Balkonunuza çıktığınızda izleyebileceğiniz yegane manzaranın binalar,binaların ışıkları, binaların çatıları,binaların paratonerleri,binaların üzerinde yanıp sönen uyarı ışıkları, binaların güneş enerjileri, binaların uydu antenleri olan yine de her türlü imkana sahip sevdiğim şehirdir Ankara. Bir de deniz getirirse büyüklerimiz tadından yenmeyecek memleketimin...
:-) kimi zaman gözümden yaş olup akan, kimi zaman sokklarında bitmez tükenmez bilmeyen adımlarımla arşınladığım.... kızılayında alişveriş yaptığım izmir caddesinde simitimi ısırdığım,çayımı yudumladığım memleketim işte :-)
20 Ekim 1921'e imzalanan Ankara Antlaşması ya da(Fransız-Türk antlaşması) na göre, Fransa,Kilikya işkalinden geri çekilmişti.bu onlara bazı ekonomik avantajlar kazandirdı.Örnek olarak; Karadeniz kıyısı yakınlarındaki Harşit vadisinde'ki,krom,gümüş ve demir madenlerinin99 yıllığına Fransa'ya kiraya verilebilinirdi.
İZMİR’DEN ANKARA’YA GİDİŞ DÜŞÜ (Yahut Ankara’da Bir Dost Evine Gitmenin Özlemi; Dostlara Yazılan Bir Mektuptan Alıntı)
Hayal kurasım geldi, şizofren olmanın yan etkisi olsa gerek…
Şimdi trendeyim. Bu albızlar alası kentten yola çıkmışım. Bir saat filan olmuş. Deniz ve onu çağrıştıran şeylerin esamisi kalmamış. Hadi kış olsun. Soğuk. (Ege’nin soğuğundan n’olceymiş gaari?) Hadi biraz da param olsun, hayal bu ya… Restoran vagonuna gitmişim. Önce bir tek sek votkayı güm diye vurmuşum. Sonra 33’lük bira almışım, balon bardak. Yanımda ve şarjörümde yeterince sigaram var. Öyle pencereden bakıp biramı yudumluyorum. Hava kararmak üzere, dünya loşlaşıp kendine gelmeye başlamış. Sağdan soldan mırıl mırıl sohbetler geliyor, arada hafifçe sarhoş ses yükselişleri. Bu huzur demek.
Pencereden bakıyorum. Hava loşlaştığı için hem dışarıyı görüyorum, hem kendimi. Hem dışa dönük, hem içe dönük algılarım tıkır tıkır çalışıyor. Bu da denge demek, ki iyi bir şeydir. Dışarıda adım adım Ankara’ya yaklaşmanın coğrafi değişimini gözlemlerken, kandi gözlerimde de adım adım Ankara’ya yaklaşmanın ışıksal değişimini gözlemliyorum. Gözlerim parlıyor Ankara’ya yaklaştıkça, Ankara’ya yaklaştıkça güzelleşiyorum. Biliyorum ki, peri kızı gibi güzel ineceğim Ankara’ya; çünkü inince öyle bir güleceğim ki, o gülüş beni peri kızı kadar güzel yapacak. Sarhoş peri kızı…
Bira bitiyor, ikinciyi söylüyorum. İyice keskinleşti havanın soğuğu, dışarıdaki ağaçların iç çekmesinden anlıyorum. Koca pencerenin kadrajına aceleyle girip yangın varmışçasına kaçan ağaçların o bir anlık fotoğraflarını kafamda büyüttüğümde gördüğüm o ürpermeden anlıyorum. Gözeneklerinden incecik bir buğu çıkıyor çünkü. Bu da demektir ki hava benim. Ben ve benim gibilerin. Sıradan insanlar sıcak havada sokağa dökülür, soğuktaysa deliklerine kaçarlar böcek gibi; soğuk hava yalnızca serserilerindir, köpeklerin, ayyaşların ve şarâbî şehir eşkiyalarının…
Bir bira daha. Balon bardak. Adım adım ana rahmine dönmenin kaygan boşvermişliğine bırakabilirim kendimi artık. Geçtiğimiz köylerde yatsı ezanı trene yetişmeye çabalıyor ama boşuna, Ankara’ya gidiyoruz biz. Ben. Ben Ankara’ya gidiyorum. Soğuk, buz gibi, sıcak yuvama…
Gidince ne yapacağımı düşünüyorum. Ankara Garı’nda peri kızı olduktan sonra buzdan kanatlarımı çırpıp Sıhhiye üzerinden Kızılay’a uçarım. Yıllara borcum gereği Simge’ye inip bir bira içerim. Geceyi dışarıda geçirmiş sarhoşları, ayyaşları bulup onları seyrederim, uyandırmadan saçlarını okşarım diye düşünüyorum. Pencereden bakıp biramı bitiriyorum. Bir bira daha. Ben “balon bardak” demeden gülümseyerek “balon bardak” diyor garson. Ankara’ya yaklaştıkça güzelleşiyorum ya, asılıyor adam. Aman boşveeer, Ankara’ya gidiyorum, hiçbir şey umurumda değil, istediği kadar gülümseyebilir.
