-İçimdeki öteki ben kapa çenemi…
“Hasreti şanına yaraşır yaşamak” diye bir deyim uydurmalıyım ve arkasında durmalıyım sana olan çaresizliğimin. İçimdeki sansüre bir dur demeliyim “bırak beni ne olursun hiç olmasa konuşayım” Ben seninle konuşurken herkesten ve her şeyden saklanan bir kaçağım, kendi içimde sürekli adres değiştirerek senden kaçıyorum, sürekli kıskıvrak yakalanmak utandırmıyor beni. Senin yanında benim en güzel yanım sana olan zayıflığımdır. Yorgunluğuma sarılıp deliksiz uykulara dalmayı seviyorum. Bir gün yüz yaşında olursam eğer, yüz yıl boyunca onca şey söylemiş olmama rağmen, sana seslenmek istediğim bir çok şeyi kendimle götürecek olmak canımı sıkıyor. Bu kadar dik durmak, bu kadar güçlü görünmek ve her şeye karşı inadına herkese kızgın yaşamak ne kadar doruydu ki. Bir gün yorgun bitkin üzgün bir çocuk gibi boynuma sarılsaydın, hatta ağlasan birazcıkta ve belli belirsiz dudaklarından dökülse “sen olmasan ben ne yaparım” kelimeleri. Hayır senin bana mecbur olmanı istemiyorum aslında, fakat hayatının bir yerinde bütün ötekilerden daha iyi bir yerde olmayı özlemek bencillik sayılmaz belki.
Bütün bir hayatı muhtemel yaşanılacak güzel şeylerin hazırlıklarını yapar gibi yaşamaktan yoruldum ben. Bu sahne hiçbir zaman tam anlamıyla hazır olmayacak, dekoru tamamlamaya çalıştıkça eksilecek bir şeyler ve Allah’ın cezası perde hiç açılmayacak. Ne olurdu sanki bir kenarda eğreti bir taburemiz olsaydı, mesela bir kez olsun Cahit Berkay bir kıyak yapsaydı alsaydı eline gitarını ve film müzikleri çalsaydı bizim için ama bizi hiç rahatsız etmese. Ne olurdu sanki bir gün bir film sahnesi gibi yaşaydık hayatı ve o sahnede hiç cinayet olmasaydı, polisten kaçmasaydık, yağmur yağsaydı dışarıda, çok fena gök gürültüleri ve korktukça daha çok sokulsaydın bana. Bağlamasaydın elimi kolumu, avuçlarımın terlemesi ayıp sayılmasaydı. Borçlarımız olmasaydı mesela, yada daha çok para kazanmamız lazım diye bir şeyden söz etmeseydik. Müdürsüz olsaydık mesela ve hiçbir yere yetişmemiz gerekmeseydi, koşmak zorunda kalmasaydık, acıkmasaydık mesela “beni seviyormusun” deseydin, oysa erkeler sevmez bu soruyu ama senin dudaklarından dökülünce ben severdim. “evet” dediğimde şımarsaydın birazcık “ne kadar çok seviyorsun” deseydin ve sevgiyi ölçen hiçbir şeyin olmayışından ilk defa huzursuzluk duysaydım.
Bazı anlar kendi içimde sokağa çıkma yasağı ilan ediyorum, bir tek ikimiz varız dışarıda ve ne tank sesleri nede inzibat. Seninle yürüyorum hiç bilmediğim bir sahilde ve sana dokunmam seni bile rahatsız etmiyor, oysa biliyorsun seninle yürümek canımı sıkıyor aslında, sırf bunun için topuklu ayakkabılardan özenle kaçınıyor olmana rağmen benden uzunsun. Geri zekalı bir erkeklik kompleksi başımı ağrıtıyor, müthiş bir şekilde bir an önce bir yere oturma isteği…
-Bir şeyle içelim mi…
Birine kızmak ondan nefret etmek anlamına gelmiyormuş bunu 10 dakika önce anladım. Sokağından geçmeyi özlüyorum sana uğramak asla içimden gelmiyor, geçip gitmek istiyorum başımı çevirip ışıklarının yanıp yanmadığına bile bakmadan. Bilmiyorum belki sabaha karşıdır ve karanlığı ortadan ikiye bölen bir kedi çığlığıdır, yada başka sokaklarda bitkin bir ses tonuyla nara atan bir şarapçıya daha çok ihtiyacım var. Onun hiç kimseyi umursamayan kirliliği bütün öteki insanlardan daha samimi daha içten geliyor bana. Hiç olmazsa hiç kimseyi umursamadığından hiçbir kuşkum yok. Bütün geride bıraktığım yıllarım tek başımaydım, benden başka kimseler yoktu söyledikleriyle aklından geçenlerin aynı olduğu bir tek ben. Ne zaman güzel bir kadın “ben evleniyorum” dese, bütün öteki insanlar yüzde yüz sahtekarca bir sevinç gösterisiyle kutlarken, ben “Ne zaman boşanacaksın” diye soruyordum. Bunu söyliycek kadar tanımıyorsam bile en azından susma hakkımı kullanıyorum.
