Bedîüzzaman Hazretleri’nin doğduğunda, etrafına mânâlı mânâlı baktığını, fakat hiç ağlamadığını… - Hz. Üstadın babası Mirza Efendinin, ekin tarlalarından geçerken başkasının tarlasından yemesinler diye öküzlerinin ağzını bağlayacak kadar takva sahibi bir zat olduğunu, Annesi Nuriye Hanımın da, teheccüd namazlarını geçirmeyen ve Hz. Üstadı hiç abdestsiz emzirmeyen, sâliha bir kadın olduğunu… - Hz.Üstadın göbek adının Rızâ olduğunu, Babasının adının Mirzâ, annesinin adının Nûriye olduğunu… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin dedelerinin Isparta’dan gittiğini. Dedesinin ismi Ali, onun babası Hızır, Onun babası Mirza Halid onun babasının da Mirza Reşan olduğunu… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin üç erkek, üç kız kardeşi olduğunu, yaş sırasına göre kardeşleri Dürriye, Hanım, Abdullah, Mehmed, Abdülmecid ve Mercan olduğunu… - Hz. Üstadın babası Sofi Mirza’nın, kız erkek ayırımı yapmaksızın bütün çocuklarını okuttuğunu, bu sebeple çocuklarının hepsinin âlim olduğunu… - Hz. Üstadın kardeşlerinden Dürriyye Hanımın, Birinci Cihan Harbinden önce Nurs deresine düşüp boğularak şehid olduğunu, oğlu ve Hz. Üstadın da talebesi olan Ubeyd’in de Rus Harbinde şehit düştüğünü… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin, dokuz yaşından sonra validesinin şefkatli sinesinden mahrum olarak büyüdüğünü… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin etrafındaki ahalinin Nakşî tarikatına bağlı olduğunu, kendisinin ise, akrabalarına ve umum ahaliye muhalif olarak, Kadirî tarikatına bağlı olduğuğunu, “Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, 'Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim şu şeyimi buldur.” dediğini… - Hz. Üstada ilk olarak Bedîüzzaman lakabını veren zatın, Siirt’te bir medrese hocası olan Molla Fethullah olduğunu, Hz. Üstadı, Bedîüzzaman Hemedani’ye benzeterek bu lakabı verdiğini… - Hz. Üstadın, Siirt’in Tillo kasabasında, Arapça bir lügat olan Kamus-u Okyanus’u “sin” harfine kadar ezberlediğini, seksen-doksan cild kitabı da üç ayda bir ezberden tekrarladığını… - Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Hayatımda iki şeyi bilmiyorum: korkmak ve unutmak! ” dediğini hatta herkesin gündüz geçmekten korktukları yerlerden onun yalnız geçtiğini, talebelik yıllarında Mardin’deki Ulu Caminin şerefesindeki 4cm genişliğindeki demir korkulukların üzerine çıkıp, iki kollarını yanlara açarak dolaştığını… - Hz. Üstadın, iki minare yüksekliğindeki, Van kalesinin tepesinde iken ayağının kaydığını, aşağı doğru düşerken, ağzından çıkan tek sözün, 'Eyvah! Davam' olduğunu. Kendi ifadesiyle, “gaybî bir el” tarafından itilerek, 3 metrelik bir kavis çizerek, aşağıdaki mağaranın kapısına düştüğünü... - Hz. Üstadı, 2 Musevi, 1 Rum, 1 Ermeni, 1’de Türk doktorundan rapor alarak, 'Toptaşı tımarhanesi'ne koyduklarını, tımarhanenin en yetkili doktorunun, “ Eğer Bedîüzzaman da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” şeklinde bir rapor hazırladığını… - Bedîüzzaman Hazretlerinin, 500 talebesiyle birlikte, Birinci Cihan Harbine iştirak edip, Ruslarla savaştığını ve bütün talebelerini şehit verip, kendisinin de bir ayağı kırık ve 3 yerinden yaralı olduğu halde, şiddetli soğukta 36 saat su içerisinde kaldıktan sonra Ruslara esir düştüğünü… - Hz. Üstadın bu harp esnasında, cephede, kurşunların altında, “İşarat’ül İcaz” gibi çok ilmî bir eseri, Arapça olarak kâtibi Molla Habibe yazdırdığını. Bu eserin, esaretten sonra, kâğıdını bizzat Enver Paşa temin ederek neşredildiğini… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin, Rusya’nın kuzeyindeki Kosturma’dan 2,5 senelik esaretten sonra firar ettiğini, önce Petersburg’a, oradan Varşova’ya, oradan da Viyana’ya geçip, Sofya üzerinden İstanbul’a geldiğini. Bu seyahatte, kendisine Abdulkadir-i Geylani hazretlerinin imdat ettiğini… - Hz. Üstadın esaretten sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda “Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve “Şemme” adlı risalelerini yazıp yayınladığını... - Bedîüzzaman Hazretleri’nin, esaretten döndükten sonra Dar-ül Hikmet-il İslamiye’yede aza olarak çalıştığını. Dört sene üç aylık azalık döneminde biriktirdiği para ile, hiç kimseden zekât, sadaka, hediye almadan ahir ömrünü geçirdiğini … - İstanbul Hahambaşısı Selanik Mebusu Yahudi Emenuel Karasso’nun Hz. Üstad ile bir görüşme yaptığını, Karasso’nun görüşmeyi yarıda bırakarak “Eğer biraz daha yanında kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” diyerek, mağlubiyetini hayret ve telaşla izhar ettiğini… - Hz. Üstadın, İngilizler başta olmak üzere, bütün Anadolu İşgalcilerine karşı, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran, 'Hutuvat-ı Sitte' adlı bir eser yazarak mücadele ettiğini. Bu eseri gören işgal kuvvetleri kumandanının çok hiddetlenip, Üstadın, idam kararıyla vücudunun ortadan kaldırılmasını istediğini… - Bedîüzzaman Hazretleri’nin, İstanbul’da ayaklanmış 20 bine yakın hamalı, bir nutkuyla yatıştırıp, onların devlete karşı bağlılıklarını sağladığını. Ayrıca, subaylarına isyan eden 8 tabur askeri yaptığı tesirli konuşmalarıyla komutanlarına itaate sevk ettiğini… - Hz. Üstadı, İstanbul’daki vatan ve millet için yaptığı hizmetlerini yakinen takip eden Ankara hükümetinin ısrarla Ankara’ya davet ettiklerini. Ankara’ya gittiğinde ise, kendisine mecliste hoş geldin merasimi yapıldığı… - Bütün mevcudiyetini vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda eden Hz. Üstadı, karşılığında 19 kez zehirlediklerini, 28 yıl hapse mahkûm ettiklerini ve memleket memleket sürgünlere gönderdiklerini… - Hz. Üstadın, gerek yaşı küçük olduğundan, gerekse kendine icazet verecek âlim bulunmadığından dolayı, icazetin göstergesi olan cübbeyi giyemediğini. Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerinin, Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden gelen Asiye isimli mübarek bir hanım ile, bir asır evvelinden, müceddidlik alameti olan kendi cübbesini Hz. Üstada göndererek, manen icazet verdiğini… - Risale-i Nurların telifinin1926’da Barla’da, 10. söz ile başladığını ve 23 yılda tamamlandığını… - Hz. Üstadın, 23 Mart 1960 yılında Urfa’da vefat ettiğini, 3,5 ay sonra dergâhtaki kabrinin yıkılıp, mübarek naşının bilinmeyen bir yere götürüldüğünü ve hala kabrinin bilinmediğini…
Allah'ı insanlarda içinde arıyacak kadar küçük olan insanlar hakkında tarikat kurup metiyeler düzmüşlerdir.Kendisi'nin harika bir Din adamı olduğu söyleniyor o başka mesele.
Hayat bahşeden soluklardan bir tanesi.Onun için ne yazsak az.Onu en çok dava adamı olduğu için seviyorum.Ve davasına son derece sadık kaldığı için.Kısacası AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ GÖRÜNÜR RÜTBE-İ AKLI ESERİNDE.Onu tanımak isteyen kimsenin o şucu o bucu lafına bakmasın sadece eserlerini okusun.Zaten o kendini eserlerinde net bir şekilde anlatıyor.
tum guzellikleri, guzelleri, guzel sozleri,, alin,, birbirine 1000, kere carpin,, ve sonuc kelime, onu azda olsa belki anlatir,,,
(biraz karisik olabilir, o gibi zâtlardan bahsetmek icin, sanki bu dunyada onlarin tarifeleri yok ya da eksik,, bulamiyorum,,) aklimin yettigi kadariyla ve kendi acizane dilimle,,, SENI COK SEVIYORUM USTADIM! ! !
'Ne zaman Bediüzzaman Said Nursi'den ve onun sözde Kur'an tefsiri kabul edilen Risale-i Nurlardan bahsedilse benim hemen aklıma Bakara suresi:79.ayet-i kerimesi gelir...Ve hiç kimse bu adamın İmam-ı Gazali'nin,Muhyiddin İbnu'l Arabi'nin,Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin,ve son olarakta yüksek marifet sahibi İmam-ı Rabbani'nin kötü birer taklitçisi olduğunu anlıyamaz...Doğrusu ben bu yüksek marifetle bunları çok rahatlıkla anlamaktayım...'
79. Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap'ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, 'İşte bu, Allah katındandır! ' derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden! ..(Sadakallahül Azim...)
MEHDİ DEVAM ETTİ VE ŞÖYLE SÖYLEDİ:
\'SÖZDE BEDİÜZZAMAN OLDUĞU SÖYLENEN SAİD NURSİ (KÜRDİ) VE SÖZDE HATEMÜ\'L EVLİYA OLDUĞU SÖYLENEN ÖMER ÖNGÜT OLMAK ÜZERE HER İKİSİ ASLINDA HAZRET-İ AHMED FARUKİ SERHENDİ İMAM-I RABBANİ MÜCEDDİD-İ ELF-İ SANİ KUDDİSE SİRREHÜL AZİZ\'İN BASİT ASALAKLARIDIR...VE SÖZDE ZAMANIN MÜCDEHİDİ OLDUĞU SÖYLENEN FETHULLAH GÜLEN VE HARUN YAHYA MÜSTEAR İSMİYLE ZİKREDİLEN ADNAN OKTAR OLMAK ÜZERE HER İKİSİDE ASLINDA SAİD NURSİNİN PİS PARAZİTLERİDİRLER... MÜJDELİ HABERLE BİLDİRİLDİ Kİ; MEHDİ FARUKA MERHAMET EDER...BU FARUĞUN KİM OLDUĞU KONUSUNDA MEHDİ DÜŞÜNMÜŞ ÖNCE BU KİMSENİN PROF.DR.FARUK BEŞER OLDUĞU SANILMIŞ FAKAT İLİMDE DERİNLEŞİP MESELE DAHA DERİNLERE İNİNCE BU KİMSENİN ASLINSA (SILA) İSMİ İLE HADİSLE MÜJDELENMİŞ OLAN HAZRET-İ AHMED FARUKİ OLDUĞU MEHDİ TARAFINDAN KESİN OLARAK SAPTANMIŞTIR...
\'HER ŞEY ALLAH İÇİN VE İSLAM\'IN HÜRRİYETİ İÇİN...\'
******HÜR İSLAM HALK HAREKETİ******
___________________________ BAKİ GERÇEKLER DEMİNE HU DOST ALLAH EYVALLAH... GERÇEĞE HU MÜ'MİNE YA ALİ YA MEHDİ SAHİB-İ ZAMAN...
Bu mesaja cevap yazmak için tıklayın
Bu mesaja yazılan cevaplar:
seyid_bilal (rumuz)
Allah yolunda cihad eden insanlara sövmeyin...sonra ateş size dokunur... haddinizi aşmayın...zira Allah haddi aşanları sevmez.... size ne oluyor ki, kendi ayıplarınız dururken, Allahın sevgili kullarını tenkid ediyor ve onları incitiyorsunuz... ateşe girmek için; Allahın sevgili kullarını tekfir etmek yeterlidir... yalan yere iftira eden, bizden değildir... mümin kullara buğz eden, bizden değildir... kalbinde zerre miktar kibir bulunan cennete giremez.. .......... Allah seni ıslah etsin... dilin uzun, kalbin bozuk, aklın kısa, edebin noksan, saplantıların acınacak halde, tevbe etmezsen büyük bir mesuliyettesin...
sana acıyorum... sözlerine müşteri bulamayınca, din adına bişeyler yapmaya çalışanları eleştirmeyi maharet zannediyorsun...senin islamiyetten nasibin bu kadar... senin için üzülüyoruz... zira tevbe etmezsen, pişman olacaksın... hem de; nedameti şerrun...yevmel ahirah...sırrınca, en büyük pişmanlık olan, ahiretteki şerli pişmanlıkla karşı karşıya kalacaksın... kork! cenab-ı hakkın ateşinden....
beyinakademisi (rumuz)
*Ahmed Faruki hazretlerini ismini kullanarak müslümanların arasına nifak sokmaya çalıştığın için, *Kendini ya da bağlandığın birisini 'mehdi' diye insanlara yutturmaya çalıştığın için, *Bediüzzaman Said Nursi'nin 'Risale-i Nur' isimli eserini okumadan, ön yargılı bir şekilde hakaret ettiğin için... *M. Fetullah Gülen ve Harun Yahya'nın yaptığı hizmetleri göremeyecek kadar kör olan kalp ve kafa gözlerinizin bulanık bakışlarından südûr eden şaşılık hezeyanıyla insanların başını ağrıttığınız için, SİZİ MERHAMETİ SONSUZ ALLAH'A HAVALE EDİYORUM. ALLAH SİZE LAYIK OLDUĞUNUZ GİBİ DAVRANSIN... EĞER HİDAYETİNİZ HAYIRLI İSE HİDAYET VERSİN. YOK HELAKETİNİZ HAYIRLIYSA O DA ALLAH'IN TAKDİRİ...BİRŞEY DİYEMEYİZ.
erk@m (rumuz)
akıl yetmezliği, belahet, denilik, ukalalık, haddini aşmak, Allahın ayetlerini çarpıtmak, din adına kendi ihtiraslarını beyan etmek, samimiyetsizlik, yalancılık, riyakarlık, maddi menfaat, hubb-u cah, şöhret-perestlik, gurur, kibir, öfke, nefret, keşmakeşlik, nasipsizlik, edepsizlik, terbiyeden nasibi olmamak ve daha sayabileceğim bir sürü adi hasleti sizin yazınızda ve sizde görmek mümkün... .... Allah selamet versin....
€F|@tunSu|T@n (rumuz)
Sen bu yazıyı islamın hürriyeti için yazdıysan ben de ne olayım. Bir kere hangi hakla Said Nursi'ye hakaret ediyorsun? Düşünceni insan gibi açıklayamıyor musun? Bir de hangi akla hizmet o ayeti Said Nursi'ye layık görüyorsun? Galiba sen Said Nursi'nin ömrünün yarısını hapishanelerde geçirdiğini ve o kitaplarıda kibrit kutularının üstüne yazdığını bilmiyorsun. O kibrit kutularının üzerine yazılan kitapları, onun öğrencileri tek tek elle yazarak çoğaltıp bu günlere getirdiler, sen o ayetle Said Nursi'nin sağlayacağı hangi çıkardan bahsediyorsun be? Yahu adam davası uğruna evlenmedi bile, bırak evlenmeyi, bir gün adam gibi bir insan yatağına uzanıp rahatça uyumadı bile. Sen neye dayanarak, onun hangi sözlerini örnek göstererek, hangi hareketine vurgu yaparak bunları söylüyorsun? Sıkıysa cevap versene, bir tane adam akıllı 'delil' gösterip insanların biraz da 'mantıklarını' tatmin etmeye çalışsana. Böyle deli saçması laflara karnımız tok ciğerim.
_TAKLAMAKAN_ (rumuz)
Biri birinin asalağı ve o asalakların parazitleri ve o parazitlerin tufeylileri. güzeldi kardeşim. bunların hakkından siz geleceksiniz. bizi dinlemiyorlar.
asii_melek (rumuz)
ya sen kendini mehdimi sanıyosun? saçmalamayı bırak artık lütfen.mehdi; kelime olarak arapça he-de-ye kökünden ismi mef'ul olup hidayete ermiş; hidayet bulmuş kişi anlamını taşır.ama sen gördüğüm kadarıyla hidayete ermek yerine dalalete düşmüşsün.said nursi çok büyük bir zattır.Kendini Kuran hizmetine adamıştır.we zaten divan-ı salihinde ona kitap yazmak görewi werilmiştir.Mehdinin ismi faruk olması konusunda bişe diyemem çünkü; künyesi Ebü'l Faruktur..Mehdi konusunda sana daha çok şey söylemek isterdim; düştüğün bu durumdan kurtul diye.ne yazıkki şimdilik sadece bunları söyleyebilirim.ama sen mehdi deilsin..RABBİM tezzamanda sana hidayet kapılarını açsın..we töwbe kapıları kapanmadan töwbe etmeyi nasip etsin inşallah..yoksa ALLAH korusun bu sapık fikrinle kaybedenlerden olacaksın..Bende bir İmamı Rabbani ewladı olarak hidayete kawuşmanı tüm kalbimle diliyorum..
**ENE*L-MEHDİ** (rumuz)
Mehdi merak etti...! ! ! ...Diyor ki; bu kızı sevdim...Benim hakkımda daha başka neler söyleyebilirmiş acaba...Ama ben ona nasıl hidayete erdiğimi 'kendini tanıtmak için yazdığı not' bölümünde yazdıklarımı okusun ve bana bühtan etmesin diyorum...Ve bu vesileyle birde bize biat ederse hiçde fena olmaz...En azından ilk biat edenler sırasında yer alır, buda kendisine bir iffet ve haysiyet kazandırır...Allah iyiliğini ve güzelliğini artırsın...İffetini ve haysiyetini ona bağışlasın...Amin Sadakallahül Azim...
Zikr-i hakikatimizdir...! ! ! ... ______________________ Baki Gerçekler Demine Hu Dost Allah Eyvallah... Gerçeğe Hu Mü'mine Ya Ali Ya Mehdi Sahib-i zaman...
Bediüzzaman Hazretlerinin o devirleri ne güzel bir saâdet devri idi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmek idi. O bir iman âbidesi ve nümunesi idi.
Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.
O öyle bir zât-ı âlîdir ki, Allah-u Teâlâ onu zâhirî ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarından idi. Nur saçan kandildi, etrafını nurlandırdı. Daima nur saçtı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine gönülden bağlı idi, istikametten ayrılmadı. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda yürüdü, bununla mücadele etti. Her cefâya katlandı ve fakat bu cefâlar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı. Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı, dinde imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Etrafı da öyle idi. Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler imanlarını vermediler. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.
Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.
İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibi idi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Dünyaya aslâ meyil ve iltifat etmedi. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi.
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu iman ile küfür arasındaki berzaha daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi.
Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nur kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor! ” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.
İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.
Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.
1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Bir çok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.
Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. “O abi, o abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri bir çok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Uyanlara “Nurcu”, ayrılanlara “Narcı” denilmesi bundandır.
•
Fethullah Gülen’in önceki halini ve tedrisatını biliyorum. Mütevazi bir hayatı vardı, kanaatkârdı. Dünyaya hiç meyletmez ve ehemmiyet vermezdi. Tedrisat ile meşguldü. Bediüzzaman Hazretlerinin temiz feyiz akışlarını bir kaç hocaefendi ile yürütüyorlardı. Ve fakat Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız zâhirî yolunu takip ediyorlar, o yolda da fidan yetiştiriyorlardı.