İşte tam o biranın yarısındayken pencereden kar görünmeye başlıyor. Kaaarrr…! Tepsi kadar koca bir dolunay; hem gökte, hem karın üstünde yerde… Işıl ışıla kesmiş ortalık. Gözlerimden bile parlak. Ankara’ya yaklaştıkça her şey ışıldıyor. Kesin ağlarım. Tren, bira, kar, Ankara fazla gelir; kesin ağlarım…! Öyle uyuyan bir kedi gibi kendime düğümlenip ağlarım. Ankara’ya kavuşmama, Ankara’sız geçen 324 günüme ağlarım. Ankara’nın bana, benim Ankara’ya yasaklanmamıza, birbirimizden koparılıp alınmamıza ağlarım. (Şimdi bile doldu gözlerim, kar üstünde dolunay gibi ışıl ışıl görünüyor bu kağıt…)
Sonra trenden iniyorum. Ankara Garı. Kavuşmaların ve ayrılmaların cefakar annesi… Her gönderdiğine üzülüp her kavuştuğuna sevinen kurşunlanmış Kibele… Vurdular onu… (Bir gittiğinizde bakın; eğer değiştirmedilerse o koca saatin yanında, peronun en üstünde, Kurtuluş durağına doğru 10-15 adım ileride kurşun izleri vardır. Kurşun izleri ve kimsesiz güvercinler vardır.)
Sonra trenden iniyorum. Kurşun izlerine bakıp Kibele’nin memelerinden öpüyorum. Şimdiye dek ayrılanların acılarını uyandırmamak için, törensel adımlarla usulca geçiyorum alt geçitten… Maltepe’yi Sıhhiye’ye bağlayan yeni yoldan yürüyorum; solumda artık işe yaramayan ama usulünce taltif edilmiş emekli lokomotifler, sağ tarafımda cumhuriyetin ilk –ve tek- şehir içi havagazı dağıtım fabrikasının yıkılmamış bozkır renkli cesedi… Sonra Sıhhiye, Ulus’un varoş adımlarıyla Kızılay’ın bürokrat nefesinin şaşırtıcı kokteyli… Yeniden bildik yollarda yürümenin muzaffer teslimiyeti. Derken Zafer Çarşısı. Ne içmiştim merdivenlerinde, ne kusmuştum… Ardından Sakarya Caddesi. Misafir odam Sakarya, yatak odam Sakarya. Sonra Yüksel, balkonum. Sonra Konur, bahçem… Her bir karışını milyon kere adımladığım evim. Sabahın köründe hala “geceden sarhoş” ailem. İspirto-kolonya kokan kucaklarına atlayıp yüzümü üç günlük sakallarına gömüyorum. Kimi dostlar çoktan ölmüş, diğerleri çaresiz bir inatla oradalar hala…
Size haber vermiyorum. Dost gülüşlerinizi kaldırmaya daha yetmez yüreğim. Gündüz gündüz sarhoş olup çok ağlarım sonra. Sizi geceye, geceyi size saklıyorum. Biraz içiyorum sokaktakilerle; ama çok değil, sızıp kalacak kadar çok değil, ama yine de içiyorum, sersem bir neşe içinde, doğruluğuna inanamadan, hala hayal sanarak… Arada bir kendimi durumun gerçekliğine ikna ederek. “Evet, evet, gerçekten buradayım.” diyerek içiyorum. Allahım nasıl lezzetli bira bu şehirde, başka mı yaparlar nedir? Fabrikalar Ankara’da satılacak şarapları farklı mı üretiyor, ne bu lezzet? Dilim-boğazım-beynim saygıyla karşılıyor bu lezzetin görkemini… Tıpkı Mithatpaşa Köprüsü’nün altındaki ucuz çorbacının mercimeğinin o tuhaf lezzeti gibi… Karnımızı doyuruyoruz orada birkaç dostla ben, sonra içimizin alkol ısısıyla bir türlü uyum sağlayamamış ellerimizi, kızarmış burunlarımızı, kar suyu çekmiş ayaklarımızı