! ’ der. ‘Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak! ’ Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. ‘Ey muhterem kahvehane sakinleri’ diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde ‘Bakın, bu böyledir’ demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler’in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler’le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki ‘Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun? ’ Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, ‘Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.’ Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, ‘Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.’ Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam’da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud’un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, ‘İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.’ Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud’un talebesi Jung’dan öğrendim. O diyor ki: ‘Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.’ Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah’ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. ‘Yanarım’ diye çekildiler. ‘Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım? ’ dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah’ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur’an–ı Kerîm’de ‘Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır’ diye yazıyor.
Bu, ‘kadın köledir’ değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet–i kerîme nasıl devam ediyor: ‘Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.’ Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım’ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: ‘Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.’ NA)
Kadınları Tanrı’nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı’nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, ‘Erkek de onun kölesi olmalı’ demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko–kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı’nda acı acı feryat ediyorsunuz, ‘Gel ey kadın beni bul’ diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz ‘bulunan’ olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman’ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all–Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
Benim görevim tebliğ değil ki
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, ‘Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim’ diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde...…
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, ‘Senin görevin sadece tebliğ’ dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, ‘Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın’ demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat’taki son yazınızda, ‘Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın’ diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, ‘Beni sevsinler’ mi diyeyim?
Ama ‘Canları sağ olsun demeyeceğim’, büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. ‘Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar’ dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah’ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur’an–ı Kerîm’de diyor ki, ‘İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.’ Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt–ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye’nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye’nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Yarın: ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI MÜDDETÇE KADINLARA ‘İNEK’ DİYORUM
İslami medyada tenezzülen yazdım benim onlara tek kuruş borcum yok İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu’nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı. Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu. Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa ‘Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor’ mu dediği test edilsin. Milliyet’ten Ahmet Tulgar’a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel’in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi.… Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek. Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum.59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım. Bu ne kibir böyle? Yıllarca insanlar bana ‘Buralarda neden yazıyorsun? ’ diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı. O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz? Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah’tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan. Ne alacağınız var? Ben yıllarca onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor’ deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok. Kopmak için neden bunca yıl beklediniz? Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete’yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, ‘Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu’ dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete’de şu başlıklı bir yazı yazdım: ‘Atatürk sağ olsaydı, İsrail’i durdurur muydu? ’ Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, ‘İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım’ teklifinde bulundu. Bardağı ne taşırdı? Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete’nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. ‘Bu İsmet Özel’in yazısı, ne olursa olsun basılır.’ Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan’ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan’a danıştılar, o da rıza gösterdi. Ayrıldıktan sonra ‘Niye ayrıldın? ’ dedi mi size Erbakan? Demez. Tam tersine, Erbakan’la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan’la bir sorunumuz yok. Milli Gazete’deki tezgâh nedir? Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey.1973’te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP’ye yol verildi mesela.80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım. Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı? Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP’nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP’lı bir dalga oldukça baskın, MSP’den ziyade. O mânâda ben AKP’yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum. Kimin emrini? Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak’a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var. Türk derin devletini mi? Ben Türkiye’de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan. Daha önce de Gerçek Hayat’taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi? Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat’ın önerisi üzerine, ‘Toparlanın, gitmiyoruz’ konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat’ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat’tı. Yeni Şafak’taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur. Orada Hıristiyan yazar mı var? Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz? Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz? ‘Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum’ demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, ‘Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz’ dediğini de biliyoruz. Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin. Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: “Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor.” Ben de onlara dedim ki: “Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum.” Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak’ta çalışmam. Yani zamsız yazmaya devam ettiniz. Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı. Milli Gazete’den ne alıyordunuz? En son 635 milyon alıyordum. İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi? İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7’de üç sene, haftada bir ‘İsmet Özel ile Başbaşa’ programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. ‘İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır’ endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü. Ama bir kurum, her şeyiyle, A’dan Z’ye size göre kendini dizayn edemez ki. Valla edemez ise çok kaybeder. Siz de kaybedebilirsiniz. Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye’nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var. Sosyal bir çevrem hiç olmadı O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı? Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek. Nedir o fiyat? Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara. İslamcılığı terk ettiniz mi peki? Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden. Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu. Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit. Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var? Gol atmak için. Vay be! Bu ne hınç? İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma. İslami medyada yazıp az para alarak mı? Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde. 2. gün
Vakurum, asla kibirli değilim! Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı? Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı. Neden tekzip yoluna gitmediniz? Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi. Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz? Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni. Patronları aynı, ne fark eder ki? Ne bileyim, yani hava meselesi biraz. Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz? Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor. Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için. Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz. Ama kurmuş gibi davrandınız. Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim. Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki. Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek. Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin? Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum. Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani. Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’ Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız. Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim. ‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı? Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi. Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı? Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani? O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi? Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır. Kalp dediğiniz vahiy mi? Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir. Kare şeklindedir. Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne. Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz? (Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan. Hadi ya! Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet. James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz? James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus. Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak. Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler) O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz? Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor) Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz? İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum. Ama canım söz oyunu var burada. Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları. Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir. Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim. Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani? Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım? Çünkü çok kibirlisiniz. Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem. Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz? Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür. Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz? Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür. Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz? Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler! İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz? Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’ ‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz? Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
ben dava icin elde edebilecegim imkanlari bir kenara koyarken, davanin musluklarinin basindakiler firsatini bulunca, davayi bir kenara koyuyorlar.. benim de cocuklarim var.. ben enayi miyim?
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin. İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman, kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar... Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş... Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir. Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin? Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters bilmez.
Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan, yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya, ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz. İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim. Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz. İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
İsmet Özel, İslamcılarla bağını kopardığını açıkladı. Daha sonra görüşlerine başvurulan, Özel'i eskiden, solcu olduğu yıllardan tanıyan kimileri bunun beklenen, hatta geç kalmış bir çıkış olduğunu söyledi. 'İsmet'in' diyordu bu kişilerin bazısı 'solculuğa gelirken de İslamcı olurken de gerekçeleri aynıydı.' Özel'in kendisi de buna benzer şeyler söylüyor. Anlaşılan meseleyi bir ahlak meselesi olarak koyuyor. Fakat, şairin, Milliyet'te, Ahmet Tulgar'a yaptığı açıklamaları biraz daha dikkatle okuyunca işin başka boyutları olduğu da göze çarpıyor. O açıklamalarda bir öfke görülebiliyor. Özel, kendisinin önemsenen fakat kenarda tutulan birisi olduğunu vurguluyor. Buna da bir tepkisi var. O zaman akla şu geliyor: Özel belli ki, bir iktidar aramış. Onun yerine kendisine saygı sunulmuş sadece. Şimdi, buna sinirleniyor. Bu çıkışını Özel kimi 'somut' gerekçelere dayamaktan da uzak durmuyor. Onların içinde bir tanesi çok çarpıcı. Özel, toplumun kültürünün İslam olduğunu, o nedenle Müslümanların siyaset yapmasının ve kendilerini tanımlamasının daha kolay göründüğünü belirttikten sonra, solun çok daha içten ve namuslu olduğunu dile getiriyor. O zaman ilk soru insanın kafasında düğümleniyor: bir zamanların 'militan' solcusu İsmet Özel o kampı neden terk etti? Özel, bu nedenleri, 'Waldo Sen Neden Burada Değilsin' başlıklı otobiyografisinde çok 'masumane' açıklamıştı. Daha kitap çıktığında yazdığım bir yazıda söylediğim üzere gerekçesi bütünüyle varoluşsaldı. Özel, dünyayı değiştirmek düşüncesinden vazgeçiyor veya geçmiyordu, o yeterince açık değildi ama, kendi varoluşuna önce solun dogmatizmi ve kurulu düzeni içinde bir yer aramış,12 Mart darbesiyle oradan savrulup bu defa İslam'a sığınmıştı. Anlaşılan tek başına, birey olarak, özgür ve bağımsız kalamıyordu. Kendi varlığının anlamını ancak bir üst kimliğin tanımında bulabiliyordu. Bu, sadece onda görülmeyen, birçok insanda karşılaşılan bir durumdu. Fakat, başka bir 'özel'liği vardı onun: İsmet Özel, solculuğunda da İslamcılığında da bir 'dava adamı' olarak sivriliyordu. Dergi çıkarıyor, bir hayli iddialı ve yüksek sesli şiir yayımlıyor, kitap çıkarıyor, kısacası bir 'eylemci' olarak hareket ediyordu. İnsanları bulunduğu ideolojiye çağırıyordu. Sonuç olarak ona inananlar, onun yoluna baş koyanlar vardı. Fakat bir süre sonra Özel şu ya da bu gerekçeyle sırtını dönüp gidiyordu. Bir sorumluluk duygusu ve hesabı yoktu. O kadar yoktu ki, Özel, her iki durumda da yazdığı şiirin söylemini, tarzını, gönderisini değiştirmiyordu. Kısacası sorumluluk duymuyordu Özel ama kesin bir haklılık duyuyordu. Nerede olursa olsun, ne söylerse söylesin, hangi ideolojiye bulaşırsa bulaşsın Özel daima haklıydı. Epeyce şişkin ve katı bir egonun yarattığı o kişilik algılamaları zaten insanın kendisinde 'hata' aramasına engeldir. O kişilik sadece onanmak ve izlenilmek ister. İsmet Özel, kendisini daima bir aydın olarak tanımladı ve tanımlattı. Bir zamanlar çok kullanılan o tabirle söylemek gerekirse 'döneklik' bu bağlamda bir meziyet ve bir erdem olarak da sunuldu. Oysa bu kesin bir kolaycılıktı. Çünkü, aydın olmanın göstergesi dönmek değil. Önce eleştirel olmak. Sonra mesafeli olmak. Nihayet sorumlu olmaktır. Üstelik, bunlar bir ideolojiyle iç içe olmaya engel değil. Tersine, ancak bu nitelikleri taşıdığınız zaman aydın olmanın gereğini yerine getirebilir, tavır alır, 'muhalif' olabilirsiniz. Bir ideolojiden diğerine savrulmaksızın ve haklılığınızın, öyle bir beklentiniz varsa, hem de tarihsel olarak onaylandığını görerek!
İsmet Özel ile 1960’ların ortalarında Mülkiye’de okurken tanıştık. Sanırım toplumda adalet arayışı bizi Türkiye İşçi Partisi saflarında buluşturmuştu.
Sonra sosyalizmin TİP’in temsil ettiğinden daha katı yorumlarının peşinden gittik. Ama 1970’lerde sosyalist teori ve pratiğinin uyandırdığı hayal kırıklığıyla İsmet, İslamcı görüşlere yöneldi; ben de sosyal liberalizme. Geçen hafta İsmet’in Milli Gazete’de yayımlanan bir yazısıyla “İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak” kopardığını okudum. Şu gerekçeyle: “İslami kesim AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla yozlaştı; öncelik çıkar oldu.” (Milliyet,10 Ağustos)
İsmet Özel’in İslamcılığı neden terkettiğini anlamakta güçlük çekmiyorum, ama gerekçesi bana mantıklı gelmedi. Eğer Özel İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumuna bağlı ise, AKP’nin yol açtığı “yozlaşma” karşısında, kendi yorumunu daha da büyük bir kararlılıkla savunması beklenmez miydi? Ya da: AKP artık “Muhafazakar Demokrat” olduğunu ilan ettiğine göre, İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumunu benimseyen biri olarak bundan memnuniyet duyması gerekmez miydi?
Belki olan şu: İsmet Özel İslamcılık’ta da hayal kırıklığına uğradı, AKP’nin “yozlaştırması” bahane. Yine de eğer AKP’liler, kendileriyle birlikte Özel’i de İslamcılık’tan (ya da onun şiddetli olmasa da hayli katı bir yorumundan) vazgeçmeye yöneltmişlerse, ne isabet. Ve ne mutlu ki fikir değiştirmeye imkan tanıyacak ölçüde açık bir rejimde yaşıyoruz. Ve nihayet Özel, Türk sosyalizmi ya da İslamcılığı’na değil şiirine hatırı sayılır katkı yapmış bir yazar.
Kişilerin hangi siyasi görüşü benimseyecekleri, görüşlerini değiştirip değiştirmeyecekleri tamamen kendilerini ilgilendiren ve tümüyle temel hak ve özgürlükler alanına giren bir konu. Evet, bunun gerekçelerini açıklamak aydın sorumluluğunun bir parçası olarak görülebilir. Ama Özel’in açıklamalarında hepimizi ilgilendiren, görüşlerini değiştirmesinin nedenlerinden ziyade, şu “çıkar” ya da eski biçimiyle “menfaat” üzerine söyledikleri: AKP’nin başarısının İslami kesimi yozlaştırdığı, bu kesimde artık herkesin çıkar peşinde koştuğu iddiası.
Mesele şu: Herkesin çıkarının peşinden gitmesi bir yozlaşma belirtisi olarak yorumlanabilir mi? Eğer herkesin peşinde koştuğu haksız çıkar ise, herkes kanunlara ve ahlaka aykırı davranarak kendine ve yakınlarına maddi veya sair avantajlar sağlıyorsa, evet bu bir ahlaki çöküntü ve yozlaşma belirtisidir. Evet, herkesin kendi çıkarını düşünmesi halinde toplumun ortak çıkarının gerçekleşeceğine dair kökten liberal düşünceye katılmak da mümkün değildir. Zira herkes toplumun ortak çıkarlarını hiçe sayıyor ve sadece kendi çıkarını düşünüyorsa, bu ahlaki bakımdan tasvip edilemeyecek ve uzun vadede dönüp dolaşıp herkese zarar verecek bir durumdur. Ahlak ve hukuk kuralları da zaten bunun için vardır.
