Güzel ahlâkın tezahürü… Dinimiz, insanların birbirleriyle iyi ilişkiler içinde olmalarını ve güzel geçinmelerini emreder. Bir toplumda güzel geçimin yerleşmesi de bireylerin birbirlerine karşı saygılı, diğerkâm, alçakgönüllü olmalarına bağlıdır.
Güzel başlangıç… Bir toplumda, davranışları denetlemeye yönelik benimsenmiş ve örf haline gelmiş kurallar vardır. İnsanlar bu kurallar sayesinde toplum içinde ve bir arada yaşarlar. Âdâb-ı muaşeret, görgü kuralları, sosyal davranış kuralları, nezaket kuralları gibi isimlendirmelerle de anılan bu kurallara uymak, insanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesine yardımcı olacak güzel bir başlangıç adımı atılmasını sağlar.
Âdil olmak… Toplumdaki her bir meslek sayesinde toplumun diğer fertlerine ihtiyaçları olan ürün ve hizmetler sunulur. İhtiyaçların görülmesi ise meslek erbabının işlerini olması gereken biçimde yapmasıyla, hile ve aldatmalardan uzak kalmasıyla mümkündür. Eksik, bozuk, hatalı ürün ve hizmetler, hem onların üretilmesinde kullanılan insan gücüne ve maddî kaynağa hem de ihtiyaçlarını gidermek üzere onları temin eden kişilere zulümdür. Zira zulüm, bir şeyi olması gerektiğinden farklı şekilde icra etmekle ortaya çıkar ve yapandan başlayarak tüm topluma zarar verir. Aynı geminin yolcularından birinin geminin zeminini delmesi, geminin batmasına ve tüm yolcuların felâketine sebep olur.
Kemal yolculuğunu sürdürmek… Kişi mesleğini severek, her zaman âdeta ilk defa icra ediyormuşçasına taze bir özenle ve sabırla yürütmelidir. Böylece hem ürünü onun göğsünü kabartır, hem kişisel hayatında mutluluğu yakalar, hem de mesleğinin genel gelişimine ve diğer meslektaşlarına katkıda bulunur. Bu sebeple kişi mesleğinde yetişme aşamasında da ustalık aşamasında da sürekli bir kemal yolculuğu içinde olmalı, mesleği sürdürecek haleflerini de aynı yolculuğa ortak etmelidir.
Devleti korumak… Devlet, hudutları içindeki insanların zımnî ya da açık anlaşmalarla kurduğu bir teşkilâttır. Dolayısıyla hem kurulmasında hem de yükümlülüklerini yerine getirme süreçlerinde halk en belirleyici etkendir. Devletin gücü ve saygınlığı, halkının gücü ve saygınlığıyla bağlantılıdır. Bu sebeple halk, devlet denen ortak kuruma, üstlenip sorumluluk bilinciyle yerine getirdiği hizmetleriyle destek verir. Böylece devlet, toplumun düzenli, uyumlu, güvenli ve huzurlu bir şekilde yaşaması için görevlerini icra eder.
Devleti desteklemek… Devletin yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için maddî kaynaklara ihtiyacı vardır. Devlet maddî kaynağı, bazı hizmetlerini ücretlendirip bedellerini halktan alarak ya da vergi toplayarak elde eder. Bu sebeple vergi vermek, toplumsal hizmetleri ifa etmek için yapacağı yatırımlarda devlete yardımcı ve destek olmak, devlet malını korumak önemli bir vatandaşlık görevidir.
Devlet kurmak… Devlet, hudutları belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların düzenli bir şekilde yaşayabilmelerini ve eldeki kaynakları mümkün olduğunca adil bir biçimde paylaşabilmelerini sağlayan siyasî ve hukukî bir teşkilattır. Bu çerçevede temel olarak savunma, iç güvenlik, adalet, eğitim ve uluslararası ilişkiler alanlarında hizmet verir; ülkenin sahip olduğu kaynakların ve elde edilen gelirin dağılımında adalet sağlar; iktisadî istikrar, büyüme ve gelişmeyi gerçekleştirir. Bir devlet, halkına bu görevlerini adil ve olması gerektiği şekliyle sunduğu müddetçe pâyidar olur. Zira adalet mülkün temelidir.