İzmir’de Akyazılı vakfı kuruldu. Bunlar bir kaç arkadaş idiler. Çocukları İslâmî bir terbiye ile, ibadet ve taat ile yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu duruma İzmir’e gittiğimde bizzat şâhit olmuştum. Talebelerin hepsi namaz kılıyordu, bu gençlere teheccüd namazı dahi kıldırıyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi, veli kulu olan Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip ediyorlar, zâhirî yolda yürüyorlardı.
O zamanlar dâima derdik ki: “Bâtınî yolunu da ele alsalardı, o feyiz ve bereket ile hayat-ı hakikiye nâil olurlardı.” Zira ancak mânevî aşı ile ehil meyve verir. Böyle bir seyyiat zamanında mânevî destek ve feyiz olmadıkça yürümek çok güçtür, âdeta mümkün değildir, bunun için de fidanların aşılanması şarttır.
•
İşte bu aşı olmadığı içindir ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sindeki emr-i ilâhî’yi yavaş yavaş kenara ittiler, gizli ve âşikâr para toplamaya başladılar, her emr-i ilâhî’yi unuttular. Aynı zamanda o büyük mürşidin izinden de ayrıldılar.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların da kalplerini çevirdi.
Nam, şöhret, makam ve menfaatın yanında, başta madde geliyordu. Haram girince imanları tamamen gitti. Ve artık Allah-u Teâlâ bütün ulviyattan soydu onları. Bütün iman güzelliklerinden mahrum oldular. (bakınız: fethullah gülen, istanbul, dost, hayat, zaman, para, büyü, güzel, dünya, muhammed) Hakikat sitesinden alinmistir
osman yüksel serdengeçti'nin mabedsiz şehir isimli kitabından:
said nursi ve talebeleri. bunların derneği yoktur. lokali yoktur. yeri yoktur. yurdu yoktur. partisi, patırtısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. bu bilinmezlerin, görünmezlerin, kimselerin ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır. *** niçin sokrat bu kadar büyüktür? bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? said nursi en az bir sokrat'tır. fakat islâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak gerek.
ümit dolu konuşmaları yüzünden hayalcilikle suçlanmış insan. bir vakit yine, milletimizin geleceğinin ne kadar parlak olduğunu anlatmaya çalışırken karşısındakilerin onu anlamayan ve küçümseyen tavırlarından sıkılmış ve zamanının ötesine, belki de zamanımızın ötesine şöyle seslenmişti:
'(...) işte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum ve müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
ey üç yüz sene sonraki asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane* nurun sözünü dinleyen ve gizli bir gözle bizi dinleyen saidler, hamzalar, osmanlar, tahirler, yusuflar, ahmetler, vesaireler! sizlere hitap ediyorum, şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa* baharda geleceksiniz. şimdi atılan nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve horhor toprağının kapıcısı olan kalenin* başına takınız. kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. mezarımızdan 'henîen leküm! '* sadâsını işiteceksiniz.'
enver paşa'nın emriyle kurduğu,gönüllülerden oluşan 4000 kişilik milis alayı ile birlikte ruslara karşı bitlisi savunurken, kırık bacağı ve üç kurşun yarası ile esir düşmüştür. hem din adamı hemde asker! ayağı çizmeli, beli kamalı, eli kırbaçlı; sert adımlarla yürüyen, sağa sola emirler yağdıran, at mahmuzlayan, odası silah ve kitap dolu bir hoca...
st. petersburg'un güney batısında bulunan kosturma'- daki esir kampında bulunduğu sırada,kafkas komutanı, rus çarı'nın dayısı nikola nikolaviç kampı teftişe gelir.herkez ayağa kalkar nikola içeri girince lakin bediüzzaman said nursi hiç istifini bozmaz.nikola küplere biner.sebebi sorulduğunda 'benim inancım budur'şeklinde cevap verir.akabinde kurulan mahkemede rus ordusuna hakaretten idama mahkum edilir.fakat daha sonra hareketin gerçekten hakaret amacı taşımadığı,sözünde samimi olduğuna kanaat getirilir ve idamı gerçekleşmez.daha sonra esir kampından kaçarak binbir çile ile avrupa üzerinden memlekete döner.
bediüzzaman said nursinin naaşının çöp arabası ile nakline gelince; olmadı...
ingiliz istanbulu işgal etmiş,mustafa kemal anadoluyu örgütlerken,bu milli hareket aleyhine fetva çıkartan dönemin şehhülisamına karşı 'fetva geçersizdir'diye fetva yayımlayan,zamanın bedisinin naaşını çöp arabası ile taşımak...
bediüzzaman said nursi öyle iyi ve fedakar bir insanki onun şu sözlerinden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz:'25 milyonlu miletimin imanını selamette görsem cehennemlerde yatmaya razıyım'
Bediüzzaman Said Nursi,1873 te Bitlis in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. Babasının adı Mirza,annesinin Nuriyedir.Ağabeyi Molla Abdullah'ın ilim tahsil etmesinin kendisine kazandırdığı itibara imrenerek 9 yaşında Tağ köyünde Muhammet Emin Efendi'nin medresesinde(alttaki resim) öğrenime başladıysa da çok geçmeden Nurs'a döndü ve haftada bir gün gelen ağabeyinden temel bilgileri öğrenmekle tahsilini devam ettirdi. Öğreniminin en verimli safhası, 15 yaşındayken 1888'de Muhammet celalî'den ders aldığı üç aylık devredir. O zattan Molla Cami'den nihayete kadar, ortalama on yılda okutulan bütün metinleri üç ayda okuyup diploma aldı. Kitaplardan sadece anahtar bilgileri öğreniyordu.alet ilimlerini kapsayan bu Öğrenimin ardından,sıcaktan kavrulmuş toprağın suyu yutması gibi temel ilimlere yöneldi. Usûl'den Cem'ül-cevâmi, Kelâm'dan Şerhül-Mevâkıf gibi ağır metinlerden günde ortalama iki yüz sayfalık bir kısmı anlayarak okuyordu.Bu sıralarda Şirvandaki ağabeyinin yanına gittiğinde icâzet aldığını söyleyince o inanmamış, sıkı bir sınamadan sonra küçük kardeşinin kendisini geçtiğini görerek talebelerinden gizlice ondan ders almaya başlamıştı.
Siirt'teMolla Fethullah da imtihan sonucunda durumunu tespit etmiş, yanında bulunduğu bir hafta içinde, günde bir-iki saatlik meşguliyetle Sübkî'nin Usûl-i Fıkh'a dair Cem'ül Cevâmi eserini ezberlediğini görünce 'zeka ile hafıza kuvvetinin ifrat derecede bir kimsede bir araya gelmesi nadirdir' deyip hayretini belirtti ve kitabına şu cümleyi yazdı (Cem'ul Cevâmi Kitabının tamamını bir haftada ezberlemiştir.) sonunda ünü, Siirt, Bitlis gibi bölge valilerinin, O'nu korumaya mecbur kalacakları boyutlara vardı.
Tillo'da Kubbeyi Hasiye türbesinde inzivada Kamus'u Muhit'i ezberlerken bir gece Abdülkadir Geylâni'yi rüyasında görür. 'Git Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'yı hidâyete davet et; zulümden vazgeçip namaza, emr'i ma'rûfa başlasın der' Molla Said, derhal Miran aşiretine doğru Tillo'dan hareket eder. Büyük bir cesaretle tebliğini yapar. Paşa,onu öldürmeye kalkar fakat sonunda yola gelir. Bir süre Mardin'de ikamet eden Molla Said, çok genç yaşta içtimayî ve siyasî hadiselerle ilgilenmeye başlar. Kendisinden endişelenen Mardin mutasarrıfı onu, muhafızlarla kelepçeli olarak Bitlis Valiliğine sevk ettirir. Namaz kılmak için kelepçelerinin çözülmesini ister. Jandarmalar kabul etmeyince kendisi açar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içnde kalırlar; özür dileyip her türlü hizmete amade olduklarını söylerler. İleriki yıllarda Bediüzzaman'a; 'kelepçeleri nasıl açtın? ' diye sorulunca 'Bende bilmiyorum, olsa olsa namazın kerametidir'diye cevap vermiştir. Bitlis'te vali ile bazı memurların içki alemi yaptıklarını öğrenince emr-i maruf yapar. Önce hiddetlenen vali, az sonra onu geri çağırtarak, 'Herkesin bir üstadı vardır. Artık benim de üstadım sensin der.' Der. İşbu Vali Ömer Paşa ona sarayında yer ayırır, ısrarla iki sene misafir eder, kızı ile evlendirme isteğini Bediüzzaman kabul etmez. Birgün meşhur şeyhlerden Muhammet Küfrevî'nin kendisine bedua ettiğini işitince onu ziyaret eder. Küfrevi hazretleri kendisine iltifat edip teberrüken ders verir. Said'in bir hocadan okuduğu en son ders budur. Böylece o haberin asılsız olduğu da ortaya çıkmıştır. Van Valisi Hasan Paşa'nın daveti üzerine 1893'te 15 yıl sürecek olan Van ikametini başlar. Burada öğretim ve irşad hizmetini yaparken hükûmet görevlileri ve muallimlerle de temasta bulunur; geleneksel ve Kelâm ilminin, islam akâidini yeni dünya şartları karşısında açıklamaya yetmediği kanaatine vardı ve fen bilimlerini öğrenmeye koyuldu. Coğrafya, matematik, fizik,kimya, jeoloji, astronomi, biyoloji, tarih ve felsefe'ye dair kitapları, o ilimlerin uzmanlarıyla konuşacak derecede öğrendi. Molla Said, kendisine has bir öğretim usûlü geliştirdi. İlim ehli ona 'Bediüzzaman' lakabını vererek değişik özelliklerini ifade etmek istediler. Bulunduğu ortamda yaşayan âlimlerden, şu yönlerde farklı bir tutumu vardı: 1-Maaş ve hediye kabul etmiyordu. 2-Kendisine sorulan tüm sorulara cevap verdiği halde ilim ehlinden hiç kimseye soru sormuyordu. 3-talebelerini da zekât ve hediye kabülünden men ediyordu. 4- Dünyada mücerred kalmak istiyor; ev,bark, eşya, aile kaydı altına girmiyordu. Günün birinde Vali Tahir Paşa, bir gazetedeki şu müthiş haberi gösterir: İngiltere Sömürgeler Başkanı Gladston, mecliste Kur'an'ı gösterip 'müslümanları bu kitaptan uzaklaştımadıkça onlara tam hâkim olamayız.' Demiştir. Bu dehşetli haber, Bediüzzaman'ın şahikasına ulaşmış olan iman heyecanında dalgalanmalar meydana getirerek; 'Kur'an'ın sönmez ve söndürelemez mânevi bir güneş olduğunu Dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim! Der. Fen bilimleri adına Batı'dan gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van veya Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbula gider.Netice alamayınca aynı maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti.İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Han'a yerleşir(alttaki resim.)
Kısa zamanda İstanbul'da şöhreti yayıldı.Dinî ilimler alanında sorulan her soruya ikna edici cevaplar dair o zaman üniversit öğrencisi olup bizzat kendisine soru soran Hasan Fehmi Başol (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve başkanı) , Ali Himmet Berki (Yargıtay Başkanı) gibi- birçok şahid vardır. Hilafet merkezinde siyasî temaslarla İslâm'ahizmeteden Bediüzzaman meydanlarda, kürsülerde sık sıgörünüyordu.meşrutiyetin ilanından sonra bazı arkadaşlarıyla İttihad-ı Muhammedî cemiyetini kurdu.Bütün müslümanları üyesi sayan bu cemiyet, hızlı bir gelişme kaydetti. Geldiği ileri sürülen 'Hürriyet'in şer'î sınırlar çerçevesinde kalması için gayret gösteriyordu. Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Şark ve Kürdistan,Volkan gibi çeşitli gazetelerde yazıyordu. Devrin siyasi şartları içerisinde ve kaygan siyaset zemininde,geleneksel saltanat idaresinin devamının zor olduğun düşünüyor,bundan dolayı meşrutî idareyi bir çare olarak görüyordu. 'Eski hal muhal,ya yeni hal ya izmihlâl' diyordu.Said Halim Paşa, Babanzade Ahmet Naim,Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Elmalılı M.Hamdi gibi birçok İslâmcı ilim ve fikir adamı da böyle düşünüyorlardı. Fakat çok geçmeden İttihat ve Terakki hükümetinin, daha çok menfi tesirler altına girdiğini görünce doğru bildiğini söylemekten geri durmamıştır. Bu arada 31 Mart hadisesi oldu; birçok hoca arasinda o da tutuklanıp idam istemiyle yargılandı. Sıkı Yönetim Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa'nın:'Sende Şeriat istemisşin öyle mi? ' sorusuna şu cevabı verdi: 'Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.Zira Şeriat,sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.Fakt ihtilalcilerin istediği gibi değil! ' Kendisine yapılan ithamlara karşı yaptığı uzun savunma,daha sonra iki defa tab edilmiştir. Cesurca müdafaası neticesinde idam beklerken beraat etti. Mahkeme heyetine teşekkür etmeksizin mahkemeden çıktı. Beyazıd'dan sultanahmed'e kadar kendini izleyen bir halk kitlesi önünde 'Zalimler için yaşasın cehennem! ' nidasıyla ilerledi. İsyan eden sekiz taburu itaate sevk ettiği sabit olunca Sıkı Yönetim Mahkemesi, onun isyana katılmadığını anlamış ve beraat ettirmişti. bu olaydan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, 1910 yılında Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır, Batum yoluyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'te Şeyh San'an tepesinde bir Rus polisiyle ilginç bir konuşması olur.İslam'ın geleceğinden ümitli olduğunu ifade etmesi üzerine polisin çağdaş müslümanların esir, zayıf fakir olup varlık göstermelerinin imkansız olduğunu söylemesine karşılık verdiği şu keramet cevap 90'lı yıllardan sonra meşhur olmuştur: 'Müslümanlar tahsile gitmişler; işte Hindistan, İslâm'ın kabiliyetli bir evladıdır,İngiliz lisesinde okuyor. Mısır İslam'ın, zeki bir mahdumudur,İngiliz Mülkiye mektebinden ders alıyor,Kafkas ve Türkistan İslamın iki bahadır oğullarıdır,Rus harbiyesinde talim ediyorlar'(Nur talebelerin'den bir hizmet grubu 1995 yılında Tiflis şehrinde bir özel lise açmışlardır.) Daha sonra Van bölgesini dolaşarak ilmî içtimaî konularda etrafı aydınlatır. Gezileri esnasında kendisine sorulan surulara verdiği cevaplar,Münâzarat adlı bir kitapta toplanmıştır. 1911 kışında Şam'a gittiğinde oralı bazı âlim dostlarının ricası üzerine Emevi Camii'nde(alttaki resim) tarihi bir hutbe verdi(bu hutbenin Arapça orijinali küçük bir kitap halinde iki defa yayınlandılktan sonra bizzat müellif tarafından Türkçe tercümeside yayınlanmıştır) .
Bu hutbede İslâm dünyasını geri bırakan etkenlerin şunlar olduğunu tespit eder: 1-Yeis. 2-Toplum hayatında sıdkın (doğruluğun) ölmesi. 3-Düşmanlık arzusu.4-Mü'minleri birbirine bağlayan manevi bağları bilmemek.5-İsdibdat. (Baskı) .6-Şahsî menfaat peşinde koşma. Bu hastalıkların ardından tedavi yollarını da göstermektedir. Bu hutbenin bir yerinde, 50 sene sonra gelecek nesillere hitab ettiğini söyler ki,yirminci asrın son üçte birinde onun eserlerinin daha büyük bir yayılma göstermesi,bu hitabın tam yerinde olduğuna delil teşkil eder. 1913 yılında, Van'da kurmayı planladığı üniversite için devlet, 19 bin altın tahsis ettiysede şim- diki üniversite kampüsünün de yerleştiği Edremit semtinde temeli atılan üniversite, 1. Dünya Savaşı sebebiyle tamamlanamadı. 1915 yılında cihad fetvasına beş alimden biri olarak imza attı. Fetvayı kuzey Afrika'da dağıtıp Van'a döndü.BEDİÜZZAMAN,fiilî olarak da cihadın içindeydi. Kafkas cephesinden sonra Van ta- rafına geçip, Anadolu savunmasına katıldı Çoğunu talebelerinin oluşturduğu gönüllü milis kuvveti, beş bin kadar askerden meydana geliyordu. Bir yandan bu alaya kumanda eder iken fırsat buldukça at üstünde talebelerinden Molla Habib'e İşârât'ül-İ'caz tefsirini arapça olarak yazdırıyordu. Bitlis müdafaası esnasında birliğinden üç talebesiyle kalıncaya kadar çarpıştı.
Sonra yaralı bir vaziyette esir düşüp Sibirya'daki Koşturmaya'ya gönderildi. (yandaki resim) Bir esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola Nikolaviç'in önünde herkes ayağa kalkarken o kalkmadı.Sebebi sorulunca 'ben İslâm alimiyim. İmanlı kimse gayri müslime kıyam edemez' cevabını verdi.Kum- andan idamını emretmişken Bediüzaman'ın son arzusu olan iki rek'âtlık namazından sonra emri- ni geri aldı.Bu hadiseyi kendisi anlatmamış,esir kampında beraber bazı zâtların tanıklığına dayanarak tarihçi Abdurrahim Zapsu (Ehl-i Sünnet Mecmuası,1948,c.2,sayı: 46) yayınladıktan sonra tasdik etmiştir. Komünizm ihtilali ile sarsılıp bölünen Rusya'nın karmaşıklığından faydalanarak 4 yıl süren esaretten firar ile kurtulup Petrsburg, Varşova, Viyana yoluyla 1334 yılında İstanbul'a dönmeye muvaffak olur.
Dünya savaşından donra, 1918 yılında kurulup Osmanlı Devleti'nin en din kurulu durumunda olan Dar'ül-Hikmeti'l-İslâmiye üyeliğine Orduy-ı Hümayun adayı olarak tayin edildi. Bu kurulda İzmirli İsmail Hakkı,Şeyh Saffet (yetkin) gibi zâtlar üye olup Mehmet Akif de kurulun genel sekreteriydi. Harbin sonuna doğru İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvvât-ı Sitte adlı risâlesini yayınlamış ve İstanbul'un her tarafına dağıttırmıştı. İngilizler 1920 yılında İstanbul'u işgal edince bu risâle, İngiliz Başkumandanına gösterilir ve BEDİÜZZAMAN'ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. Kumandan onu idam etmeye niyetlendiyse de böyle bir hareketin,Doğu Anadolu'da büyük bir kargaşaya ve İngiliz aleyhtarlığına sebeb olacağı yönün - deki uyarıları dikkate alarak bu kararından vazgeçer. İşgal döneminde İngiltere Angligan Kilisesi baş papazı, İslâm hakkında kapsamlı altı soru ha- zırlamış ve yetkili din âlimlerinin cevaplarını istemişti. Elmalı'lı Muhammet Hamdi Yazır, Abdülaziz Çavuş gibi bir kaç zât,küçük bir kitap çapında cevaplar hazırladılar. BEDİÜZZAMAN ise 'Ben onlara bir tek kelimeyle bile cevap vermem Cevabım tükürüktür' deyip bu tutumunun sebebini şöyle açıklamıştır:'Çünkü zalim devletin,ayağını boğazımıza bastığı dakikada, papazlarının mağrur bir eda ile suâl sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım gelir.' Bu cevap, onun farkını ve mizacını gösteriyor. Üstad, bu kişilerin maksatlarını keşfedip: 'İşte biz, adamı böyle yeneriz. Şayet sizin dininiz hak olsaydı bu perişan vaziyete düşmezdiniz. Şimdi bizim üstünlüğümüzü anlayın bakalım! ' dercesine bu soruları yönelttiklerini keşfedip bu ağır cevabı vermişti. 5 Mart 1920'de Hamdullah Suphi, V. Ebuziyya, Mazhar Osman, F. Kerim Gökay, Süheyl Ünver, M. Şekip Tunç ve Hakkı Tarık Us ile Yeşilay'ı kurdu. 1921 yılının Ocak ayında İskilipli Atıf Mustafa Sabri, Ermenekli Saffet efendilerle Müderrisler Cemiye'tini kurdu. Anadolu'da başlatılan İstiklâl hareketini destekledi. Şeyhülislâm Dürrizâde'nin bu hareket aley- indeki fetvasının, esaret altında verilmiş olduğundan geçersiz olduğunu belirtti.