Geleneksel bir toplumda ferdin topluluktan ayrı bir kişiliği ve çıkarı olmayabilir. Ama modern bir toplumda kişilerin maddi veya sair çıkarlarının peşinden gitmeleri “normal” değil midir? Çıkarlarını korumasını bilmeyenler kusurlu (ağır bir nitelemeyle, enayi) sayılmaz mı? Yalnızca ortak çıkarı düşünen kimselerden oluşan toplumun bir kuruntu olduğu görülmedi mi? Demokratik toplumun temel üstünlüklerinden biri de çatışan çıkarların barışçı yollardan uzlaştırılması değil midir? İnsanların çıkarlarının ne olduğuna, başkalarının (örneğin bir diktatörün, bir partinin, bir ideolojinin) değil kendilerinin karar vermeleri, özgürlükçü bir toplumun temel vasıflarından değil midir?
AKP’nin herkesin kendi çıkarı peşinde gitmesine yol açarak İslami kesimi yozlaştırdığı iddiasını doğru bulmuyorum. Aksine bana öyle geliyor ki AKP, İslami kesimi yozlaşmaya değil, modern (ve demokratik) yaşamın gereklerine uygun davranmaya götürüyor. Daha önemlisi: AKP, İslami kesimi ve başkalarını, maddi ve sair çıkarlarına hizmet edeceğine inandırabildiği ölçüde başarılı olmuştur. AKP iktidarı bunu yapamadığı takdirde, tıpkı ötekiler gibi, geldiği gibi gider.
meyva vermeyen bir ağaç kadar faydasız olsun bu yazdıkalrım. dallarını meyvasına taa ediop kimse taşa tutmasın. bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü bir ağaç kadar faydasız olsun. o zaman marangozlar kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı. dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz bir ağaç olsun bu yazdıklarım. odun olz bu ağaçtan ddesinler yakmasınlar. faydasız olsun yinede bir ağaç gibi olsun yazdıklarım kökü toprakta başı gökyüüzne dönük. belki kimse bahçesine dikmez, şehrin bulavarlarınada sokmazlar onu. ama uzak, kıraç bir ıssızlıkta bunalmış bir yolcu dibinde oturacağı sırtını dayıyacağıbir ağaç buldu diye ferahlasa bu yeter....
bir şair, bir düşünür, bir filozof, bir dava adamı....kimilerine göre islamcı kimilerine göre eski solcu sosyalist vs vs. ben serbest şiiri onunla sevdim. sürrealizmi onunla kavradım... anlamak için onu okudukça onu daha da anlamadığımı anlamaya başladım. Bazen Hegel'i ya da Kierkegaard'ı anlamak gibi zordu onu anlamak... Ama ben zaten anlaşılanı değil anlaşılamayanı aradığım için onu okumaya devam ettim. Ataol Behramoğlu ile mektuplaşmalarını okuyunca o dönemde kendi davasında ne kadar samimi bir kişi olduğunu gördüm. Müslüman kimliğiyle yazdığı zamanlarda da yine aynı samimiyeti taşıyordu kanaatimce... Sözü hakikat olduktan sonra odun gibi olsa da doğruyu ve inandığı şeyleri bazen açık seçik ve haykırarak, bazen şiir formunda gizli kapaklı anlatan güçlü ve hisli bir ses... yolun açık olsun seni takip etmeye devam edeceğim..
Müslüman Olmak, Aşık olmak gibidir.. Nasıl ki aşık olan, maşuğunun her zaman iyiliğini ve güzelliğini isterse; Müslüman da bütün insanlığa aşık halde, onların iyi güzel ve mutlu olmalarını ister.. Bu ilk bakışta delilik gibi bile gelebilir.. Fakat akıllı ve mantıklıca olan; kin, nefret, kötü ahlak ise bu delilik, tercihimizdir.. .. ismet özel'den öğrenilmiştir ..
İnsan kalabalıkları siyaset oyununun en netameli unsurudur. Modern çağda siyasetin insan kalabalıklarını 'etkisiz' hale getirmek için insan kalabalıklarını harekete geçirme sanatı haline dönüştüğünün çok az kişi farkındadır. Oyun oynandığı sırada göz önünde ve el altında duran insan kalabalıklarından başkası olmadığı halde bazen tragedya, bazen de komedya olarak sergilenen oyunu bu kalabalıkların ne tasarladığı, ne kaleme aldığı, ne de yönettiği söylenebilir. Kalabalıklar siyaset oyunu sayesinde dönen çarka kapılır sadece. Bu öyle bir kapılıştır ki kalabalıkların etki alanına giren her şey değer kaybeder. Kalabalıklarla ahenk kurma yoluna giren kavramlar da buldukları uyumu ancak anlam kaybına uğrayarak dışa vurabilirler. Gerek dilin ve gerekse dinin kalabalıklar eline düşmesi halinde bozulma başlar. İşte bu sebeptendir ki bir süredir kalabalıklar arasında yaygınlaşan argo tabir, hortumlama tabiri bana anlamlı gelmiyor.
Bazı bankaların, bazı işletmelerin birileri tarafından hortumlandığını (yalnız Türkiye'de değil; dünyanın her yerinde) söylüyorlar. Bu sözlere bir anlam yüklemek benim için imkansız. Hortumlama faaliyetinden şikayet edilmesine ben bir anlam veremiyorum. Yani ne olmuş? Haksız kazanç elde edenler mi varmış? Eğer öyleyse hortum kanalıyla bir yerden bir başka yere akan o miktarlardaki paraların hak edilmesi için neler yapılması gerektiğini kimler biliyor? O büyüklükteki paraları hak eden kimmiş? Dünyanın neresinde ve tarihin hangi çağında olursa olsun o kadar büyük meblağların helal yoldan kazanç hanesine kaydedilebilme imkanı var mı imiş? Kalabalıkların bozuk bir Türkçe ifadeye başvurarak 'hortumlama' adını verdiği olayın gerçek adı, doğru ve düzgün adı 'sermaye birikimi' olsa gerek. Hortum kullanmadan ilk birikimin sağlanamayacağını cümle alem biliyor. Bir söylentiye göre John Davison Rockefeller'a (1839-1937) sormuşlar: 'Servetinizin hesabını verebilir misiniz? ' Mezkur sanayici ve petrol kralı şu cevabı vermiş: 'ilk beş seneyi sormazsanız; gayet tabiî...' dünyanın çekilip çevrilmesinde rol oynayacak büyüklükteki bir serveti ele geçirme yolunda ilk beş sene... Hortumlama zamanı! Tarihte hortumun boşatma yeri önce Batı Avrupa idi ve akabinde bu yer Kuzey Amerika oldu.
Kalabalıklar gerçeği arama niyetinde olanların yolu üzerinde bulunan en büyük engeldir. Biliyoruz ki kalabalıklar nezdinde hortum kelimesi tulumba kelimesinin üstünü örtsün diye yaygınlaştırılmaktadır. Kalabalıkların dikkatlerini çevirmede zihnen ve ahlâken yetersiz kaldıkları husus Türkiye'nin yürürlükte tutulan iktisadi düzeninde belirleyici etmenin hortum değil tulumba olduğudur. Dünya sistemi emme basma tulumbasını Türkiye toprakları sathına 165 sene önce kurmuş ve Türkiye'de husule gelen değerin akış yönünü o tarihten itibaren belirlemiştir. Yani Türkiye'nin kendi sıhhatine yarayan nesi varsa bir emme basma tulumba aracılığıyla 'sistemli' olarak sistemin merkezi yönünde harekete geçirilmektedir. Böyle bir işleyişin devamı amacıyla talimatlar da merkezden Türkiye'ye doğru akmaktadır.
Talimatların ete kemiğe bürünmüş halde karşımıza çıkması gerçeği değiştirmiyor. Bilakis gerçeği daha elle tutulur hale getiriyor. Hortum vesilesiyle ortalığa saldıkları homurtu, emme basma tulumbanın manivelası başına kimin geçeceği konusunda vazifeliler arasında çıkan itişip kakışma yüzündendir. Tulumbanın kolunu kim, hangi siyasi ekip kavrayacak? Türkiye'nin değerlerini merkez emrine kim amade kılacak? Balı kim tutacak ki el değiştirirken parmağını yalasın?
Çuval ve mızrak ikilisinin ne birbirleriyle iyi geçindiği, ne de birbirlerine uyum sağlamaktan hoşlandıkları söylenebilir. Mızrak çuvala sığmaz demişler. Bunu vaktiyle atalar söylemiş. Bunu söylemek suretiyle apaçık bilinen gerçekleri saklamaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu ima etmek istemiş ak sakallı atalarımız. Siz siz olun sakın mızrağın çuvala sığmadığına dair atasözünü yiğidin malının meydanda olduğu iddiasını ileri süren atasözüyle benzeştiği yanılgısına düşmeyin. Zira ikinci zikrettiğimiz atasözünde yiğit denildiği zaman kastedilen kişi helal kazanç edinmişliğiyle olduğu kadar cömertliğiyle de temayüz etmiş kişidir. Atalarımızın neler söylediği ile bizim o sözlerden neler anladığımız hep başımıza tuhaf işler açmıştır. Benim gibi ihtiyarlar bilir; eskiden tuhafiye dükkanları bile vardı. Hep merakımı mucip olmuştur: Eskiden insanlar daha çok şey mi biliyordu acaba?
Nitekim mızrağın çuvala sığmayacağı çok eski tarihlerden itibaren bilindiği için zaman içinde ikisi arasındaki ilişkiye tuhaf bir şekil vermek zorunda kalınmıştır. Çuvalda bir hantallık olduğu gözden saklanamaz. Mızrağın çevikliğine ise itiraz edilmesi mümkün değil. Buna mukabil gevşekliğin ve ağırlığın nişanesi gibi görünen çuvalla birlikte bir tür bolluk, bereket çağrışımı doğduğu halde hız ve ışıltı belirtisi saydığımız mızrakla birlikte mutlaka can yakıcılık ve reddiye izlenimine çarpmadan edemiyoruz. Türev ve işlevleri birbiriyle hiç uyumlu olmayan mızrak ve çuval aralarında merak uyandırıcı bir atışmayı şimdiye kadar canlı tutmuşlardır.
İnsanlık tarihindeki yerinizi merak ettiyseniz; bir yerde çuvallamak, başka bir yerde mızraklamak var. Çuvalladıysanız mızraklamaya da fırsat bulamayacaksınız demektir. Öte yandan mızraklamayı başardınız mı, ondan sonra ne olursa olsun, çuvallamış sayılmazsınız. Her kim ki eline çuval yakışmaktadır artık onun eline mızrak yakışmaz. Tersi daha da doğrudur, iyi mızrak kullananların çuvallarla haşır neşir olma ihtimali hemen hemen hiç yoktur. Mızrak ve çuval arasında geçimsizlik sona ermez; ama sanmayın ki bu ikisi geçinemedikleri için birbirleriyle ilişkiyi keserler. Bilakis ne mızrak çuvalsız yapabilir ve ne de çuval mızrak olmaksızın rahat edebilir.
Nasıl ev soyan hırsızın sırtında çuval varsa yol kesen haydudun elinde de mızrak bulunması olağandır. Hazinelerin nakline yarayan çuvallar, nakliyatın muhafazasına yarayan mızraklardır. Eğer bin bir emek ve fedakârlıkla doldurup ambara yığdığımız çuvallarımızı tasalluttan korumak istiyorsak iti uğursuzu binaya yaklaştırmamak için mızraklanmız olmalıdır. Eğer biz kendimiz başkasının dopdolu çuvallarına göz dikmişsek onları yağmalamaya ancak mızraklı olarak gideceğimizi gayet iyi biliriz. Çuvallar mızrakları davet edecek, mızraklar çuvalların çekim alanından kurtulamayacaklardır. Türk toplumu olarak bizler modern zamanlarda şahsiyet sahibi toplumların çuval ve mızrakla kurdukları denklemin kendimize mahsus olanını kuramadık. Kendi atasözümüze karşı çıktık ve mızrağı çuvala sığdırabilmek için kırdık.
Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz 'lâ' ile, bir olumsuzlamayla başlar. Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır. Lâ ilâhe'nin lâ'sı önce doğru ile yanlış arasına kesin bir çizgi çeker. Tanrılardan bahsetmenin yanlış, Tanrı'ya tapmanın doğru olduğunu gösterir. Cahiliyyet neyi neden ayırmak gerektiğini bilmeyenlerin içinde bulundukları durumdur. Biz Müslümanlar her şeyden önce 'lâ' (hayır) demesini öğrenmek suretiyle neyin kabule şayan olduğunun ve neyin redde müstahak olduğunun farkına varırız. Hayır demesini bilmeyenin eline bilgi edinme fırsatı verilmeyecektir. Ama acaba hayır deme talihine kavuşmuş olan eline geçen fırsatı kullanma düzeyini tutturabilir mi? Türkiye, yani Türklerin şimdiki hali göz önüne alındığında tutturamaz demek gerekiyor.
Eğer Türklerin hayatında bir inanç derecelendirmesi yapıldığında Müslümanlığın tuttuğu yer talî kalıyor ve o yeri itikadî bir bütünlük anlamında Müslümanlıktan başka bir şeyin (mesela medeniyetin, velev ki İslâm Medeniyeti'nin) doldurması mümkün sayılıyorsa o zaman birey ve toplum olarak Türklerin henüz 'lâ' demedikleri ortaya çıkar. Hangi açıdan bakarsak bakalım biz Türkleri diğer insanlardan ayıran temel vasfın Müslümanlık olduğunu göreceğiz. Türk dili Müslüman dünya görüşü ve ona bağlı bir hayat tarzı sayesinde yüksek diller arasına girme üstünlüğüne ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm Arapça nazil olduğu halde dünyanın bugün aldığı şekli hesaba katarsanız 'Hıristiyan Arap' Araplığından fazla bir şey kaybetmiş gibi algılanmaz; ama dün olduğu kadar bugün de 'Hıristiyan Türk' dediniz mi Türklerin tarafını değil, hem Türklere ve hem de Türklüğe husumet besleyen 'karşı' tarafı işaret etmiş olursunuz.