Kızgınım, modern görünümlü ve bütün tören konuşmalarında insan eksenli cümleler kurup, demokrasi edebiyatı yapan Allah’ın belası aşiret reislerinin suratlarına kusmaktan yoruldum. Hiç olmaza diyorum hiç kimseye hesap vermeden yaşamış olduğumun tadına vararak tüketmek geride kalan yılarlımı. Hiç olmazsa diyorum günün en boktan bir saatinde telefonum çalmıyor “nerdesin neden gelemdin, niçin telefonlarıma cevap vermiyorsun” sorularından muaf bir özgürlüğüm var. Kızgınım, sana gelmeyi özlemiyorum, yolum zoraki düşse bile seni kafamın içindeki sen gibi bulmıycam. Korkunç derecede hastalanmış olmalısın, 3 gündür yatağından kalkamamış olmalısın, 3 gündür boğazından bir lokma geçmemiş olmamalı ve susmalısın. “sana ne oldu dememeliyim, ellerim birbirine dolaşmadan giyecek bir şeyler çıkartmalıyım gardoraptan. Kucağıma alıp banyoya götürmek yıkamak elini yüzünü, ıslanan zülüflerini geriye doğru tararken parmaklarımdaki şefkati görmemelisin. Hiçbir telaşa kapılmadan kucağımda indirmeliyim seni sokağın başında bekleyen taksi ben elimi kaldırmadan gelmeli, özenle yatırmalıyım arka koltuğa seni, ön koltuğa binerken ağzımdan çıkan tek cümle “hastaneye” olmalı ve ne olur taksici dilsiz olsa, “geçmiş olsun abi neyi var yengenin” demese. Acilin önünde hazır beklese sağlık personeli. Hiçbir şey sormasalar. Tansiyonun normal olsa, nabzı gayet iyi deseler, kolundan damla damla damarlarına süzülün serumu seyretsem, bakmasam yüzüne yada baktığımı görmesen. Yapılan bütün tetkikler zehirlenmiş olduğunu gösterse ve hayati tehlike arzetmese. Beklesem başucunda bütün gece ve asla eline dokunmasam. 18 saat sonra taburcu etseler seni ve ayrı ayrı çıksak hastaneden, sana baksam bindiğin taksi tepeyi dönene kadar ve görmesen baktığımı. Artık hiçbir kaygıya kapılmadan kaçsam oralardan, gideceğim yerde hiç kimse olmasa, hiçbir Allah’ın kulundan duymasam “selamünaleyküm”ünü. Bir dere yatağı bulsam otursam akar suyun kenarına, elimde bir söğüt çubuğuyla göletleri dövsem, seni düşünsem ve bir gün olsun “seni çok özledim” dediğini hayal etsem ve hiç özlemesem seni, hatta asla af edemesem.