İstanbul'daki önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Ankara hükûmeti, onu Ankara'ya davet etti. 'Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum' diyerek bu teklifi kabul etmedi. Zaferden sonra 9 Kasım 1920' de davet tekrarlandı ve bu defa kabul etti. Meclis'de,resmî karşılama töreni yapılmasına dair karşı çıktı.Mebusların dinî yönden lâkayd olduklarını görünce 19 Ocak 1923'te üç sayfalık bir beyannname dağıtarak onları uyardı.Namaz kılanlara altmış mebus daha katıldı.Namazgâh olan küçük bir odayı, büyük bir mescid haline getirtti.İdealindeki üniversiteyi gündeme getirdi; 163 milletvekilinin oyu ile bu iş için yüzellibin banknot ödenek ayrıldı. Bediüzzaman, İslâm âleminde bir dirirliş olacağına dair kuvvetli ümidi sebebiyle Ankara'ya gelmişti.Gençliğinden bu yana tüm çabaları hep bunun içindi.Siyasî açıdan bu yöndeki son teşebbüsü,Ankara'da oldu.Fakat karşısına kuvvetli engeller çıktı. Bir gün Meclis'te, Mustafa Kemal Paşa ile iki saat kadar görüşmüş; yapılacak inkılâbın Kur'an'dan kaynaklanması gerektiğini,Avrupalıları taklit etmenin doğru olmayacağını anlatmıştı.Mustafa Kemal,Bediüzzaman'ın nüfûzundan istifade etmek için ona mebusluk,Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyanet'te azalık ve Şark Umumi Vaizliği'ni teklif eder.Fakat Bediüzzaman kabul etmez.Meclis'teki ortamı da değerlendirerek siyaset alanında yapacağı bişey kalmadığını düşünür; Van'a gidip Erek dağında bir mağarada inzivaya çekilir.Bu düşünce, aslında başka bir alandaki hareketi planlamak gayesiyle yapılan bir gerilim, koşmak için yapılan bir geri çekilmeydi.Dalâletin, ilim ve medeniyet kisvesiyle girdiği, yöneticilerin çoüunun Avrupai fikirlere meftun olduğu, dini faaliyetlerin yasaklandığı,dinî eğitim veren okulların kapatıldığı, totaliter tek parti yönetimin hâkim olduğu bir dönemde teşkilâttan mahrum olarak dinî hizmetrealitede yok sayılırdı.Bediüzzaman, neticesiz kalmaya mahkum ani çıkışlara iltifat etmemiş; İslâm beldelerinden birine yerleşme,orada hizmete devam etme tekliflerini de kabul etmemiştir.O,her zaman mücadelenin kzıştığı yeri tercih etmiştir. SÜRGÜN EDİLMESİ Diyarbekir tarafında ortaya çıkan şeyh Said harekeine katılmadığı halde o kıyamın neticesinde(Şubat 1925) ,kış mevsiminde Erzurum ve İstanbul'dan sonra Burdur'a sürüldü.7 ay orada kaldıktan sonra büsbütün tecrid etmek gayesiyle 1926'da, Isparta'ya bağlı dağlık ücra bir köy olan Barla'ya gönderildi.
Barla da tecrit edmesine rağmen,Allah Teâlâ, kendi hesabının, mahlukların hesabını bozacağına aşikar bir delil göstermek istiyordu.dağ başında bir köydeki birkaç köylüyle bile görüşmesi yasaklanmış, devamlı gözetim altında ihtiyar, garip, fakir bir insanın yazdığı hakikatleri dünyanın her tarafına yayıp hidayete susamış gönüllere ulaştırabileceğini gösterdi.Yanında Kur'ân-ı Kerîm'den başka kitabı yoktu. Barla öyle bir dirilişe kaynak oldu ki bir tarihçinin tesbitiyle 'Türkiye'de dinsizlerin planını altüst etti.'İman hareketi, dolaylı olarak içtimaî bir de netice aldı; Ceberrut Halk Parti idaresini de -şefi İsmet İnönü'nün ikrarı ile- deviren hareket oldu. Barla sürgünü ile Bediüzzaman'ın, 1925-1960 yılları arasında otuzbeş yıl süren hapis,sürgün,baskı dönemi başlamıştı.Üstad, yazma bilmekle beraber hattı düzgün ve güzel değildi.Bazı kâtiplere yazdırır,elden ele kopyalar çıkarmak suretiyle eserler yayılır, yazılanları da müellif bizzat tashih ederdi.Matbaadan istifade imkânı yoktu.Bunun siyasî ve malî sebepleri vardı elbette.Fakat asıl kültürel boyut üzerinde durmak gerekir.Üstad,harf inkılâbının bir emirle bin yıllık mazi ve kültürle ilgisinin kesilmesine karşı yeni nesile,Kur'ân harfleriyle yazılan eski kültürümüzü tanıtmak istiyordu.Risale-i Nur, yazılışından otuz yıl sonra,1956'da matbaada basılabildi.Üstad, o kadar zor şartlarda otuz sene boyunca bu işin ekol olaerak belki de tek temsilcisi oldu.Fotokopi hatta teksir makinasının bile olmadığı zamanda tek çare, bakarak el yazısı ile nüsha çoğaltmak oluyordu.Bir kitaptan tek bir suret elde edebilmek için haftalarca aylarca yazmak gerekiyordu.Kâtip sayısı sınırlıydı.İşte Risale-i Nur hizmeti, şakirtlerin kollarını matbaa haline getirti.Altıyüzbin nüsha eser böylece çoğaltıldı ki böyle bir çalışma, tarihte misli görülmemeiş bir çalışmadır.Kısa bir zaman sonra Üstad'ın sade fakat en şiddetli baskı dönemlerinde olduğu gibi serbestlik zamanında da pek semereli olan teşkilâtı kurulmuş bulunuyordu:Yerleşim merkezlerinde talebelerin irtibat merkezi olan medrese(dershane) ,kâtip talebeler, kitap ve mektup taşıyan Nur postacıları.Üstad, barla 'da sekizbuçuk yıl kaldı.Onun boş durmadığını gören islâm aleyhtarları rejim aleyhinde cemiyet kuruyor iddasında bulundular.1935'de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında dava açtı.Neticede keyfî olarak, tesettürle ilgili ayetin tefsirinden ötürü kendisine onbir ay hapis cezası verildi.
Halbuki isnad edilen devlet düzenini değiştirmek için teşkilat kurma suçu sabit olsaydı ya idam veya müebbed hapis cezası verilmesi gerekirdi. Geçimini nasıl sağladığı hep merak edilmiştir.Mahkemede şöyle demişti: 'Darü'l -Hikme-ti'l-İslâmiye'de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tab'ına sarf ettim; az bir kısmını hacca gitmek için ayırmıştım.İşte iktisat ve kanaat bereketiyle o cüz'i para bana dokuz yıl kâfî geldi.Hâlâ o mübarek paradan bir miktar var.Geçim konusunda Emirdağ'da da şöyle diyecektir.Ondokuz sene iki yüz banknot ile şiddetli iktisat ile idare ettim. Palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden.... 27 Mart 1936'da Eskişehir hapishanesinden çıktıktan sonra Kastomonu'ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.(alltaki resim)
Tedbirli bir tarzda, civardan hizmete gelenler vasıtasıyla eserlerini yayıyor,Isparta ve diğer yerlerle irtibatı devam ediyordu.Kastamonu'da sekiz yıl kaldıktan sonra, bu hizmetin durdurulamayıp daha da yayıldığı görülünce 1943'de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Makhemesi'ne sevkedildi.Prof Necati Lügal,Prof Y.Z.Yörükkan ve Türk Tarih Kurumu'nunda incelemesi neticesinde:'Bediüzzaman'ın siyasî faaliyeti yoktur.Eserleri ilmî,îmânîdir.Kur'ân'ın tefsiri mahiyetindedir.Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarîkatçılık yoktur.'dedi.Mahkemece 130 parçalık külliyatın hepsine 15 Haziran 1944 günü beraat kararı verilip bu karar temyizce de tasdik edildi. Denizli mahkemesinde kendiside tarihi bir müdafada bulunmuştu.Müdafasının bir yerinde şöyle demişti: 'Evet,biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüzelli milyon mensupları var.Ve her gün beş defa namazla,o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hürmetlerini gösteriyorlar....İşte biz,bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efrâdındanız ve hususi vazifemiz de Kur'ânın imanî hakikatlarını tahkiki bir suretle ehl-i imana bildirip,onları ve kendimizi kurtarmaktır. Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız,ben biliyorum ki laik manası,bitaraf kalmak,yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi,dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.Yirmi senedir ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim.Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum.El-iyazu billah,eğer dinsizlik hesabına,imanına ve ahiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan bir dehşetli şekle girmiş ise,bunu size bilâ-pervâ ilan ve ihtar ederim ki bin canım olsa,imâna ve âhirete feda etmeye hazırım.....' Denizli hapishanesinden çıktıktan sonra hükümet,o'nu Emirdağı nda ikamete gönderdi.Fakat hizmeti ilerledikçe hakkındaki kanunsuz şiddet uygulaması artıyordu.Kendisi: 'Denizli hapishanesindeki bir aylık sıkıntıyı,Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum...' demiştir.Bir süre sonrakaymakamlık,camiye çıkmasını menetti.Prensip olarak,sadece hizmetle ilgili olanlarla zaruret miktarı görüşürdü.Halk ile temas etme fırsatını,yaptığı gezintilerde bulurdu.Rastladığı insanlara kısa dersler verir,irşad ve nasihatte bulunurdu. Derken 1948 ocak ayında,ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle Afyon da tutuklandı.
Afyon un soğuk kışında yetmişbeş yaşındaki ihtiyar birinin yirmi ay hücre hapishanesinde tutuklu kalması,ölüme terkedilmesi demekti.Şahsına verilen sıkıntıların fazlalığını,bütün cemaate duyulan hiddeti teskin vasıtası saymakla memnun olmuştu.Hapishanede onunla gizlice görüşmeye çalışan talebeleri falakaya yatırılıyordu.Herşeye rağmen diğer hapishaneler gibi Afyon hapishanesi de 'Medresey-î Yusufiye' ye dönüştü.Caniler ıslah-ı hal ettiler.Hatta ceza süresini tamamlayan bazı mahkumlar:'Kendimizi suçlu göstermek suretiyle onlarla beraber kalacağız dediler.Burada hapishane müdürüne yazıp dedi ki:' Rusya da bolşevizm fıtınası ve fransız ihtilali önce hapishanede başladı.Fakat Risale-i Nur şakirdleri Eskişehir,Denizli,Afyon da hapishaneleri ıslah etti.... Mahkeme kendisini yirmi ay mahkum etme kararı aldı.Yargıtay ın bu kararı bozmasına rağmen kanunsuz oylamalar ile tekrar aynı karar mahkum edildi.Mahkeme devam ederken demokrat parti iktidara gelip genel af ilan etti.Tahliye edildiler.Mahkeme ancak 11 eylül 1956 da beraat verdi.Tahliyeden sonra Emirdağ da ikamet etti.Afyon hapishanesinden sonra mektepliler ve memurlar,hissedilir derecede onun halkasına dahil oldular.Bazı üniversiteli gençlerin yayınladığı Gençlik Rehberi adlı kitabı dava konusu olunca mahkeme için 1952 de İstanbul a geldi.Aşağıdaki resimler Bediüzzaman hazretlerinin 1952 yılında İstanbul'a geldiğinde çekilmiştir.
Abdurrahman Şeref Laç ve Mihri Helav gibi değerli avukatlar savunmada yer aldılar.Mahkeme beraatla neticelendi.Halk,özellikle gençlik,kendisine büyük ilgi gösterdi.Uzun bir ayrılıktan sonra istanbul a,sılaya gelir gibi gelmişti.1953 te Isparta da ikamete başladı.Demokrat parti iktidarının,ezanı asli şekliyle okunmasına imkan vermesi sebebiyle tebrik edip vatan ve millet hizmetinde muvaffakiyet temennisinde bulundu.Ayrıca Risale-i Nur u serbest bırakıp,Ayasofya yıda cami haline irca eden bir mesaj gönderdi.1953 te üç ay İstanbul da kalıp,fethin 500. yıl dönümü kutlamalrına katıldı.1956 da eserleri,talebelerinden bir kaç heyetçe yeni türk harfleriyle yayınlanmaya başladı. 1960 başlarında Ankara ve Konya'ya gitmesi siyasi çevreleri telaşa verince Hükümet, radyodan bildiri yayınlayarak Emirdağ'da ikamet etmesini istedi. İşte o hapishane dışındayken bile -1925 ve 1960 yılları arasında- böyle mahkum muamelesi gördü. Fakat Osman Yüksel'in dediği gibi o 'Mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Ama mahkumken bile hükmediyordu.' 18 Mart 1960'da Emirdağ'dan Isparta'ya oradan da gizlice Urfa'ya gitti (21 Mart) . Bakanlığın a- cele Urfa'yı terketme emrine, Urfa'lı siyasilerve halk karşı koydu. Emri tebliğ eden Emniyet Müdürü'ne: 'Ağır hastayım.Dönecek takatim yok. Zaten buraya ölmeye geldim' dedi. 23 Mart sabaha karşı Kadir Gecesi vefat etti.
Tereke hakimi, saat, cübbe ve yirmi lira tespit edip kardeşine verilmesini hükme bağladı. 24 mart perşembe günü Halilurrahman Dergâhı 1960 gecesi Urfa'nın her tarafı askeri zırhlı birliklerce tutuldu. Saat 01.00'de demir parmaklıklar kesilip varyozlarla mezar yıkıldı. Ceset hiç bozulmamıştı. Sadece kefen biraz sararmıştı. Konya'dan askeri uçakla getirilen kardeşi Abdülmecid Nursî, mezarın naklinde hazır bulundurulmuştu. Onun verdiği bilgiye göre ceset, askeri uçakla geceleyin Afyon askeri havaalanına nakledildi. Oradan da karayoluyla Isparta tarafına götürülüp meçhul bir yere defnedildi. Yirminci asırda devlet yönetimini elinde bulunduranlar tarafından mezarda bile ona yapılan bu muamele, Üstâdın dalâleti ne derece çılgına çevirdiğinin bir göstergesidir. Kadir Mısıroğlu, Sebil dergisinde, 1970'de onu anarken kapak resmi olarak onun resmini koyup altına şu cümleyi yazmıştı: 'Türkiye'de dinsizlerin planını altüst eden adam.' Bu tarihi tespitin doğruluğunun yüzlerce delilinden biri de zalimlerin onun ölüsünden bile korkarak meza- rını bilinmeyen bir yere nakletmeleridir. Ne var ki zalim insanların eliyle kader-i ilahî, onun ihlâslı bir dileğini gerçekleştiriyordu. Bir çok talebesinin yanında söylediği ve yazılı mektupları içinde neşredilen bir sözünde şöyle demişti: ' Benim kabrimi, gayet gizli bir yerde bir-iki talebemden hiç kimse bilmemek lâzım geliyor... Dünyada beni sohbetten meneden bir hakikat, elbette vefa- tımdan sonra da, bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur e- decek.'(Bu hakikat ihlas olup, onu şöhretten, insanların-manevi kabilden dahi olsa-ücretlerin- den menetmektedir.) Vefatından uzun seneler önce 1923'de yazdığı ve yeni harflerle de vefatından beşyıl önce yayınlanan Sözler kitabının sonunda imza kabilinden koyduğu ed-Dâi hatimesinde 1379'da vefat tarihini ve sonra mezarının yıkılacağını ve Asya'da İslâmiyet'in inkişaf edeceğini Allah'ın bildirmesiyle bildirmişti.(Bu satırları yazan Üstad vefât ettiğinde, A.Ü. Hukuk Fakültesi 1.sınıf öğrencisi idin ve o günlerde memleketim olan Ergani'de bulunuyordum. Bediüzzaman'ın vefat haberinin radyodan duyurulduğu gece, ilçenin müftüsü olan babam merhum M. Zeki Yıldırım'ın etrafında geniş bir terâvih cemaati ile çayhanede oturuyorduk.Haber duyulunca babam beni evegöndererek Sözler'i getirmemi söyledi. Getirdim. Üstâd'ın imzam dediği ed-Dâi kıtasını okuduk. / S. Yıldırım /.)