Günümüz dünyasında Türklük bir şekilde belli olacaksa göz veya ten rengiyle, kafatası ölçüsüyle, soy ağacıyla belli olmaz. Olur diyenler varsa onları pek acı bir hüsran bekliyor. Bir insanın Türklüğünü belli eden onun tuttuğu taraftır. Toplum değerleri itibariyle içinde yer aldığı, tarih oluşumu içinde kabullendiği, iyileşmesine yol açan tedbirler bakımından sorumluluğunu üstlendiği 'taraf. Ne tarafta durduğunu söyle, sana Türk olup olmadığını söyleyeyim. Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde tutulması vacip olan tarafın 'gayri Müslim' taraf olmadığı aşikârdır. Gayri-Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihîdir. Hiçbir olayı, hiçbir değişimi Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülahazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse Lâ ilâhe'nin lâ'sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir, Türklük ayrı, Müslümanlık ayrı diyenler gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir.
sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir
seni çünkü dik tutacak biliirm
kabzenin, çekicin ve divitin
tutulduğu yerden parlayan şiiir
büütn renklerimi siliyor dışardaki yağmur
derin bir bıçak izi olduğum için
artık beyaz bir yumruk gibi kaldım diye
hayyatın karşısında
bütün kurmnazlığımı siliyor dışardaki yağmur...
yine yırttık...
erkekler öküz olduğun agöre...no problem...
Erkekler öküz olmadığı sürece ben kadınlara ‘inek’ diyorum
islami kesimdeki imamlık, hocalık, üstatlık, abilik sistemini eleştiriyorsunuz. Yerden göğe kadar da haklısınız. Ama İslam’ı, sizin gibi anlamadılar diye, hırçınlaşarak üstatlık rolüne talip olan siz değil misiniz?
İslami eğitim tarzında hocaya talip olunur. Onun için talebedir onun adı. Ama hoca da talebesini seçer. Yani bir insan, filancadan ders almak isteyebilir, fakat o ders verecek olan da, ‘Sen bu dersi almaya müsaitsin veya değilsin’ diye karar verir. Hatta tasavvufta, şeyh bazı insanların peşine düşer, müridi olsun diye. Yani çünkü vereceği şeyi o alabilir ancak. Ben şeyhlik, müritlik, üstatlık, ağabeylik sistemini eleştirirken, böyle bir ilişki kurulmadığını, işin tam tersine, hakimiyet ve yararlanma ilişkisi olarak devam ettiğini söylemeye çalıştım. Ben üstat falan olmadım. İlgilendiğim meseleler dolayısıyla uygun çizgiyi tutturacak birisi olsaydı, bunu ret mi edecektim?
Siz ederdiniz valla!
Hayır. Nitekim birçok deneme de benim haklı olduğum şekilde tezahür etti. Tıpkı yayın organlarında olduğu gibi, bireyler de bana yaklaşırken benim havamı, taşıdığım şeyden daha önemli buldular. Şimdi yarım bıraktığım şeyleri tamamlamaya çalışacağım. Çünkü ben bütün bu süreç boyunca, takınılacak tavır konusunda insanlarla yardımlaşmayı, dayanışmayı–elbette benim farkına vardığım şeylerin–onların da farkına varmasını sağlamak için uğraştım.
Ama yine de sizi idol etmelerine müsaade ettiniz. Hiç mi kusurunuz yok bunda?
Başka bir formu yok bunun. Bir adam kahve gürültüsü içinde konuşup, sözlerinin neye değdiğini anlatamaz. Diyelim ki bir kahvehanedeyiz. Herkes patır kütür konuşuyor. Bir adam da ‘Biraz sonra bu kahvehane bombalanacak’ diyecek. Bu adam, ‘Yanındakine söylesene bu kahve bombalanacak’ diyemez.
Sandalyenin üstüne çıkıp...…
‘Susun lan! ’ der. ‘Laga luga yapmayın. Biraz sonra bu kahve bombalanacak! ’ Böyle demezse hiçbir şey anlaşılmaz. ‘Ey muhterem kahvehane sakinleri’ diye lafa başlasa herkes ticari kaygılarla böyle konuştuğunu, sirk palyaçosu olduğunu düşünür. Benim de bir şekilde ‘Bakın, bu böyledir’ demeyi sağlayacak bir üslup tutturmam gerekir.
Bunda, ruhunuzun saygı ve hürmete fazlaca ihtiyacı olmasının bir rolü yok mu?
Yok. Amerikan sosyologlarının haberdar olduğum araştırmalarına göre, politikacılar bu mesleği, daha ziyade anne şefkati arayışı için seçerlermiş. Yakın ilgi bulamadıkları için bunu kitle ilgisi ile telafi etmeye çalışırlarmış. Bu belki isabetli bir yorum olabilir. Mesela Hitler’in Führer olmadan önceki hayatı oldukça karışık. Çok özel sebeplerden dolayı, o siyasi yaklaşımı benimsemiş olabilir. Çünkü J. P. Taylor diye bir İngiliz tarihçisinin söylediğine göre Hitler, en samimi beyanlarını kitleler karşısında yaparmış. Yani Hitler’le konuşmak, onun gerçek görüşünü öğrenmek için yeterli değilmiş.
Sizde de psikolojik bir boşluk var mı?
Varsa bile, benim şiir alanında yaptıklarım, bu psikolojik sorunlarımla baş etmem için yeterlidir. Benim ayrıca bu ideolojik kelam ile bazı şahsiyet problemlerime çözüm aramam, bana göre aydınlatıcı bir bilgi sayılmaz.
Sizin şahsiyet problemleriniz neler ki?
Kendi psikanalizimi mi yapmamı bekliyorsunuz?
Varsa cesaretiniz!
Ben bunları yapıyorum. Ve bu bende kalıyor. Sonra kendimi tedavi etmeye çalışıyorum. Biraz ipucu verin.
O zaman bu sır olmaz. Ben size bir hikâye anlatayım. Anadan doğma bir kör varmış. Ama hayatını iki gözü gören bir insan gibi yaşarmış. Merak etmiş herkes tabii. Ama o, bu konuda hiçbir bilgi vermemiş. Günün birinde kıramayacağı kadar yakın birisi çıkmış karşısına. Demiş ki ‘Sen nasıl oluyor da, iki gözü gören bir adam gibi yaşıyorsun? ’ Ona cevap vermezlikten kaçamamış. Demiş ki, ‘Benim, önümde iki tane koç beliriyor. Mesela şu bardağı tutmak istedim değil mi, iki tane koç, bardağın iki yanında duruyorlar, ben ortadan bardağı tutuyorum. Hangi yoldan gitmem gerektiğinde o iki koçun arasında gidiyorum.’ Ama sözünü burada kesmiş. Demiş ki, ‘Bunları söyledim, koçlardan birisi kayboldu. Bunu söyledim, ikincisi de kayboldu.’ Ve adam günün geri kalan kısmını bir âmâ gibi geçirmiş. İnsanın ayakta durmak için kendisiyle ve Rabbiyle sır olan kısmı, başkasına söylemesi, aleyhine olur. Onun için İslam’da bütün hükümler zahire göre verilir. Rüyalar göreni bağlar.
Ama verdiğiniz örnekte sır, pozitif. Ben sizin huysuzluğunuzun sırrını istedim. Yoksa sizin önünüze de size dev aynası tutan şeytanlar mı çıkıyor?
(Kahkaha) Benim önüme çıkan şeytan dünyayı kundaklamaya beni kışkırtıyor.
Özel hayatınızda mutlu bir adam olsaydınız, size sizi yumuşatacak bir kadın eli değseydi böyle bir İsmet mi olurdunuz?
Bu Freud’un sublimasyon yani yüceltme tezi. Freud der ki, ‘İnsanlar, sanat eserleri gibi, bilim çalışmaları gibi yüce şeyleri, hayatlarındaki mahrumiyetleri, özellikle cinsel doyumsuzlukları telafi etmek için yaparlar.’ Buna gençliğimde ben de inandım. Ama böyle olmadığını Freud’un talebesi Jung’dan öğrendim. O diyor ki: ‘Evet, şairler birçok cinsel problemler taşıyan insanlar. Ama aynı problemleri yaşayan insanlar şair olmuyorlar ki.’ Yani insanların cinsel tatminsizlik içinde olmaları eğer birtakım davranışları benimsemelerine sebep olsaydı, o zaman o tatminsizlikler kimde varsa onun da bir numara çekmesi lazımdı. Sadece şair olması lazım değil. Mimar olabilirdi. Ama böyle bir şey yok.
Şairliğinizi sorgulamaya ne cüret ederim, ne böyle bir niyetim var. Ama söyleyin, aşkı yaşayan bir insan olsaydınız, bu kadar öfkeli olur muydunuz?
Bilakis, ben bu manada birtakım tatmin fırsatları elde etmiş biri olsaydım belki çok daha cüretkâr ve saldırgan olurdum. Mesela Arapça bilmeyişimi de Allah’ın lütfu olarak yorumluyorum. İyi bir Arapça bilgim olsaydı, şimdi olduğundan çok daha ukala olurdum.
Bundan ötesini ben düşünemiyorum!
Öyle mi? Olsaydı da görseydiniz.
Siz mutsuz bir insansınız, doğru mu?
Çok doğru. Çünkü mutluluğun daha ziyade ineklere yakıştığını düşünüyorum. Saman bulan ineklerin hepsi mutlu olur.
Ama sublimasyonu şimdi yaptınız. Sahip değilsiniz diye küçümsediniz mutluluğu, kendinizi yücelttiniz.
Mutluluğu küçümsediğim yok.
Ama ineklere layık gördüğünüze göre küçümsüyorsunuz.
Boğalar mutlu değil, inekler mutlu.
Mutlu olan boğalar inekliğe mi dönüyor yani?
Herhalde onlar da mutluluğu boğalığı devam ettirmekte bulamayacaklarını anlıyorlar.
Açık konuşun, siz kadınlara inek mi diyorsunuz?
Erkekler öküz olmadığı sürece evet. Çünkü erkek olmasına rağmen öküz, erkekliğini kullanamaz.
Kadınlardan nefret mi ediyorsunuz?
Nefret demeyelim de hınç diyelim. Çünkü ben sevdiğim kızla evlenemedim. Hıncım onun gibilere. İnsan tercih edilmek, seçilmek istiyor.
Ondan yola çıkıp bütün kadınlara hınç mı besliyorsunuz?
Beni seçmeyen bütün kadınlara hınçlıyım. (Gülmeler)
Hiçbir kadını yanınıza yaklaştıracak kadar yüreğinizin sıcak olduğuna inanmıyorum.
Ben de hiçbir kadının benim yüreğime yaklaşacak kadar cesur olduğunu sanmıyorum.
Fırsat verdiniz de yaklaşamadılar mı?
Tabii ki. ‘Yanarım’ diye çekildiler. ‘Bu adamla, onun istediği şekilde bir ilişki kurduğum takdirde ben ne olacağım? ’ dediler.
Sunduğunuz format neydi?
Kölelik. Bunu gönüllüce, çok arzulayarak yapması lazım.
Eşiniz köleniz olmadı diye mi küstünüz ona?
Köle olmak şöyle dursun, beklediğim yardımı bile alamadım. İyi evlilik kolay elde edilebilen bir şey değil. Bunun yanı sıra çocuklar Allah’ın bize emaneti.
Peki köleniz olmasını istediğiniz kadının siz de kölesi olacak mısınız?
Hayır. Çünkü bir ilişkide iki köle olmaz.
Neden siz değilsiniz köle de, kadın oluyor?
Çünkü Kur’an–ı Kerîm’de ‘Kadınlar sizlerin tarlalarınızdır’ diye yazıyor.
Bu, ‘kadın köledir’ değil ki. Siz oradan ürün alacaksınız, soyunuz ilerleyecek anlamındadır.
Ayet–i kerîme nasıl devam ediyor: ‘Onlara istediğiniz zaman girebilirsiniz.’ Kadın benim tarlam olacağına kölem olduğu takdirde, daha avantajlı durumda. Çünkü köleyle bir diyalog kurmak mümkün. (Suat Yıldırım’ın mealinde ayetin doğrusu şöyle: ‘Eşleriniz sizin nesil yetiştiren tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz şekilde varın. Kendiniz için ilerisini düşünerek hazırlık yapın. Allah’ın haram kıldığı şeylerden korunun ve onun huzuruna varacağınızı iyi bilin.’ NA)
Kadınları Tanrı’nın muradı dışında aşağılıyorsunuz. O, böyle adaletsiz olamaz.
Tanrı’nın adaletsiz olduğunu kim söylemiş? Demek ki adalet bu.
Çok hastalıklı bir yorum bu. İstemesem bile, erkeğim benimle olmak istiyor diye buna müsaade edeceğim ha?
İnsanın fiziki zorlukları dışında evet.
Ne diyorsunuz ya siz? Psikoloji diye bir şey var.
Neden bir kadın kocasından bağımsız bir psikoloji sahibi oluyormuş?
Siz delirdiniz mi? Niye olmasın?
O zaman niye onun kocası, niye onun karısı? Evlilik bir birlik değil mi?
Sizin anlattığınız birlik değil ki.
Bir insan evlendiği zaman, evlenmeden önceki insan değildir.
Bu neden sadece kadın için geçerlidir?
Erkek için geçerli olmadığını kim söyledi? Siz bana deseniz de, kadın erkekle beraber olmak istedi, ama erkek onu reddetti. Buna erkeğin de hakkı yok tabii ki.
Köleyse, kadın efendisinden nasıl bir şey talep edecek?
Şarkıda söylendiği gibi, efendi, ihsanını köleden esirgemez.
O zaman niye kadını köle olarak adlandırıyorsunuz da, ‘Erkek de onun kölesi olmalı’ demiyorsunuz?