Kızgınım sana ve hiç kimsenin bu dekoru bozmasına izin vermiyceğim, hiç kimse senin olduğundan daha yakın olmıycak bana. Hiç kimseye sana bağlandığımdan daha çok bağlanmıycam ve hiçbir öteki sen sana olan zaaflarımı yok saymıycak. Gücümü yalnızlığımdan aldığımı bilerek yaşıyacağım, hasretini çektiğim hiçbir şey paketi açılmadan öylece duracak orda ve hiç birisini zamanından önce eskitmiyceğim. Kızgınım sana ve hiç gelmiyeceğim taki senin ayak seslerin benim kişisel zindanlarımın kapısından çınlayana dek sen olmıycaksın benimle…
09 Eylül saat 00. 55
Devri alem döndü
Onlar yine
Yazlıklarından saraylarından çıkıp
Metreslerini şoförlerine emanet ettiler
Çıplak ayaklarımızı
Ceylan derisi ayakkabılarıyla çiğneyerek
Sana dair 1
Yatıya misafirliğe gelindiğinde bile her an gitmek zorunda kalınır yanların oldu hep. Kimseler bilmiyordu orada olduğunu bir tek bilen vardı ve her önüne gelene o orda diyordu “gördüm” kimseyi inandıramıyor sürekli arıyor sürekli bulup bulup kaybediyordu. Hiçbir zaman 45 dakikacık olsun barışık olunmuyordu seninle, birazcık öfke serpiştiriyordun az kızarmış sinirlerin üstüne, hasretle sarılma gereksinimleri oluşturuyordun kimi zaman fakat her dokunulduğunda yanık izleri kalıyordu kollarımızda. Günde onlarca defa vazgeçilmen gerekiyordu ve vazgeçiyordum ben. Tasımı tarağımı toplayıp uzaklaştıkça yakınlaşıyordum sana. Gitmek istedikçe kalıyordum. Kaldıkça yoruluyordum. Saçların elime yüzüme dolanıyor düşüyordum yuvarlanıyordum, dizlerim kanıyordu gülüyordun. Belki bakırdan yanlarlın vardı ondandı bu kadar sık zehirlenmem. Biraz sabırlı olsam bir şeyler bulacağım fikrine kapılmaktan usandığım anlarlımda amuda kalkıp dinleniyordum bozkırlarında. Manyak bir arkeologdum artık, sende senden kalıntılar bulabileceğim diye çırpındıkça bataklığımda öldürüldüğümü görüyordum. Belki şöyle bir yüzyılım olsaydı önümde ve yüz yıl kazıyabilsem tırnaklarımla toprağını kim bilir beklide… Sen çok hızlı yaşlandırıyordun insanı ve yaşlanmaktan nefret ediyordum ben. Seni merak etmeden yaşamak her gecen güçleşiyordu “şu anda nerede ne yapıyor”lar dolduruyordum torbama, bunu bilmemek çileden çıkarsa da beni, seninle bir uğraşa dönüyordun insanda.. En iyisi senden önce ölmemekti beklide, hiç olmasa bir hafta olsun senden fazla yaşamak ve yaşadığın alanı kendime güvenli bölge sanıp, hiç kimseyi sokmadan çembere aldığım alanı, senden bir şeylere rastlamak umuduyla aramak. Issız bir şatoda gıcırdayan bir kapıydın sen, gözümü kırpmadan baktığım, korkudan dizlerimin bağı çözülen sen… Birisi çıkıp ta seninle nasıl çay içilir anlatsa inanmam biliyorum, sen daha çay bardağında şeker erimeden öldürürsün insanı ve hiçbir görgü tanığı bırakmazsın ortada. Adlitpcıları çıldırtan sen, işlediğin bütün cinayetlerin delil yetersizliğiyle tozlu raflara terk edilirken, elerinde ölmeye koşanlardan olduğumu bilmek donduruyordu beni. Yaşamaya bu kadar meraklıyken nedendi bu? Beklide bir gezegendin sen ve henüz sana gelmek mümkün değil…