KISACA BAZI FİKİRLERİ ÜSTÂD BEDİÜZZAMAN'ın 'ESKİ' ve 'YENİ SAİD' dönemlerinde yazdığı birçok eserleri var- dır. Türkçe, Arapça ve az miktarda Farsça yazmıştır. Eserleri hacim olarak toplam altı bin sayfa tutmaktadır. Eserlerinde nakle değil, yeni, orijinal fikirlere yer verir. Diğer eserlerde bulunabilecek bilgileri onlara havale edip tekrara gerek duymaz eserlerinin çoğu Kur'ân tefsiri mahiyetindedir. Konuya girerken bir veya daha çok ayetten hareket eder.Fakat eseri, alışılmış lafzî tefsir tarzında değildir. Kur'an hakikatlerinin kuvvetli hüccet- lerini ortaya koyması itibariyle farklı ve önemli bir tefsirdir. Kur'an'ın hidayetini insanlara anlatma işini gerçekleştiren, insanın aklını, nefsini, duygularını ikna eden bir eserdir. Aslında insanların çoğunun, lafzî tefsirlerden çok, bu tür eserlere ihtiyaçları vardır. İnsanlar, muayyen konularda Kur'an'ın insanlığa gösterdiği hidayeti anlamak isterler. Tefsirlerin tamamını okuyacak vakti olan çok az insan vardır. Bu sebeple konulu tefsir, bu asırda yayılmış ve yayılmakta olan bir tefsir türüdür. İşte Risale-i Nur Külliyatı, İslâm'ın temeli ve yirminci asırda en çok hücum edilen kısmı olan iman hakikatlarına dair, akaid esaslarına dair bilgileri, özellikle onlardan kastedilen hidayet, maksad ve neticeler itibariyle tefsir eden konulu örneklerindendir. Bediüzzaaman'ın hayatı boyunca izlediği gayelerden biri de İslâm ehlinin eğitim müessesele- ri olan medrese, mektup vetekkeyi kendilerinden beklenen rolleri yerine getirecek tarzda besleyip mücehhez kılmak idi.Medrese programlarının yeniden düzenlenmesini şart görüyordu.Ona göre tefeyyüz eksikliğinin sebebi, alet derslerinin asıl derslerin yerine geçmiş olması, şerh ve hâşiyelerle fazla meşgul olma ve fen bilimlerinin yokluğu idi. Mektepleri de dinî dersler yönünden beslemek gerekiyordu.Mezunlarının isdihdam yerlerini de düşünmek lâzım gelirdi. İşte böylece her biri, farklı bir tarafa çekip götüren medrese, mektep ve tekke ruhunu birleştirip bunların herbirinden nasibini almış kâmil insan yetiştirme peşinde idi. Bunu 'Medresetü'z-Zehra' adını verdiği üniversiti modelinde görüyordu. İslâm toplumunun üç eğitim kurumu olan medrese, mektep ve tekkenin koordinali çalışmasını istiyordu. Bunların birbirinden kopuk oluşu, her birinden gurur ve taassubu ortaya çıkarıyordu. Halbuki onagö reİslâm binasında, bunların her birinin yeri vardı. 'İslamiyet hariçte temessül etse bir menzili mektep,bir odası medrese, bir köşesi zâviyedir. Salonu ise hepsinin toplandığı yerdir. Biri, diğerinin noksanını tekmil için bir şûra meclisi olarak, nûrânî sağlam sarayı ortaya koyacaktır.' İdealindeki Medresetü'z-Zehra'nın, bu ilahi sarayı temsil etmesini bekliyordu. Özellikle Van, Diyarbakır, Siirt, Bitlis gibi şark vilayetlerinde açılmasına ihtiyaç gördüğü bu okulların, Osmanlı mozayiğini bir arada tutacak harç olacağını ve muhtemel menfi akımlara karşı sed olacağını düşünüyordu. Buna dair yirniden fazla arşiv belgesi vardır. 'Her mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir.Bu zamanda (cihadın) en mühin vesilesi maddeten terakki etmektir.' O güçlü dış düşmanları bile ümitsizliğe değil, gayrete vesile yapıyordu: 'Onlar bizim uyanma- mıza vesiledir. Onlardan fen alacağız. İslâm'ın sulh dini olduğuna inandıracağız. Dinin bürhanları ile ikna edip, İslâm'ın mükemmelliklerini ve güzelliklerini fiillerimizle göstereceğiz.' Bediüzzaman'ın yetiştiği 19. asır, İslâm dünyasının ve bütün dünyanın en sancılı dönemine rastlıyordu.Rönesans sonrası Avrupa'da bilim, kiliseye rağmen gelişince modern bilimin temsil- cileri dine karşı veya en azından dinle ilgisiz materyalist bir istikamette ilerlemiş ve yeni bir ca- hiliye ordusu,güçsüz İslâm dünyası üzerine hücum etmişti.Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ana- dolu, İran Afganistan dışındaki bütün İslâm dünyası, Batı'lılarca sömürgeleştirilmişti. Bu fela- ketlerin sebebini, bazı bilim adamları gibi Besiüzzaman da incelemişti. O, 1909'da yayınladığı programını, daha sonra devam eden elli yıllık hayatı boyunca da incelemiştir. 'Bediüzzaman'ın fihriste-i maksadı ve efkârının programıdır' makalesindeki fikirleri özetle şöyledir: 1-İslâm alemini terakkiye sevk edecek uyanışı sağlamak. 2Müslümanların üç temel eğitim kurumu olan medrese mektep ve tekke arasında uyum sağ- lamak. 3- İlmî çevrelerde hürriyeti tesis etmek. 4- Medreselerde ihtisas şubeleri kurmak. 5- Geniş kitleleri irşad edecek vaiz ve hatiplerin yetiştirilmesini yeni baştan ele almak. 6- Osmanlı toplumunu geliştirmek için en büyük üç düşman olan cehalet, zarûret (yani fakirlik,) ve ihtilâfı yenmek.Bu üç düşmana karşı ma'rifet (bilim ve eğitim) , sanat (endüstri) ittifak silahıyla cihad etmek. 7-Hilâfet makamının ıslâh edilmesi. 8-Osmanlı devletinin dağılıp beylikler haline dönüşmemesi için İttihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi. 9- Milli birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilâfı sebebiyle zayi olan büyük kuvvetlerinden istifade etmek. RİSALE-İ NUR'un ÖZELLİKLERİ Mehmet Akif'in: 'Doğrudan doğruya Kur'an'dan alarak İlhâmı Asrın idrakine anlatmalıyız İslâm'ı.' şeklinde güzelce ifade ettiği özlemi, Bediüzzaman, Risale-i Nur'la kısmen gerçekleştirmiştir. Hadîs-i Şeriflerin de Kur'an'ın tefsiri olduğunu ve ondan ayrı sayılmaması gerçeğini unutmaksızın Bediüzaman, İslâm'ın esas meseleleri ile meşguldür. İsrailiyat, menkıbeler, âdetler yönü ile fazla meşgul olmaz. Risale-i Nur, iman hakikatlerini, akla yaklaştırarak aklî delillerle izah ikna etmeye çalışır.Akla hi- tab ederken kalbi, duyguları ve nafsi ihmal etmez. Bundan dolayı okuyanların nefislerini tezkiye edip ahlâklarını düzeltmesi,Müellif'in, rızâ-yı ilahiden başka bir tesir altında kalmamasından ileri gelir. Risale-i Nur'da Bediüzzaman,mevzuya girerken ona esas teşkil eden, hareket noktası olan ayeti veya ayetleri yazar.Bazen misallerin de yardımıyla ayetin hedefi olan hidayetin aydınlığına ulaştırır ve yazılanın, ilgili ayetin yüzlerce, binlerce inceliklerinden biri olduğunu söyler.Bu arada son asırlarda ortaya çıkan dalâletlerin, batıl felsefî ve ideolojik fikirlerin kötü etkileri izale edilir, adları verilmeksizin, o akımlar, kuvvetli aklî delillerle çürütülür.(İ. K. Salihi, s, 125-129. Onun 'Ehl-i Küfür','Ehli Dalâlet', 'Ehl-i Sefahet' genel isimleriyle kastettiği bâtıl cerayanları, onları tanıyanlar bilir.) Bazen konu, suâl-cevap üslûbuyla verilir.Risale-i nur'un kendine has üslûbu, meş- gul olanlar tarafından hemen farkedilir. Etkisinin sebebi de sorulanın, müellifin nefsinin veya dalâlet temsilcilerinin sorduğu sorulara, dolasıyla umumî derde tercüman olmasından ileri gelir.
Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şöyle denmektedir:
'Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irticai propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı bir mürteci olup ifsad edecek saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır...'
Aynı gazetenin farklı tarihlerdeki haberlerinde ise, 'Dini istismar eden Said Nursi hakkında takibat başladı', 'Said-i Nursi mühimsenecek bir kimse değildir. Maddi ve manevi menfaatler sağlamak amacında olan bir kimsedir' diye tamamen iftiraya dayalı haberler yayınlanmıştır.
Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan, hiçbir malı mülkü bulunmayan, kendi deyimiyle 'kendisini beğenmemeyi kendisine meslek edinen' ve son derece mütevazi bir hayat yaşayan Bediüzzaman'a talebelerinden para elde etmeye çalışmak, liderlik hırsını tatmin etmek gibi asılsız, mantıksız, manasız iftiralar atılmış olmasının tek amacı, bu iftiralarla Bediüzzaman'ı etkisiz ve sözü dinlenmez hale getirmektir.
DELİLİK İFTİRASI Geçmişte yaşamış olan müminlere en çok atılan iftiralardan biri deliliktir. Bediüzzaman Said Nursi de aynı iftira ile karşılaşmıştır.
1908 yılında, yine suni olarak oluşturulan sebeplerle, mahkemeye sevk edilmiş ve mahkemenin görevlendirdiği doktor heyeti kendisine 'akli dengesi bozuk' raporu vermiştir. Daha sonra sevk edildiği akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konuşması sonucunda 'bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.
Bediüzzaman bundan sonra da söz konusu çevrelere ait basında sık sık delilik suçlamasıyla karşılaşmıştır. Din ahlakına düşman bazı çevrelere ait yayınlarda 'Said Nursi tımarhaneye de girip çıkmıştır' gibi aldatıcı yorumlarla, bu büyük İslam alimi halkın gözünde küçültülmeye çalışılmıştır.
Çevresindekileri Kandırarak Saptırdığı İddiası Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de 'İnanç Sömürücüleri' başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında da Kuran'daki inkarcıların 'büyülenmişler' iftirası tekrarlanmış ve 'bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştu' diye yazılmıştır. Görüldüğü gibi bunların tamamı geçmişte yaşayan müminlere yöneltilen iftiraların tamamen aynısıdır. Kuran'da geçmişte yaşamış ve Allah'ın gönderdiği elçilere tabi olmuş müminlerin de 'düşük akıllılık', 'sığ görüşlülük' gibi sözlerle itham edildikleri haber verilmiştir:
Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim? ' derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Bu iftiralarla, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları havası oluşturulmaya çalışılmıştır. Yani Bediüzzaman -tıpkı geçmişteki Müslümanların karşılaştıkları gibi- bir nevi 'büyücülük'le itham edilmiştir.
Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav) 'in sünnetinin rehberliği ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ve bu iftiraları atanlar da aslında bunun böyle olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu iftiraların hiçbiri Bediüzzaman'a ve yanındaki Müslümanlara bir zarar verememiş; aksine baştan beri üzerinde durduğumuz gibi bu olaylar karşısında gösterdikleri sabır ve tevekkül onların manevi olgunluğunun, ahiretteki derecelerinin artmasına vesile olmuştur.
Dini Sapkınlık İftirası
Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de sözde bu sapkın dini telkin ettiği yönündedir. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav) 'in sünnete uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki provokasyonların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.
Ancak inkarcı kesimin bu iftirası da bir işe yaramamıştır. Çünkü Bediüzzaman'a karşı ortaya atılan bu 'sapkınlık' iddiasının, Hz. Nuh'a '... gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz' (Araf Suresi, 60) diyen inkarcıların iftiralarının bir benzeri olduğunu akıl ve vicdan sahibi Müslümanlar açıkça görmüşlerdir.
Bediüzzaman'ın, Kendisine Atılan İftiralar Karşısındaki Tavrı Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini şöyle anlatmıştır:
Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: 'Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. (Lemalar, s. 244)
meyveli ağacı taşlarlar misali hakkında oldukça çok atıp tutulan, özellikle kürt kökenli olmasından dolayı ayrıca bir saldırı hedefi haline gelen ama söylenilenlerin aksine asla milliyetçilik yapmamış olan, bütün insanların Adem'den, Adem'in ise topraktan geldiği bilincine sahip olan mütefekkir, alim, mana insanı....
1905 te istanbulda yazdığı kitapta 'ey asurilerin ve babillerin aslan savaşçısı kürtler 4000 yıldır uyuyorsunuz ayağa kalkın' diyen, risalelerinin kendisine 'yazdırıldığını' ifade eden, radyonun içinde cinlerin olduğunu söyleyen, bugün talebelerinin çok sevdiklerini söyledikleri sultan 2. Abdulhamit tarafından 'kürtçe' eğitim yapan okul açmak istemesi üzerine tımarhaneye atılan ve sultan abdülhamitten intikamını 31 mart vakasını organize ederek alan ama bugünlerde ülkemizde veli kişi gösterilen kürt said.
bir kere nursi yi zorla yapıştırmışlar said-i kürdi dir o... hatta ki vakti zamanında istanbula gelip kürt bölgesi için medrese istemesi yüzünden tımarhaneye de atılmıştır...
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ alim, dinine bağlı,Allah (cc) rızasını,hoşnutluğunu herşeyin üstünde tutan gerçek,harika bir rehber,yol gösterici(Allah ın rızası yolunu) Karanlıkları aydınlatan bir kandil Kışta açan çiçek...
Üstâd Bediüzzamân Said Nursî hakkında M.Fethullah Gülen Hocaefendi'den alıntılar:
'Dehâ için intihap yoktur' derler; yani dehâ sahibi 'şunu yapayım, şunu yapmayayım' demez; 'şunu yapmak yararlı, şu da zararlı' diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terkedileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir saika ve şaika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zahirî, bâtınî, rûhî, içtimâî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bediüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk deha solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur.
Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır.
O, bütün ömrünü, Kitap ve Sünnet'in gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber, hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama katiyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep alâyişten uzak kalmaya çalışmıştır.
Akılların Batı düşüncesine kapıldığı ve hızla Sünnet'in inkârına gidildiği bir devrede Bediüzzaman'ın mucizeleri ele alması ve inkârı kabil olmayacak bir seviyede izah ve ispat etmesi, -her işinde olduğu gibi- tektir, orijinaldir, şükran ve minnete lâyıktır.
Evet, Bediüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze gelindiği, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. Bu manada feleğin kemer bağladığı yüzlerce dava adamı vardır. Aylar güneşler hep onların bezmine ve hikmet dersine koşmuştur. Devr-i Saadet'ten sonrası taksimde, hissemize en çelimlisi ve çalımlısı düştü. Bulanlar buldu, bilenler bildi. Bilmem ki biz tanıyabildik mi?
Bakın asrın ruh ve beyin mimarına; o bir taraftan ümit-şiken olmamak ve mübtedilerin kapıdan girmelerini sağlamak için 'Takva; ferâizi yerine getirmek, kebâiri terketmektir' derken, öte taraftan da 'Her nur talebesinin bir ölçüde azamî takvayı, azamî zühdü, azamî velâyeti, azamî ihlâsı yakalama cehdi olmalıdır' der. Yani, ilki bu işin asgarîsidir, hedef ise azamîyi yakalamaktır.
Bediüzzaman'ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir. O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir. Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye'nin de bir müfessiridir. O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.
Eğer Sa'd b. Muaz'ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî'ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, 'Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım.' der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime 'Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın.' dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman'dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, 'Üstadım' der yanına sokulur. Ve ardından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu'lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti. Bir hayat boyu 'garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem..' demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.
Hiçbirimiz, Üstad'dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikati anlatma, i'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir. Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Tabii dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.
M.Fethullah Gülen, Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1994, Sayı 26
said nursi risale-i nur kitabının hergün mutlaka okunması gerektiğini soylemeyip,Kuran-ı Kerim'i hergün okuyun deseydi belki nurcu olurdum. biraz araştırdığınızda Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin sadece Kuran-ı Kerim'i öğrenmek isteyenler için 7 sayfalık cüz yazdığını görürsünüz.başka bi eseri yoktur.çünkü çizdiği yoldan gidenlerin,yazdığı kitabı Kuran-ı Kerim'den üstün tutacaklarından korkmuştur.bu cüzün 7 sayfa olması ve diyanetin 30 küsür sayfalık cüzlerinden daha kesin sonuçlar vermesi yazanın ne kadar usta olduğunu gösterir. hergün risale-i nur okuyan ama Kuran-ı Kerim'i daha seyrek zamanlarda okuyan nurcu kardeşlerim bu konu üzerinde iyice düşünsünler.
Bedîüzzaman Hazretleri’nin doğduğunda, etrafına mânâlı mânâlı baktığını, fakat hiç ağlamadığını…
- Hz. Üstadın babası Mirza Efendinin, ekin tarlalarından geçerken başkasının tarlasından yemesinler diye öküzlerinin ağzını bağlayacak kadar takva sahibi bir zat olduğunu, Annesi Nuriye Hanımın da, teheccüd namazlarını geçirmeyen ve Hz. Üstadı hiç abdestsiz emzirmeyen, sâliha bir kadın olduğunu…
- Hz.Üstadın göbek adının Rızâ olduğunu, Babasının adının Mirzâ, annesinin adının Nûriye olduğunu…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin dedelerinin Isparta’dan gittiğini. Dedesinin ismi Ali, onun babası Hızır, Onun babası Mirza Halid onun babasının da Mirza Reşan olduğunu…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin üç erkek, üç kız kardeşi olduğunu, yaş sırasına göre kardeşleri Dürriye, Hanım, Abdullah, Mehmed, Abdülmecid ve Mercan olduğunu…
- Hz. Üstadın babası Sofi Mirza’nın, kız erkek ayırımı yapmaksızın bütün çocuklarını okuttuğunu, bu sebeple çocuklarının hepsinin âlim olduğunu…
- Hz. Üstadın kardeşlerinden Dürriyye Hanımın, Birinci Cihan Harbinden önce Nurs deresine düşüp boğularak şehid olduğunu, oğlu ve Hz. Üstadın da talebesi olan Ubeyd’in de Rus Harbinde şehit düştüğünü…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin, dokuz yaşından sonra validesinin şefkatli sinesinden mahrum olarak büyüdüğünü…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin etrafındaki ahalinin Nakşî tarikatına bağlı olduğunu, kendisinin ise, akrabalarına ve umum ahaliye muhalif olarak, Kadirî tarikatına bağlı olduğuğunu, “Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, 'Ya Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim şu şeyimi buldur.” dediğini…
- Hz. Üstada ilk olarak Bedîüzzaman lakabını veren zatın, Siirt’te bir medrese hocası olan Molla Fethullah olduğunu, Hz. Üstadı, Bedîüzzaman Hemedani’ye benzeterek bu lakabı verdiğini…
- Hz. Üstadın, Siirt’in Tillo kasabasında, Arapça bir lügat olan Kamus-u Okyanus’u “sin” harfine kadar ezberlediğini, seksen-doksan cild kitabı da üç ayda bir ezberden tekrarladığını…
- Bedîüzzaman Hazretlerinin, “Hayatımda iki şeyi bilmiyorum: korkmak ve unutmak! ” dediğini hatta herkesin gündüz geçmekten korktukları yerlerden onun yalnız geçtiğini, talebelik yıllarında Mardin’deki Ulu Caminin şerefesindeki 4cm genişliğindeki demir korkulukların üzerine çıkıp, iki kollarını yanlara açarak dolaştığını…
- Hz. Üstadın, iki minare yüksekliğindeki, Van kalesinin tepesinde iken ayağının kaydığını, aşağı doğru düşerken, ağzından çıkan tek sözün, 'Eyvah! Davam' olduğunu. Kendi ifadesiyle, “gaybî bir el” tarafından itilerek, 3 metrelik bir kavis çizerek, aşağıdaki mağaranın kapısına düştüğünü...
- Hz. Üstadı, 2 Musevi, 1 Rum, 1 Ermeni, 1’de Türk doktorundan rapor alarak, 'Toptaşı tımarhanesi'ne koyduklarını, tımarhanenin en yetkili doktorunun, “ Eğer Bedîüzzaman da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” şeklinde bir rapor hazırladığını…
- Bedîüzzaman Hazretlerinin, 500 talebesiyle birlikte, Birinci Cihan Harbine iştirak edip, Ruslarla savaştığını ve bütün talebelerini şehit verip, kendisinin de bir ayağı kırık ve 3 yerinden yaralı olduğu halde, şiddetli soğukta 36 saat su içerisinde kaldıktan sonra Ruslara esir düştüğünü…
- Hz. Üstadın bu harp esnasında, cephede, kurşunların altında, “İşarat’ül İcaz” gibi çok ilmî bir eseri, Arapça olarak kâtibi Molla Habibe yazdırdığını. Bu eserin, esaretten sonra, kâğıdını bizzat Enver Paşa temin ederek neşredildiğini…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin, Rusya’nın kuzeyindeki Kosturma’dan 2,5 senelik esaretten sonra firar ettiğini, önce Petersburg’a, oradan Varşova’ya, oradan da Viyana’ya geçip, Sofya üzerinden İstanbul’a geldiğini. Bu seyahatte, kendisine Abdulkadir-i Geylani hazretlerinin imdat ettiğini…
- Hz. Üstadın esaretten sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda “Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve “Şemme” adlı risalelerini yazıp yayınladığını...