Bir iş bir türlü yapılır. Beş türlü yapılmaz.
Bir iş İsmet Özel, bin türlü yapılır.
Hayır, her biri başka iştir onların. Her biçim, başka bir özdür.
Yine söz oyunu. Bir erkeğin kölesi olma mantığıyla hiç işim olmaz!
Erkeğinin kölesi olmayan kadın, o erkekle niçin evlenmiştir?
Eğer böyle bir eşitlik kurduysanız, erkek de kadının kölesi olabilir.
Bunun nöbet defterini kim düzenleyecek?
Onların psiko–kimyaları.
Demek ki kadın ve erkeğin birliğinin üstünde bir makam belirliyorsunuz siz.
O sizi ilk başta reddeden harika kadın, belli ki köle olmak istemedi. Aferin ona. Ama siz Bir Yusuf Masalı’nda acı acı feryat ediyorsunuz, ‘Gel ey kadın beni bul’ diye. Kalbinizin soğukluğunu giderecek bir kadın arayışı bu kitapta çok belirgin. Ama siz ‘bulunan’ olmayı tercih ediyorsunuz. Arayıp bulmaya cesaretiniz yok.
Vaktim yok. (Gülüyor) Belki cesaretim de.
Çünkü rekabete girmek istemiyorsunuz.
Kesinlikle. Bunun da tabii psikolojik, derin sebepleri vardır.
Oralara girmeyeyim artık. Özetle ihtiyacım yok diyorsunuz kadınlara.
Yahu altmış yaşıma geldim ben. (Gülüyor)
Allah Allah. Her şey cinsellik değil ki. Bir paylaşımdır, bir şefkattir.
Her şey cinsellik değildir ne demek? Walt Whitman’ın bir mısraı var biliyor musunuz? Sex contains all–Cinsiyet her şeyi içerir.
O halde siz şu anda bir hiç misiniz yani?
Nerede bende o şans? (Gülüyor) Hiç olmak öyle herkese nasip olmuş mu? Ben bir şeyim ve işe yarayan bir şey değilsem, işe yarayan bir şey olmak istiyorum. Hiçlik bunun üstünde. Hiç olamıyorum, hiç olmayı çok isterdim.
Madem ki seks her şeyi içerir ve sevdiğiniz bir insan yok. O halde, zaten hiç olmuşsunuz da farkında mı değilsiniz acaba?
Olabilir. Ama farkına varmadığımız şeyler, pek bize yakın şeyler değildir.
Siz sadece kadınları değil, hiç kimseyi sevmiyorsunuz sanki.
Belki de öyledir bilmiyorum. Ama sevmeyi isteyen bir adamım en azından. Ben sevginin herkese kolayca dağıtılabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Sevgimi de kıskançlıkla en uygun kişiye vermek istiyorum.
Ama veremiyorsunuz.
Veremiyorum.
Çünkü sevgi yok sizde.
Ha o zaman bende bir kabahat yok. (Gülüşmeler) Olmayan şeyi nasıl vereyim?
Benim görevim tebliğ değil ki
Sizin bu kendini beğenmiş tarzınızı sorgulamaya devam edeceğim. Peygamberimiz insanlara tebliğini sunarken daha anlayışlı, daha merhametliydi. Hatta Allah onu uyardı, ‘Ey Muhammed, onları hidayete erdirecek sen değilsin, benim’ diye. Sizin bu kadar öfkeli olmaya ne hakkınız var?
Bu soruyu tersine çevirmek lazım. Peygamber bile bir âmâya tebliğde bulunmak konusunda ihmalkâr davrandığı için Allah tarafından azarlanmışken, benim hiç peygamber olmadığım halde, hatta evliyadan biri de olmadığım halde...…
Ama Peygamberimiz üzülüyordu, hidayete ermiyorlar diye, ‘Senin görevin sadece tebliğ’ dedi Allah.
Benim görevim tebliğ değil ki.
Eee, tebliğ yapıyormuş gibi davranıyorsunuz ama.
Hayır, ne münasebet. Ben Müslümanlığın yaşanması üzerinde hiçbir şey söylemedim. Hiç kimseye şunu yapma, şunu yap demedim. Ben sadece şartların ne olduğunu izah etmeye çalıştım insanlara. Hiçbir zaman hüküm verip, ‘Kardeşim bu yanlış oluyor, şöyle yapın’ demedim.
Hadi canım, basbayağı dediniz. Üstelik Gerçek Hayat’taki son yazınızda, ‘Beni sevmeyenlere gelince, onların da canı sağ olsun demeyeceğim. Allah onların kalplerindeki hastalığı artırsın’ diyorsunuz. Bu, Müslümanca bir tavır mı? Kusurlu bile olsa, insan böyle beddua eder mi, din kardeşlerine? Peygamberimizin geçtiği yola taşlar döşediler. Ayaklarından kanlar akarken bile böyle beddua etmedi. Siz niye bu kadar merhametsizsiniz?
Yoo ben merhametsiz değilim. Eğer, beni sevmemek bir hastalıksa, e tabii ki yani, ‘Beni sevsinler’ mi diyeyim?
Ama ‘Canları sağ olsun demeyeceğim’, büyük bir aşağılama. Peygamberimiz kimseyi aşağılamadı. ‘Onları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar’ dedi.
Onu Hz. İsa söyledi. (Gülüyor)
Hz. İsa da Allah’ın peygamberiydi, Hz. Muhammed de hiç beddua etmedi.
Acaba? Resullah hiç beddua etmedi, öyle mi? Ben peygamber değilim. Kur’an–ı Kerîm’de diyor ki, ‘İnsan hayra olduğu kadar, şerre de dua eder.’ Ben insanım ve bu konuda da böyle bir dua ediyorum. Kendimden çok eminim. Yani Türkiye için doğru hatt–ı hareketin ne olduğunu tespit konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Benim söylediklerim konusunda yamru yumru şeyler söyleyen ve beni bu sebepten ötürü sevmeyen insanların, Allah kalplerindeki hastalığı bin kat artırsın.
Allah aşkına, insanların hastalıklarının artması, sizin murat ettiğiniz nihai amacın gerçekleşmesine nasıl bir katkıda bulunur?
Ben yaşadığım ülkenin ve insanlarının, dünyada haysiyetli ve itibarlı bir yere kavuşmasını öngörüyorum. Çünkü bu insanlardan birisi benim. Eğer benim yaptığım şey, Türkiye’nin aleyhindeyse, Allah benim bin belamı versin. Ama benim yaptığım şey, Türkiye’nin lehinde bir şey de insanlar bu sebepten dolayı beni sevmiyorsa, Allah hepsini kahretsin.
NURİYE AKMAN
Vakurum, asla kibirli değilim!
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
Yarın:
ERKEKLER ÖKÜZ OLMADIĞI MÜDDETÇE KADINLARA ‘İNEK’ DİYORUM
...Soyadi gibi Ozel biri
Hakki-ni teslim etmek gerek.
İslami medyada tenezzülen yazdım benim onlara tek kuruş borcum yok
İsmet Özel, Faydasız Yazılar kitabında Chuang Tzu’nun peşinden giderek meyveleri için dallarını kimsenin taşa tutmadığı, çok budaklı olduğundan marangozların kesmeye değer bulmadığı, dokusu gevşek olduğu için yakmaya da yaramayan, kimsenin bahçesine dikmek istemeyeceği, şehrin bulvarlarına sokulmayan bir ağaç olmak istediğini anlatmıştı.
Kıraç bir ıssızlıkta, bunalmış bir yolcu, dibinde oturacağı, sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye ferahlarsa bunun ona yeteceğini söylüyordu.
Bu uzun söyleşi, bu portrenin bir izdüşümü oldu sanki. Okurlar, İsmet Özel gerçekten faydasız bir ağaç olabilmiş mi? Yoksa ‘Meyvem var diye taşlanıyorum, kerestem mükemmel diye marangozların saldırısına uğruyorum, herkes beni bahçesine ekmek, şehri benimle süslemek istiyor’ mu dediği test edilsin. Milliyet’ten Ahmet Tulgar’a İslami kesimden koptuğunu açıkladıktan sonra ortalık birbirine girmiş, soldan, sağdan ve de ortadan pek çok kalem bunun ne anlama geldiğini sorgulamıştı. Bu söyleşi İsmet Özel’in ruhunun temel koordinatlarını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor ve yeni tartışmalara aday görünüyor. İsteyen onun dev egosuna takılır, isteyen İslamcılıkla ilgili sözlerinin içeriğine kafa yorar. Sadece şunu söyleyeyim; söyleşi boyunca çok neşeliydi, öfkesini coşkuyla yansıttı, en mahrem sorulardan kaçmadı. Öyle ki ben daha ileri gitmekten çekinip bir noktada durmak zorunda hissettim kendimi. Söyleşi bitiminde, Türk sanat müziğinin çok ağır parçalarından oluşan bir dizi şarkı söyledi. O an, masum bir çocuk gibiydi.…
Demek İslami kesimle yollarınızı ayırdınız, öyle mi? Bu eyleminiz, aşağıdakilerden hangisini kapsıyor? A) Bu kesimden insanlarla görüşmemek, B) Bu kesimin yayın organlarında görünmemek, C) Ne halleri varsa görsünler deyip İslami sorunlar üzerinde düşünmemek, D) Merkez medyaya kucak açmak, E) Sadece şiirle ilgilenmek.
Merkez medyaya kucak açmak, küçümseyebileceğim bir şey. Asıl beni bir ahlaki zaaf içinde göstermek isteyen insanların ne halleri varsa görsün diyorum.59 yaşındayım, itibarlı çevrelere girmek için birçok imkanla karşılaştım. Hiç umrumda olmadı. Ben bir zaman, birileri tarafından itilip kakılmışım da, şimdi, birilerinin imkanlarına mı talibim yani? Asla. Ben tenezzülen, lûtfen yazdım.
Bu ne kibir böyle?
Yıllarca insanlar bana ‘Buralarda neden yazıyorsun? ’ diye sordu. Benim çapımda bir yazarın, o yayın organlarında görülmesi zaten şaşırtıcı bir şeydi. Bu sadece kalite değil, aynı zamanda tutum meselesidir. Yazı yazdığım yayın organlarının politikasıyla benim yazdığım şeyler arasındaki konu, tavır, üslup farkına bakın. Ben fiilen kaç kere yazmayı bıraktım. Ama hayatımı idame ettirmem için bir yerden para almam lazım ve yıllarca yaptığım öğretmenlik de bunu bana sağlamadı.
O zaman nasıl, size ekmeğinizi veren yerde tenezzülen yazdığınızı söylersiniz?
Kim benim ekmeğimi vermiş? Rezzak olan Allah’tır. Ben merkez medyada da çalışabilirdim. O zaman onlar mı benim ekmeğimi vermiş olacaktı? Diyelim bir bankada veznedarım. Bana teslim edilen paraları iç etmedikten sonra, banka idaresinin bana ödediği para lûtfen mi olmuş olur? Hem ayrıca alacaklıyım ben o insanlardan.
Ne alacağınız var?
Ben yıllarca onlara ‘İsmet Özel bizim gazetemizde yazıyor’ deme imtiyazını bağışladım. Onlar beni beslemek yerine, ben onlara yayın imkanlarının bir şekilde tezkiye edilmesini sağladım. Yıllarca insanlar, bana müracaat etti. Kimileri gelip, dizi konuşmalarının ilkini benim yapmamı, birinci sayıda mutlaka yazımın olmasını istedi. Dolayısıyla onlar bana borçludur. Benim onlara kuruş borcum yok.
Kopmak için neden bunca yıl beklediniz?
Ben sadece sabrettim. Taşmayan sabır sabır değildir, o tahammüldür. Ben o insanların kalitece yükselmelerini bekledim. Ve nitekim, Milli Gazete’yi yazılarımı bastığı için, düşünce özgürlüğüne saygılı bir yer olarak kabul ettim. Hatta şöyle bir olay oldu: Necmettin Erbakan, ‘Atatürk sağ olsaydı, Refah Partili olurdu’ dediği günün ertesinde, ben Milli Gazete’de şu başlıklı bir yazı yazdım: ‘Atatürk sağ olsaydı, İsrail’i durdurur muydu? ’ Bu, okuyucunun tepkisini çekti. Hatta bir kısmı gazeteye telefon edip, ‘İsmet Özel aleyhinde imza toplayalım’ teklifinde bulundu.
Bardağı ne taşırdı?
Bardağı, MSP, RP, SP çizgisinin ve tabii AKP de bunun içinde, siyasi bakımdan nasıl bir tezgâhın ürünü olduklarını izah eden bir yazımı Milli Gazete’nin basmakta tereddüt etmesi taşırdı. ‘Bu İsmet Özel’in yazısı, ne olursa olsun basılır.’ Böyle düşünmelerini beklerdim. Erbakan’ın uyguladığı bir sansür yok. Bilakis, bir keresinde bunlar benim istediğim parayı vermeye cesaret edemediler, Erbakan’a danıştılar, o da rıza gösterdi.
Ayrıldıktan sonra ‘Niye ayrıldın? ’ dedi mi size Erbakan?
Demez. Tam tersine, Erbakan’la bir anlaşma alanımız yok. İsmet Özel isminin bir prestij ürettiğini biliyor, ona itirazı yok. Siyasi kamp bakımından da benim ona muhalif olan bir kampın bir elemanı olmadığımı da biliyor tabii. Erbakan’la bir sorunumuz yok.
Milli Gazete’deki tezgâh nedir?
Türk siyasi hayatındaki ihtiyaçlara cevap verecek bir mekanizmanın bir parçası, siyasal İslam dediğimiz şey.1973’te AP oylarının bölünmesi gerektiği için MSP’ye yol verildi mesela.80 sonrasında neyi dolduracaktı, onu tekrar tartışmamız lazım.
Saadet Partisi ile AKP arasında bir fark var mı?
