Zamansız misafir gibi penceremi çaldı rüzgâr.
Uykum kaçtı. Düşüncelerim karmakarışık şu an. Rüzgârın yerinden oynattığı toz yığını gibi.
Doğa çılgın, dünyam altüst. Sabah cevap istiyor az sonra son bulacak geceden: Neden böyle çirkindir doğurdugun çocuk?
Uykudan uyandığımda sabah degil, gece yarısıydı.Şaşırmamıştım, Zira böyle aniden uyanmalar ve günlerce süren uykusuzluk hâli artık hayatımın sıradan bir olayı durumuna dönüşmüştü. Böyle uyanmaların bir olumlu tarafı da buydu ki, hiç olmazsa bir soruma kendimde cevap bulabiliyordum.
Sabah nasıl uyanacağımı düşünmeden yazılarımı yazı masamın üzerine bıraktım. Yazdıklarımı dikkatlice inceledigimde iyice şaşırdım. Nasıl olmuştu da, şimdiye kadar yazılarımın hiç birisinde özel ismin bulunmadıgına dikkat etmemiştim. Sonra da fazla düşünmeden kendi soruma kendim cevap verdim: Şimdiye kadar yazdıklarım, düşünüp de yazdıklarımdı. Bu nedenle de kendi hâlinden ve kendinden yazanın yarattığı tüm adreslere ulaşıyor. Tabii ki, yüzüne kapıyı çarpan bulunmazsa.
(Şair Büyükhan Perviz’in mezarının ziyareti zamanı)
Bir kadın ağlıyordu...
Aslında orada kadın çoktu. Bir, iki, beş… Eğer yanlış saymadıysam, tamı tamına on beş kadın vardı. Hepsi de ağlıyordu, ağıtlar yakıyordu.
“Gençti henüz” düşüncesini herkes farklı söylüyordu. Söylediklerinin üzerinde göz yaşları vardı.
Kadınlar ağlayıp sakinleştikten sonra ellerinde karanfilleri vefat etmiş şahsın mezarı üzerine bırakarak yollarına devam ettiler.
Bir sonbahar sabahı. Beyaz, narin yağmur durmadan yağıyor.Ah, şu otobüsten inmeyi bir başarabilsem....”Hiçbir siper kalmaz o zaman şu aydınlıkla benim aramızda.” İnsan selini yararak ilerleyip şoföre yol ücretimi verdim.
Ayağımı otobüsün merdivenine koyduğumda ayakkabılarımın altının paramparça olduğunu anımsadım.
Naparsın? İnsan ne hislerinden, ne de mantığından ayrılabiliyor.
Biz bir evin kiracılarıydık. Farklı farklı evlerde oturmamıza ve kapılarımızın farklı farklı yönlere açılmasına rağmen, her ay ev kirasını aynı adama veriyorduk. Karşı komşumuz sevecen, herkese yardım etmeyi seven birisiydi ve genelde komşularıyla ilişkilerini hep olumlu yönde yürütüyordu. O, sabah erkenden uyanır, işe gidinceye kadar ev işleriyle uğraşır, işlerin hepsini yetiştirmeye çalışıyordu.O yüzden her işini aceleyle yapıyordu. Saat dokuzda işte bulunmak için. İki çocuğu vardı. Büyük kızı Natevan üç yaşındaydı, küçük çocuğu Umut’sa henüz altı aylıktı. Çocukları kreşe bırakmaya kocası izin vermiyordu. Ama, ev çıkarları ve genel olarak harcamalarını ayarlayamadıkalrı için kadın çalışmak zorunda kalmıştı. Çocuklarınaysa akrabaları bakıyordu. Özel bir işte çalıştıgı için az daha evde otursaydı, kesin işini kaybedecekti. O kadının bir huyu vardı: Çalışırken aynı zamanda durmadan yapacağı işleri tekrarlıyordu. Kimi zaman yaptığı işlere kendini o denli kaptırıyordu ki, yanında birisi varmış gibi yüksek sesle konuşuyordu. Hem de ondan yardım istiyormuşcasına. Geneldeyse yüksek sesle bağırıyordu:
- Natevan, kundağı salla! Natevan, Umut ağlıyor. Umut’un sakinleşmesi için değişik emirler buyuruyordu Natevan’a. Bir gün yine sabah erkenden uyanmıştı. Yıkadığı çamaşırları çamaşır ipine asarken yine kızına bağırmaya başladı:
- Natevan, Umut’u salla!
Birkaç kez tekrar etmesine rağmen çocuğun sesi yine duyuluyordu. Galiba, Natevan Umut’u susturamıyordu.
- Natevan, kundağı iyi salla, şimdi geliyorum.
Ama, yine de Umut’un sesi duyuluyordu. Kadının hâline azıcık da olsa gerginlik eklendi:
Şiirlerini okumaya imkân bulamasam da, her defasında yazdıklarımı çantama yığıp gazetelerin bulunduğu binaya gittiğimde onu mutlaka görüyordüm. Yazdıkları hiç de fena değilmiş, öyle söylüyorlar. Yetmişli – seksenli yıllarda basında hep yazıları, öyküleri ve şiirleriyle yer almıs. Ben o zamanlar henüz çocuktum; gazete, dergi okuyacak hâlde degildim. Şu andaysa her gün gazetelerin yayınlandığı binada bulunduğum hâlde yazısını okuyamıyordum ülkede bir hayli gazete ve dergi olmasına rağmen oda hiçbir yazısını yayınlamıyordu. Belki de hiç yazmıyordur, bilemiyorum. Bu benim için o kadar da önemli olmadığından fazla irdelemeğe gerek bile duymuyorum.