tinercilerin cilveli kasa ateşlerinde ısıtıyoruz. Hava kararıyor. Çalıntı manav kasalarının ateşi, tecavüz edilen bir kadının külodu gibi yırtıyor karanlığı; her tecavüzcü gibi yırtıktan içeri dalıyoruz, hem utanıp hem eğlenerek… İçkimizi ve kızıllaşan gözlerimizi ve kızıllaşan kahkahalarımızı paylaşıyoruz tinercilerle; onlar da bizimle tuzaktaki bir hayvanınkiler gibi çaresiz bakışlarını, parlak neşe kağıtlarıyla ambalajlanmış korkunç acılarını, karton kutu içindeki yılanlar gibi kıvranan halüsinasyonlarını paylaşıyorlar.
Mutluluktan ve içkiden sarhoş gibiyim. Basbayağı sersem işte; bir ağlayıp bir gülüyorum, hem çişimi tutmaya çalışıp hem şarkı söylüyorum. Gece erişiyor yavaş yavaş… Herkes donmadan sabaha çıkacak bir yer derdine düşüyor. Pencereden gölge gibi süzülerek girilecek bir kalorifer dairesi mesela, ya da içeri girip para çekenin ardınan kilitlenmesin diye kilidine izmarit sokulmuş bir bankamatik kulübesi. Neresi olursa artık…. Sızma vakti erişiyor yavaş yavaş… Yıkıla döküle uzaklaşılıyor sönmeye yüz tutan ateşin başından; bir cepte içkinin son yudumları pet şişe içinde, diğer cepte yarım kalmış anlaşılamayan sohbetler…. Bal gibi biliniyor, yarın gece de aynı yerde aynı randevuya gelmenin kaçınılmazlığı, ölünmezse tabii… Yaşayanlar yarın yine geliyor çaresiz.
Ben de yıkıla döküle uzaklaşıyorum ateşin başından; ama pek de yıkılmadan ve pek de dökülmeden, çünkü yıkılmamı ve dökülmemi size saklıyorum. Bir deprem gibi titreye titreye yıkılacağım size ve bir fırtına gibi sulusepken döküleceğim çünkü…
Bir yolunu bulup Eryaman’a geliyorum. Artık otobüs mü olur, otostop mu, buzdan kanatlarımla uçar mıyım bilmem. Ama geliyorum. Adrese benzemeyen adresinizi soruyorum adama benzemeyen adamlara. Kendi evimi arıyorum, kolay mı, bulmamak olmaz. Apartmanın girişinde evde olup olmadığınızı öğrenmek için hal-hatır sorar gibi telefon açıyorum size, tabii ki evdesiniz. Hah, para da vardı, gelirken bir ton da aklol (yanlış yazdım, sarhoşum ya) bir ton da alkol alıyorum. Sırt çantam tepeleme sarhoşluk dolu, size de, bana da yeter. Ben zaten alaboraya yaklaşmış destroyer gibi iskele tarafına yatık geliyorum, birkaç darbe yeter kanatlarımın erimesi için… Hem kendi evimde kanada ihtiyacım yok, uçacak değilim, konmaya geldim ben. Sırt çantamın ağırlığı altında çıkıyorum merdivenleri, kaçıncı katsa artık, zile basıyorum. Dünyanın en güzel zil seslerinden biridir eminim, öyle değilse bile öyledir. Zil yoksa, kapıya vursam, o da dünyanın en güzel tak taklarından biridir. Çünkü periler toplantısına açılan kapının sesi o; yalnız, sarhoş, iyi yürekli perilerin…
Gerisi sıcak ve yumuşak bir heyecan… Gerisi cennetin dış bahçesi… Gerisi ışıldayan gece…
Ankara denince akla gelen protokol... Devlet-memur... kapkara zindan bir kent kurulu saat misali mat geçen bir hayat.... Yaım kalan sevdalara sessizce ağlayan bir kent....