Arada bir fark var. Birisi iktidarda, diğeri değil. İktidarda olduğu için birileri bazı imkanları kullanıyor, öbürleri sanki biz olsak başka türlü yapardık gibi karşılıyorlar. Ben genellikle AKP’nin bir siyasi parti olduğu ve birtakım görüşlerin savunmasını üstlenerek ve bu görüşler adına iktidara geldiği fikrini taşımıyorum. Belli güç odakları tarafından kendi uygulamalarına vesile olabilecek bir kadroyu, daha doğrusu kadrolaşma diyelim... Hazır bir kadro yoktu. Bunlar belli örgünün birer parçaları. Mesela ANAP’lı bir dalga oldukça baskın, MSP’den ziyade. O mânâda ben AKP’yi bir siyasi görüşleri billurlaşmış insanların faaliyetlerinin bir sonucu olarak değil, bir emir yerine getiren konumda görüyorum.
Kimin emrini?
Onu olaylarda görüyoruz. Mesela Irak’a asker gönderme meselesi, gündeme geldiğinde kararsızlığı ortaya çıkan; ama AB konusunda yapmayacağını bırakmayan bir performans sergiledi AKP. Bu demektir ki, sözünü dinlediği bir merkez var.
Türk derin devletini mi?
Ben Türkiye’de devletin, hiçbir derinliği olmadığı kanaatindeyim. Derin olmayan ama birçok unsurun etkilediği bir ortam var. Pervasız olarak bir politik çizgi sunmuyor AKP. Net olarak şöyle yapabilir, sınırları şudur diyemiyoruz. Kendisine bir şey söylenirse ancak yaptığını çıkarıyoruz buradan.
Daha önce de Gerçek Hayat’taki yazılarınıza son vermiştiniz. Oradaki problem neydi?
Onlar beni sadece bir malzeme, bir flaş isim olarak gördü. Ben Gerçek Hayat’ın önerisi üzerine, ‘Toparlanın, gitmiyoruz’ konuşmaları yaptım. Bunlar, Gerçek Hayat’ta özetle dahi olsa yansıtılmadı. Ki o konuşmalara giriş bileti, Gerçek Hayat’tı. Yeni Şafak’taki problemim de, gazetenin Müslüman olmayan yazarlarına tanıdığı hem maddi, hem manevi yer olmuştur.
Orada Hıristiyan yazar mı var?
Müslüman olmayan deyince Hıristiyan mı anlıyorsunuz?
Bir kulun Müslümanlığını başka kulun ölçmesini doğru mu buluyorsunuz?
‘Ben Müslüman kimliğimle öne çıkıyorum’ demeyen yazarlar diyelim. Yeni Şafak gazetesinin ortaklarından birinin, gazetede alenen, ‘Bundan böyle İslamcı bir gazetede çalışıyorum demeyeceksiniz’ dediğini de biliyoruz.
Siz sadece bir yazarsınız. Gazetenin bütün yayın politikası ile ilgili kararı sizin vermenizi nasıl beklersiniz? İstediğine yazdırır. Size ne? Yazınızı yazın geçin.
Tamam helal olsun, ben Yeni Şafak ile o gün bana verilen ücretlerin en üstünü, yani yazarlara ödediklerinin üstünde, üstelik bir misli para vermesi şartıyla kabul etmiştim. Bir yıl sonra zam yapılması gerekti. Yüzde 30 herkese zam yaptılar ve bana yapmadılar. Alenen yüzüme dediler ki: “Biz filanca yazara yüzde yüz zam yapıyoruz, ama onun aldığı, senin almakta olduğuna hâlâ yetişmiyor.” Ben de onlara dedim ki: “Ben bu para için yazıyorum, para için yazmıyorum.” Çünkü o sırada borçlarım vardı. Ondan sonra birkaç yıl daha sürdü Yeni Şafak’ta çalışmam.
Yani zamsız yazmaya devam ettiniz.
Yo yo hayır. Onlar yaptılar zammı. Ne münasebet? Hiçbir zaman kendimi birilerine mecbur hissetmedim. O yüzden de ayrılmam çok şaşırtıcı olmamalı.
Milli Gazete’den ne alıyordunuz?
En son 635 milyon alıyordum.
İslami kesimden ayrılmanın diğer şıklarına dönelim mi?
İslami kesimle ilişkim neymiş? Ne zaman kurulmuş, ne yapmışım onlarla ortak da bunu ayıracağız? Ben Müslümanlarla müşterek dergi bile çıkaramadım. Bunu istedim, fakat hiç kimse, bir kişi bile arkamda, yanımda olmadı. Siyasi olarak dönen bir dolap var ve ben bunun içinde hiçbir zaman olmadım. Kendim de bir dolap çevirmedim. O bakımdan çok rahatım, hiç dert değil bana İslami kesimin yayın organları. Kanal 7’de üç sene, haftada bir ‘İsmet Özel ile Başbaşa’ programı yaptım. Ama onlar hiçbir zaman rahat olmadılar bu konuda. ‘İsmet Özel acaba ne der, bizi ne bakımdan zor durumda bırakır’ endişesiyle, bir süre canlı olan yayın, kısa sürede bant yayına dönüştü.
Ama bir kurum, her şeyiyle, A’dan Z’ye size göre kendini dizayn edemez ki.
Valla edemez ise çok kaybeder.
Siz de kaybedebilirsiniz.
Ben niye kaybedeyim ki? Bir şey elde etmek istemişim de başarısız mı olmuşum? Türkiye’nin ileri gelen ailelerinden birine mensup değilim. Herhangi bir yarışmada birinci gelmedim. Benim İsmet Özel olmamda, Türkiye’nin tutacağı istikamet açısından sıhhatin nerede olduğunu bilip, ona göre zahmet çeken bir kimse olmanın harcı var.
Sosyal bir çevrem hiç olmadı
O kesimden insanlarla görüşmeyi de bıraktınız mı?
Benim sosyal bir çevrem hiç olmadı. İnsanlarla temas ettim, ama o insanlar baktılar ki, bu adamla işleri devam ettirmenin fiyatı çok yüksek.
Nedir o fiyat?
Yaşadığımız ortamın eleştirisini üstlenme fiyatı. Yani perhiz yapacaksınız ve lahana turşusu yemeyeceksiniz. Bu perhiz çok ağır geldi insanlara.
İslamcılığı terk ettiniz mi peki?
Hayır, ben sözlerimi İslamcılığı terk edenlere karşı söyledim. İslamcılarla eğer aramda bir mesele varsa onların İslamcı olmayışı yüzünden.
Onlardan kopuşunuzu medyatik bir gösteriye dönüştürdüğünüz yolunda eleştiriler oldu.
Valla bunu eleştiri kabul etmek doğru değil, bu bir tespit.
Niye böyle bir gösterişe ihtiyacınız var?
Gol atmak için.
Vay be! Bu ne hınç?
İçimdeki kırgınlık, bu hıncın daha üstünde. Çocuklarımın başkalarının çocukları yanında daha az imkanlar içinde büyümelerine sebep olacak bir aralıkta yaşadım hayatımı. Çocuklarımın hakkını yedim bir bakıma.
İslami medyada yazıp az para alarak mı?
Tabii. Davama sadık kalmaktan pişman değilim. Ama insanlar orada burada kuyruk sallarken ben belli bir yolu yürüdüm. Hem de ayak seslerimin duyulacağı bir şekilde.
2. gün
Vakurum, asla kibirli değilim!
Ahmet Tulgar’ın söyleşi diye sunduğu şey, düz bir metindi. Orada bir çarpıtma var mıydı?
Orada birçok çarpıtma var. Mesela, benim sosyalistlerle İslamcılar arasında bir kıyaslama yapıp, sosyalistleri daha samimi adlandırmam konusundaki çarpıtma. Ben şöyle dedim: Herkes Türkiye’de siyaseti, Türkiye’nin alacağı siyasi resim doğrultusunda yapıyor. Sosyalistler, ‘Bir gün Türkiye sosyalist olacak, ben de burada bir yer kapayım’ diye, Müslümanlar da ‘Bir gün Türkiye İslami bir yer olacak, ben de burada bir yer kapayım! ’ diye siyaset yaptı. Herkes aslında dünyalığa talipti. Ben bunu söyleyince Ahmet Tulgar araya girip, ‘Ama.’ dedi, ‘Sosyalistler daha samimi değiller miydi İslamcılara göre? ’ Ben bunun üzerine dedim ki, oradaki fark, sosyalizmin Türkiye’de Batılılaşmanın vicdan azabı olması yüzündendir. Orada yazıldığı gibi Batı’nın vicdan azabı demedim. Sosyalistler, bir bina kurmak üzere, kendi yaptıklarının isabetli olduğunu kanıtlamak için buraya harç taşımak zorundaydı. İslamcıların böyle bir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü, hazır bir İslami kültür var. Türk toplumunun başka bir kültürü yok. İslamcıların bunu istismar etmeleri daha kolay. Sosyalistler ise sosyalizmin haklılığını, Türkiye için yararlı olduğunu göstermek için birçok malzeme taşımak zorundalar buraya. Bir İslamcının, İslamiyet’in Türkiye’nin lehine olduğunu göstermek için birtakım malzemeler taşımasına ihtiyaç yok. Böyle bir fark var arada dedim. Ama bu böyle yansımadı.
Neden tekzip yoluna gitmediniz?
Dedim ya, goldü bu zaten. Milliyet gibi bir gazetede böyle birinci sayfada, Pazar eki bile olsa benim böyle beyanlarımın olması benim için yeterliydi.
Neden Milliyet’i bu kadar önemsediniz?
Milliyeti mi önemsedim? Yok canım, Ahmet Tulgar benimle ilgili bir mülakatı yapmaya razı olacağını bildiğim için ve o da Milliyet’te çalıştığı için. Yani Hürriyet’te olması biraz rahatsız ederdi beni.
Patronları aynı, ne fark eder ki?
Ne bileyim, yani hava meselesi biraz.
Dergah’ta yayınlanan Of Not Being a Jew adlı şiirinizde Müslümanlar arasında kendinizi diasporada bir Yahudi gibi hissettiğinizi öğrenmiştik: “Yükün ağır / He is so heavy / Just because his your brother / Kardeşlerin pogrom sana / Dostlarının eşiğine varınca başlıyor senin diasporan.” Bu kadar trajikti yani sizin durumunuz?
Evet ama, bu sadece Müslümanları kapsayan bir şey değil, Türkiye’de yaşayan hatta Türkiye’de yaşamayan Türkiye kökenli insanları bile kapsıyor.
Bu şiir 93’te yayınlandı. On yıl daha beklediniz, köprüleri atmak için.
Köprüleri atmak yanlış. Bir köprü kurmuş değiliz.
Ama kurmuş gibi davrandınız.
Türkiye’de İslamiyet’in posası çıkmak üzere kullanıldığı bir dönem var. Ve ben bu dönemde ‘Bu, posası çıkarılacak bir şey değildir’in mücadelesini tek başıma veriyorum. ‘Müslüman’ım’ diye ortaya çıkan insanları işe yaramaz hale getirmek üzere bir siyasi program uygulandı. Ben bu programın başarısızlığa uğraması için çaba sarf ettim. Benim son yazdıklarıma, ‘Vay canına herif neler söylüyor! ’ diyenler, merak edip, önce yazdıklarıma baktı ve ‘Aaaa adam zaten bunu söylüyormuş.’ dedi. Bu mücadelemin farkına varmayan insanlarla köprü mü kurmuş oldum ben şimdi? ‘Hey ahmaklar’ dedim ben onlara. İşin rengi, sizin bildiğiniz gibi değildir. Bunu dilimde tüy bitene kadar söyledim. Dilimde tüy bittikten sonra da artık yeter dedim.
Ama ‘tenezzülen yazıyor olmak’, o tevazudan yoksun oluş, yazılarınıza siniyordu demek ki.
Ben tevazuyu elden bırakmadım. Tevazu, insanın kendi yerini bilmesi demek.
Lizy Behmeoras’a dediniz ki, ‘Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir Müslüman’la konuşamıyorum.’ İyi ama abi, ‘En hakiki Müslüman’ sen misin?
Ben ‘Türkiye’de Müslüman var mı? ’ sorusuna hep şöyle cevap verdim: Aynaya baktığım zaman bazen görüyorum.
Kendiniz bile her zaman Müslüman değilsiniz yani.
Ben kimseyi tekfir etmiyorum, bu dince haramdır. Pekala bütün Müslümanlar yanlış bir rüzgara kapılmış olabilir, ki bu kanaatteyim. Ben hayatının orta yaşlarında İslamiyet’i seçmiş bir insan olarak çok daha bilinçliyim birçok insandan. Yıllar önce, İzmir İlahiyat Fakültesi’nde konuşuyorlar. ‘Niye İsmet Özel, İslamiyet’e bu kadar kıskançlık gösteriyor? ’ diyor biri. Öteki şöyle diyor: ‘Herkesin gözü görüyor. Ama gözü sonradan açılmış olan adam mı gözüne ihtimam gösterir, yoksa doğuştan beri zaten görmekte olan adam mı? ’
Sık sık Hz. Ömer’i örnek göstermekten hoşlandınız.
Çünkü Hz. Ömer, İslam’a büyük bir düşmanlık gören bir yerden, İslam aleyhindeki her şeye büyük bir rahatsızlık duyan bir noktaya geldi. Dolayısıyla hiç umrumda değil. İnsanlar, ‘Sosyalistti, İslamcı oldu, şimdi de Türkçülük tellerini çalıyor’ diyorlar. Hepsi salakça şeyler. Komünist olmam, bugünkü durumumla tıpa tıp yerine oturan bir şey. Ben pozitivist kültür içinde yetişmiş bir insan olarak, o gün komünist olmadığım takdirde, bir gün Müslüman olamayacaktım. Ben de onlara söylüyorum: ‘Behey salaklar, ben komünistken siz niye değildiniz? Ben sosyalist değilim demedim hiçbir zaman. Sosyalist olmayı geride bıraktım dedim. O zaman, ‘Hah İsmet Özel bak, sen bu kadar zaman vakit kaybettin. Biz bu sırada buradan buraya gelmiştik, gel bunu sana gösterelim’ diyemediler. Tam tersine, ben ihtida ettikten sonra, onlara ‘Bakın kardeşim, oradan buraya gelmek lazım’ diye yol gösterdim.