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin, esaretten döndükten sonra Dar-ül Hikmet-il İslamiye’yede aza olarak çalıştığını. Dört sene üç aylık azalık döneminde biriktirdiği para ile, hiç kimseden zekât, sadaka, hediye almadan ahir ömrünü geçirdiğini …
- İstanbul Hahambaşısı Selanik Mebusu Yahudi Emenuel Karasso’nun Hz. Üstad ile bir görüşme yaptığını, Karasso’nun görüşmeyi yarıda bırakarak “Eğer biraz daha yanında kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecekti” diyerek, mağlubiyetini hayret ve telaşla izhar ettiğini…
- Hz. Üstadın, İngilizler başta olmak üzere, bütün Anadolu İşgalcilerine karşı, İslâm’ın izzet ve şerefini haykıran, 'Hutuvat-ı Sitte' adlı bir eser yazarak mücadele ettiğini. Bu eseri gören işgal kuvvetleri kumandanının çok hiddetlenip, Üstadın, idam kararıyla vücudunun ortadan kaldırılmasını istediğini…
- Bedîüzzaman Hazretleri’nin, İstanbul’da ayaklanmış 20 bine yakın hamalı, bir nutkuyla yatıştırıp, onların devlete karşı bağlılıklarını sağladığını. Ayrıca, subaylarına isyan eden 8 tabur askeri yaptığı tesirli konuşmalarıyla komutanlarına itaate sevk ettiğini…
- Hz. Üstadı, İstanbul’daki vatan ve millet için yaptığı hizmetlerini yakinen takip eden Ankara hükümetinin ısrarla Ankara’ya davet ettiklerini. Ankara’ya gittiğinde ise, kendisine mecliste hoş geldin merasimi yapıldığı…
- Bütün mevcudiyetini vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslam ve beşerin ebedi refah ve saadeti uğruna feda eden Hz. Üstadı, karşılığında 19 kez zehirlediklerini, 28 yıl hapse mahkûm ettiklerini ve memleket memleket sürgünlere gönderdiklerini…
- Hz. Üstadın, gerek yaşı küçük olduğundan, gerekse kendine icazet verecek âlim bulunmadığından dolayı, icazetin göstergesi olan cübbeyi giyemediğini. Mevlana Halid-i Bağdadî Hazretlerinin, Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden gelen Asiye isimli mübarek bir hanım ile, bir asır evvelinden, müceddidlik alameti olan kendi cübbesini Hz. Üstada göndererek, manen icazet verdiğini…
- Risale-i Nurların telifinin1926’da Barla’da, 10. söz ile başladığını ve 23 yılda tamamlandığını…
- Hz. Üstadın, 23 Mart 1960 yılında Urfa’da vefat ettiğini, 3,5 ay sonra dergâhtaki kabrinin yıkılıp, mübarek naşının bilinmeyen bir yere götürüldüğünü ve hala kabrinin bilinmediğini…
... biliyor muydunuz?
Allah'ı insanlarda içinde arıyacak kadar küçük olan insanlar hakkında tarikat kurup metiyeler düzmüşlerdir.Kendisi'nin harika bir Din adamı olduğu söyleniyor o başka mesele.
Antoloji Bediüzzaman Grubu:
http://gruplar.antoloji.com/bediuzzaman
http://www.antoloji.com/grup/bediuzzaman
büyük islam alimi.kuran tefsirleri meşhurdur.kitleleri etkilemiş kişi.evliya.ümmetci.mükemmel insan.
Doğuyu ve batıyı kendine hürmetkar kılan deha.
bediüzzaman başka bi kişi
onun kıymetini bilmeliyiz ve eserlerini okumalıyız
inşallah ben de bi nur talabesi mertebesine yükselirim
üstadımız mükemmel bir kişilik henüz onu 1 aydır tanıdım ama inanın mükemmel bir insan
Hayat bahşeden soluklardan bir tanesi.Onun için ne yazsak az.Onu en çok dava adamı olduğu için seviyorum.Ve davasına son derece sadık kaldığı için.Kısacası AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ GÖRÜNÜR RÜTBE-İ AKLI ESERİNDE.Onu tanımak isteyen kimsenin o şucu o bucu lafına bakmasın sadece eserlerini okusun.Zaten o kendini eserlerinde net bir şekilde anlatıyor.
hangi guzel sozleri soylesem aceba? Bilmiyorum,,
tum guzellikleri, guzelleri, guzel sozleri,, alin,, birbirine 1000, kere carpin,, ve sonuc kelime, onu azda olsa belki anlatir,,,
(biraz karisik olabilir, o gibi zâtlardan bahsetmek icin, sanki bu dunyada onlarin tarifeleri yok ya da eksik,, bulamiyorum,,)
aklimin yettigi kadariyla ve kendi acizane dilimle,,, SENI COK SEVIYORUM USTADIM! ! !
*Atatürk diyor ki:
'Ben gerçeğin aşığıyım! ..O gerçek benim aleyhimde olsa bile...'
Ben sizlere şunu sormak isterim! ..Said Nursi ve Fethullah Gülen acaba Hiroşima ile Nagazaki hakkında insanlık adına ne söylemişlerdir...*
'Görmediğime inanmam diyenlerin akılları gözlerine inmiştir; göz ise maneviyatta kördür.' Üstadın anlayana çook şey anlatan güzel bi sözü...
Kimden: Hazret-i Ahmed FARUKİ -K.S.- (Bay, 34)
Kime: Grup: ALEVİ Uyan...MEHDİ Geldi...
Tarih: 3.7.2007 16:26 (GMT +2:00)
Konu: Mehdi şöyle söyledi! ..
'Ne zaman Bediüzzaman Said Nursi'den ve onun sözde Kur'an tefsiri kabul edilen Risale-i Nurlardan bahsedilse benim hemen aklıma Bakara suresi:79.ayet-i kerimesi gelir...Ve hiç kimse bu adamın İmam-ı Gazali'nin,Muhyiddin İbnu'l Arabi'nin,Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin,ve son olarakta yüksek marifet sahibi İmam-ı Rabbani'nin kötü birer taklitçisi olduğunu anlıyamaz...Doğrusu ben bu yüksek marifetle bunları çok rahatlıkla anlamaktayım...'
Ve Hazret-i Mehdi'nin bahsettiği malum ayet-i kerimeyi sizlerle paylaşıyoruz...Allah hepimize hidayet nasip etsin...
Bakara suresi:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
79. Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap'ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, 'İşte bu, Allah katındandır! ' derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden! ..(Sadakallahül Azim...)
MEHDİ DEVAM ETTİ VE ŞÖYLE SÖYLEDİ:
\'SÖZDE BEDİÜZZAMAN OLDUĞU SÖYLENEN SAİD NURSİ (KÜRDİ) VE SÖZDE HATEMÜ\'L EVLİYA OLDUĞU SÖYLENEN ÖMER ÖNGÜT OLMAK ÜZERE HER İKİSİ ASLINDA HAZRET-İ AHMED FARUKİ SERHENDİ İMAM-I RABBANİ MÜCEDDİD-İ ELF-İ SANİ KUDDİSE SİRREHÜL AZİZ\'İN BASİT ASALAKLARIDIR...VE SÖZDE ZAMANIN MÜCDEHİDİ OLDUĞU SÖYLENEN FETHULLAH GÜLEN VE HARUN YAHYA MÜSTEAR İSMİYLE ZİKREDİLEN ADNAN OKTAR OLMAK ÜZERE HER İKİSİDE ASLINDA SAİD NURSİNİN PİS PARAZİTLERİDİRLER... MÜJDELİ HABERLE BİLDİRİLDİ Kİ; MEHDİ FARUKA MERHAMET EDER...BU FARUĞUN KİM OLDUĞU KONUSUNDA MEHDİ DÜŞÜNMÜŞ ÖNCE BU KİMSENİN PROF.DR.FARUK BEŞER OLDUĞU SANILMIŞ FAKAT İLİMDE DERİNLEŞİP MESELE DAHA DERİNLERE İNİNCE BU KİMSENİN ASLINSA (SILA) İSMİ İLE HADİSLE MÜJDELENMİŞ OLAN HAZRET-İ AHMED FARUKİ OLDUĞU MEHDİ TARAFINDAN KESİN OLARAK SAPTANMIŞTIR...
\'HER ŞEY ALLAH İÇİN VE İSLAM\'IN HÜRRİYETİ İÇİN...\'
******HÜR İSLAM HALK HAREKETİ******
___________________________
BAKİ GERÇEKLER DEMİNE HU DOST ALLAH EYVALLAH...
GERÇEĞE HU MÜ'MİNE YA ALİ YA MEHDİ SAHİB-İ ZAMAN...
Bu mesaja cevap yazmak için tıklayın
Bu mesaja yazılan cevaplar:
seyid_bilal (rumuz)
Allah yolunda cihad eden insanlara sövmeyin...sonra ateş size dokunur...
haddinizi aşmayın...zira Allah haddi aşanları sevmez....
size ne oluyor ki, kendi ayıplarınız dururken, Allahın sevgili kullarını tenkid ediyor ve onları incitiyorsunuz...
ateşe girmek için; Allahın sevgili kullarını tekfir etmek yeterlidir...
yalan yere iftira eden, bizden değildir...
mümin kullara buğz eden, bizden değildir...
kalbinde zerre miktar kibir bulunan cennete giremez..
..........
Allah seni ıslah etsin... dilin uzun, kalbin bozuk, aklın kısa, edebin noksan, saplantıların acınacak halde, tevbe etmezsen büyük bir mesuliyettesin...
sana acıyorum... sözlerine müşteri bulamayınca, din adına bişeyler yapmaya çalışanları eleştirmeyi maharet zannediyorsun...senin islamiyetten nasibin bu kadar...
senin için üzülüyoruz... zira tevbe etmezsen, pişman olacaksın... hem de; nedameti şerrun...yevmel ahirah...sırrınca, en büyük pişmanlık olan, ahiretteki şerli pişmanlıkla karşı karşıya kalacaksın... kork! cenab-ı hakkın ateşinden....
beyinakademisi (rumuz)
*Ahmed Faruki hazretlerini ismini kullanarak müslümanların arasına nifak sokmaya çalıştığın için,
*Kendini ya da bağlandığın birisini 'mehdi' diye insanlara yutturmaya çalıştığın için,
*Bediüzzaman Said Nursi'nin 'Risale-i Nur' isimli eserini okumadan, ön yargılı bir şekilde hakaret ettiğin için...
*M. Fetullah Gülen ve Harun Yahya'nın yaptığı hizmetleri göremeyecek kadar kör olan kalp ve kafa gözlerinizin bulanık bakışlarından südûr eden şaşılık hezeyanıyla insanların başını ağrıttığınız için,
SİZİ MERHAMETİ SONSUZ ALLAH'A HAVALE EDİYORUM.
ALLAH SİZE LAYIK OLDUĞUNUZ GİBİ DAVRANSIN...
EĞER HİDAYETİNİZ HAYIRLI İSE HİDAYET VERSİN.
YOK HELAKETİNİZ HAYIRLIYSA O DA ALLAH'IN TAKDİRİ...BİRŞEY DİYEMEYİZ.
erk@m (rumuz)
akıl yetmezliği, belahet, denilik, ukalalık, haddini aşmak, Allahın ayetlerini çarpıtmak, din adına kendi ihtiraslarını beyan etmek, samimiyetsizlik, yalancılık, riyakarlık, maddi menfaat, hubb-u cah, şöhret-perestlik, gurur, kibir, öfke, nefret, keşmakeşlik, nasipsizlik, edepsizlik, terbiyeden nasibi olmamak ve daha sayabileceğim bir sürü adi hasleti sizin yazınızda ve sizde görmek mümkün...
....
Allah selamet versin....
€F|@tunSu|T@n (rumuz)
Sen bu yazıyı islamın hürriyeti için yazdıysan ben de ne olayım. Bir kere hangi hakla Said Nursi'ye hakaret ediyorsun? Düşünceni insan gibi açıklayamıyor musun? Bir de hangi akla hizmet o ayeti Said Nursi'ye layık görüyorsun? Galiba sen Said Nursi'nin ömrünün yarısını hapishanelerde geçirdiğini ve o kitaplarıda kibrit kutularının üstüne yazdığını bilmiyorsun. O kibrit kutularının üzerine yazılan kitapları, onun öğrencileri tek tek elle yazarak çoğaltıp bu günlere getirdiler, sen o ayetle Said Nursi'nin sağlayacağı hangi çıkardan bahsediyorsun be? Yahu adam davası uğruna evlenmedi bile, bırak evlenmeyi, bir gün adam gibi bir insan yatağına uzanıp rahatça uyumadı bile. Sen neye dayanarak, onun hangi sözlerini örnek göstererek, hangi hareketine vurgu yaparak bunları söylüyorsun? Sıkıysa cevap versene, bir tane adam akıllı 'delil' gösterip insanların biraz da 'mantıklarını' tatmin etmeye çalışsana. Böyle deli saçması laflara karnımız tok ciğerim.
_TAKLAMAKAN_ (rumuz)
Biri birinin asalağı ve o asalakların parazitleri ve o parazitlerin tufeylileri.
güzeldi kardeşim.
bunların hakkından siz geleceksiniz.
bizi dinlemiyorlar.
asii_melek (rumuz)
ya sen kendini mehdimi sanıyosun? saçmalamayı bırak artık lütfen.mehdi; kelime olarak arapça he-de-ye kökünden ismi mef'ul olup hidayete ermiş; hidayet bulmuş kişi anlamını taşır.ama sen gördüğüm kadarıyla hidayete ermek yerine dalalete düşmüşsün.said nursi çok büyük bir zattır.Kendini Kuran hizmetine adamıştır.we zaten divan-ı salihinde ona kitap yazmak görewi werilmiştir.Mehdinin ismi faruk olması konusunda bişe diyemem çünkü; künyesi Ebü'l Faruktur..Mehdi konusunda sana daha çok şey söylemek isterdim; düştüğün bu durumdan kurtul diye.ne yazıkki şimdilik sadece bunları söyleyebilirim.ama sen mehdi deilsin..RABBİM tezzamanda sana hidayet kapılarını açsın..we töwbe kapıları kapanmadan töwbe etmeyi nasip etsin inşallah..yoksa ALLAH korusun bu sapık fikrinle kaybedenlerden olacaksın..Bende bir İmamı Rabbani ewladı olarak hidayete kawuşmanı tüm kalbimle diliyorum..
**ENE*L-MEHDİ** (rumuz)
Mehdi merak etti...! ! ! ...Diyor ki; bu kızı sevdim...Benim hakkımda daha başka neler söyleyebilirmiş acaba...Ama ben ona nasıl hidayete erdiğimi 'kendini tanıtmak için yazdığı not' bölümünde yazdıklarımı okusun ve bana bühtan etmesin diyorum...Ve bu vesileyle birde bize biat ederse hiçde fena olmaz...En azından ilk biat edenler sırasında yer alır, buda kendisine bir iffet ve haysiyet kazandırır...Allah iyiliğini ve güzelliğini artırsın...İffetini ve haysiyetini ona bağışlasın...Amin Sadakallahül Azim...
Zikr-i hakikatimizdir...! ! ! ...
______________________
Baki Gerçekler Demine Hu Dost Allah Eyvallah...
Gerçeğe Hu Mü'mine Ya Ali Ya Mehdi Sahib-i zaman...
Bediüzzaman Hazretlerinin o devirleri ne güzel bir saâdet devri idi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmek idi. O bir iman âbidesi ve nümunesi idi.
Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.
O öyle bir zât-ı âlîdir ki, Allah-u Teâlâ onu zâhirî ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarından idi. Nur saçan kandildi, etrafını nurlandırdı. Daima nur saçtı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine gönülden bağlı idi, istikametten ayrılmadı. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda yürüdü, bununla mücadele etti. Her cefâya katlandı ve fakat bu cefâlar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı. Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı, dinde imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Etrafı da öyle idi. Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler imanlarını vermediler. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.
Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.
İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibi idi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Dünyaya aslâ meyil ve iltifat etmedi. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi.
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu iman ile küfür arasındaki berzaha daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi.
Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nur kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor! ” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.
İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.
Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.
1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Bir çok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.
Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. “O abi, o abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri bir çok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Uyanlara “Nurcu”, ayrılanlara “Narcı” denilmesi bundandır.
•
Fethullah Gülen’in önceki halini ve tedrisatını biliyorum. Mütevazi bir hayatı vardı, kanaatkârdı. Dünyaya hiç meyletmez ve ehemmiyet vermezdi. Tedrisat ile meşguldü. Bediüzzaman Hazretlerinin temiz feyiz akışlarını bir kaç hocaefendi ile yürütüyorlardı. Ve fakat Bediüzzaman Hazretlerinin yalnız zâhirî yolunu takip ediyorlar, o yolda da fidan yetiştiriyorlardı.
İzmir’de Akyazılı vakfı kuruldu. Bunlar bir kaç arkadaş idiler. Çocukları İslâmî bir terbiye ile, ibadet ve taat ile yetiştirmeye çalışıyorlardı. Bu duruma İzmir’e gittiğimde bizzat şâhit olmuştum. Talebelerin hepsi namaz kılıyordu, bu gençlere teheccüd namazı dahi kıldırıyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi, veli kulu olan Bediüzzaman Hazretlerinin izini takip ediyorlar, zâhirî yolda yürüyorlardı.
O zamanlar dâima derdik ki: “Bâtınî yolunu da ele alsalardı, o feyiz ve bereket ile hayat-ı hakikiye nâil olurlardı.” Zira ancak mânevî aşı ile ehil meyve verir. Böyle bir seyyiat zamanında mânevî destek ve feyiz olmadıkça yürümek çok güçtür, âdeta mümkün değildir, bunun için de fidanların aşılanması şarttır.
•
İşte bu aşı olmadığı içindir ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sindeki emr-i ilâhî’yi yavaş yavaş kenara ittiler, gizli ve âşikâr para toplamaya başladılar, her emr-i ilâhî’yi unuttular. Aynı zamanda o büyük mürşidin izinden de ayrıldılar.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların da kalplerini çevirdi.
Nam, şöhret, makam ve menfaatın yanında, başta madde geliyordu. Haram girince imanları tamamen gitti. Ve artık Allah-u Teâlâ bütün ulviyattan soydu onları. Bütün iman güzelliklerinden mahrum oldular.
(bakınız: fethullah gülen, istanbul, dost, hayat, zaman, para, büyü, güzel, dünya, muhammed)
Hakikat sitesinden alinmistir
osman yüksel serdengeçti'nin mabedsiz şehir isimli kitabından:
said nursi ve talebeleri. bunların derneği yoktur. lokali yoktur. yeri yoktur. yurdu yoktur. partisi, patırtısı, nutku, alâyişi, nümayişi yoktur. bu bilinmezlerin, görünmezlerin, kimselerin ermişlerin, kendini büyük bir davaya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.
***
niçin sokrat bu kadar büyüktür? bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? said nursi en az bir sokrat'tır. fakat islâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. onlara göre büyük olabilmek için ecnebi olmak gerek.