Devlet gücünün simgesi olan görkemli ama asık yüzlü, tehditkar binaları; insan sıcaklığı tanımayan soğuk heykelleri, zoraki meydanlar; tepeden tırnağa iktidarın renklerini giyinmiş insanlarıyla bu şehir, onun bir dönem kendini mahkum ettiği sürgünüydü...
Yerleşeli 1 ay olmadan kendisine bir yol sorulmuş olan bir arkadaşın 'doğduğun yer değil doyduğun yerdir memleketin' deyip de yerleştiği şehir. Ömrünce denizin varlığına göre yapılan tariflerin zihindeki yeri nedeniyle arkadaş,amcaya şöyle anlatmıştır yolu: -Amca şimdi şu taraftan döndüğünde,karşına bi market çıkacak...Oradan sonra sahile doğru git.Sonra karşına çıkar. tamam mı? -.........?
öpülesim geldi yine gece yarısı sarılıp uyuyasım geldi, saçlarına dokunasım, göğsüne yaslanasım geldi.. özledim be güzelim heran hayalin heryerimde olsa bile özledim işte..
ah ulan ankara içimde kaldı simsiyah,kapkara bir hatıra söyle be dilsiz,sağır şehir söyle hangi karende yok resmimiz ah ulan ankara ben bu anılarla acı dolu yaşlarla nasıl çıkarım o güzelim bahara yak bakalım fırat yak üstüste sigara..
biri dur desin bişey dur desin öyle özledim ki şimdi,şu anda karşımda görsem inan yetmeyecek içimdeki sen arsızına milyar yıllar yetmeyecek an olacak sonsuzluk sen bile az geleceksin seni senden öte özledim içimdeki hasrete sen bile yetmeyecek..
yok mu bi cerrah yarabbim,. sökülsün,kurutulsun,alınsın şu yara yok mu yok,yok,, yok.., bi neşteri kara..
Yaşanılan acı olaydan sonra, ismini her duyduğumda yüreğimde ince sızıların oluşmasına sebep olan başkentimiz...! !
İnsan sevgisi (!) ile yola çıkıp, yoldaş arayan ayyaşların katliamına sahne oldu güzelim memleket...! !
Sevmeleri takdirinde yaptıkları bu ise, sevmedikleri zaman ne yapar bilemem bu komünist zihniyetleri.Tarihte zaten yerlerini almışlar, eli kanlı dikdatörler...! !
Zanlının teşhisi Allah'tan kısa sürdü ve neticeye bağlandı, yoksa İslami Terör (!) diye yine bize yutturulmaya çalışılırdı...! !
Merak ettiğim şu..., acaba zanlının bulunan ayağı, ön ayaklarımıydı yoksa arka ayaklarımı..! !
Hayvan gibi yaşayıp, it gibi ölmek bu olsa gerek...! !
Ankara' lı olmak ayrıcalık tır herşeyiyle çok farklı özellikle düğünleri süper seviyorum işte başkenttim..
günahlarımın başkenti,
Balkonunuza çıktığınızda izleyebileceğiniz yegane manzaranın binalar,binaların ışıkları, binaların çatıları,binaların paratonerleri,binaların üzerinde yanıp sönen uyarı ışıkları, binaların güneş enerjileri, binaların uydu antenleri olan yine de her türlü imkana sahip sevdiğim şehirdir Ankara. Bir de deniz getirirse büyüklerimiz tadından yenmeyecek memleketimin...
:-) kimi zaman gözümden yaş olup akan, kimi zaman sokklarında bitmez tükenmez bilmeyen adımlarımla arşınladığım.... kızılayında alişveriş yaptığım izmir caddesinde simitimi ısırdığım,çayımı yudumladığım memleketim işte :-)
el değmemiş, kapkaç terör yıkıcı faaliyelerin yanından dahi geçemeyeceği güzel vatanın bir parçası.. anadolunun gözbebeği
Sevmek
Güzel meslek
Ama zor
Can dayanıyor
Dayanmasına
Ama yürek
Gitti gidecek
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU
Gri takım elbiseli şehir.