‘Niye o zaman onlar komünist olmadı? ’ sözünü açmak lazım. Yani dinlerini mi bıraksalardı?
Dinlerini bırakmaları gerekmiyormuş demek ki. O sırada Türkiye için sosyalizm, bugün Irak’taki işgale ‘hayır’ demek gibi bir şeydi.
Bunun için sosyalist etiketine gerek var mıydı?
Eee... Yok işte, görüyorsunuz. O gün Müslüman kimliğinde olmak, kirli ilişkiler içinde olmaktan ayrılamıyordu. Benim verdiğim karar, bunun üzerine zaten. Şimdi de ayrılamıyor. Ben niye, bu kadar ter dökeyim, gırtlağımı yırtayım yani?
O şiirin sonunda ‘Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön’ diyorsunuz. Ev neresi, nereye dönüyorsunuz şimdi?
Oradaki sıralama içinde eve ve şarkıya dönmenin, kalbine dönmedikçe, bir üretken alan türetemediği tezi işleniyor. Eve dönmek, ülkesinin asli kültürüne dönmektir. Şarkıya dönmek, insanlık için söylenebilecek en güzel şeyi terennüm etmektir. Bütün bunlar kalbe dönmenin aşamalarıdır.
Kalp dediğiniz vahiy mi?
Hayır, Kâbe. Vahiyle, Resullullah’a inen vahyi kastediyoruz. Ama Kâbe’yi Hz. İbrahim yaptı. Ve Kâbe kalp şeklindedir.
Kare şeklindedir.
Benim Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğim şekliyle o kalptir. Köşelerden birisi bükümlüdür, ilk yapıldığında mı artık, bakmak lazım metne.
Hep anlaşılamamaktan yakınıyorsunuz ya, şöyle düşündüm. Foucault, Joyce, Baudrilliard, Lacan da çok zor okunan, çok ağır metinler yazan insanlar. Ama hiçbiri sizin gibi anlaşılamamaktan yakınmadı. O kadar öfke dolu olmadılar insanlara karşı. Siz niye böylesiniz?
(Gülerek) . Bu entelektüel sahtekârlıkla alakalı bir şey. Bu adamların hepsi şarlatan.
Hadi ya!
Çetin metin yazıyor olmaları, lafı eveleyip gevelemelerinden dolayı. Yoksa sarahaten bazı şeyleri söyleyebilirler, cesaret edemiyorlar. Politik yerlerini tespit ettiğiniz zaman, bunların şarlatanlığını fark edebiliyoruz. Habermas, NATO kuvvetleri tarafından Belgrad’ın bombalanmasının yerinde olduğunu, çünkü Belgrad’ın vahşet odağı olduğunu söylüyor. Daha geçenlerde yine Habermas bir metin yazdı. Bunu da Derida imzaladı. O zaten şarlatanların başı. Bu imzaladıkları şey de, Irak’taki işgali haklı görmek. Baudrilliard dediğiniz adam, Fransız devletine Birinci Körfez Savaşı sırasında danışmanlık yapan adam. Faucoult, Halkın Mücahitleri’yle iş tuttu İran Devrimi’nden önce. Erken öldü. Yaşasaydı ne herzeler yerdi bilmiyoruz. Lacan’ın numarası çok daha derinlerde. Onu söylemeyeceğim. Söylersem işin büyüsü bozulur. Merak etsin millet.
James Joyce’a nasıl şarlatan dersiniz?
James Joyce bugünleri göremeden öldü yazık. James Joyce şarlatan değil. Tam tersine şarlatanlık postmodernlere mahsus.
Siz sanki hayal kırıklığına uğramaktan gizli bir mutluluk duyuyorsunuz. Çünkü herkes sizi anlarsa elinizde onları eleştirme gücü kalmayacak.
Bu kesinlikle doğru. (Gülmeler)
O zaman niye ‘anlaşılamıyorum’ diye afra tafra yapıyorsunuz?
Ben yanlış anlaşılmayı bile nimet kabul ediyorum. Rahatsız olduğum şey, beni yanlış bile anlamıyorlar, hiç anlamıyorlar şeklinde. Yoksa beni gerçekten anlayacak olsalar, hiç konuşmam. (Gülüyor)
Siz anlaşılmak istediğinizden emin misiniz?
İnsan anlaşılmak ister mi? İnsan ancak sevgilisi tarafından anlaşılmak ister ve bu da mistik bir şeydir. İnsan, ‘Rabbim Allah’ dediği andan itibaren, yaratıcısı ile kendisi arasında bir sır doğar. Bu sır mutlaka saklanmalıdır. Ve bu anlaşıldığı zaman insan kalitesizleşir. O yüzden beni hiç anlamıyorlar. ‘Beni bari yanlış anlayın’ diyorum.
Ama canım söz oyunu var burada.
Tabii. Söz oyunu nasıl olmasın? Oyunsuz nasıl yaşanır? Ayet–i Kerîme demiyor mu ki, ‘Dünya bir oyundan, oyalanmadan ibarettir’ diye. Wittgenstein ne demiş, ‘Language games’, yani dil oyunları.
Bu kadar dil oyunu yaparsanız, samimiyetiniz sorgulanır hale gelir.
Samimiyetimi sıkıysa sorgulasınlar. Ben gençlik yıllarımdan beri edindiğim tecrübe sonucunda, işkence altında söyleyecek sözümün olmaması dikkatini gösterdim.
Başkalarına durmadan çuvaldız batırıp bir iğneyi bile kendinize çok görmekte hastalıklı bir taraf yok mu yani?
Ben buluğa erdiğim zamandan itibaren yaşamanın dayatmalara boyun eğmekle değil, seçenekler arasında yaptığım tercihle yürütülmesi gerektiğine inanarak yaşadım. O bakımdan birçok yanlış yaptıysam eğer, bu yanlışların hepsini bile isteyerek yaptım. Yani ayağım kaymadı, bir kaza olmadı. Neden acaba ben her zaman haklıyım?
Çünkü çok kibirlisiniz.
Ben vakur bir insanım, kibirli değilim. Benim vakarımdan başka tutunacağım bir dünyevi güç yok. Babam zengin değil. Param, ilmî kariyerim yok. Onun için benim bir vakarım var, onu da elden çıkarmak istemem.
Türkiyelilik, Türk olunmayınca gülünç kalıyor
İslamcılardan sıtkınız sıyrılmasaydı, Türklüğünüze müşteri arar hale gelir miydiniz?
Benim İslamcılığımla, Türkçülüğüm arasında hiçbir mesafe yok. İnsanlar anlamak istemiyor. Başlangıçta Türklükten söz etmek, İslam’dan uzaklaşmak içindir. Batılılaşma serüveni içinde Türklüğünü öne sürenler, İslamcılığı yok saymayı mümkün kılar ümidiyle buna yamanmışlardır. Bize Yahudilerin öğrettiği Türklükten bahsetmiyorum ben. Yaptığım Türklük tarifi şu: Kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir. Bu adam Malezya’da da olsa budur, Filistin’de de olsa budur, İzlanda’da da olsa budur. Belçika’da bir Türk köyü var. Modern çağın başlarında, kâfir devlet, bir vergi koymuş. Bu köy demiş ki ‘Vermiyoruz bu vergiyi.’ Devlet bunlara, ‘Nasıl olur da vermezsiniz, Türk müsünüz siz? ’ demiş. ‘Evet’ demişler, bu fırsatı yakalayıp, ‘Evet Türk’üz vermiyoruz.’ Türk köyü olarak kalmışlar, bu vergiyi de vermemişler. Bu köy, Türk köyü adıyla hâlâ Belçika’da var. Demek ki kâfirle çatışmayı göze alan herkes Türk’tür.
Özetle Türklük vurgusuyla şu anda Müslümanların emperyalizmle işbirliği halinde olduğuna mı işaret etmek istiyorsunuz?
Emperyalizm ile işbirliği halinde olan Müslümanlar vardır. Olmayanlar da Türk’tür.
Tayyip Erdoğan’ın başlattığı ‘Türkiyelilik’ tartışmasına ne diyorsunuz?
Türkiyelilik, Türk olunmadığı takdirde gülünç bir şey. Mesela Bulgaristan’daki Türk diyor ki, ben Bulgar değilim, ama ben Bulgaristanlıyım. Bunun manası ne olabilir? ‘Ben Türk’üm’ dediği anda, Türk olmanın yükümlülükleri var. ‘Ben Türk’üm, ama Müslüman değilim’ diyen insanlar, bir şeye ihanet ediyorlar. Neye ihanet ettiklerini kendileri keşfetsinler!
İnsanlarla ilişkilerinizde biraz paranoyak mısınız siz?
Biraz değil, çok! Lizy Behmeroas, bana Yahudiler hakkında paranoyam olup olmadığını sordu. Dedim ki, ‘Hayır, Yahudiler hakkında paranoyam yok, ben zaten paranoyakım.’
‘Delidir, ne yapsa yeridir’ sözünden yararlanmak için mi bu yolu seçtiniz?
Bakınız, paranoyak, komplocu, bunlar birtakım namussuzlukları saklama için birilerinin başkalarını suçladıkları şeyler. Bırak o paranoyak! Neden? Çünkü o diyor ki, filanca işi yapanlar, filanca adamlardır. O ilişkiyi keşfetmiş. Adamın yalan söylediğini kanıtlayamıyorsunuz, ne yapacaksınız? Paranoyak diyeceksiniz ona. Ben bu manada bayıla bayıla paranoyakım.
ismet özelin cevaplarinin özeti:
ben dava icin elde edebilecegim imkanlari bir kenara koyarken, davanin musluklarinin basindakiler firsatini bulunca, davayi bir kenara koyuyorlar..
benim de cocuklarim var..
ben enayi miyim?
bugun Zaman da Nuriye Akman ın röportaj yaptığı şahsiyet; okumak isteyenlere yaptığı
Sevgili Sevgili
Aşk içinde aşk için seslenişin en uygun biçimini bulduğum
kanısındayım. Merhamet belki çok yüce bir şey ve muhtemel ki merhamet
aşktan üstündür. Tapınmak.. onun yüceliğine diyecek yok. Belki
tapınmadaki kesinlik ve keskinliğe aşk hiçbir zaman ulaşamayacaktır.
Bütün diğer işlerle uğraşan bütün diğer insanlar gibi tapınanlar
ve merhamet duyanlar da seslendikleri zaman mutlaka hissettikleri
bir farkı dile getirmiş olurlar. Aşktaki sesleniş ise farksızlığı
ve bir tür özdeşliği vurgulamalı her şeyden çok. Aşkın seslenişi
sevgisi olandan sevgisi olanadır ancak. Çoğu kimsenin sandığı
gibi seven taraftan sevilen tarafa doğru bir akış değildir. Sen
benim sevgilimsen bunu mümkün kılan sadece benim senin sevgilin
oluşumdan başkaca birşey olmasa gerek. Bu yüzden sana seslenirken hep
bir yankıya kulak verir gibi sayarım kendimi.
Neyi nasıl demişsem senin de bunu bana böyle söylemediğini
düşündüğüm an sana ne bunu söyleyebilirim ve ne de boşluğa böyle
söyleyebilirim. Benim sana doğru gelişim senin bana doğru gelmenin öbür
kanadı. Uçmak için gerekli bir çift kanadın birleştiği yere göğüs
diyorlar, döş diyorlar, sine diyorlar. Çoklarının sine çák olduğu
söyleniyor. Şimdiye dek sineden yoksun bir aşkı tanıyan hiç
olmamış.
Aşk mı? Nereden bileyim aşk olduğunu? Aşk başlı başına bir vakıa
ise onu diğer vakıalardan ayıran bir özelliği olmalı. Besbelli ki
bu özellik tümleşmeden ibaret. ‘‘Aşk gelince cümle eksikler
biter’’ denildiğine göre gel de seninle seven ve sevilen ayrımına bir
anlam vermeyelim. Borçluları ve alacaklıları onların alacak ve
verecekleriyle pazarda bırakalım. Yurttaşlar yurtlarıyla ne halleri
varsa görsün. Komutanlar komutlarını versin. Köleler boyun eğsin.
İsterse bilginler bilgi kumkuması olarak, güzeller
güzellikleriyle kasım kasım kasılarak dünyada kimseye yer bırakmasın.
Onların yerinde gözü olan kim! Biz değiliz. Biz ikimiz sadece
aşkın unsurlarıyız. İki can ve bir canlıyız. Sana gel dediğim zaman,
kendim gelmiş olmuyor muyum? Gel káinatta aşkı ilk ikimiz bulmuş
olalım. Neden olmasın! Belki insanların yaygın olarak öteden beri
bildikleri şey sahiden aşk değildi. Bir tür ilginç sayrılıktı
onlarınki. Neler yok ki? Çıldıranlar... Canlarına kıyanlar...
Uzuvlarını kesip fırlatanlar... Aşk sebebiyle feda oluş, feda ediş...
Bütün bunlara bir anlam veremiyorum ben. Sen de vermiyorsan ve aşk
ise vuku bulan, hiçbir şey ters gitmeyecek demektir. Aşkta her
şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir.
Düzgünleştirmiyorsa aşk değildir. Haydi biraz daha samimi olalım: Aşkın
gözünün sahiden kör olduğunu itiraf edelim. Gözü kör olan aşk
eğer hareket edecekse önü düz müdür, yoksa bayır mı nereden bilsin?