Alıp başını gideceksin, şehir çok uzakta bir yerlerde olacak dönüp bakmayacaksın arkana yorulacaksın. Sırtını döneceksin kendine konuşmayacaksın susacaksın, bir daha asla tekrar edemeyeceğin melodiler çalacaksın ısılığınla, yamaçlarda yaban keçileri olacak, şöyle boylu boyunca bir vadi koymuşsun oraya, birkaç boz ayı seni koklayacak çok uzaklardan, başını önüne eğeceksin dizi dizi karıncalar olacak, sırtlarında buğday taneleri, işleri olabildiğince acele. İç seslerini dinleyeceksin, senin her zaman hoş gördüğün ve her daim hak verdiğin seslerin olacak, kimseler bilmeyecek, bildiğinde kıyametin kopacağı şeyler olacak. Zihninde minik minik kadife kutularda saklayacağın sevdaları açıp tek tek koklayacaksın, gözlerin dolacak ağlayacaksın…
Bir kerecik olsun hiç kimseye hesap vermeden, hiç kimseden korkmadan çekinmeden birinin gözlerine upuzun bakmışlığım olsun isterdim, hayır yanına gidip bir sürü ipe sapa gelmez hal hatır sormaları filan istemiyorum “vaktin var mı birer çay içelim” diyecek kadar az değil ki sevgin. Bakacaksın sadece şöyle 10 metre filan olacak aranızda, etrafınızdan gelip gecenler aldırmayacak size, kimi zaman önünden geçecekler, gözlerin anlık kaybedecek, gözlerin kör olacak karanlığı tadacaksın dilinin ucuyla, sonra birden bire yüzü beliriverecek, gözlerin her şeyi anlatacak, sen hiç bir şey söylemeyeceksin. Sonra birden bire ansızın bir rüyadan uyanır gibi uyanacaksın, o sana yürüyecek sen ona…
-Merhaba
-Merhaba nasılsın…
-İyiyim elektirk faturası unutmuşum yatırmayı, bir saat izin alıp çıktım…
Umurunda olmayacak elektirk faturası, işe geç kalıp kalmamayı da unutacaksın, yüzüne bakacaksın, kirpiklerini seyredeceksin o bilmeyecek, yada bilecek ama bilmemezlikten gelecek. Zaten “lütfen bana öyle bakma” dese, daha cümlesini bitirmeden, yığılır kalırsın ayaklarının dibine, bu senin yaşarken gördüğün son şey olurdu. Ellerine bakacaksın, elleri öylesine tanıdık ve öylesine özlediğin bir çift el ki, bir kerecik olsun şöyle korkusuzca tutabilmek için canını verebilirsin, elleri elerlinde, hatta parmaklarınız birbirine kenetlenmiş, omuzlarınız birbirine değiyor belli belirsiz, saçları akıyor boynundan omuzlarına aşağı, avucunun içinde onun avucunun içi olacak, bir güvercin tutar gibi tutacaksın, korkutmayacaksın, sana güven dolu bakacak, yüzünde en ufak bir keder, telaş olmayacak, avucunun içinden onun ovucunun içine yayılan huzuru göz bebeklerinde ışıldarken göreceksin. Sana duyduğu güven, sana olan inancını hissedeceksin iliklerine kadar. Sırf seni zor durumda bırakacak cümleler kurmamak için “Annen nasıl” diyecek, iyi diyeceksin, “Anne bu iyi olmayıp da ne yapsın.