Derinlemesine bakmak… Örneğin Allah’ın gökyüzünden indirdiği yağmurla ölmüş toprağı diriltmesinde, ölümden sonra dirilmenin bir delilini görmemek mümkün müdür? Ana babanın evlâdına gösterdiği şefkat ve merhamette, Rabbimizin rahman ve rahim isimlerinin işaretlerini görmüyor muyuz? Kendimizi çevreleyen hayatın akışının tamamında, Allah’ın koyduğu kuralların şaşmaz bir şekilde işleyişine dair verilere şahit olmuyor muyuz? Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, denizlerde seyreden gemilerde, yeryüzünde çeşit çeşit canlının yayılmasında, rüzgârlarda ve bulutların seyahatinde elbette düşünenler için sayısız âyet vardır.
Âyetlere bakmak… Âyet delil, veri, işaret anlamlarına gelen bir kelimedir. Allah’ın âyetleri, hem gönderdiği kitaplarında hem de yarattığı kâinatta müşahede edilir. Müminler hem Allah’ın kitabında hem de kâinatta onun yaratma hikmetini ve kendilerinin var edilme sebeplerini okur, bunlar üzerine düşünür ve anlamaya çalışırlar. O’nun kudret ve kuvvetini her seferinde yeniden ve bir kez daha farkederler. Böylece imanları kalplerinde köksalar.
Toplumla beraber olmak… Ferdin gücü ailesiyle, ailenin gücü içinde yer aldığı toplumunun gücüyle artar. Örneğin iyi bir komşuluk ilişkisi, aile üyelerine sunduğu birtakım imkânlarla (konuşmak, dertleşmek, destek olmak, fikir alışverişinde bulunmak, maddî ve mânevî yardım sağlamak vb.) âdeta bir “hayat desteği”dir. Aile ilişkilerinde olduğu gibi toplumsal ilişkilerde de iyi niyet, hoşgörü ve sabır esas kriterlerdir. Bu kriterleri uygulamak için kişinin sosyal çevresini rahatsız etmemeye gayret etmesi ve çevresinden kaynaklanan ufak tefek rahatsızlıklara da katlanmayı bilmesi gerekir. Ayrıca toplumda kuşaktan kuşağa aktarılan birtakım gelenek ve göreneklere uymak da toplumsal birlikteliği sağlayan bir husustur. Örneğin bayramlar, kına geceleri, düğünler, yöresel kutlama günleri, hasta ziyaretleri, tâziyeler ve benzeri vesileler uzak kalınmaması gereken toplumsal olaylardır. Zira insanın diğer insanlarla birlikteliğini pekiştiren ve kaynaştıran en önemli şey “iyi günde” ve “kötü günde” yaşanan paylaşımlardır.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadığıma pişmânım, dedi.
Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.
Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîrel mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.
Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve vak’ası olduğu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i şerîf ile Zübeyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn birşey söylemedi.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eğer vefât edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeşlerin işini görürler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermişdir. Mubârek başını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü gösterip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrâr başladı. Ona dediler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen, cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar vardır.) Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o şahsı istediler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan söylememişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gibi buldular.
Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki, Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şeyleri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin diğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Kişinin mümin olması onda birtakım özelliklerin gelişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, mümin bir kişi, Allah ve resûlüne(s.a.s.) düşman olanlarla dostluk etmez. Kazandıklarından Allah yolunda harcar. Namazını kılar, orucunu tutar. Allah’tan başkasına boyun eğmez, yalnızca Rabbine güvenir. Diğer insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklere engel olmaya çalışır. Allah’ın âyetleri okunduğunda müminin imanı artar, Allah’ın adı anıldığında yüreği titrer. Bu özelliklere sahip mümin âhirette cennet ve oradaki pek çok güzel nimetle mükâfatlandırılır....
Münafıklar İslâm toplumu için kâfirlerden daha tehlikelidirler. Zira iki yüzlü davrandıkları için tanınmaları mümkün değildir. İçten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozarlar. Bu yüzden âhiretteki cezaları da kâfirlerinkinden daha şiddetlidir....
Bir müslüman hayatın her anında Allah’ın kendisini gördüğü, hep yanında olduğu bilinci ile yaşamalıdır. Yalnızken, evde, okulda, sokakta, alışverişte, oyunda, çalışma anında, öfkede, sevgide, şefkatte, kısacası her zaman ve her yerde... İslâm’da ruh terbiyesi tam da bu anlayışla bağlantılıdır. Müminin niyeti sadık, yolu ve gayesi de sahih olursa bütün hayatı ibadete dönüşür....