Aşkın dışında duranların ters kabul ettikleri şeyleri aşk ters
bilmez.
Adı aşk olan her ne ise maddiyat alanına girmeyen, nesneler
dünyasında karşılığı bulunamayan bir şey midir? Yoksa çocuklara ayıp
olduğu öğretilen şeyden başka bir şey değil midir aşk? Elbette
ikincisi. Aşkı hiçbir zaman o iç bayıltan yumrulardan,
yumuşaklıklardan, ıslaklıklardan, tüylerden, tomurcuklanmalardan koparmaya,
ayrı tutmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Evet. Evet. Evet. Aşk
bilhassa üremeye ilişkindir. Yani çoğalmaya, büyümeye, daha
fazlasına gidilemeyecek derecede eksiksizleşmeye...
Aşk insanlar arasında ve insanlar içindir. Çünkü aşkın halleri ve
insanın halleri birbiriyle örtüşür. Her ikisi de tende ve tenden
başlamak zorundadır. Hem aşk, hem de insan tende çakılıp
kalmadığı takdirde kendisi olabilir. İnsandan gayrı canlıların
tozlaşmasını, çiftleşmesini aşktan arındırabilirsiniz. Çünkü insandan gayrı
canlıların üremesi türlerinin devamından başka bir anlam taşımaz.
İnsanlar ise aşk ile birbirlerini üretir. Kendilerini çoğaltır ve
büyütürler.
İşte bu sebepten ötürüdür ki ‘‘Ey sevgili! ’’ demem ben; ‘‘sevgili
sevgili’’ derim. Sevdikçe söylerim, söyledikçe severim.
Sevildikçe söylerim, söyledikçe sevilirim. Sevdiğimi söylerim, söylediğimi
severim. İşkence altında benim ifademi almak mümkün olamaz.
İfademi çünkü çoktan sevgili sevgili almıştır.
ismet özel.
Tuhaflaştı son günlerde. reklama mı başladı acaba? Belki televolelere de çıkar yakında. Ben şaşırmam.
Adam gibi adam.
Hangi dünya görüşünü terk ederse etsin, hangi dünya görüşüne bağlanırsa bağlansın, düşünmeyi terk etmeyen adam.
sen ve ben insanız diyor...diğerleri züppe -mi?
Yok hükmündedir
İsmet Özel, İslamcılarla bağını kopardığını açıkladı. Daha sonra görüşlerine başvurulan, Özel'i eskiden, solcu olduğu yıllardan tanıyan kimileri bunun beklenen, hatta geç kalmış bir çıkış olduğunu söyledi. 'İsmet'in' diyordu bu kişilerin bazısı 'solculuğa gelirken de İslamcı olurken de gerekçeleri aynıydı.' Özel'in kendisi de buna benzer şeyler söylüyor. Anlaşılan meseleyi bir ahlak meselesi olarak koyuyor.
Fakat, şairin, Milliyet'te, Ahmet Tulgar'a yaptığı açıklamaları biraz daha dikkatle okuyunca işin başka boyutları olduğu da göze çarpıyor. O açıklamalarda bir öfke görülebiliyor. Özel, kendisinin önemsenen fakat kenarda tutulan birisi olduğunu vurguluyor. Buna da bir tepkisi var. O zaman akla şu geliyor: Özel belli ki, bir iktidar aramış. Onun yerine kendisine saygı sunulmuş sadece. Şimdi, buna sinirleniyor.
Bu çıkışını Özel kimi 'somut' gerekçelere dayamaktan da uzak durmuyor. Onların içinde bir tanesi çok çarpıcı. Özel, toplumun kültürünün İslam olduğunu, o nedenle Müslümanların siyaset yapmasının ve kendilerini tanımlamasının daha kolay göründüğünü belirttikten sonra, solun çok daha içten ve namuslu olduğunu dile getiriyor.
O zaman ilk soru insanın kafasında düğümleniyor: bir zamanların 'militan' solcusu İsmet Özel o kampı neden terk etti?
Özel, bu nedenleri, 'Waldo Sen Neden Burada Değilsin' başlıklı otobiyografisinde çok 'masumane' açıklamıştı. Daha kitap çıktığında yazdığım bir yazıda söylediğim üzere gerekçesi bütünüyle varoluşsaldı. Özel, dünyayı değiştirmek düşüncesinden vazgeçiyor veya geçmiyordu, o yeterince açık değildi ama, kendi varoluşuna önce solun dogmatizmi ve kurulu düzeni içinde bir yer aramış,12 Mart darbesiyle oradan savrulup bu defa İslam'a sığınmıştı. Anlaşılan tek başına, birey olarak, özgür ve bağımsız kalamıyordu. Kendi varlığının anlamını ancak bir üst kimliğin tanımında bulabiliyordu.
Bu, sadece onda görülmeyen, birçok insanda karşılaşılan bir durumdu. Fakat, başka bir 'özel'liği vardı onun: İsmet Özel, solculuğunda da İslamcılığında da bir 'dava adamı' olarak sivriliyordu. Dergi çıkarıyor, bir hayli iddialı ve yüksek sesli şiir yayımlıyor, kitap çıkarıyor, kısacası bir 'eylemci' olarak hareket ediyordu. İnsanları bulunduğu ideolojiye çağırıyordu. Sonuç olarak ona inananlar, onun yoluna baş koyanlar vardı. Fakat bir süre sonra Özel şu ya da bu gerekçeyle sırtını dönüp gidiyordu. Bir sorumluluk duygusu ve hesabı yoktu.
O kadar yoktu ki, Özel, her iki durumda da yazdığı şiirin söylemini, tarzını, gönderisini değiştirmiyordu. Kısacası sorumluluk duymuyordu Özel ama kesin bir haklılık duyuyordu. Nerede olursa olsun, ne söylerse söylesin, hangi ideolojiye bulaşırsa bulaşsın Özel daima haklıydı. Epeyce şişkin ve katı bir egonun yarattığı o kişilik algılamaları zaten insanın kendisinde 'hata' aramasına engeldir. O kişilik sadece onanmak ve izlenilmek ister.
İsmet Özel, kendisini daima bir aydın olarak tanımladı ve tanımlattı. Bir zamanlar çok kullanılan o tabirle söylemek gerekirse 'döneklik' bu bağlamda bir meziyet ve bir erdem olarak da sunuldu. Oysa bu kesin bir kolaycılıktı. Çünkü, aydın olmanın göstergesi dönmek değil. Önce eleştirel olmak. Sonra mesafeli olmak. Nihayet sorumlu olmaktır. Üstelik, bunlar bir ideolojiyle iç içe olmaya engel değil. Tersine, ancak bu nitelikleri taşıdığınız zaman aydın olmanın gereğini yerine getirebilir, tavır alır, 'muhalif' olabilirsiniz.
Bir ideolojiden diğerine savrulmaksızın ve haklılığınızın, öyle bir beklentiniz varsa, hem de tarihsel olarak onaylandığını görerek!
H.Bülent Kahraman 18/08/2003 Radikal
‘Menfaat’ meselesi
İsmet Özel ile 1960’ların ortalarında Mülkiye’de okurken tanıştık. Sanırım toplumda adalet arayışı bizi Türkiye İşçi Partisi saflarında buluşturmuştu.
Sonra sosyalizmin TİP’in temsil ettiğinden daha katı yorumlarının peşinden gittik. Ama 1970’lerde sosyalist teori ve pratiğinin uyandırdığı hayal kırıklığıyla İsmet, İslamcı görüşlere yöneldi; ben de sosyal liberalizme. Geçen hafta İsmet’in Milli Gazete’de yayımlanan bir yazısıyla “İslami hareketle bağlarını fiili ve ideolojik olarak” kopardığını okudum. Şu gerekçeyle: “İslami kesim AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte kelimenin tam anlamıyla yozlaştı; öncelik çıkar oldu.” (Milliyet,10 Ağustos)
İsmet Özel’in İslamcılığı neden terkettiğini anlamakta güçlük çekmiyorum, ama gerekçesi bana mantıklı gelmedi. Eğer Özel İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumuna bağlı ise, AKP’nin yol açtığı “yozlaşma” karşısında, kendi yorumunu daha da büyük bir kararlılıkla savunması beklenmez miydi? Ya da: AKP artık “Muhafazakar Demokrat” olduğunu ilan ettiğine göre, İslamcılığın yozlaşmamış bir yorumunu benimseyen biri olarak bundan memnuniyet duyması gerekmez miydi?
Belki olan şu: İsmet Özel İslamcılık’ta da hayal kırıklığına uğradı, AKP’nin “yozlaştırması” bahane. Yine de eğer AKP’liler, kendileriyle birlikte Özel’i de İslamcılık’tan (ya da onun şiddetli olmasa da hayli katı bir yorumundan) vazgeçmeye yöneltmişlerse, ne isabet. Ve ne mutlu ki fikir değiştirmeye imkan tanıyacak ölçüde açık bir rejimde yaşıyoruz. Ve nihayet Özel, Türk sosyalizmi ya da İslamcılığı’na değil şiirine hatırı sayılır katkı yapmış bir yazar.
Kişilerin hangi siyasi görüşü benimseyecekleri, görüşlerini değiştirip değiştirmeyecekleri tamamen kendilerini ilgilendiren ve tümüyle temel hak ve özgürlükler alanına giren bir konu. Evet, bunun gerekçelerini açıklamak aydın sorumluluğunun bir parçası olarak görülebilir. Ama Özel’in açıklamalarında hepimizi ilgilendiren, görüşlerini değiştirmesinin nedenlerinden ziyade, şu “çıkar” ya da eski biçimiyle “menfaat” üzerine söyledikleri: AKP’nin başarısının İslami kesimi yozlaştırdığı, bu kesimde artık herkesin çıkar peşinde koştuğu iddiası.
Mesele şu: Herkesin çıkarının peşinden gitmesi bir yozlaşma belirtisi olarak yorumlanabilir mi? Eğer herkesin peşinde koştuğu haksız çıkar ise, herkes kanunlara ve ahlaka aykırı davranarak kendine ve yakınlarına maddi veya sair avantajlar sağlıyorsa, evet bu bir ahlaki çöküntü ve yozlaşma belirtisidir. Evet, herkesin kendi çıkarını düşünmesi halinde toplumun ortak çıkarının gerçekleşeceğine dair kökten liberal düşünceye katılmak da mümkün değildir. Zira herkes toplumun ortak çıkarlarını hiçe sayıyor ve sadece kendi çıkarını düşünüyorsa, bu ahlaki bakımdan tasvip edilemeyecek ve uzun vadede dönüp dolaşıp herkese zarar verecek bir durumdur. Ahlak ve hukuk kuralları da zaten bunun için vardır.
Geleneksel bir toplumda ferdin topluluktan ayrı bir kişiliği ve çıkarı olmayabilir. Ama modern bir toplumda kişilerin maddi veya sair çıkarlarının peşinden gitmeleri “normal” değil midir? Çıkarlarını korumasını bilmeyenler kusurlu (ağır bir nitelemeyle, enayi) sayılmaz mı? Yalnızca ortak çıkarı düşünen kimselerden oluşan toplumun bir kuruntu olduğu görülmedi mi? Demokratik toplumun temel üstünlüklerinden biri de çatışan çıkarların barışçı yollardan uzlaştırılması değil midir? İnsanların çıkarlarının ne olduğuna, başkalarının (örneğin bir diktatörün, bir partinin, bir ideolojinin) değil kendilerinin karar vermeleri, özgürlükçü bir toplumun temel vasıflarından değil midir?
AKP’nin herkesin kendi çıkarı peşinde gitmesine yol açarak İslami kesimi yozlaştırdığı iddiasını doğru bulmuyorum. Aksine bana öyle geliyor ki AKP, İslami kesimi yozlaşmaya değil, modern (ve demokratik) yaşamın gereklerine uygun davranmaya götürüyor. Daha önemlisi: AKP, İslami kesimi ve başkalarını, maddi ve sair çıkarlarına hizmet edeceğine inandırabildiği ölçüde başarılı olmuştur. AKP iktidarı bunu yapamadığı takdirde, tıpkı ötekiler gibi, geldiği gibi gider.
16.08.2003 Şahin Alpay/ Zaman
meyva vermeyen bir ağaç kadar
faydasız olsun bu yazdıkalrım.
dallarını meyvasına taa ediop
kimse taşa tutmasın.
bu yazdıklarım çok budaklı, çok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
o zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç olsun bu yazdıklarım.
odun olz bu ağaçtan ddesinler
yakmasınlar.
faydasız olsun yinede
bir ağaç gibi olsun yazdıklarım
kökü toprakta
başı gökyüüzne dönük.
belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulavarlarınada sokmazlar onu.
ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı
sırtını dayıyacağıbir ağaç buldu diye
ferahlasa
bu yeter....
(bu nerden hocam-ciddi hatırlamıyorum)
ismetliği tartışılabilir...
hakkaten özel...
bir şair, bir düşünür, bir filozof, bir dava adamı....kimilerine göre islamcı kimilerine göre eski solcu sosyalist vs vs.
ben serbest şiiri onunla sevdim. sürrealizmi onunla kavradım... anlamak için onu okudukça onu daha da anlamadığımı anlamaya başladım. Bazen Hegel'i ya da Kierkegaard'ı anlamak gibi zordu onu anlamak... Ama ben zaten anlaşılanı değil anlaşılamayanı aradığım için onu okumaya devam ettim. Ataol Behramoğlu ile mektuplaşmalarını okuyunca o dönemde kendi davasında ne kadar samimi bir kişi olduğunu gördüm. Müslüman kimliğiyle yazdığı zamanlarda da yine aynı samimiyeti taşıyordu kanaatimce... Sözü hakikat olduktan sonra odun gibi olsa da doğruyu ve inandığı şeyleri bazen açık seçik ve haykırarak, bazen şiir formunda gizli kapaklı anlatan güçlü ve hisli bir ses... yolun açık olsun seni takip etmeye devam edeceğim..