Ne kadar gürültü çıkarırsam çıkarayım, kendi yalnızlığımı bastıramadığım anlarım oluyor, güpe gündüzlerimin çoğu karanlıktı ve derinlerde bir yerde hep bir baykuş sesi. Kendi icatlarımdı benim zifiri karanlıklarım ve baktığım her yerde hasretlerim saklıydı, dip köşe ağzı açılmamış özlemlerimle doluydu. Hiç kimseyi beklemeden yaşamanın ne demek olduğunu en iyi bilenlerdendim, ortalığı toplamama bile gerek yoktu, kapımda bir zil eksikliğini asla hissedemedim, oysa çalan kapıları açmayı en çok ben seviyorumdur, yerimden fırlayıp daha “kim o” bile demeden sıcaklığın yüzüme vursun isterdim, sonra bitip tükenmeyen bir kavuşma sahnesi, sımsıkı sarılmak diye bir şey vardır bir yerlerde biliyorum, nefes almak kadar vazgeçilmezin olan birini bir kapı aralığında karşılayıp sarılmayı kimse anlatamaz bana…
İnsanın canı susmayı çeker mi? Hani sabah kahvaltısında sahanda yumurta çay misali, canım susmak istiyor, susunca da hiç bir şey anlatamıyorum ki. Söyleyecek o kadar çok şeyi olup da susmak zorunda kalmayı bilemezsin sen. En çok kendi cenaze törenimi getiririm gözlerimin önüne, annem öldüğüme ağlıyor bense sana söylemek istediğim hiç bir şeyi söylemeden öldüğüme. Bütün bir ömür bir tören alanındaydı sanki, bitip tükenmek bilmeyen günün anlam ve önemini dinlemekten yoruldum. İçimden geldiği gibi günlerimi özlüyorum, her hangi bir sabah yüzümü yıkarken lavaboda, su seslerine karışıyor senin için geceden yazdığım şiirlerim… “Ne diyorsun duymuyorum” sen beni hiç duymadın ki, benim çığlığım bile sessizdi kimseler rahatsız olmasın istedim…
Sen yoktun, hiçbir şarkı benim hüznümü yansıtmaya yetmiyordu, bölük pörçük notalar arasında “sana dair” iyi şeyler arayışım sonuçsuz kalmaya mecbur, senin gözbebeklerini sergileyen kilim desenleri yok, hiçbir çiçek sana verilebilecek kadar güzel kokmuyor, hiçbir şehir seni layık olduğun şekilde ağırlayabileceğim dekorlar içermiyor. İyi ki yoksun diyorum kendime, sen bana gelsen ben alıp başımı giderdim biliyorum, çünkü benim hayatımda benden başka kimseye yer yok.
Sağlıklı olduğuma sevindiğimi sanıyordum, hayır ben canımın yanmasından korkuyormuşum, çünkü çok fazla yandı ve artık küllerim olsun huzur içinde savrulsun istiyorum. Sen hiçbir zaman benim olmayan vefasızımdın, zehir zemberek sözlerin çıkıyor otopsi masalarında bedenimden, hiç kimse bunun ne olduğuna bir anlam veremiyor, fakat çok ağar konuşuyordun, birden bire beni yerle bir eden bir deprem etkisi, kendi parçalarlımı çıkartıyordum enkaz altından. Hiç kolay olmuyor kırık döküklerimi birleştirmek, elim ayağım tutmuyor, yüzümün başka bir renge büründüğü anlarımsın benim. Yeni baştan kendimi yaratma isteğim en çok senin sayende oluyor ve ben her defasında benliğimi yeniden restore ediyorum…
Çayın diğer tüm zamanlardan daha leziz olduğu anlar vardır, günün olur olmaz saatlerinde el yordamıyla yaktığınız onca sigara bir yana, çayın çok leziz olduğu anlarda yakılan sigarayı hep ayrı tutarsın bir kenarda. Çayım çok güzel, (hadi burada sigaranda söz etmeyelim, çoluğa çocuğu özendirmenin manası yok) penceremden odama dolan gün ışığı simitle peynir tadında. Bir yanım giyinip hazırlanış alıp başını gitmek istiyor, sudan sabundan bahanelerim bile var, bir yanım otur diyor, otur yaz Allah’ın belası, çoktandır bi halt yediğin yok.