Onun yanından her zaman hızlı bir şekilde geçip gitmiştim. O, benden bir şeyler isteyecek ya da bana bir şeyler soracak diye değil. Zira o, tanımadığı kimseden hiç bir şey istemiyordu. O yüzden hızla geçip gidiyordum. Çünkü onu her görüşümde içimde acayip duygular baş gösteriyordu. Genç birisinin bu durumda olması aslında beni sinirlendiriyordu. Sinirleniyordum insanlara ve topluma.
Topluma; çünkü ona gülünç, gülünecek bir şey gerekiyor.
Adamlara; çünkü hayatlarını düzgün kurap yönetemiyorlar.
Ben yeni yazdıklarımı o binaya götürdüğüm zaman hem seviniyor, hem de yine onu göreceğim için üzülüyordum.
Haftada beş gün çalışan binaya – basımevine -bir defasında hafta sonu uğramak zorunda kalmıştım. Orada düzenlenen bir toplantıya davetliydim.
Sabahleyin her zamanki gibi küçüğümle birlikte işe gidiyordum. Yine gözüm ona takıldı: Marketin önünde durmuş hizmetçiye. Bana baktı şöyle uzun uzun; fakat bir türlü merhabalaşamadık. İçimdeki merhaba büyümedi, sırf bu yüzdendir ki, dilime de gelmedi.
Magazanın sahipi bunu anlamadı, bense bunu açıklamak gereği bile duymadım.
Çocuk şaşkınlıkla bana baktı, şaşkınlığını saklamak için benimle konuşmaya başladı.
Kendimi toparlayıp çocukla sohbet edecek durumda olmadığım için birkaç adım attım. Fakat, susmak bilmiyor ve “Anlat, masal anlat.” diyordu.
Onunla merhabalaşmam, yani her gün sabahleyin işe giderken bir sürü insana rastlamama rağmen onunla merhabalaşmam öylesine olmamıştı. Her sabah işe erkenden gelmesi, herkesle iyi geçinerek işini görmesi onun hakkında saygın bir kişilik etkisi bırakmıştı bende. Fakat, herkes için iki bin manata yaptığı işi bizim için beş bin manata yapmaya yeltenince gözümde onun değeri sıfıra eşit oldu
Hizmetçinin emekseverliği onun gördüğüm tarafıydı, aldatmaya yeltenmesiyse kişisel özelliklerini gösteren tanıma özellikleri.
Şair – çevirmen Anna Bartkulasvılı için
Annem, babam ve ben aynı odada uyuyorduk. Babamın hastalığı son zamanlar iyice ağırlaşmıştı. Bir gün, bir gece yarısı ansızın uykudan uyandım. Beklenmedik bir ses tüm uykumu kaçırdı. Sesin peşinden gidiyordum, gittim ve gitmemem imkânsızdı. O ses beni çağırıyordu. Gidip ona varmam için bana hükmediyordu. Elimi karanlık koridorun duvarlarına sürerek mutfağın kapısına ulaştım. Kapının önünde durdum. Burdan öteye gitmeye pek de gerek yoktu.
Her yolun götürdüğü bir son var.
Her evvelin bir sonu var. Bu sesin sonu da bu mutfaktaydı. Dar, karanlık ve elektrikleri kesilmiş, her gece elektrikleri kesildiği için yıllardır ışığa özlem duyan mutfağımız, bu gece sesin tatlı yansımasıyla karanlığı yararak kulağıma ulaşıp bir ışık seli gibi gözlerime doldu.
Ayağının altına küçücük bir sandalye koymuş ihtiyar divanda sol böğrü üzerine yaslanarak oturuyordu. Geldiğimi farketmedi galiba. Aslında ben olabildigince sakin adımlarla yaklaşmıştım mutfağa. Kuş olmadığım hâlde kuşlara özgü bir biçimde görüntülerin hepsini belleğime taşıdım. Hüzünlü bir sesin peşinde sessizce uçmaya başladım.
Dâhiler hem öksüz, hem de çocuksuz olurlar.
Bu nedenle ne çocuklar ebeveyinlerine benziyorlar, ne de dâhinin çocugu ona benziyor.
Dâhiler kendi kendilerine baba olurlar, anne olurlar.
Kendi kendilerini ülkü aracılığıyla doğururlar.
Yapılmış, geçilmiş tüm yollar onları memnun etmediğinden kendilerine yeni yollar arıyorlar. Rahatsızlıktan açılmış yol, dâhinin rahatça büyüttüğü çocuğudur.
İki adamın her birinde bir elma var. Onlar elmalarını birbirlerine veriyorlar. Yine her birinde bir elma oluyor.
Az sonra her ikisi de elinde bulunan elmayı yiyor.
Adamlar kötülükle hareket ediyor.
Ve bu yüzden kabul edilen matematiksel reallik yine kendisini kanıtlamıyor.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!