Başket olmasının dışında pek bir özelliği olmayan sevimsiz kent.
Angaralılar kusura bakmasın, bu benim görüşüm.
20 Ekim 1921'e imzalanan Ankara Antlaşması ya da(Fransız-Türk antlaşması) na göre, Fransa,Kilikya işkalinden geri çekilmişti.bu onlara bazı ekonomik avantajlar kazandirdı.Örnek olarak; Karadeniz kıyısı yakınlarındaki Harşit vadisinde'ki,krom,gümüş ve demir madenlerinin99 yıllığına Fransa'ya kiraya verilebilinirdi.
Adı ak kendi kara
aştide ilk iş simit yicem...yok buralarda kara simit...k leri g yapan memleketimi özledim..
şimdi her şehir biraz ankara, her giden biraz ankara yolcusu, nereye giderse gitsin bindiğim otobüs vardığım her otogar aşti....
İstanbul, İzmir gibi büyük şehirde tempolu ve canlı bir hayat yaşayan insanlar için tam bir hapishane..
Devlet binalarındaki otorite duvarlara aksetmiş, insan bir hoş oluyor bu memlekette.
İZMİR’DEN ANKARA’YA GİDİŞ DÜŞÜ
(Yahut Ankara’da Bir Dost Evine Gitmenin Özlemi;
Dostlara Yazılan Bir Mektuptan Alıntı)
Hayal kurasım geldi, şizofren olmanın yan etkisi olsa gerek…
Şimdi trendeyim. Bu albızlar alası kentten yola çıkmışım. Bir saat filan olmuş. Deniz ve onu çağrıştıran şeylerin esamisi kalmamış. Hadi kış olsun. Soğuk. (Ege’nin soğuğundan n’olceymiş gaari?) Hadi biraz da param olsun, hayal bu ya… Restoran vagonuna gitmişim. Önce bir tek sek votkayı güm diye vurmuşum. Sonra 33’lük bira almışım, balon bardak. Yanımda ve şarjörümde yeterince sigaram var. Öyle pencereden bakıp biramı yudumluyorum. Hava kararmak üzere, dünya loşlaşıp kendine gelmeye başlamış. Sağdan soldan mırıl mırıl sohbetler geliyor, arada hafifçe sarhoş ses yükselişleri. Bu huzur demek.
Pencereden bakıyorum. Hava loşlaştığı için hem dışarıyı görüyorum, hem kendimi. Hem dışa dönük, hem içe dönük algılarım tıkır tıkır çalışıyor. Bu da denge demek, ki iyi bir şeydir. Dışarıda adım adım Ankara’ya yaklaşmanın coğrafi değişimini gözlemlerken, kandi gözlerimde de adım adım Ankara’ya yaklaşmanın ışıksal değişimini gözlemliyorum. Gözlerim parlıyor Ankara’ya yaklaştıkça, Ankara’ya yaklaştıkça güzelleşiyorum. Biliyorum ki, peri kızı gibi güzel ineceğim Ankara’ya; çünkü inince öyle bir güleceğim ki, o gülüş beni peri kızı kadar güzel yapacak. Sarhoş peri kızı…
Bira bitiyor, ikinciyi söylüyorum. İyice keskinleşti havanın soğuğu, dışarıdaki ağaçların iç çekmesinden anlıyorum. Koca pencerenin kadrajına aceleyle girip yangın varmışçasına kaçan ağaçların o bir anlık fotoğraflarını kafamda büyüttüğümde gördüğüm o ürpermeden anlıyorum. Gözeneklerinden incecik bir buğu çıkıyor çünkü. Bu da demektir ki hava benim. Ben ve benim gibilerin. Sıradan insanlar sıcak havada sokağa dökülür, soğuktaysa deliklerine kaçarlar böcek gibi; soğuk hava yalnızca serserilerindir, köpeklerin, ayyaşların ve şarâbî şehir eşkiyalarının…
Bir bira daha. Balon bardak. Adım adım ana rahmine dönmenin kaygan boşvermişliğine bırakabilirim kendimi artık. Geçtiğimiz köylerde yatsı ezanı trene yetişmeye çabalıyor ama boşuna, Ankara’ya gidiyoruz biz. Ben. Ben Ankara’ya gidiyorum. Soğuk, buz gibi, sıcak yuvama…
Gidince ne yapacağımı düşünüyorum. Ankara Garı’nda peri kızı olduktan sonra buzdan kanatlarımı çırpıp Sıhhiye üzerinden Kızılay’a uçarım. Yıllara borcum gereği Simge’ye inip bir bira içerim. Geceyi dışarıda geçirmiş sarhoşları, ayyaşları bulup onları seyrederim, uyandırmadan saçlarını okşarım diye düşünüyorum. Pencereden bakıp biramı bitiriyorum. Bir bira daha. Ben “balon bardak” demeden gülümseyerek “balon bardak” diyor garson. Ankara’ya yaklaştıkça güzelleşiyorum ya, asılıyor adam. Aman boşveeer, Ankara’ya gidiyorum, hiçbir şey umurumda değil, istediği kadar gülümseyebilir.