Çoğumuz biliriz ki, başka birini kendimizden çok sevmek düpe düz ahmaklıdır, yinede severiz, sevmek daha ilk adımda incinmeyi göze almak demektir, kimi seversen sev mutlaka incitir, hatta bunu komşu kızı oğlu diye sınırlamanın da manası yok. Kendi kızını bile çok sevmeyeceksin, seveceksin de o kadar çok değil. Birden bire çıkıp gidecek hayatından, birden bire zemheride paltosuz dışarıda kalmış gibi titreyeceksin. Kimi iş dönüşü akşamlarından seni kapı aralığında karşılayıp, şöyle birazda şımarık bir tavırla sarılıp öpmeyecek seni, beğendiği bir pantolonu aldırmak için gözlerinin içi parlayarak “babacım” demeyecek. Oysa ne isterse almışındır gücün yettiği oranda ama seversin sen onun böyle gelip kedi gibi sokulmasını. Gün gelir çeker gider ve artık hiçbir zaman beğendiği hiçbir pantolondan ötürü öpülmeyeceksindir. İşte o anda orda üstüne çöreklenen kederi jiletle kazısan çıkmaz, zaten bütün babalar da kızları gittikten sonra yaşlanmaya başlar, birden bire o çöküş süreci, her bayram elini öpmeye geldiğinde daha da yaşlanmışındır. Sonra bir sabah sokağında bir fısıltı başlar, şehrin en ücra köşelerinde, hiçte umurunda olmadığın insanları bile sarsar “yapma be, demek öyle ha”…
Hiç kimseyi çok sevmeyeceksin, çok fena halde aşık olduğun kadını veya adamı bile, bir yanın hep hazır olmalı onsuzluğa, bir yanın kendi içine dönük ve dimdik ayakta durmalı her an, onun çekip gidişine. Gelmişse eğer gitme ihtimalide vardır, hadi kaldı diyelim, zaman zaman hiç beklenmedik anlarda, hatta sen dalmışsın en sevdiğin şarkıyı dinliyorsun, böğrüne bir çuvaldız batar, yanında hediyesi birde yorgan iğnesi. Bunu mutlaka yapar, aşık olduğun adamda yapar, kadında yapar, kızın da yapar, bir tek anneler konusunda büyük konuşmam. Tanrı anneye yavrunsun canını acıtma yeteneği vermemiş galiba, anne yapsa yapsa kendi canını yakar.
Hadi birazcıkta sevinelim, bu kadar yara açtık, sarmak lazım demi? Canın yanması güzeldir aslında, yani canın yanıyorsa, yani birden bire beyninden kalbine ulaşan sinyaller, sonra birden bire seyri değişen nefes alışverişlerin, yahu eğer biri canını acıtıyorsa yaşadığındandır, yaşamak güzlese ki şüphe yok, ne yapalım acıtıyorlar işte. Hem de hiçbir maksattı olmayan günün en saf en temiz en tehlikesiz bir anında, yani adımını atmışsın ayağının altında bir mayın patlaması gibi. Hemde öyle ki, patlayan şey bir tek sana zarar veriyor, ayakkabına bile ilişmiyor, gömleğin az biraz kan, toprak yine eskisi gibi yağmur yağdığında kokuyor, bahar geldiğinde sağından solundan gelincikler fışkırıyor, bir tek senin canın yanmıyor, fakat ne hikmetse bunu senden başka bilen yok.
Kadınlar durur dururken bir bunalım nüfus edince kendini kuaförde bulurmuş ya, yada ne bileyim şehrin en görkemli mağazasına dalıp, kocanın kredi kartını kurşuna dizerlermiş, böyle söylentiler duymuştum, oluyormuş yani, iyide bana ne oluyordu peki, tut ki zekine hanım boş bulundu etti böyle bir laf, tut ki suçunda var sabit üstelik, hem de “Melehat’i sandala attığın” görüntülenmiş, Orhan Veli hesabı, hadi değil ama diyelim haklıda, neden alışveriş dürtüsü ha, içimde gizli bir Münevver varda omu zuhur etmekte, Allah kahretsin…
Uyumak istiyorum
Hayır sonsuza dek değil
Küçük bir prenses gelip
Beni uyandıracak
Lütfen şimdi biraz susun.