Kişinin mümin olması onda birtakım özelliklerin gelişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, mümin bir kişi, Allah ve resûlüne(s.a.s.) düşman olanlarla dostluk etmez. Kazandıklarından Allah yolunda harcar. Namazını kılar, orucunu tutar. Allah’tan başkasına boyun eğmez, yalnızca Rabbine güvenir. Diğer insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklere engel olmaya çalışır. Allah’ın âyetleri okunduğunda müminin imanı artar, Allah’ın adı anıldığında yüreği titrer. Bu özelliklere sahip mümin âhirette cennet ve oradaki pek çok güzel nimetle mükâfatlandırılır...
Münafıklar İslâm toplumu için kâfirlerden daha tehlikelidirler. Zira iki yüzlü davrandıkları için tanınmaları mümkün değildir. İçten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozarlar. Bu yüzden âhiretteki cezaları da kâfirlerinkinden daha şiddetlidir.
Bir müslüman hayatın her anında Allah’ın kendisini gördüğü, hep yanında olduğu bilinci ile yaşamalıdır. Yalnızken, evde, okulda, sokakta, alışverişte, oyunda, çalışma anında, öfkede, sevgide, şefkatte, kısacası her zaman ve her yerde... İslâm’da ruh terbiyesi tam da bu anlayışla bağlantılıdır. Müminin niyeti sadık, yolu ve gayesi de sahih olursa bütün hayatı ibadete dönüşür...
Beş vakit namazında müslüman kardeşleriyle omuz omuza saf tutan, ramazan ayında yokluk çekenlerle aynı şartları yaşayan, hacda dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer müslümanlarla tanışıp aynı ortamlarda bulunan, zekât ve sadaka gibi malî ibadetlerini yerine getirirken ihtiyaç sahibi peşinde koşan bir müslüman, hiç şüphesiz diğer insanları düşünme ve onlara yardım eli uzatma bilinci kazanır...
İbadet, kişinin kendisini ve bu dünyadaki konumunu tanımasını sağlar, insanî yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunur. İbadetle iç ve dış dünyasını huzursuz eden birtakım kirlerden arınan insan, bu sayede insanî olgunluğa erişir. Kötülüklerden uzak bir yaşam sürer. Bir gün Allah’ın huzuruna çıkarak dünyada yaptığı her şeyin hesabını orada vereceğinin bilinciyle hareket etmesi, kişinin ölçülü olmasını ve her işinde dürüst davranmasını sağlar...
Güzel ahlâkın tezahürü… Dinimiz, insanların birbirleriyle iyi ilişkiler içinde olmalarını ve güzel geçinmelerini emreder. Bir toplumda güzel geçimin yerleşmesi de bireylerin birbirlerine karşı saygılı, diğerkâm, alçakgönüllü olmalarına bağlıdır.
Güzel başlangıç… Bir toplumda, davranışları denetlemeye yönelik benimsenmiş ve örf haline gelmiş kurallar vardır. İnsanlar bu kurallar sayesinde toplum içinde ve bir arada yaşarlar. Âdâb-ı muaşeret, görgü kuralları, sosyal davranış kuralları, nezaket kuralları gibi isimlendirmelerle de anılan bu kurallara uymak, insanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürdürülmesine yardımcı olacak güzel bir başlangıç adımı atılmasını sağlar.
Âdil olmak… Toplumdaki her bir meslek sayesinde toplumun diğer fertlerine ihtiyaçları olan ürün ve hizmetler sunulur. İhtiyaçların görülmesi ise meslek erbabının işlerini olması gereken biçimde yapmasıyla, hile ve aldatmalardan uzak kalmasıyla mümkündür. Eksik, bozuk, hatalı ürün ve hizmetler, hem onların üretilmesinde kullanılan insan gücüne ve maddî kaynağa hem de ihtiyaçlarını gidermek üzere onları temin eden kişilere zulümdür. Zira zulüm, bir şeyi olması gerektiğinden farklı şekilde icra etmekle ortaya çıkar ve yapandan başlayarak tüm topluma zarar verir. Aynı geminin yolcularından birinin geminin zeminini delmesi, geminin batmasına ve tüm yolcuların felâketine sebep olur.