ümit dolu konuşmaları yüzünden hayalcilikle suçlanmış insan. bir vakit yine, milletimizin geleceğinin ne kadar parlak olduğunu anlatmaya çalışırken karşısındakilerin onu anlamayan ve küçümseyen tavırlarından sıkılmış ve zamanının ötesine, belki de zamanımızın ötesine şöyle seslenmişti:
'(...) işte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum ve müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
ey üç yüz sene sonraki asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane* nurun sözünü dinleyen ve gizli bir gözle bizi dinleyen saidler, hamzalar, osmanlar, tahirler, yusuflar, ahmetler, vesaireler! sizlere hitap ediyorum, şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa* baharda geleceksiniz. şimdi atılan nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır.
biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve horhor toprağının kapıcısı olan kalenin* başına takınız. kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. mezarımızdan 'henîen leküm! '* sadâsını işiteceksiniz.'
enver paşa'nın emriyle kurduğu,gönüllülerden oluşan 4000 kişilik milis alayı ile birlikte ruslara karşı bitlisi savunurken, kırık bacağı ve üç kurşun yarası ile esir düşmüştür. hem din adamı hemde asker! ayağı çizmeli, beli kamalı, eli kırbaçlı; sert adımlarla yürüyen, sağa sola emirler yağdıran, at mahmuzlayan, odası silah ve kitap dolu bir hoca...
st. petersburg'un güney batısında bulunan kosturma'- daki esir kampında bulunduğu sırada,kafkas komutanı, rus çarı'nın dayısı nikola nikolaviç kampı teftişe gelir.herkez ayağa kalkar nikola içeri girince lakin bediüzzaman said nursi hiç istifini bozmaz.nikola küplere biner.sebebi sorulduğunda 'benim inancım budur'şeklinde cevap verir.akabinde kurulan mahkemede rus ordusuna hakaretten idama mahkum edilir.fakat daha sonra hareketin gerçekten hakaret amacı taşımadığı,sözünde samimi olduğuna kanaat getirilir ve idamı gerçekleşmez.daha sonra esir kampından kaçarak binbir çile ile avrupa üzerinden memlekete döner.
bediüzzaman said nursinin naaşının çöp arabası ile nakline gelince;
olmadı...
ingiliz istanbulu işgal etmiş,mustafa kemal anadoluyu örgütlerken,bu milli hareket aleyhine fetva çıkartan dönemin şehhülisamına karşı 'fetva geçersizdir'diye fetva yayımlayan,zamanın bedisinin naaşını çöp arabası ile taşımak...
yakışık almadı.
bediüzzaman said nursi öyle iyi ve fedakar bir insanki onun şu sözlerinden bunu rahatlıkla anlayabiliyoruz:'25 milyonlu miletimin imanını selamette görsem cehennemlerde yatmaya razıyım'
Bediüzzaman Said Nursi,1873 te Bitlis in Hizan ilçesine bağlı İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğdu. Babasının adı Mirza,annesinin Nuriyedir.Ağabeyi Molla Abdullah'ın ilim tahsil etmesinin kendisine kazandırdığı itibara imrenerek 9 yaşında Tağ köyünde Muhammet Emin Efendi'nin medresesinde(alttaki resim) öğrenime başladıysa da çok geçmeden Nurs'a döndü ve haftada bir gün gelen ağabeyinden temel bilgileri öğrenmekle tahsilini devam ettirdi. Öğreniminin en verimli safhası, 15 yaşındayken 1888'de Muhammet celalî'den ders aldığı üç aylık devredir. O zattan Molla Cami'den nihayete kadar, ortalama on yılda okutulan bütün metinleri üç ayda okuyup diploma aldı. Kitaplardan sadece anahtar bilgileri öğreniyordu.alet ilimlerini kapsayan bu Öğrenimin ardından,sıcaktan kavrulmuş toprağın suyu yutması gibi temel ilimlere yöneldi. Usûl'den Cem'ül-cevâmi, Kelâm'dan Şerhül-Mevâkıf gibi ağır metinlerden günde ortalama iki yüz sayfalık bir kısmı anlayarak okuyordu.Bu sıralarda Şirvandaki ağabeyinin yanına gittiğinde icâzet aldığını söyleyince o inanmamış, sıkı bir sınamadan sonra küçük kardeşinin kendisini geçtiğini görerek talebelerinden gizlice ondan ders almaya başlamıştı.
Siirt'teMolla Fethullah da imtihan sonucunda durumunu tespit etmiş, yanında bulunduğu bir hafta içinde, günde bir-iki saatlik meşguliyetle Sübkî'nin Usûl-i Fıkh'a dair Cem'ül Cevâmi eserini ezberlediğini görünce 'zeka ile hafıza kuvvetinin ifrat derecede bir kimsede bir araya gelmesi nadirdir' deyip hayretini belirtti ve kitabına şu cümleyi yazdı (Cem'ul Cevâmi Kitabının tamamını bir haftada ezberlemiştir.) sonunda ünü, Siirt, Bitlis gibi bölge valilerinin, O'nu korumaya mecbur kalacakları boyutlara vardı.
Tillo'da Kubbeyi Hasiye türbesinde inzivada Kamus'u Muhit'i ezberlerken bir gece Abdülkadir Geylâni'yi rüyasında görür. 'Git Miran aşireti reisi Mustafa Paşa'yı hidâyete davet et; zulümden vazgeçip namaza, emr'i ma'rûfa başlasın der' Molla Said, derhal Miran aşiretine doğru Tillo'dan hareket eder. Büyük bir cesaretle tebliğini yapar. Paşa,onu öldürmeye kalkar fakat sonunda yola gelir. Bir süre Mardin'de ikamet eden Molla Said, çok genç yaşta içtimayî ve siyasî hadiselerle ilgilenmeye başlar. Kendisinden endişelenen Mardin mutasarrıfı onu, muhafızlarla kelepçeli olarak Bitlis Valiliğine sevk ettirir. Namaz kılmak için kelepçelerinin çözülmesini ister. Jandarmalar kabul etmeyince kendisi açar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içnde kalırlar; özür dileyip her türlü hizmete amade olduklarını söylerler. İleriki yıllarda Bediüzzaman'a; 'kelepçeleri nasıl açtın? ' diye sorulunca 'Bende bilmiyorum, olsa olsa namazın kerametidir'diye cevap vermiştir. Bitlis'te vali ile bazı memurların
içki alemi yaptıklarını öğrenince emr-i maruf yapar. Önce hiddetlenen vali, az
sonra onu geri çağırtarak, 'Herkesin bir üstadı vardır. Artık benim de üstadım
sensin der.' Der. İşbu Vali Ömer Paşa ona sarayında yer ayırır, ısrarla iki
sene misafir eder, kızı ile evlendirme isteğini Bediüzzaman kabul etmez. Birgün
meşhur şeyhlerden Muhammet Küfrevî'nin kendisine bedua ettiğini işitince onu
ziyaret eder. Küfrevi hazretleri kendisine iltifat edip teberrüken ders verir.
Said'in bir hocadan okuduğu en son ders budur. Böylece o haberin asılsız olduğu
da ortaya çıkmıştır. Van Valisi Hasan Paşa'nın daveti üzerine 1893'te 15 yıl
sürecek olan Van ikametini başlar. Burada öğretim ve irşad hizmetini yaparken
hükûmet görevlileri ve muallimlerle de temasta bulunur; geleneksel ve Kelâm
ilminin, islam akâidini yeni dünya şartları karşısında açıklamaya yetmediği
kanaatine vardı ve fen bilimlerini öğrenmeye koyuldu. Coğrafya, matematik,
fizik,kimya, jeoloji, astronomi, biyoloji, tarih ve felsefe'ye dair kitapları, o
ilimlerin uzmanlarıyla konuşacak derecede öğrendi. Molla Said, kendisine has bir
öğretim usûlü geliştirdi. İlim ehli ona 'Bediüzzaman' lakabını vererek değişik
özelliklerini ifade etmek istediler. Bulunduğu ortamda yaşayan âlimlerden, şu
yönlerde farklı bir tutumu vardı: 1-Maaş ve hediye kabul etmiyordu. 2-Kendisine
sorulan tüm sorulara cevap verdiği halde ilim ehlinden hiç kimseye soru
sormuyordu. 3-talebelerini da zekât ve hediye kabülünden men ediyordu. 4-
Dünyada mücerred kalmak istiyor; ev,bark, eşya, aile kaydı altına girmiyordu.
Günün birinde Vali Tahir Paşa, bir gazetedeki şu müthiş haberi gösterir:
İngiltere Sömürgeler Başkanı Gladston, mecliste Kur'an'ı gösterip 'müslümanları
bu kitaptan uzaklaştımadıkça onlara tam hâkim olamayız.' Demiştir. Bu dehşetli
haber, Bediüzzaman'ın şahikasına ulaşmış olan iman heyecanında dalgalanmalar
meydana getirerek; 'Kur'an'ın sönmez ve söndürelemez mânevi bir güneş olduğunu
Dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim! Der. Fen bilimleri adına Batı'dan
gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van veya
Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbula gider.Netice alamayınca aynı
maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti.İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Han'a yerleşir(alttaki resim.)
Kısa zamanda İstanbul'da
şöhreti yayıldı.Dinî ilimler alanında sorulan her soruya ikna edici cevaplar dair o zaman üniversit öğrencisi olup bizzat kendisine soru soran Hasan Fehmi Başol (Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve başkanı) , Ali Himmet Berki (Yargıtay Başkanı) gibi- birçok şahid vardır.
Hilafet merkezinde siyasî temaslarla İslâm'ahizmeteden Bediüzzaman meydanlarda, kürsülerde sık sıgörünüyordu.meşrutiyetin ilanından sonra bazı arkadaşlarıyla İttihad-ı Muhammedî cemiyetini kurdu.Bütün müslümanları üyesi sayan bu cemiyet, hızlı bir gelişme kaydetti. Geldiği ileri sürülen 'Hürriyet'in şer'î sınırlar çerçevesinde kalması için gayret gösteriyordu. Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Şark ve Kürdistan,Volkan gibi çeşitli gazetelerde yazıyordu. Devrin siyasi şartları içerisinde ve kaygan siyaset zemininde,geleneksel saltanat idaresinin devamının zor olduğun düşünüyor,bundan dolayı meşrutî idareyi bir çare olarak görüyordu. 'Eski hal muhal,ya yeni hal ya izmihlâl' diyordu.Said Halim Paşa, Babanzade Ahmet Naim,Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Elmalılı M.Hamdi gibi birçok İslâmcı ilim ve fikir adamı da böyle düşünüyorlardı. Fakat çok geçmeden İttihat ve Terakki hükümetinin, daha çok menfi tesirler altına girdiğini görünce doğru bildiğini söylemekten geri durmamıştır. Bu arada 31 Mart hadisesi oldu; birçok hoca arasinda o da tutuklanıp idam istemiyle yargılandı. Sıkı Yönetim Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa'nın:'Sende Şeriat istemisşin öyle mi? ' sorusuna şu cevabı verdi: 'Şeriatın bir hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.Zira Şeriat,sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir.Fakt ihtilalcilerin istediği gibi değil! ' Kendisine yapılan ithamlara karşı yaptığı uzun savunma,daha sonra iki defa tab edilmiştir. Cesurca müdafaası neticesinde idam beklerken beraat etti. Mahkeme heyetine teşekkür etmeksizin mahkemeden çıktı. Beyazıd'dan sultanahmed'e kadar kendini izleyen bir halk kitlesi önünde 'Zalimler için yaşasın cehennem! ' nidasıyla ilerledi. İsyan eden sekiz taburu itaate sevk ettiği sabit olunca Sıkı Yönetim Mahkemesi, onun isyana katılmadığını anlamış ve beraat ettirmişti. bu olaydan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, 1910 yılında Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır, Batum yoluyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'te Şeyh San'an tepesinde bir Rus polisiyle ilginç bir konuşması olur.İslam'ın geleceğinden ümitli olduğunu ifade etmesi üzerine polisin çağdaş müslümanların esir, zayıf fakir olup varlık göstermelerinin imkansız olduğunu söylemesine karşılık verdiği şu keramet cevap 90'lı yıllardan sonra meşhur olmuştur: 'Müslümanlar tahsile gitmişler; işte Hindistan, İslâm'ın kabiliyetli bir evladıdır,İngiliz lisesinde okuyor. Mısır İslam'ın, zeki bir mahdumudur,İngiliz Mülkiye mektebinden ders alıyor,Kafkas ve Türkistan İslamın iki bahadır oğullarıdır,Rus harbiyesinde talim ediyorlar'(Nur talebelerin'den bir hizmet grubu 1995 yılında Tiflis şehrinde bir özel lise açmışlardır.) Daha sonra Van bölgesini dolaşarak ilmî içtimaî konularda etrafı aydınlatır. Gezileri esnasında kendisine sorulan surulara verdiği cevaplar,Münâzarat adlı bir kitapta toplanmıştır. 1911 kışında Şam'a gittiğinde oralı bazı âlim dostlarının ricası üzerine Emevi Camii'nde(alttaki resim) tarihi bir hutbe verdi(bu hutbenin Arapça orijinali küçük bir kitap halinde iki defa yayınlandılktan sonra bizzat müellif tarafından Türkçe tercümeside yayınlanmıştır) .
Bu hutbede İslâm dünyasını geri bırakan etkenlerin şunlar
olduğunu tespit eder: 1-Yeis. 2-Toplum hayatında sıdkın (doğruluğun) ölmesi. 3-Düşmanlık arzusu.4-Mü'minleri birbirine bağlayan manevi bağları bilmemek.5-İsdibdat. (Baskı) .6-Şahsî menfaat peşinde koşma. Bu hastalıkların ardından tedavi yollarını da göstermektedir. Bu hutbenin bir yerinde, 50 sene sonra gelecek nesillere hitab ettiğini söyler ki,yirminci asrın son üçte birinde onun eserlerinin daha büyük bir yayılma göstermesi,bu hitabın tam yerinde olduğuna delil teşkil eder. 1913 yılında, Van'da kurmayı planladığı üniversite için devlet, 19 bin altın tahsis ettiysede şim- diki üniversite kampüsünün de yerleştiği Edremit semtinde temeli atılan üniversite, 1. Dünya Savaşı sebebiyle tamamlanamadı. 1915 yılında cihad fetvasına beş alimden biri olarak imza attı. Fetvayı kuzey Afrika'da dağıtıp Van'a döndü.BEDİÜZZAMAN,fiilî olarak da cihadın içindeydi. Kafkas cephesinden sonra Van ta- rafına geçip, Anadolu savunmasına katıldı Çoğunu talebelerinin oluşturduğu gönüllü milis kuvveti, beş bin kadar askerden meydana geliyordu. Bir yandan bu alaya kumanda eder iken fırsat buldukça at üstünde talebelerinden Molla Habib'e İşârât'ül-İ'caz tefsirini arapça olarak yazdırıyordu. Bitlis müdafaası esnasında birliğinden üç talebesiyle kalıncaya kadar çarpıştı.
Sonra yaralı bir vaziyette esir düşüp Sibirya'daki Koşturmaya'ya gönderildi.
(yandaki resim) Bir esir kampını teftişe gelen Rus Başkumandanı Nikola Nikolaviç'in önünde herkes ayağa kalkarken o kalkmadı.Sebebi sorulunca 'ben İslâm alimiyim. İmanlı kimse gayri müslime kıyam edemez' cevabını verdi.Kum- andan idamını emretmişken Bediüzaman'ın son arzusu olan iki rek'âtlık namazından sonra emri- ni geri aldı.Bu hadiseyi kendisi anlatmamış,esir kampında beraber bazı zâtların tanıklığına dayanarak tarihçi Abdurrahim Zapsu (Ehl-i Sünnet Mecmuası,1948,c.2,sayı: 46) yayınladıktan sonra tasdik etmiştir. Komünizm ihtilali ile sarsılıp bölünen Rusya'nın karmaşıklığından faydalanarak 4 yıl süren esaretten firar ile kurtulup Petrsburg, Varşova, Viyana yoluyla 1334 yılında İstanbul'a dönmeye muvaffak olur.
Dünya savaşından donra, 1918 yılında kurulup Osmanlı Devleti'nin en din kurulu durumunda olan Dar'ül-Hikmeti'l-İslâmiye üyeliğine Orduy-ı Hümayun adayı olarak tayin edildi. Bu kurulda İzmirli İsmail Hakkı,Şeyh Saffet (yetkin) gibi zâtlar üye olup Mehmet Akif de kurulun genel sekreteriydi. Harbin sonuna doğru İngiliz siyasetinin iç yüzünü ortaya koyan Hutuvvât-ı Sitte adlı risâlesini yayınlamış ve İstanbul'un her tarafına dağıttırmıştı. İngilizler 1920 yılında İstanbul'u işgal edince bu risâle, İngiliz Başkumandanına gösterilir ve BEDİÜZZAMAN'ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. Kumandan onu idam etmeye niyetlendiyse de böyle bir hareketin,Doğu Anadolu'da büyük bir kargaşaya ve İngiliz aleyhtarlığına sebeb olacağı yönün - deki uyarıları dikkate alarak bu kararından vazgeçer. İşgal döneminde İngiltere Angligan Kilisesi baş papazı, İslâm hakkında kapsamlı altı soru ha- zırlamış ve yetkili din âlimlerinin cevaplarını istemişti. Elmalı'lı Muhammet Hamdi Yazır, Abdülaziz Çavuş gibi bir kaç zât,küçük bir kitap çapında cevaplar hazırladılar. BEDİÜZZAMAN ise 'Ben onlara bir tek kelimeyle bile cevap vermem Cevabım tükürüktür' deyip bu tutumunun sebebini şöyle açıklamıştır:'Çünkü zalim devletin,ayağını boğazımıza bastığı dakikada, papazlarının mağrur bir eda ile suâl sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım gelir.' Bu cevap, onun farkını ve mizacını gösteriyor. Üstad, bu kişilerin maksatlarını keşfedip: 'İşte biz, adamı böyle yeneriz. Şayet sizin dininiz hak olsaydı bu perişan vaziyete düşmezdiniz. Şimdi bizim üstünlüğümüzü anlayın bakalım! ' dercesine bu soruları yönelttiklerini keşfedip bu ağır cevabı vermişti. 5 Mart 1920'de Hamdullah Suphi, V. Ebuziyya, Mazhar Osman, F. Kerim Gökay, Süheyl Ünver, M. Şekip Tunç ve Hakkı Tarık Us ile Yeşilay'ı kurdu. 1921 yılının Ocak ayında İskilipli Atıf Mustafa Sabri, Ermenekli Saffet efendilerle Müderrisler Cemiye'tini kurdu. Anadolu'da başlatılan İstiklâl hareketini destekledi. Şeyhülislâm Dürrizâde'nin bu hareket aley- indeki fetvasının, esaret altında verilmiş olduğundan geçersiz olduğunu belirtti.
İstanbul'daki önemli ve başarılı hizmetlerinden dolayı Ankara hükûmeti, onu Ankara'ya davet etti. 'Ben tehlikeli yerde mücadele etmek istiyorum' diyerek bu teklifi kabul etmedi. Zaferden sonra 9 Kasım 1920' de davet tekrarlandı ve bu defa kabul etti. Meclis'de,resmî karşılama töreni yapılmasına dair karşı çıktı.Mebusların dinî yönden lâkayd olduklarını görünce 19 Ocak 1923'te üç sayfalık bir beyannname dağıtarak onları uyardı.Namaz kılanlara altmış mebus daha katıldı.Namazgâh olan küçük bir odayı, büyük bir mescid haline getirtti.İdealindeki üniversiteyi gündeme getirdi; 163 milletvekilinin oyu ile bu iş için yüzellibin banknot ödenek ayrıldı. Bediüzzaman, İslâm âleminde bir dirirliş olacağına dair kuvvetli ümidi sebebiyle Ankara'ya gelmişti.Gençliğinden bu yana tüm çabaları hep bunun içindi.Siyasî açıdan bu yöndeki son teşebbüsü,Ankara'da oldu.Fakat karşısına kuvvetli engeller çıktı. Bir gün Meclis'te, Mustafa Kemal Paşa ile iki saat kadar görüşmüş; yapılacak inkılâbın Kur'an'dan kaynaklanması gerektiğini,Avrupalıları taklit etmenin doğru olmayacağını anlatmıştı.Mustafa Kemal,Bediüzzaman'ın nüfûzundan istifade etmek için ona mebusluk,Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye gibi Diyanet'te azalık ve Şark Umumi Vaizliği'ni teklif eder.Fakat Bediüzzaman kabul etmez.Meclis'teki ortamı da değerlendirerek siyaset alanında yapacağı bişey kalmadığını düşünür; Van'a gidip Erek dağında bir mağarada inzivaya çekilir.Bu düşünce, aslında başka bir alandaki hareketi planlamak gayesiyle yapılan bir gerilim, koşmak için yapılan bir geri çekilmeydi.Dalâletin, ilim ve medeniyet kisvesiyle girdiği, yöneticilerin çoüunun Avrupai fikirlere meftun olduğu, dini faaliyetlerin yasaklandığı,dinî eğitim veren okulların kapatıldığı, totaliter tek parti yönetimin hâkim olduğu bir dönemde teşkilâttan mahrum olarak dinî hizmetrealitede yok sayılırdı.Bediüzzaman, neticesiz kalmaya mahkum ani çıkışlara iltifat etmemiş; İslâm beldelerinden birine yerleşme,orada hizmete devam etme tekliflerini de kabul etmemiştir.O,her zaman mücadelenin kzıştığı yeri tercih etmiştir. SÜRGÜN EDİLMESİ Diyarbekir tarafında ortaya çıkan şeyh Said harekeine katılmadığı halde o kıyamın neticesinde(Şubat 1925) ,kış mevsiminde Erzurum ve İstanbul'dan sonra Burdur'a sürüldü.7 ay orada kaldıktan sonra büsbütün tecrid etmek gayesiyle 1926'da, Isparta'ya bağlı dağlık ücra bir köy olan Barla'ya gönderildi.