.Bütün öteki hayatlarımın içinden sıyrılıp çıktım, geriye dönüp baktığımda koskoca bir orman yangını, kül kokusu her bir yanım. Ben senin yüzünden benim, bütün planlarımı sil baştan yazdım, beni bekleyen dağlarımı kandırdım, çiğdemlerin yüzüne bakacak yüzüm yok, ne zaman derinlere dalsam, kendimi adını telaffuz bile edemediğim tepeden tırnağa yangın yeri orusbuların esiri buluyorum. Unuttum çoluğa çocuğa karışmayı. Artık aklımın cundan geçmiyor Kurban Bayramlarında kayınpeder elleri koklamak “hoş geldin oğlum” diyen kayınvalide hasretim alıp başını gitti. Durmadan gülfidanları dikiyorum emrime amade bir kamu toprağına, Allah’a çok fazla inanmadığım halde yağmur duasına çıkıyorum akşamları, bütün canlıların yaşayabildiği kadar yaşamsını delicesine istediğim halde, sırtımda zehir püsküren bir pompayla böcek avına çıkıyorum güllerim daha güzel gülümsesin diye. Her tomurcuk sensin bence, her gül sen, bütün renkler sana benziyor, bütün dikenler yine sen ve battın mı batırıyorsun yedi kat yerin dibine…
Selvilerin kabukları çatlıyor her yaz, parmak uçlarımla çatlayan kabukları ayıklıyorum gövdesinden, sonra başımı kaldırıp bütün coşkusuyla fışkırıp gökyüzünü kucaklayan dalarıyla konuşuyorum, senden söz ediyorum onlara ve artık onlar seni tanıyor, leylakların ömrü acınacak kadar kısa ve papatyalar bir yandan dökülürken, bir yandan açıyorlar, rengârenk Çin karanfillerim, gittiğim her yerden akşamsefası tohumları derliyorum sigara paketime, akşamsefaları ki en az benim kadar arsızdır, güneşi gördüler mi kayboluyorlar, akşamları sarmaş dolaşız, hele birde ay ışığı varsa…
Herkes alıp başını gidiyor, biraz daha kalmalarını istediklerimi lafa tutuyorum, ben konuştukça uzaklaşıyorlar, sonra birde bakıyorum ki koskoca bir karanlık ve bir başıma ben. Hafızam yıldız yıldız şiirlerle, hiç birinin başını sonuna bağlayamıyorum, tıkandığım yerde elini uzatıyor Ahmed Arif, sonra Nazım Ustam, en çok Nazımı sevdim ben çünkü en çok yaralarımı o sarıyor, oda çok kolay unuturdu, yeni bir aşk icat etmek için bir sürü bahanenler bulurmuş. İhanetin aslında o kadarda kötü bir şey olmadığının anıtıdır Nazım. Gece almış başını gidiyor ve bırakmayı hayal ettikçe çoğalttığım sigaram, gülfidanlarını suluyorum bütün gece, şaşılacak kadar çelimsiz ve gariban tilkiler geçiyor kimi zaman, hani azcık laf anlasalar, yemeğimi bile paylaşırım, korkup kaçmalarından nefret ediyorum…
Geceleri buraları hala soğuk, hem de öyle böyle değil, bayağı titretiyor adamı, buna rağmen üşümüyormuşum gibi yapıyorum, sırt üstü uzanıp çimlere yıldızları seyrediyorum, şehirden ne kadar uzaksan, yıldızlara o kadar yakınsındır, şehrin ışıkları saklıyor yıldızları ve şehrin 17 km uzağında olmak bunun için güzel… Bir başıma dolaşıyorum bütün büyük mağazaları, ya da yanımda beni bir türlü anlamayan aklı kafdağında bir ergen ve sürekli iftira atıyor bana. Bense etrafımdaki bütün öteki çiftlere düşmanlık beslemekle meşgulüm “Ulan şu kızın yanına yakışmış mı bu hıyar” demekten bıkmadım usanmadım. Kahve fincanlarıyla sohbetlerini ölçüyorum, çoğu zaman bir fincan kahvenin ömrü kadar bile değil kıza anlatacak öyküsü. Buna rağmen neden hala o masada diyorum kendime “Üzeyir def ol” dese, sonra dönüp bana baksa gülümsese, usulca kalksam yerimden, yanıma gelse, büyük bir nezaketle çeksem sandalyesini, tam oturacakken saçları ellerimin üstünde ve ben gebermesem.