Kemal yolculuğunu sürdürmek… Kişi mesleğini severek, her zaman âdeta ilk defa icra ediyormuşçasına taze bir özenle ve sabırla yürütmelidir. Böylece hem ürünü onun göğsünü kabartır, hem kişisel hayatında mutluluğu yakalar, hem de mesleğinin genel gelişimine ve diğer meslektaşlarına katkıda bulunur. Bu sebeple kişi mesleğinde yetişme aşamasında da ustalık aşamasında da sürekli bir kemal yolculuğu içinde olmalı, mesleği sürdürecek haleflerini de aynı yolculuğa ortak etmelidir.
Devleti korumak… Devlet, hudutları içindeki insanların zımnî ya da açık anlaşmalarla kurduğu bir teşkilâttır. Dolayısıyla hem kurulmasında hem de yükümlülüklerini yerine getirme süreçlerinde halk en belirleyici etkendir. Devletin gücü ve saygınlığı, halkının gücü ve saygınlığıyla bağlantılıdır. Bu sebeple halk, devlet denen ortak kuruma, üstlenip sorumluluk bilinciyle yerine getirdiği hizmetleriyle destek verir. Böylece devlet, toplumun düzenli, uyumlu, güvenli ve huzurlu bir şekilde yaşaması için görevlerini icra eder.
Devleti desteklemek… Devletin yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için maddî kaynaklara ihtiyacı vardır. Devlet maddî kaynağı, bazı hizmetlerini ücretlendirip bedellerini halktan alarak ya da vergi toplayarak elde eder. Bu sebeple vergi vermek, toplumsal hizmetleri ifa etmek için yapacağı yatırımlarda devlete yardımcı ve destek olmak, devlet malını korumak önemli bir vatandaşlık görevidir.
Devlet kurmak… Devlet, hudutları belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların düzenli bir şekilde yaşayabilmelerini ve eldeki kaynakları mümkün olduğunca adil bir biçimde paylaşabilmelerini sağlayan siyasî ve hukukî bir teşkilattır. Bu çerçevede temel olarak savunma, iç güvenlik, adalet, eğitim ve uluslararası ilişkiler alanlarında hizmet verir; ülkenin sahip olduğu kaynakların ve elde edilen gelirin dağılımında adalet sağlar; iktisadî istikrar, büyüme ve gelişmeyi gerçekleştirir. Bir devlet, halkına bu görevlerini adil ve olması gerektiği şekliyle sunduğu müddetçe pâyidar olur. Zira adalet mülkün temelidir.
Derinlemesine bakmak… Örneğin Allah’ın gökyüzünden indirdiği yağmurla ölmüş toprağı diriltmesinde, ölümden sonra dirilmenin bir delilini görmemek mümkün müdür? Ana babanın evlâdına gösterdiği şefkat ve merhamette, Rabbimizin rahman ve rahim isimlerinin işaretlerini görmüyor muyuz? Kendimizi çevreleyen hayatın akışının tamamında, Allah’ın koyduğu kuralların şaşmaz bir şekilde işleyişine dair verilere şahit olmuyor muyuz? Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, denizlerde seyreden gemilerde, yeryüzünde çeşit çeşit canlının yayılmasında, rüzgârlarda ve bulutların seyahatinde elbette düşünenler için sayısız âyet vardır.
Âyetlere bakmak… Âyet delil, veri, işaret anlamlarına gelen bir kelimedir. Allah’ın âyetleri, hem gönderdiği kitaplarında hem de yarattığı kâinatta müşahede edilir. Müminler hem Allah’ın kitabında hem de kâinatta onun yaratma hikmetini ve kendilerinin var edilme sebeplerini okur, bunlar üzerine düşünür ve anlamaya çalışırlar. O’nun kudret ve kuvvetini her seferinde yeniden ve bir kez daha farkederler. Böylece imanları kalplerinde köksalar.