İşte tam o biranın yarısındayken pencereden kar görünmeye başlıyor. Kaaarrr…! Tepsi kadar koca bir dolunay; hem gökte, hem karın üstünde yerde… Işıl ışıla kesmiş ortalık. Gözlerimden bile parlak. Ankara’ya yaklaştıkça her şey ışıldıyor. Kesin ağlarım. Tren, bira, kar, Ankara fazla gelir; kesin ağlarım…! Öyle uyuyan bir kedi gibi kendime düğümlenip ağlarım. Ankara’ya kavuşmama, Ankara’sız geçen 324 günüme ağlarım. Ankara’nın bana, benim Ankara’ya yasaklanmamıza, birbirimizden koparılıp alınmamıza ağlarım. (Şimdi bile doldu gözlerim, kar üstünde dolunay gibi ışıl ışıl görünüyor bu kağıt…)
Sonra trenden iniyorum. Ankara Garı. Kavuşmaların ve ayrılmaların cefakar annesi… Her gönderdiğine üzülüp her kavuştuğuna sevinen kurşunlanmış Kibele… Vurdular onu… (Bir gittiğinizde bakın; eğer değiştirmedilerse o koca saatin yanında, peronun en üstünde, Kurtuluş durağına doğru 10-15 adım ileride kurşun izleri vardır. Kurşun izleri ve kimsesiz güvercinler vardır.)
Sonra trenden iniyorum. Kurşun izlerine bakıp Kibele’nin memelerinden öpüyorum. Şimdiye dek ayrılanların acılarını uyandırmamak için, törensel adımlarla usulca geçiyorum alt geçitten… Maltepe’yi Sıhhiye’ye bağlayan yeni yoldan yürüyorum; solumda artık işe yaramayan ama usulünce taltif edilmiş emekli lokomotifler, sağ tarafımda cumhuriyetin ilk –ve tek- şehir içi havagazı dağıtım fabrikasının yıkılmamış bozkır renkli cesedi… Sonra Sıhhiye, Ulus’un varoş adımlarıyla Kızılay’ın bürokrat nefesinin şaşırtıcı kokteyli… Yeniden bildik yollarda yürümenin muzaffer teslimiyeti. Derken Zafer Çarşısı. Ne içmiştim merdivenlerinde, ne kusmuştum… Ardından Sakarya Caddesi. Misafir odam Sakarya, yatak odam Sakarya. Sonra Yüksel, balkonum. Sonra Konur, bahçem… Her bir karışını milyon kere adımladığım evim. Sabahın köründe hala “geceden sarhoş” ailem. İspirto-kolonya kokan kucaklarına atlayıp yüzümü üç günlük sakallarına gömüyorum. Kimi dostlar çoktan ölmüş, diğerleri çaresiz bir inatla oradalar hala…
Size haber vermiyorum. Dost gülüşlerinizi kaldırmaya daha yetmez yüreğim. Gündüz gündüz sarhoş olup çok ağlarım sonra. Sizi geceye, geceyi size saklıyorum. Biraz içiyorum sokaktakilerle; ama çok değil, sızıp kalacak kadar çok değil, ama yine de içiyorum, sersem bir neşe içinde, doğruluğuna inanamadan, hala hayal sanarak… Arada bir kendimi durumun gerçekliğine ikna ederek. “Evet, evet, gerçekten buradayım.” diyerek içiyorum. Allahım nasıl lezzetli bira bu şehirde, başka mı yaparlar nedir? Fabrikalar Ankara’da satılacak şarapları farklı mı üretiyor, ne bu lezzet? Dilim-boğazım-beynim saygıyla karşılıyor bu lezzetin görkemini… Tıpkı Mithatpaşa Köprüsü’nün altındaki ucuz çorbacının mercimeğinin o tuhaf lezzeti gibi… Karnımızı doyuruyoruz orada birkaç dostla ben, sonra içimizin alkol ısısıyla bir türlü uyum sağlayamamış ellerimizi, kızarmış