Toprağı anlamayan bir adam asla bir kadının kollarında uzun süre yaşayamaz, hayır bunu ben uydurdum ve doğru olduğuna o kadar çok inanıyorum ki, sokakta cafede, çarşıda pazarda bütün güzel kadınlara bunu anlatmak, toprağı bilmeyen bütün öteki adamların şiddetli geçimsizlikten açılan davalarına şahitlik etmek “Bu adamdan bir bok olmaz Hâkim bey” sonrası tek celsede özgürlük, tek celsede bağ bahçe… Her aşkın bir ormanı olmalı bence, onu tanıdığın gün bir fidan dikmelisin, elinden tuttuğun gün bir fidan daha, öptüğünde on fidan. “sensiz yaşayamam” dediğinde bütün hafta ağaç dikmelisin, hem de bunun koskoca bir yalan olduğunu bildiğin halde. Çünkü sensiz de yaşar hem de sana sarıldığından çok daha sıkı sarılacağı başka birisiyle…
Güneşin doğuşunu kaçırmak ne fena, şöyle sabah serinliğinde, çiğ düşmüş çimlerin içinden geçerek, elinde bahçe makası gül toplamak, kayalıklarda kınalı kekelikler ötüyor, kerkenez kuşları aleni üreme peşinde. Ben senin için yeni bir güne daha başlıyorum, sahi sen kimdin?
Kendime kızıyorum, alıp kendimi karşıma ağzıma geleni sayıyorum, yaşadığım her günün bilânçosu koskocam bir fiyasko her defasında, kederimin hüznümün üstünü örtüyorum kıyısı köşesi açıldıkça, yüzümde eğreti bir tebessüm ve arkası gelmez gelip geçici kahkahalarım suya yazı yazmaktan farksız. Bir şey var ana yoldan çıkmış ve bütün yan yolarda kendini arayan adres bilemez bir yanım hep oldu benim. Her şey yolunda sandıkça şehrin arka sokaklarında yeni yan yolarda kaybolup kaybolup kendimi bulmalarımdan bıkıp usandım. Her sevmem dev bir faciaya dönüşüyordu sürekli ve sevmekten korkmalarımın bir açıklaması hep oldu. İçimde tadına doyamadığım bir öfke, şiddet fırtınası, kanlı bıçaklı yanarlımı daha çok seviyorum artık ve yeterince düşmanım olmalı artık. Birde 'Hayır' demeyi öğrenmeliyim, 'peki olur hallederiz ' lerimden yorgun bitkin düşmüşüm. Neremden bakarsam bakayım dev bir yalnızlıktım her defasında, bu yalnızlıktan kurtulmak içindi sürekli kalabalıklar içinde dolaşmam, o kalabalıkların içinde bile kimsizdim, kimsesizdim. Bütün öteki sandalyelerin boşluğu üstüme üstüme yürürken, sırf o boşlukları doldursun diye gelişi güzel oturttuğum insanlarım, en fazla çayının son yudumunu alana kadar ordaydı, sonrası 'hoşça kal' yine görüşürüz kendine iyi bak kısmı bile olmayan...
Öteki insanlar bir günlüğüne olsun artık olmasa, içinden geçtiğimiz bütün bulvarlar bomboş, mağazaların yürüyen merdivenleri aniden durmuş ve basamaklarda öylesine donup kalmış kıpırtısız insanlar, bir tek senle ben olsak, yanlarından geçsek bizi duymasalar, ne bir korna sesi ne bir kırmızı ışık, sürekli yanımda olsan, elimi uzattığımda parmak uçlarımda duysam seni, seslendiğinde adımı dinlesem senin sesinin renginden ve 'efendim' demsem bir daha söyle diye. 'duralım azcık yoruldum' desen, başını omzuma koysan, saç tellerin yüzümde, nefes alışını duysam, bana olan güveni, bana olan inancını hissedebilsem ve bilsem ben senin için iyi bir adamım. Bütün gün yaşayabilsem senin bana olan inancını senle birlikte, sonra ertesi gün deliksiz bir uyku ölüm. Buna rağmen sigaramı yakarken elimden çekip alsan çakmağı 'içme şu zıkkımı öleceksin' desen, oysa ertesi gün zaten ölsemm...
Hep alıp başımı gitmekten söz ederdim bilirsin, oysa ben beni geride bırakarak yeni bir benle çıkmak istiyordum bütün bu yolculuklara, alıp başımı gittikçe peşimden geliyorum, kimi zaman çıkartıp çantamda hiç olmayan silahımı, kendimi takip eden bana ateş etme dürtüleri'def olup git senden kurtulmak istiyorum ben'...
Öylesine yalnızım ki ve o kadar çok özledim ki seni, bunu sen bile bilmiyorsun
13. 08. 2010 Saat 17.30
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!