Toplumla beraber olmak… Ferdin gücü ailesiyle, ailenin gücü içinde yer aldığı toplumunun gücüyle artar. Örneğin iyi bir komşuluk ilişkisi, aile üyelerine sunduğu birtakım imkânlarla (konuşmak, dertleşmek, destek olmak, fikir alışverişinde bulunmak, maddî ve mânevî yardım sağlamak vb.) âdeta bir “hayat desteği”dir. Aile ilişkilerinde olduğu gibi toplumsal ilişkilerde de iyi niyet, hoşgörü ve sabır esas kriterlerdir. Bu kriterleri uygulamak için kişinin sosyal çevresini rahatsız etmemeye gayret etmesi ve çevresinden kaynaklanan ufak tefek rahatsızlıklara da katlanmayı bilmesi gerekir. Ayrıca toplumda kuşaktan kuşağa aktarılan birtakım gelenek ve göreneklere uymak da toplumsal birlikteliği sağlayan bir husustur. Örneğin bayramlar, kına geceleri, düğünler, yöresel kutlama günleri, hasta ziyaretleri, tâziyeler ve benzeri vesileler uzak kalınmaması gereken toplumsal olaylardır. Zira insanın diğer insanlarla birlikteliğini pekiştiren ve kaynaştıran en önemli şey “iyi günde” ve “kötü günde” yaşanan paylaşımlardır.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.
Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadığıma pişmânım, dedi.
Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.
Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîrel mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.
Bir gün emîr-ül mü’minîn Aliyyül mürtedâ, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Yâ Alî! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Hâlbuki o seninle mukâtele [harb] edecekdir.) Deve vak’ası olduğu zemân, Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu hadîs-i şerîf ile Zübeyri “radıyallahü anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muhârebeden vaz geçdi. Dönüp gitdi. Bir şahs ardından varıp, katl eyleyip, kılıncı hazret-i Alîye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Alî buyurdular ki, (Hazret-i Zübeyrin kâtiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Bir gün emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ûnunu gördü. Ona hitâb edip, buyurdular ki, ey Mülcem oğlu. Senin câhiliyye zemânında ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey şakî, ey Sâlihin devesini kısırlaşdıran) diyen, bir yehûdî hizmetciniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emîr-ül mü’minîn birşey söylemedi.
Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” Yenbû karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki, niçin burada durursun. Eğer vefât edersen, hizmetlerini görmezler. Medîneye gidersen, kardeşlerin işini görürler. Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefât etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermişdir. Mubârek başını gösterip, (buranın kanı), mubârek yüzünü gösterip, (burayı boyamayınca) ben vefât etmesem gerekdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
İmâm-ı Müstagfirî “rahimehullahi teâlâ” (Delâ-il-ün nübüvve) adlı kitâbında, Firâs bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakl eylemişdir. Ona Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zemân-ı şerîflerinde bir baş ağrısı ârız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” iki gözü ortasını tutdu. Mubârek parmakları ile tutduğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıkdı. O ağrı ondan gitdi. Hâricîlerin emîr-ül mü’minîn Alînin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücûm etdikleri günde, Firâs de onlara uydu. O vakt o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrâr başladı. Ona dediler ki, bu iş sana hâricîlere uyduğun için hâsıl oldu. Tevbe ve istigfâr etdi ki, o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan temâmen gitdi. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermiş idi ki, (Sen, cemâ’atinden dinden çıkan hâricîler olacak, onlar ile harb edeceksin. Onlar içinde bir şahs olur ki, bir eli bir pâre et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fâre kuyruğu gibi nice kıllar vardır.) Rivâyet ederler ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hâricîler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helâk oldu. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu, o şahsı istediler. Bir def’a aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emîr yemîn etdi ki, vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyliyen yalan söylememişdir. Bir def’a dahâ istediler. Kırk ölünün altında, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden nakl etdiği gibi buldular.
Sıffîn günlerinden bir gün, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki, yâ Ebâ Müslim neredesin. Muhammed bin Hanefiyye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Alî buyurdu ki: Benim murâdım Ebû Müslim Havlânî değildir. Maksadım şu Ebû Müslimdir ki, Horâsanlıdır. Bu askerin sâhibi olacakdır. Doğu tarafından siyâh bayraklar ile meydâna çıkar. Muhâlifleri ile o kadar muhârebe ve mukâtele eder ki, Allahü teâlâ onun vâsıtası ile, olacak şeyleri merkezinde karâr etdirir. Ne mutlu onunla berâber dîni yaymak için çalışan, dîni yaymak için gayret edenlere. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasıyyet etdi ki, vefâtlarında, mubârek bedenlerini benim yıkamamı emr buyurdular. Her kim o hazretin cesed-i şerîfine baksa, anlayışı ve hâfızası kuvvetli olur. Hattâ emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin diğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hâfızası] çokluğundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hânesinde bir mikdâr su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içdim. Bu kuvvetli hâfıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.