İsmet Özel, anlaşılamamaktan şikayetçi miydi? Buruk bir
şekilde önce Cuma Mektuplarına, sonra da gazete yazarlığına
veda etmesinin sebebini burda mı aramalıyız?
Bence, İsmet Özel'in şikayeti anlaşılamamak değil...Anla-
yabilme gayretinin okuyucularda olmaması idi yazarı sitemli
bir şekilde veda etmeye iten sebep...
Yola yolculuk edenler gelmeli; yola yatacaklar, yoldan çıka-
caklar, kaçacaklar, yolu ciğeri beş para etmeyenlere satacak-
lar değil....
Yolda yalnız kalan adama, yolculuğunu bitirdiği için serze-
nişte bulunacak değilim..
Gazete ve dergi yolculuğunu sona erdiren yalnız adama,
bundan böyle daha geniş açıdan görebileceği yollarda, esen-
likler diliyorum...
Yazılarını noktaladığını öğrendiğimde hem sevindim hem üzüldüm. Kendisine yazar olarak çalışma hayatında başarılar diliyorum.
www.hayatsadece.com
... ve böylece İsmet Özel, Cuma Mektuplarından sonra gazete yazılarına da son noktayı koydu.
Müslüman Olmak,
Aşık olmak gibidir..
Nasıl ki aşık olan, maşuğunun her zaman iyiliğini ve güzelliğini isterse;
Müslüman da bütün insanlığa aşık halde, onların iyi güzel ve mutlu olmalarını ister..
Bu ilk bakışta delilik gibi bile gelebilir..
Fakat akıllı ve mantıklıca olan; kin, nefret, kötü ahlak ise
bu delilik,
tercihimizdir..
..
ismet özel'den öğrenilmiştir
..
HORTUM DEĞİL, TULUMBA; AMA SEN TOMBALA SANIRSIN
İnsan kalabalıkları siyaset oyununun en netameli unsurudur. Modern çağda siyasetin insan kalabalıklarını 'etkisiz' hale getirmek için insan kalabalıklarını harekete geçirme sanatı haline dönüştüğünün çok az kişi farkındadır. Oyun oynandığı sırada göz önünde ve el altında duran insan kalabalıklarından başkası olmadığı halde bazen tragedya, bazen de komedya olarak sergilenen oyunu bu kalabalıkların ne tasarladığı, ne kaleme aldığı, ne de yönettiği söylenebilir. Kalabalıklar siyaset oyunu sayesinde dönen çarka kapılır sadece. Bu öyle bir kapılıştır ki kalabalıkların etki alanına giren her şey değer kaybeder. Kalabalıklarla ahenk kurma yoluna giren kavramlar da buldukları uyumu ancak anlam kaybına uğrayarak dışa vurabilirler. Gerek dilin ve gerekse dinin kalabalıklar eline düşmesi halinde bozulma başlar. İşte bu sebeptendir ki bir süredir kalabalıklar arasında yaygınlaşan argo tabir, hortumlama tabiri bana anlamlı gelmiyor.
Bazı bankaların, bazı işletmelerin birileri tarafından hortumlandığını (yalnız Türkiye'de değil; dünyanın her yerinde) söylüyorlar. Bu sözlere bir anlam yüklemek benim için imkansız. Hortumlama faaliyetinden şikayet edilmesine ben bir anlam veremiyorum. Yani ne olmuş? Haksız kazanç elde edenler mi varmış? Eğer öyleyse hortum kanalıyla bir yerden bir başka yere akan o miktarlardaki paraların hak edilmesi için neler yapılması gerektiğini kimler biliyor? O büyüklükteki paraları hak eden kimmiş? Dünyanın neresinde ve tarihin hangi çağında olursa olsun o kadar büyük meblağların helal yoldan kazanç hanesine kaydedilebilme imkanı var mı imiş? Kalabalıkların bozuk bir Türkçe ifadeye başvurarak 'hortumlama' adını verdiği olayın gerçek adı, doğru ve düzgün adı 'sermaye birikimi' olsa gerek. Hortum kullanmadan ilk birikimin sağlanamayacağını cümle alem biliyor. Bir söylentiye göre John Davison Rockefeller'a (1839-1937) sormuşlar: 'Servetinizin hesabını verebilir misiniz? ' Mezkur sanayici ve petrol kralı şu cevabı vermiş: 'ilk beş seneyi sormazsanız; gayet tabiî...' dünyanın çekilip çevrilmesinde rol oynayacak büyüklükteki bir serveti ele geçirme yolunda ilk beş sene... Hortumlama zamanı! Tarihte hortumun boşatma yeri önce Batı Avrupa idi ve akabinde bu yer Kuzey Amerika oldu.
Kalabalıklar gerçeği arama niyetinde olanların yolu üzerinde bulunan en büyük engeldir. Biliyoruz ki kalabalıklar nezdinde hortum kelimesi tulumba kelimesinin üstünü örtsün diye yaygınlaştırılmaktadır. Kalabalıkların dikkatlerini çevirmede zihnen ve ahlâken yetersiz kaldıkları husus Türkiye'nin yürürlükte tutulan iktisadi düzeninde belirleyici etmenin hortum değil tulumba olduğudur. Dünya sistemi emme basma tulumbasını Türkiye toprakları sathına 165 sene önce kurmuş ve Türkiye'de husule gelen değerin akış yönünü o tarihten itibaren belirlemiştir. Yani Türkiye'nin kendi sıhhatine yarayan nesi varsa bir emme basma tulumba aracılığıyla 'sistemli' olarak sistemin merkezi yönünde harekete geçirilmektedir. Böyle bir işleyişin devamı amacıyla talimatlar da merkezden Türkiye'ye doğru akmaktadır.
Talimatların ete kemiğe bürünmüş halde karşımıza çıkması gerçeği değiştirmiyor. Bilakis gerçeği daha elle tutulur hale getiriyor. Hortum vesilesiyle ortalığa saldıkları homurtu, emme basma tulumbanın manivelası başına kimin geçeceği konusunda vazifeliler arasında çıkan itişip kakışma yüzündendir. Tulumbanın kolunu kim, hangi siyasi ekip kavrayacak? Türkiye'nin değerlerini merkez emrine kim amade kılacak? Balı kim tutacak ki el değiştirirken parmağını yalasın?
İSMET ÖZEL (31.07.2003, Milli Gazete)
ismet özel türk şiirinde benim için en tepede. ama sadece şiir için geçerlidir bu söylediğim.
ÇUVALLADINIZ MI, MIZRAKLADINIZ MI?
Çuval ve mızrak ikilisinin ne birbirleriyle iyi geçindiği, ne de birbirlerine uyum sağlamaktan hoşlandıkları söylenebilir. Mızrak çuvala sığmaz demişler. Bunu vaktiyle atalar söylemiş. Bunu söylemek suretiyle apaçık bilinen gerçekleri saklamaya çalışmanın nafile bir çaba olduğunu ima etmek istemiş ak sakallı atalarımız. Siz siz olun sakın mızrağın çuvala sığmadığına dair atasözünü yiğidin malının meydanda olduğu iddiasını ileri süren atasözüyle benzeştiği yanılgısına düşmeyin. Zira ikinci zikrettiğimiz atasözünde yiğit denildiği zaman kastedilen kişi helal kazanç edinmişliğiyle olduğu kadar cömertliğiyle de temayüz etmiş kişidir. Atalarımızın neler söylediği ile bizim o sözlerden neler anladığımız hep başımıza tuhaf işler açmıştır. Benim gibi ihtiyarlar bilir; eskiden tuhafiye dükkanları bile vardı. Hep merakımı mucip olmuştur: Eskiden insanlar daha çok şey mi biliyordu acaba?
Nitekim mızrağın çuvala sığmayacağı çok eski tarihlerden itibaren bilindiği için zaman içinde ikisi arasındaki ilişkiye tuhaf bir şekil vermek zorunda kalınmıştır. Çuvalda bir hantallık olduğu gözden saklanamaz. Mızrağın çevikliğine ise itiraz edilmesi mümkün değil. Buna mukabil gevşekliğin ve ağırlığın nişanesi gibi görünen çuvalla birlikte bir tür bolluk, bereket çağrışımı doğduğu halde hız ve ışıltı belirtisi saydığımız mızrakla birlikte mutlaka can yakıcılık ve reddiye izlenimine çarpmadan edemiyoruz. Türev ve işlevleri birbiriyle hiç uyumlu olmayan mızrak ve çuval aralarında merak uyandırıcı bir atışmayı şimdiye kadar canlı tutmuşlardır.
İnsanlık tarihindeki yerinizi merak ettiyseniz; bir yerde çuvallamak, başka bir yerde mızraklamak var. Çuvalladıysanız mızraklamaya da fırsat bulamayacaksınız demektir. Öte yandan mızraklamayı başardınız mı, ondan sonra ne olursa olsun, çuvallamış sayılmazsınız. Her kim ki eline çuval yakışmaktadır artık onun eline mızrak yakışmaz. Tersi daha da doğrudur, iyi mızrak kullananların çuvallarla haşır neşir olma ihtimali hemen hemen hiç yoktur. Mızrak ve çuval arasında geçimsizlik sona ermez; ama sanmayın ki bu ikisi geçinemedikleri için birbirleriyle ilişkiyi keserler. Bilakis ne mızrak çuvalsız yapabilir ve ne de çuval mızrak olmaksızın rahat edebilir.
Nasıl ev soyan hırsızın sırtında çuval varsa yol kesen haydudun elinde de mızrak bulunması olağandır. Hazinelerin nakline yarayan çuvallar, nakliyatın muhafazasına yarayan mızraklardır. Eğer bin bir emek ve fedakârlıkla doldurup ambara yığdığımız çuvallarımızı tasalluttan korumak istiyorsak iti uğursuzu binaya yaklaştırmamak için mızraklanmız olmalıdır. Eğer biz kendimiz başkasının dopdolu çuvallarına göz dikmişsek onları yağmalamaya ancak mızraklı olarak gideceğimizi gayet iyi biliriz. Çuvallar mızrakları davet edecek, mızraklar çuvalların çekim alanından kurtulamayacaklardır. Türk toplumu olarak bizler modern zamanlarda şahsiyet sahibi toplumların çuval ve mızrakla kurdukları denklemin kendimize mahsus olanını kuramadık. Kendi atasözümüze karşı çıktık ve mızrağı çuvala sığdırabilmek için kırdık.
İSMET ÖZEL (28.07.2003, Milli Gazete)
LÂ İLÂHE'NİN LÂ'SI
Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz 'lâ' ile, bir olumsuzlamayla başlar. Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır. Lâ ilâhe'nin lâ'sı önce doğru ile yanlış arasına kesin bir çizgi çeker. Tanrılardan bahsetmenin yanlış, Tanrı'ya tapmanın doğru olduğunu gösterir. Cahiliyyet neyi neden ayırmak gerektiğini bilmeyenlerin içinde bulundukları durumdur. Biz Müslümanlar her şeyden önce 'lâ' (hayır) demesini öğrenmek suretiyle neyin kabule şayan olduğunun ve neyin redde müstahak olduğunun farkına varırız. Hayır demesini bilmeyenin eline bilgi edinme fırsatı verilmeyecektir. Ama acaba hayır deme talihine kavuşmuş olan eline geçen fırsatı kullanma düzeyini tutturabilir mi? Türkiye, yani Türklerin şimdiki hali göz önüne alındığında tutturamaz demek gerekiyor.
Eğer Türklerin hayatında bir inanç derecelendirmesi yapıldığında Müslümanlığın tuttuğu yer talî kalıyor ve o yeri itikadî bir bütünlük anlamında Müslümanlıktan başka bir şeyin (mesela medeniyetin, velev ki İslâm Medeniyeti'nin) doldurması mümkün sayılıyorsa o zaman birey ve toplum olarak Türklerin henüz 'lâ' demedikleri ortaya çıkar. Hangi açıdan bakarsak bakalım biz Türkleri diğer insanlardan ayıran temel vasfın Müslümanlık olduğunu göreceğiz. Türk dili Müslüman dünya görüşü ve ona bağlı bir hayat tarzı sayesinde yüksek diller arasına girme üstünlüğüne ermiştir. Kur'ân-ı Kerîm Arapça nazil olduğu halde dünyanın bugün aldığı şekli hesaba katarsanız 'Hıristiyan Arap' Araplığından fazla bir şey kaybetmiş gibi algılanmaz; ama dün olduğu kadar bugün de 'Hıristiyan Türk' dediniz mi Türklerin tarafını değil, hem Türklere ve hem de Türklüğe husumet besleyen 'karşı' tarafı işaret etmiş olursunuz.
Günümüz dünyasında Türklük bir şekilde belli olacaksa göz veya ten rengiyle, kafatası ölçüsüyle, soy ağacıyla belli olmaz. Olur diyenler varsa onları pek acı bir hüsran bekliyor. Bir insanın Türklüğünü belli eden onun tuttuğu taraftır. Toplum değerleri itibariyle içinde yer aldığı, tarih oluşumu içinde kabullendiği, iyileşmesine yol açan tedbirler bakımından sorumluluğunu üstlendiği 'taraf. Ne tarafta durduğunu söyle, sana Türk olup olmadığını söyleyeyim. Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde tutulması vacip olan tarafın 'gayri Müslim' taraf olmadığı aşikârdır. Gayri-Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihîdir. Hiçbir olayı, hiçbir değişimi Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülahazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse Lâ ilâhe'nin lâ'sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir, Türklük ayrı, Müslümanlık ayrı diyenler gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir.
İSMET ÖZEL (24.07.2003, Milli Gazete)
şair, büyük adam. yalnız sesine ses arayan bir insan