burunlarımızı, kar suyu çekmiş ayaklarımızı tinercilerin cilveli kasa ateşlerinde ısıtıyoruz. Hava kararıyor. Çalıntı manav kasalarının ateşi, tecavüz edilen bir kadının külodu gibi yırtıyor karanlığı; her tecavüzcü gibi yırtıktan içeri dalıyoruz, hem utanıp hem eğlenerek… İçkimizi ve kızıllaşan gözlerimizi ve kızıllaşan kahkahalarımızı paylaşıyoruz tinercilerle; onlar da bizimle tuzaktaki bir hayvanınkiler gibi çaresiz bakışlarını, parlak neşe kağıtlarıyla ambalajlanmış korkunç acılarını, karton kutu içindeki yılanlar gibi kıvranan halüsinasyonlarını paylaşıyorlar.
Mutluluktan ve içkiden sarhoş gibiyim. Basbayağı sersem işte; bir ağlayıp bir gülüyorum, hem çişimi tutmaya çalışıp hem şarkı söylüyorum. Gece erişiyor yavaş yavaş… Herkes donmadan sabaha çıkacak bir yer derdine düşüyor. Pencereden gölge gibi süzülerek girilecek bir kalorifer dairesi mesela, ya da içeri girip para çekenin ardınan kilitlenmesin diye kilidine izmarit sokulmuş bir bankamatik kulübesi. Neresi olursa artık…. Sızma vakti erişiyor yavaş yavaş… Yıkıla döküle uzaklaşılıyor sönmeye yüz tutan ateşin başından; bir cepte içkinin son yudumları pet şişe içinde, diğer cepte yarım kalmış anlaşılamayan sohbetler…. Bal gibi biliniyor, yarın gece de aynı yerde aynı randevuya gelmenin kaçınılmazlığı, ölünmezse tabii… Yaşayanlar yarın yine geliyor çaresiz.
Ben de yıkıla döküle uzaklaşıyorum ateşin başından; ama pek de yıkılmadan ve pek de dökülmeden, çünkü yıkılmamı ve dökülmemi size saklıyorum. Bir deprem gibi titreye titreye yıkılacağım size ve bir fırtına gibi sulusepken döküleceğim çünkü…
Bir yolunu bulup Eryaman’a geliyorum. Artık otobüs mü olur, otostop mu, buzdan kanatlarımla uçar mıyım bilmem. Ama geliyorum. Adrese benzemeyen adresinizi soruyorum adama benzemeyen adamlara. Kendi evimi arıyorum, kolay mı, bulmamak olmaz. Apartmanın girişinde evde olup olmadığınızı öğrenmek için hal-hatır sorar gibi telefon açıyorum size, tabii ki evdesiniz. Hah, para da vardı, gelirken bir ton da aklol (yanlış yazdım, sarhoşum ya) bir ton da alkol alıyorum. Sırt çantam tepeleme sarhoşluk dolu, size de, bana da yeter. Ben zaten alaboraya yaklaşmış destroyer gibi iskele tarafına yatık geliyorum, birkaç darbe yeter kanatlarımın erimesi için… Hem kendi evimde kanada ihtiyacım yok, uçacak değilim, konmaya geldim ben. Sırt çantamın ağırlığı altında çıkıyorum merdivenleri, kaçıncı katsa artık, zile basıyorum. Dünyanın en güzel zil seslerinden biridir eminim, öyle değilse bile öyledir. Zil yoksa, kapıya vursam, o da dünyanın en güzel tak taklarından biridir. Çünkü periler toplantısına açılan kapının sesi o; yalnız, sarhoş, iyi yürekli perilerin…
Gerisi sıcak ve yumuşak bir heyecan… Gerisi cennetin dış bahçesi… Gerisi ışıldayan gece…
ilk ask..demek ankara. celiski demek.cok kültürlerin bir arada yasama mücadelesi demek..