Kişinin mümin olması onda birtakım özelliklerin gelişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, mümin bir kişi, Allah ve resûlüne(s.a.s.) düşman olanlarla dostluk etmez. Kazandıklarından Allah yolunda harcar. Namazını kılar, orucunu tutar. Allah’tan başkasına boyun eğmez, yalnızca Rabbine güvenir. Diğer insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklere engel olmaya çalışır. Allah’ın âyetleri okunduğunda müminin imanı artar, Allah’ın adı anıldığında yüreği titrer. Bu özelliklere sahip mümin âhirette cennet ve oradaki pek çok güzel nimetle mükâfatlandırılır....
Münafıklar İslâm toplumu için kâfirlerden daha tehlikelidirler. Zira iki yüzlü davrandıkları için tanınmaları mümkün değildir. İçten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozarlar. Bu yüzden âhiretteki cezaları da kâfirlerinkinden daha şiddetlidir....
Bir müslüman hayatın her anında Allah’ın kendisini gördüğü, hep yanında olduğu bilinci ile yaşamalıdır. Yalnızken, evde, okulda, sokakta, alışverişte, oyunda, çalışma anında, öfkede, sevgide, şefkatte, kısacası her zaman ve her yerde... İslâm’da ruh terbiyesi tam da bu anlayışla bağlantılıdır. Müminin niyeti sadık, yolu ve gayesi de sahih olursa bütün hayatı ibadete dönüşür....
Kişinin mümin olması onda birtakım özelliklerin gelişmesi sonucunu doğurur. Örneğin, mümin bir kişi, Allah ve resûlüne(s.a.s.) düşman olanlarla dostluk etmez. Kazandıklarından Allah yolunda harcar. Namazını kılar, orucunu tutar. Allah’tan başkasına boyun eğmez, yalnızca Rabbine güvenir. Diğer insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklere engel olmaya çalışır. Allah’ın âyetleri okunduğunda müminin imanı artar, Allah’ın adı anıldığında yüreği titrer. Bu özelliklere sahip mümin âhirette cennet ve oradaki pek çok güzel nimetle mükâfatlandırılır...
Münafıklar İslâm toplumu için kâfirlerden daha tehlikelidirler. Zira iki yüzlü davrandıkları için tanınmaları mümkün değildir. İçten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozarlar. Bu yüzden âhiretteki cezaları da kâfirlerinkinden daha şiddetlidir.
..
Bir müslüman hayatın her anında Allah’ın kendisini gördüğü, hep yanında olduğu bilinci ile yaşamalıdır. Yalnızken, evde, okulda, sokakta, alışverişte, oyunda, çalışma anında, öfkede, sevgide, şefkatte, kısacası her zaman ve her yerde... İslâm’da ruh terbiyesi tam da bu anlayışla bağlantılıdır. Müminin niyeti sadık, yolu ve gayesi de sahih olursa bütün hayatı ibadete dönüşür...
Beş vakit namazında müslüman kardeşleriyle omuz omuza saf tutan, ramazan ayında yokluk çekenlerle aynı şartları yaşayan, hacda dünyanın farklı yerlerinden gelen diğer müslümanlarla tanışıp aynı ortamlarda bulunan, zekât ve sadaka gibi malî ibadetlerini yerine getirirken ihtiyaç sahibi peşinde koşan bir müslüman, hiç şüphesiz diğer insanları düşünme ve onlara yardım eli uzatma bilinci kazanır...
İbadet, kişinin kendisini ve bu dünyadaki konumunu tanımasını sağlar, insanî yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunur. İbadetle iç ve dış dünyasını huzursuz eden birtakım kirlerden arınan insan, bu sayede insanî olgunluğa erişir. Kötülüklerden uzak bir yaşam sürer. Bir gün Allah’ın huzuruna çıkarak dünyada yaptığı her şeyin hesabını orada vereceğinin bilinciyle hareket etmesi, kişinin ölçülü olmasını ve her işinde dürüst davranmasını sağlar...