Barla da tecrit edmesine rağmen,Allah Teâlâ, kendi hesabının, mahlukların hesabını bozacağına aşikar bir delil göstermek istiyordu.dağ başında bir köydeki birkaç köylüyle bile görüşmesi yasaklanmış, devamlı gözetim altında ihtiyar, garip, fakir bir insanın yazdığı hakikatleri dünyanın her tarafına yayıp hidayete susamış gönüllere ulaştırabileceğini gösterdi.Yanında Kur'ân-ı Kerîm'den başka kitabı yoktu. Barla öyle bir dirilişe kaynak oldu ki bir tarihçinin tesbitiyle 'Türkiye'de dinsizlerin planını altüst etti.'İman hareketi, dolaylı olarak içtimaî bir de netice aldı; Ceberrut Halk Parti idaresini de -şefi İsmet İnönü'nün ikrarı ile- deviren hareket oldu. Barla sürgünü ile Bediüzzaman'ın, 1925-1960 yılları arasında otuzbeş yıl süren hapis,sürgün,baskı dönemi başlamıştı.Üstad, yazma bilmekle beraber hattı düzgün ve güzel değildi.Bazı kâtiplere yazdırır,elden ele kopyalar çıkarmak suretiyle eserler yayılır, yazılanları da müellif bizzat tashih ederdi.Matbaadan istifade imkânı yoktu.Bunun siyasî ve malî sebepleri vardı elbette.Fakat asıl kültürel boyut üzerinde durmak gerekir.Üstad,harf inkılâbının bir emirle bin yıllık mazi ve kültürle ilgisinin kesilmesine karşı yeni nesile,Kur'ân harfleriyle yazılan eski kültürümüzü tanıtmak istiyordu.Risale-i Nur, yazılışından otuz yıl sonra,1956'da matbaada basılabildi.Üstad, o kadar zor şartlarda otuz sene boyunca bu işin ekol olaerak belki de tek temsilcisi oldu.Fotokopi hatta teksir makinasının bile olmadığı zamanda tek çare, bakarak el yazısı ile nüsha çoğaltmak oluyordu.Bir kitaptan tek bir suret elde edebilmek için haftalarca aylarca yazmak gerekiyordu.Kâtip sayısı sınırlıydı.İşte Risale-i Nur hizmeti, şakirtlerin kollarını matbaa haline getirti.Altıyüzbin nüsha eser böylece çoğaltıldı ki böyle bir çalışma, tarihte misli görülmemeiş bir çalışmadır.Kısa bir zaman sonra Üstad'ın sade fakat en şiddetli baskı dönemlerinde olduğu gibi serbestlik zamanında da pek semereli olan teşkilâtı kurulmuş bulunuyordu:Yerleşim merkezlerinde talebelerin irtibat merkezi olan medrese(dershane) ,kâtip talebeler, kitap ve mektup taşıyan Nur postacıları.Üstad, barla 'da sekizbuçuk yıl kaldı.Onun boş durmadığını gören islâm aleyhtarları rejim aleyhinde cemiyet kuruyor iddasında bulundular.1935'de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında dava açtı.Neticede keyfî olarak, tesettürle ilgili ayetin tefsirinden ötürü kendisine onbir ay hapis cezası verildi.
Halbuki isnad edilen devlet düzenini değiştirmek için teşkilat kurma suçu sabit olsaydı ya idam veya müebbed hapis cezası verilmesi gerekirdi. Geçimini nasıl sağladığı hep merak edilmiştir.Mahkemede şöyle demişti: 'Darü'l -Hikme-ti'l-İslâmiye'de aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tab'ına sarf ettim; az bir kısmını hacca gitmek için ayırmıştım.İşte iktisat ve kanaat bereketiyle o cüz'i para bana dokuz yıl kâfî geldi.Hâlâ o mübarek paradan bir miktar var.Geçim konusunda Emirdağ'da da şöyle diyecektir.Ondokuz sene iki yüz banknot ile şiddetli iktisat ile idare ettim. Palto ve fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden.... 27 Mart 1936'da Eskişehir hapishanesinden çıktıktan sonra Kastomonu'ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.(alltaki resim)
Tedbirli bir tarzda, civardan hizmete gelenler vasıtasıyla eserlerini yayıyor,Isparta ve diğer yerlerle irtibatı devam ediyordu.Kastamonu'da sekiz yıl kaldıktan sonra, bu hizmetin durdurulamayıp daha da yayıldığı görülünce 1943'de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Makhemesi'ne sevkedildi.Prof Necati Lügal,Prof Y.Z.Yörükkan ve Türk Tarih Kurumu'nunda incelemesi neticesinde:'Bediüzzaman'ın siyasî faaliyeti yoktur.Eserleri ilmî,îmânîdir.Kur'ân'ın tefsiri mahiyetindedir.Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarîkatçılık yoktur.'dedi.Mahkemece 130 parçalık külliyatın hepsine 15 Haziran 1944 günü beraat kararı verilip bu karar temyizce de tasdik edildi. Denizli mahkemesinde kendiside tarihi bir müdafada bulunmuştu.Müdafasının bir yerinde şöyle demişti: 'Evet,biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki; her asırda üçyüzelli milyon mensupları var.Ve her gün beş defa namazla,o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hürmetlerini gösteriyorlar....İşte biz,bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efrâdındanız ve hususi vazifemiz de Kur'ânın imanî hakikatlarını tahkiki bir suretle ehl-i imana bildirip,onları ve kendimizi kurtarmaktır. Eğer laik cumhuriyeti soruyorsanız,ben biliyorum ki laik manası,bitaraf kalmak,yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişmediği gibi,dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet telakki ederim.Yirmi senedir ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim.Hükümet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum.El-iyazu billah,eğer dinsizlik hesabına,imanına ve ahiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları yapan bir dehşetli şekle girmiş ise,bunu size bilâ-pervâ ilan ve ihtar ederim ki bin canım olsa,imâna ve âhirete feda etmeye hazırım.....' Denizli hapishanesinden çıktıktan sonra hükümet,o'nu Emirdağı nda ikamete gönderdi.Fakat hizmeti ilerledikçe hakkındaki kanunsuz şiddet uygulaması artıyordu.Kendisi: 'Denizli hapishanesindeki bir aylık sıkıntıyı,Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum...' demiştir.Bir süre sonrakaymakamlık,camiye çıkmasını menetti.Prensip olarak,sadece hizmetle ilgili olanlarla zaruret miktarı görüşürdü.Halk ile temas etme fırsatını,yaptığı gezintilerde bulurdu.Rastladığı insanlara kısa dersler verir,irşad ve nasihatte bulunurdu. Derken 1948 ocak ayında,ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle Afyon da tutuklandı.
Afyon un soğuk kışında yetmişbeş yaşındaki ihtiyar birinin yirmi ay hücre hapishanesinde tutuklu kalması,ölüme terkedilmesi demekti.Şahsına verilen sıkıntıların fazlalığını,bütün cemaate duyulan hiddeti teskin vasıtası saymakla memnun olmuştu.Hapishanede onunla gizlice görüşmeye çalışan talebeleri falakaya yatırılıyordu.Herşeye rağmen diğer hapishaneler gibi Afyon hapishanesi de 'Medresey-î Yusufiye' ye dönüştü.Caniler ıslah-ı hal ettiler.Hatta ceza süresini tamamlayan bazı mahkumlar:'Kendimizi suçlu göstermek suretiyle onlarla beraber kalacağız dediler.Burada hapishane müdürüne yazıp dedi ki:' Rusya da bolşevizm fıtınası ve fransız ihtilali önce hapishanede başladı.Fakat Risale-i Nur şakirdleri Eskişehir,Denizli,Afyon da hapishaneleri ıslah etti.... Mahkeme kendisini yirmi ay mahkum etme kararı aldı.Yargıtay ın bu kararı bozmasına rağmen kanunsuz oylamalar ile tekrar aynı karar mahkum edildi.Mahkeme devam ederken demokrat parti iktidara gelip genel af ilan etti.Tahliye edildiler.Mahkeme ancak 11 eylül 1956 da beraat verdi.Tahliyeden sonra Emirdağ da ikamet etti.Afyon hapishanesinden sonra mektepliler ve memurlar,hissedilir derecede onun halkasına dahil oldular.Bazı üniversiteli gençlerin yayınladığı Gençlik Rehberi adlı kitabı dava konusu olunca mahkeme için 1952 de İstanbul a geldi.Aşağıdaki resimler Bediüzzaman hazretlerinin 1952 yılında İstanbul'a geldiğinde çekilmiştir.
Abdurrahman Şeref Laç ve Mihri Helav gibi değerli avukatlar savunmada yer aldılar.Mahkeme beraatla neticelendi.Halk,özellikle gençlik,kendisine büyük ilgi gösterdi.Uzun bir ayrılıktan sonra istanbul a,sılaya gelir gibi gelmişti.1953 te Isparta da ikamete başladı.Demokrat parti iktidarının,ezanı asli şekliyle okunmasına imkan vermesi sebebiyle tebrik edip vatan ve millet hizmetinde muvaffakiyet temennisinde bulundu.Ayrıca Risale-i Nur u serbest bırakıp,Ayasofya yıda cami haline irca eden bir mesaj gönderdi.1953 te üç ay İstanbul da kalıp,fethin 500. yıl dönümü kutlamalrına katıldı.1956 da eserleri,talebelerinden bir kaç heyetçe yeni türk harfleriyle yayınlanmaya başladı. 1960 başlarında Ankara ve Konya'ya gitmesi siyasi çevreleri telaşa verince Hükümet, radyodan bildiri yayınlayarak Emirdağ'da ikamet etmesini istedi. İşte o hapishane dışındayken bile -1925 ve 1960 yılları arasında- böyle mahkum muamelesi gördü. Fakat Osman Yüksel'in dediği gibi o 'Mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Ama mahkumken bile hükmediyordu.' 18 Mart 1960'da Emirdağ'dan Isparta'ya oradan da gizlice Urfa'ya gitti (21 Mart) . Bakanlığın a- cele Urfa'yı terketme emrine, Urfa'lı siyasilerve halk karşı koydu. Emri tebliğ eden Emniyet Müdürü'ne: 'Ağır hastayım.Dönecek takatim yok. Zaten buraya ölmeye geldim' dedi. 23 Mart sabaha karşı Kadir Gecesi vefat etti.
Tereke hakimi, saat, cübbe ve yirmi lira tespit edip kardeşine verilmesini hükme bağladı. 24 mart perşembe günü Halilurrahman Dergâhı 1960 gecesi Urfa'nın her tarafı askeri zırhlı birliklerce tutuldu. Saat 01.00'de demir parmaklıklar kesilip varyozlarla mezar yıkıldı. Ceset hiç bozulmamıştı. Sadece kefen biraz sararmıştı. Konya'dan askeri uçakla getirilen kardeşi Abdülmecid Nursî, mezarın naklinde hazır bulundurulmuştu. Onun verdiği bilgiye göre ceset, askeri uçakla geceleyin Afyon askeri havaalanına nakledildi. Oradan da karayoluyla Isparta tarafına götürülüp meçhul bir yere defnedildi. Yirminci asırda devlet yönetimini elinde bulunduranlar tarafından mezarda bile ona yapılan bu muamele, Üstâdın dalâleti ne derece çılgına çevirdiğinin bir göstergesidir. Kadir Mısıroğlu, Sebil dergisinde, 1970'de onu anarken kapak resmi olarak onun resmini koyup altına şu cümleyi yazmıştı: 'Türkiye'de dinsizlerin planını altüst eden adam.' Bu tarihi tespitin doğruluğunun yüzlerce delilinden biri de zalimlerin onun ölüsünden bile korkarak meza- rını bilinmeyen bir yere nakletmeleridir. Ne var ki zalim insanların eliyle kader-i ilahî, onun ihlâslı bir dileğini gerçekleştiriyordu. Bir çok talebesinin yanında söylediği ve yazılı mektupları içinde neşredilen bir sözünde şöyle demişti: ' Benim kabrimi, gayet gizli bir yerde bir-iki talebemden hiç kimse bilmemek lâzım geliyor... Dünyada beni sohbetten meneden bir hakikat, elbette vefa- tımdan sonra da, bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle menetmeye mecbur e- decek.'(Bu hakikat ihlas olup, onu şöhretten, insanların-manevi kabilden dahi olsa-ücretlerin- den menetmektedir.) Vefatından uzun seneler önce 1923'de yazdığı ve yeni harflerle de vefatından beşyıl önce yayınlanan Sözler kitabının sonunda imza kabilinden koyduğu ed-Dâi hatimesinde 1379'da vefat tarihini ve sonra mezarının yıkılacağını ve Asya'da İslâmiyet'in inkişaf edeceğini Allah'ın bildirmesiyle bildirmişti.(Bu satırları yazan Üstad vefât ettiğinde, A.Ü. Hukuk Fakültesi 1.sınıf öğrencisi idin ve o günlerde memleketim olan Ergani'de bulunuyordum. Bediüzzaman'ın vefat haberinin radyodan duyurulduğu gece, ilçenin müftüsü olan babam merhum M. Zeki Yıldırım'ın etrafında geniş bir terâvih cemaati ile çayhanede oturuyorduk.Haber duyulunca babam beni evegöndererek Sözler'i getirmemi söyledi. Getirdim. Üstâd'ın imzam dediği ed-Dâi kıtasını okuduk. / S. Yıldırım /.)
KISACA BAZI FİKİRLERİ
ÜSTÂD BEDİÜZZAMAN'ın 'ESKİ' ve 'YENİ SAİD' dönemlerinde yazdığı birçok eserleri var- dır. Türkçe, Arapça ve az miktarda Farsça yazmıştır. Eserleri hacim olarak toplam altı bin sayfa tutmaktadır. Eserlerinde nakle değil, yeni, orijinal fikirlere yer verir. Diğer eserlerde bulunabilecek bilgileri onlara havale edip tekrara gerek duymaz eserlerinin çoğu Kur'ân tefsiri mahiyetindedir. Konuya girerken bir veya daha çok ayetten hareket eder.Fakat eseri, alışılmış lafzî tefsir tarzında değildir. Kur'an hakikatlerinin kuvvetli hüccet- lerini ortaya koyması itibariyle farklı ve önemli bir tefsirdir. Kur'an'ın hidayetini insanlara anlatma işini gerçekleştiren, insanın aklını, nefsini, duygularını ikna eden bir eserdir. Aslında insanların çoğunun, lafzî tefsirlerden çok, bu tür eserlere ihtiyaçları vardır. İnsanlar, muayyen konularda Kur'an'ın insanlığa gösterdiği hidayeti anlamak isterler. Tefsirlerin tamamını okuyacak vakti olan çok az insan vardır. Bu sebeple konulu tefsir, bu asırda yayılmış ve yayılmakta olan bir tefsir türüdür. İşte Risale-i Nur Külliyatı, İslâm'ın temeli ve yirminci asırda en çok hücum edilen kısmı olan iman hakikatlarına dair, akaid esaslarına dair bilgileri, özellikle onlardan kastedilen hidayet, maksad ve neticeler itibariyle tefsir eden konulu örneklerindendir. Bediüzzaaman'ın hayatı boyunca izlediği gayelerden biri de İslâm ehlinin eğitim müessesele- ri olan medrese, mektup vetekkeyi kendilerinden beklenen rolleri yerine getirecek tarzda besleyip mücehhez kılmak idi.Medrese programlarının yeniden düzenlenmesini şart görüyordu.Ona göre tefeyyüz eksikliğinin sebebi, alet derslerinin asıl derslerin yerine geçmiş olması, şerh ve hâşiyelerle fazla meşgul olma ve fen bilimlerinin yokluğu idi. Mektepleri de dinî dersler yönünden beslemek gerekiyordu.Mezunlarının isdihdam yerlerini de düşünmek lâzım gelirdi. İşte böylece her biri, farklı bir tarafa çekip götüren medrese, mektep ve tekke ruhunu birleştirip bunların herbirinden nasibini almış kâmil insan yetiştirme peşinde idi. Bunu 'Medresetü'z-Zehra' adını verdiği üniversiti modelinde görüyordu. İslâm toplumunun üç eğitim kurumu olan medrese, mektep ve tekkenin koordinali çalışmasını istiyordu. Bunların birbirinden kopuk oluşu, her birinden gurur ve taassubu ortaya çıkarıyordu. Halbuki onagö reİslâm binasında, bunların her birinin yeri vardı. 'İslamiyet hariçte temessül etse bir menzili mektep,bir odası medrese, bir köşesi zâviyedir. Salonu ise hepsinin toplandığı yerdir. Biri, diğerinin noksanını tekmil için bir şûra meclisi olarak, nûrânî sağlam sarayı ortaya koyacaktır.' İdealindeki Medresetü'z-Zehra'nın, bu ilahi sarayı temsil etmesini bekliyordu. Özellikle Van, Diyarbakır, Siirt, Bitlis gibi şark vilayetlerinde açılmasına ihtiyaç gördüğü bu okulların, Osmanlı mozayiğini bir arada tutacak harç olacağını ve muhtemel menfi akımlara karşı sed olacağını düşünüyordu. Buna dair yirniden fazla arşiv belgesi vardır. 'Her mü'min i'lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir.Bu zamanda (cihadın) en mühin vesilesi maddeten terakki etmektir.' O güçlü dış düşmanları bile ümitsizliğe değil, gayrete vesile yapıyordu: 'Onlar bizim uyanma- mıza vesiledir. Onlardan fen alacağız. İslâm'ın sulh dini olduğuna inandıracağız. Dinin bürhanları ile ikna edip, İslâm'ın mükemmelliklerini ve güzelliklerini fiillerimizle göstereceğiz.' Bediüzzaman'ın yetiştiği 19. asır, İslâm dünyasının ve bütün dünyanın en sancılı dönemine rastlıyordu.Rönesans sonrası Avrupa'da bilim, kiliseye rağmen gelişince modern bilimin temsil- cileri dine karşı veya en azından dinle ilgisiz materyalist bir istikamette ilerlemiş ve yeni bir ca- hiliye ordusu,güçsüz İslâm dünyası üzerine hücum etmişti.Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ana- dolu, İran Afganistan dışındaki bütün İslâm dünyası, Batı'lılarca sömürgeleştirilmişti. Bu fela- ketlerin sebebini, bazı bilim adamları gibi Besiüzzaman da incelemişti. O, 1909'da yayınladığı programını, daha sonra devam eden elli yıllık hayatı boyunca da incelemiştir. 'Bediüzzaman'ın fihriste-i maksadı ve efkârının programıdır' makalesindeki fikirleri özetle şöyledir: 1-İslâm alemini terakkiye sevk edecek uyanışı sağlamak. 2Müslümanların üç temel eğitim kurumu olan medrese mektep ve tekke arasında uyum sağ- lamak. 3- İlmî çevrelerde hürriyeti tesis etmek. 4- Medreselerde ihtisas şubeleri kurmak. 5- Geniş kitleleri irşad edecek vaiz ve hatiplerin yetiştirilmesini yeni baştan ele almak. 6- Osmanlı toplumunu geliştirmek için en büyük üç düşman olan cehalet, zarûret (yani fakirlik,) ve ihtilâfı yenmek.Bu üç düşmana karşı ma'rifet (bilim ve eğitim) , sanat (endüstri) ittifak silahıyla cihad etmek. 7-Hilâfet makamının ıslâh edilmesi. 8-Osmanlı devletinin dağılıp beylikler haline dönüşmemesi için İttihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi. 9- Milli birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilâfı sebebiyle zayi olan büyük kuvvetlerinden istifade etmek.