özlemek,uzak,gidememek
ankara memur memleketi
bir de ankara döneri :))
hayatımı değiştiren şehir.....seni seviyorum ankara
Ankara denince akla gelen protokol... Devlet-memur... kapkara zindan bir kent kurulu saat misali mat geçen bir hayat.... Yaım kalan sevdalara sessizce ağlayan bir kent....
senden uzakta olmak ve bir de hasretinin tadına bakmak istiyorum artık... :)
...öyle deme ankarayı sevmeyene bir zülumdur bu kadar insanın neden ankarayı bu kadar çok sevdiğini anlamadan ankara da yaşamak...
içinde Ankara geçen bütün şarkıların güzel olmasını..
Devlet gücünün simgesi olan görkemli ama asık yüzlü, tehditkar binaları; insan sıcaklığı tanımayan soğuk heykelleri, zoraki meydanlar; tepeden tırnağa iktidarın renklerini giyinmiş insanlarıyla bu şehir, onun bir dönem kendini mahkum ettiği sürgünüydü...
Oya Baydar
Sıcak Külleri Kaldı
Yerleşeli 1 ay olmadan kendisine bir yol sorulmuş olan bir arkadaşın 'doğduğun yer değil doyduğun yerdir memleketin' deyip de yerleştiği şehir.
Ömrünce denizin varlığına göre yapılan tariflerin zihindeki yeri nedeniyle arkadaş,amcaya şöyle anlatmıştır yolu:
-Amca şimdi şu taraftan döndüğünde,karşına bi market çıkacak...Oradan sonra sahile doğru git.Sonra karşına çıkar.
tamam mı?
-.........?
Bahtıyara
öpülesim geldi
yine gece yarısı
sarılıp uyuyasım geldi,
saçlarına dokunasım,
göğsüne yaslanasım geldi..
özledim be güzelim
heran hayalin
heryerimde olsa bile
özledim işte..
ah ulan ankara
içimde kaldı
simsiyah,kapkara
bir hatıra
söyle be dilsiz,sağır şehir
söyle
hangi karende yok
resmimiz
ah ulan ankara
ben bu anılarla
acı dolu yaşlarla
nasıl çıkarım
o güzelim bahara
yak bakalım
fırat
yak üstüste
sigara..
biri dur desin
bişey dur desin
öyle özledim ki
şimdi,şu anda
karşımda görsem
inan yetmeyecek
içimdeki sen arsızına
milyar yıllar yetmeyecek
an olacak sonsuzluk
sen bile az geleceksin
seni senden öte özledim
içimdeki hasrete
sen bile yetmeyecek..
yok mu bi cerrah
yarabbim,.
sökülsün,kurutulsun,alınsın
şu yara
yok mu
yok,yok,,
yok..,
bi neşteri kara..
Fırat Ülker
söyle be dilsiz sağır şehir
söyle hangi karende yok resmimiz
ah ulan ankara
içimde kaldı
simsiyah kapkara bir hatıra..
(ankara ömrümdür de..,
ben ölüyüm işte..)
TÜRK YURDU,ERGENEKON'u çağrıştırıyor.
türkiyemizin baş kenti
ama halen akıllara gelmiyor
ANKARA YAŞANILACAK EN GÜZEL ŞEHİRLERİMİZDEN BİRİ...
Yaşanılan acı olaydan sonra, ismini her duyduğumda yüreğimde ince sızıların oluşmasına sebep olan başkentimiz...! !
İnsan sevgisi (!) ile yola çıkıp, yoldaş arayan ayyaşların katliamına sahne oldu güzelim memleket...! !
Sevmeleri takdirinde yaptıkları bu ise, sevmedikleri zaman ne yapar bilemem bu komünist zihniyetleri.Tarihte zaten yerlerini almışlar, eli kanlı dikdatörler...! !
Zanlının teşhisi Allah'tan kısa sürdü ve neticeye bağlandı, yoksa İslami Terör (!) diye yine bize yutturulmaya çalışılırdı...! !
Merak ettiğim şu..., acaba zanlının bulunan ayağı, ön ayaklarımıydı yoksa arka ayaklarımı..! !
Hayvan gibi yaşayıp, it gibi ölmek bu olsa gerek...! !