RİSALE-İ NUR'un ÖZELLİKLERİ
Mehmet Akif'in: 'Doğrudan doğruya Kur'an'dan alarak İlhâmı Asrın idrakine anlatmalıyız İslâm'ı.' şeklinde güzelce ifade ettiği özlemi, Bediüzzaman, Risale-i Nur'la kısmen gerçekleştirmiştir. Hadîs-i Şeriflerin de Kur'an'ın tefsiri olduğunu ve ondan ayrı sayılmaması gerçeğini unutmaksızın Bediüzaman, İslâm'ın esas meseleleri ile meşguldür. İsrailiyat, menkıbeler, âdetler yönü ile fazla meşgul olmaz. Risale-i Nur, iman hakikatlerini, akla yaklaştırarak aklî delillerle izah ikna etmeye çalışır.Akla hi- tab ederken kalbi, duyguları ve nafsi ihmal etmez. Bundan dolayı okuyanların nefislerini tezkiye edip ahlâklarını düzeltmesi,Müellif'in, rızâ-yı ilahiden başka bir tesir altında kalmamasından ileri gelir. Risale-i Nur'da Bediüzzaman,mevzuya girerken ona esas teşkil eden, hareket noktası olan ayeti veya ayetleri yazar.Bazen misallerin de yardımıyla ayetin hedefi olan hidayetin aydınlığına ulaştırır ve yazılanın, ilgili ayetin yüzlerce, binlerce inceliklerinden biri olduğunu söyler.Bu arada son asırlarda ortaya çıkan dalâletlerin, batıl felsefî ve ideolojik fikirlerin kötü etkileri izale edilir, adları verilmeksizin, o akımlar, kuvvetli aklî delillerle çürütülür.(İ. K. Salihi, s, 125-129. Onun 'Ehl-i Küfür','Ehli Dalâlet', 'Ehl-i Sefahet' genel isimleriyle kastettiği bâtıl cerayanları, onları tanıyanlar bilir.) Bazen konu, suâl-cevap üslûbuyla verilir.Risale-i nur'un kendine has üslûbu, meş- gul olanlar tarafından hemen farkedilir. Etkisinin sebebi de sorulanın, müellifin nefsinin veya dalâlet temsilcilerinin sorduğu sorulara, dolasıyla umumî derde tercüman olmasından ileri gelir.
Bediüzzaman'ın Allah'ın varlığını, milli ve manevi değerlerin önemini anlatan çalışmalarından rahatsız olan çevreler, ellerinde bulunan bazı basın organlarını da kullanarak, Bediüzzaman'a karşı en olmadık iftiraları atmışlardır. Dönemin gazetelerinden birinde Bediüzzaman için şöyle denmektedir:
'Said-i Kürdi, dini siyasete alet yaparak irticai propagandalara girişmiş ve birtakım adamları kandırarak doğru yoldan şaşırtmaya çalıştığı anlaşılmıştır... Otuz senelik mayalı bir mürteci olup ifsad edecek saf vatandaş aramaktadır... Şeyhin (Bediüzzaman'ın) bu meseledeki rolünün bazı safdilleri kandırarak kendilerinden para çekmek olduğu anlaşılmıştır...'
Aynı gazetenin farklı tarihlerdeki haberlerinde ise, 'Dini istismar eden Said Nursi hakkında takibat başladı', 'Said-i Nursi mühimsenecek bir kimse değildir. Maddi ve manevi menfaatler sağlamak amacında olan bir kimsedir' diye tamamen iftiraya dayalı haberler yayınlanmıştır.
Dünyadan hiçbir beklentisi olmayan, hiçbir malı mülkü bulunmayan, kendi deyimiyle 'kendisini beğenmemeyi kendisine meslek edinen' ve son derece mütevazi bir hayat yaşayan Bediüzzaman'a talebelerinden para elde etmeye çalışmak, liderlik hırsını tatmin etmek gibi asılsız, mantıksız, manasız iftiralar atılmış olmasının tek amacı, bu iftiralarla Bediüzzaman'ı etkisiz ve sözü dinlenmez hale getirmektir.
DELİLİK İFTİRASI Geçmişte yaşamış olan müminlere en çok atılan iftiralardan biri deliliktir. Bediüzzaman Said Nursi de aynı iftira ile karşılaşmıştır.
1908 yılında, yine suni olarak oluşturulan sebeplerle, mahkemeye sevk edilmiş ve mahkemenin görevlendirdiği doktor heyeti kendisine 'akli dengesi bozuk' raporu vermiştir. Daha sonra sevk edildiği akıl hastanesindeki doktor, Bediüzzaman'ın kendisiyle konuşması sonucunda 'bu adamda delilik varsa, dünyada akıllı yoktur' diyerek, raporun asılsızlığını vurgulamıştır.
Bediüzzaman bundan sonra da söz konusu çevrelere ait basında sık sık delilik suçlamasıyla karşılaşmıştır. Din ahlakına düşman bazı çevrelere ait yayınlarda 'Said Nursi tımarhaneye de girip çıkmıştır' gibi aldatıcı yorumlarla, bu büyük İslam alimi halkın gözünde küçültülmeye çalışılmıştır.
Çevresindekileri Kandırarak Saptırdığı İddiası
Bediüzzaman ve talebeleri için öne sürülen iftiralardan biri de 'İnanç Sömürücüleri' başlıklı yazı dizisi ile dönemin gazetelerinden birinde yer almıştır. Bu yazı dizisinde Said Nursi'nin talebeleri hakkında da Kuran'daki inkarcıların 'büyülenmişler' iftirası tekrarlanmış ve 'bunlar sadece ve sadece dini bir taassupla ona bağlanmışlar, gözleri kafaları başka bir şeyi görmez, anlamaz olmuştu' diye yazılmıştır. Görüldüğü gibi bunların tamamı geçmişte yaşayan müminlere yöneltilen iftiraların tamamen aynısıdır. Kuran'da geçmişte yaşamış ve Allah'ın gönderdiği elçilere tabi olmuş müminlerin de 'düşük akıllılık', 'sığ görüşlülük' gibi sözlerle itham edildikleri haber verilmiştir:
Ve (yine) kendilerine: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin' denildiğinde: 'Düşük akıllıların iman ettiği gibi mi iman edelim? ' derler. Bilin ki, gerçekten asıl düşük-akıllılar kendileridir; ama bilmezler. (Bakara Suresi, 13)
Bu iftiralarla, Bediüzzaman'ın, çevresindeki gençlerin beyinlerini yıkadığı, bu gençlerin de, beyinleri yıkanacak kadar akıldan ve mantıktan yoksun insanlar oldukları havası oluşturulmaya çalışılmıştır. Yani Bediüzzaman -tıpkı geçmişteki Müslümanların karşılaştıkları gibi- bir nevi 'büyücülük'le itham edilmiştir.
Oysa, Bediüzzaman ve yanındaki müminler, akılları, vicdanları, Kuran'ın ve Peygamberimiz (sav) 'in sünnetinin rehberliği ile hareket eden aklı selim sahibi insanlardı. Ve bu iftiraları atanlar da aslında bunun böyle olduğunu çok iyi biliyorlardı. Nitekim bu iftiraların hiçbiri Bediüzzaman'a ve yanındaki Müslümanlara bir zarar verememiş; aksine baştan beri üzerinde durduğumuz gibi bu olaylar karşısında gösterdikleri sabır ve tevekkül onların manevi olgunluğunun, ahiretteki derecelerinin artmasına vesile olmuştur.
Dini Sapkınlık İftirası
Bediüzzaman'a karşı yapılan suçlamalardan birisi de onun İslami hükümleri saptırarak, kendine göre bir din anlayışı savunduğu ve çevresindeki kişilere de sözde bu sapkın dini telkin ettiği yönündedir. Bediüzzaman'ın, Kuran ve Peygamber Efendimiz (sav) 'in sünnete uymadığı, kendine göre bir din uydurduğu şeklindeki provokasyonların amacı, halkı ve konuyu ayrıntısıyla bilmeyen bazı dindar çevreleri kışkırtarak Bediüzzaman'ı onlara yanlış tanıtmaya çalışmak olmuştur.
Ancak inkarcı kesimin bu iftirası da bir işe yaramamıştır. Çünkü Bediüzzaman'a karşı ortaya atılan bu 'sapkınlık' iddiasının, Hz. Nuh'a '... gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görüyoruz' (Araf Suresi, 60) diyen inkarcıların iftiralarının bir benzeri olduğunu akıl ve vicdan sahibi Müslümanlar açıkça görmüşlerdir.
Bediüzzaman'ın, Kendisine Atılan İftiralar Karşısındaki Tavrı
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da, kendisine yöneltilen iftiralar sonucunda aldığı hapis cezasını ve kendisine çektirilen sıkıntıların güzel ve hayırlı yönlerini şöyle anlatmıştır:
Benim şahsımı çürütmek fikriyle, hiç kimsenin inanmayacağı isnadlarda bulundular. Pek acib iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gâyet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inayet-i İlahiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Manen: 'Sen hapse Medrese-i Yûsufiye namı vermişsin; hem Denizli'de sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekva yerinde binler şükrettirdi, her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. (Lemalar, s. 244)
Alıntı
iman ve ibadetin, tefekkür ve duanın en nadide örneği, büyük çilekeş
meyveli ağacı taşlarlar misali hakkında oldukça çok atıp tutulan, özellikle kürt kökenli olmasından dolayı ayrıca bir saldırı hedefi haline gelen ama söylenilenlerin aksine asla milliyetçilik yapmamış olan, bütün insanların Adem'den, Adem'in ise topraktan geldiği bilincine sahip olan mütefekkir, alim, mana insanı....
1905 te istanbulda yazdığı kitapta 'ey asurilerin ve babillerin aslan savaşçısı kürtler 4000 yıldır uyuyorsunuz ayağa kalkın' diyen, risalelerinin kendisine 'yazdırıldığını' ifade eden, radyonun içinde cinlerin olduğunu söyleyen, bugün talebelerinin çok sevdiklerini söyledikleri sultan 2. Abdulhamit tarafından 'kürtçe' eğitim yapan okul açmak istemesi üzerine tımarhaneye atılan ve sultan abdülhamitten intikamını 31 mart vakasını organize ederek alan ama bugünlerde ülkemizde veli kişi gösterilen kürt said.
bir kere nursi yi zorla yapıştırmışlar
said-i kürdi dir o...
hatta ki vakti zamanında istanbula gelip kürt bölgesi için medrese istemesi yüzünden tımarhaneye de atılmıştır...
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ alim, dinine bağlı,Allah (cc) rızasını,hoşnutluğunu herşeyin üstünde tutan gerçek,harika bir rehber,yol gösterici(Allah ın rızası yolunu) Karanlıkları aydınlatan bir kandil Kışta açan çiçek...
Üstâd Bediüzzamân Said Nursî hakkında M.Fethullah Gülen Hocaefendi'den alıntılar:
'Dehâ için intihap yoktur' derler; yani dehâ sahibi 'şunu yapayım, şunu yapmayayım' demez; 'şunu yapmak yararlı, şu da zararlı' diyerek, bir şeyin yapılacağına veya terkedileceğine hüküm vermez. O, ilâhî bir mevhibe, ledünnî bir saika ve şaika ile, çevresinin en derin, en şümullü ve zahirî, bâtınî, rûhî, içtimâî ihtiyaçlarını kucaklayacak çok üniteli bir güç kaynağı gibi pek çok şeyi omuzlayabilecek kuvvetleri ruhunda toplamış bir fıtrat harikasıdır. Bediüzzaman ve onun arkada bıraktığı eserlerini tetkik edenler onda dehânın bütün hususlarının var olduğunu görürler. O, gençlik döneminde, çevresine sunduğu ilk deha solukları sayılan eserlerinden, mahkemeler, zindanlar ve sürgünlerle geçen çileli bir hayat içinde inkişaf edip gelişen olgunluk dönemi kitaplarına kadar hep o seviyeler üstü seviyesini korumuş ve her zaman dâhiyâne konuşmuştur.
Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır.
O, bütün ömrünü, Kitap ve Sünnet'in gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber, hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür.
Bazı kimseler görmemezlikten gelseler de gerçek şu ki; Bediüzzaman çağdaşlarınca, kendi kuşağının en ciddî düşünürü ve yazarı kabul edilmiş; kitlelere hem bir sözcü hem de önder olabilmiş; ama katiyen kendini beğenmemiş, gösterişe girmemiş ve hep alâyişten uzak kalmaya çalışmıştır.
Akılların Batı düşüncesine kapıldığı ve hızla Sünnet'in inkârına gidildiği bir devrede Bediüzzaman'ın mucizeleri ele alması ve inkârı kabil olmayacak bir seviyede izah ve ispat etmesi, -her işinde olduğu gibi- tektir, orijinaldir, şükran ve minnete lâyıktır.
Evet, Bediüzzaman milletin fikrî seviyesizliklerle sürüm sürüm yaşadığı ve içtimâî dertlerin birer buhran hâlini aldığı, ülkenin hemen her yanında ürperten yüzlerce hâdise ile yüz yüze gelindiği, her tarafta İslâmî ve millî değerlerin enkaz enkaz üstüne yıkılıp gittiği ifritten bir dönemin, düşünen, çareler arayan, teşhis ve tespitlerde bulunan sonra da bu rahatsızlıklara reçeteler sunan bir hekimi olmuştu. Bu manada feleğin kemer bağladığı yüzlerce dava adamı vardır. Aylar güneşler hep onların bezmine ve hikmet dersine koşmuştur. Devr-i Saadet'ten sonrası taksimde, hissemize en çelimlisi ve çalımlısı düştü. Bulanlar buldu, bilenler bildi. Bilmem ki biz tanıyabildik mi?
Bakın asrın ruh ve beyin mimarına; o bir taraftan ümit-şiken olmamak ve mübtedilerin kapıdan girmelerini sağlamak için 'Takva; ferâizi yerine getirmek, kebâiri terketmektir' derken, öte taraftan da 'Her nur talebesinin bir ölçüde azamî takvayı, azamî zühdü, azamî velâyeti, azamî ihlâsı yakalama cehdi olmalıdır' der. Yani, ilki bu işin asgarîsidir, hedef ise azamîyi yakalamaktır.
Bediüzzaman'ı sadece bir kısım imanî meseleleri anlatan, bir kısım sorulara, şüphe ve tereddütlere cevap veren eserlerin yazarı olarak görür ve öyle değerlendirirsiniz; bu bir yanıyla doğru ama eksiktir. O, bu hususlar gibi daha bir kısım hizmet düsturları ile milletin önüne geçip hizmete yönlendiren önemli bir mürşittir. Evet, o bir hizmet dâhisi ve hakikat-i Ahmediye'nin de bir müfessiridir. O, hem Museviyet hakikatinin, hem Îseviyet ruhunun, hem de Muhammediyet gerçeğinin önemli bir temsilcisi ve çok geniş dairede hizmet veren bir hizmet eridir.
Eğer Sa'd b. Muaz'ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî'ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır. Öyle rikkatime dokunur ki, o bir vesileyle, 'Aylardan beri şu ormanda, ormancılar da ormana gelmediklerinden, bu dağın başında yapayalnızım.' der. Sıkıntılı bir dönemde benim de tesellim bu oldu ve kendi kendime 'Canım çıksın, benim yanımda iki kişi vardı, sense yapayalnızdın.' dedim. O büyük insan, iki ay sonra Çam dağından iner ve ilk defa yanına bir adam sokulur; bu Sıddık Süleyman'dır. Onun kahramanlığını, bu davanın tarih yazarları unutmamalıdırlar. Çamurlara bata çıka gelirken, 'Üstadım' der yanına sokulur. Ve ardından Hulusi Bey, Hüsrev Efendi, Tahirî Mutlu'lar derken yeni bir silsile-i zeheb oluşur. Evet, bütün bu hâdiseler onu yıldırmamış ve hiçbir şekilde dize getirememişti. Bir hayat boyu 'garîbem, bîkesem, nâtuvanem, alîlem, zelîlem..' demiş, fakat daima eğilmeyen bir baş, bükülmeyen bir kamet olarak kalmıştı.
Hiçbirimiz, Üstad'dan daha ileri bir seviyede hak ve hakikati anlatma, i'lâ-yı kelimetullah da bulunma gayreti içinde olamayız. Hiçbirimiz dine ve ülkeye hizmette onun kadar cehd, himmet ve meşguliyete sahip değiliz. O, bizim altından kalkamayacağımız hizmetlerinin yanında evrâd u ezkârında da hiç mi hiç kusur etmemiştir. En ağır şartlar altında Risaleleri yazmış, tashih etmiş, onları çoğaltıp her tarafa dağıtmış, talebe yetiştirmiş, ehli dünya ile yaka-paça olmuş, hapishanelerde gezmiş-dolaşmış, fakat evrâd u ezkârını hiç aksatmamıştır. Talebelerinin şehadetiyle o, gecelerde, göz kamaştıran bir huşû ile sabaha kadar ubudiyette bulunmuş; yaz-kış bu âdetini değiştirmemiş; teheccüd, münâcat ve evradlarını asla terk etmemiştir. Evet, o ömür boyu hep koşmuş durmuş ama, işi sadece evrâd u ezkâr olan bir insan diyebileceğimiz şekilde de bir zikir kahramanı olarak yaşamış; Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) bu asırdaki bir izdüşümü gibi davranmıştır.
Bu müthiş adamı görmeyi hepiniz gibi ben de çok arzu ederdim. Tabii dizinin dibinde oturmayı, sohbetine ermeyi, dinlemeyi çok isterdim. Nasip... Belki bize görememenin hasret ve hicran sevabı, görenlere de huzurun insibağının sevabı yazılır.
M.Fethullah Gülen, Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1994, Sayı 26
risale-i nurlar bu dehşetli asırda imana ve islama yapılan hadsiz saldırılara karşı set olmuştur.
kurandan aldığı kuvvetle küfrün bütün azalarını zirü zeber etmiştir.
risale-i nuru bırakın hergünü her saat okumak gerekir.
risale-i nurun kuranın önüne geçtiğini kimse söleyemez.
r.nurlar kurandan gelmiştir.ve onun çelik bir zırhdır.Allahın izniyle.
28 deıl 17 defa zehırlen miştir kardeşim:D
bediüzzaman zamanı güzelleştiren adam(bedirhan gökçe)
zamanın alimi.....
said nursi risale-i nur kitabının hergün mutlaka okunması gerektiğini soylemeyip,Kuran-ı Kerim'i hergün okuyun deseydi belki nurcu olurdum.
biraz araştırdığınızda Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin sadece Kuran-ı Kerim'i öğrenmek isteyenler için 7 sayfalık cüz yazdığını görürsünüz.başka bi eseri yoktur.çünkü çizdiği yoldan gidenlerin,yazdığı kitabı Kuran-ı Kerim'den üstün tutacaklarından korkmuştur.bu cüzün 7 sayfa olması ve diyanetin 30 küsür sayfalık cüzlerinden daha kesin sonuçlar vermesi yazanın ne kadar usta olduğunu gösterir. hergün risale-i nur okuyan ama Kuran-ı Kerim'i daha seyrek zamanlarda okuyan nurcu kardeşlerim bu konu üzerinde iyice düşünsünler.