Toplumda köle ve efendi var.
Kölenin de, efendinin de kendine uygun çıkarlarının olduğu tartışmasız bir gerçektir.
Efendinin içinde ise kendisinden aşağıda olan üzerinde bir hâkimlik kurma sevdası kaynar.
Kölenin içinde ise aşağıdan yukarıya duydugu özlem.
Çifte standart oldugunda 1+1=2 her zaman denklemi kendisini kanıtlıyor.
O adamlara acıyorum ki, kötülüğümü görüyorlar hep, kör oldukları için.
O adamlar yanılıyorlar ki, iyi yanlarımı konuşuyorlar hep, beni sevgiden uydurdukları için.
Kendimeyse beni başkalarının gözüyle görüp değerlendirdiğim için acıyorum hep.
2 Ata Ayı,20 - ci il
02.09.98
Herkes kendi penceresinden bakıyor dünyaya. Bu nedenle de kendi durumu nasılsa, öyle görüyor dünyayı.
Kendisi olamayanların dünyası, uçup dağılan dünyadır.
Kendini bulanların dünyasıysa baki dünyadır.
Birinci kısım, dünya hâliyle, ikinci kısım, kendi dünyasıyla yaşayanlar diye tanımlanıyor.
Her zaman kalabalığın olduğu ana caddedeki yolun kenarında küçük bir nar ağacı vardı. Üzerindeyse iki üç tane kırmızı kabuklu küçük – küçük nar. Eğer, onlara nar demek doğruysa. Çünkü, aralığın ilk günü kar yağdıktan sonra sert bir rüzgâr esmiş ve bu nar diye nitelendiklerimiz soğuğun etkisiyle iyice küçülmüştü. Ağacın çevresindeki güllerse çoktan solmuştu. Şimdi, sabahın bu erken saatlerinde ne kadar serçe vardı o nar ağacında. İçi dışı çürümüş narların içinde oynaşan serçeler, bağırarak sanki herkese nasıl mutlu olduklarını anlatmak çabasındaydı ve olanca kuvvetleriyle kabuklara vuruyorlardı. Bu gagalarıyla kabuklara vurma sahnesi harman zamanı buğdayın üzerinde yaptıkları bayram gösterilerine ne kadar da benziyordu.
Nar ağacıysa kendini harman zamanındaki gibi görüyördu: Yapraklı, yani elbiseyle! Aynı zamanda gürültülü patırtılı, elbiseli, canlı!
Şöhret beni buldu. Koşar adımlarla ulaştı bana. Ama, beraber yürüyemedik onunla. Benden hep bir adım öndeydi.
Kovalamacanın sonunda ona ulaşmayı başardım. Benden hep bir adım önde olan şöhret, beni ünlü kıldı çevremde.
Şöhretin kulu oldum tanındıktan sonra.
Şimdi yürüyüşüm, koşmam bile eskisi gibi değil. Kuyruk kendini gösterdiği an yaptıklarım hemen belli oluyor çevremde.
Acaba nasıl biri oldum şöhrete kavuştuktan sonra?
Arabaların çok olmasına rağmen yolu geçtik. Elinden tutup sessizce yürüyordum. Zor duruma o, soru sormaya başladığında düşeceğimi artık biliyordum:
- Heykeller niçin konuşmuyor? , sorusunu ölmüş bebeğini kolları üzerine kaldırmış 20 Ocak anısına yapılmış Bileceri’deki Anne anıtını görür görmez sordu.
- Heykeller insan değiller ki.
- Peki, neden insana benziyorlar?
- Onları yalnızca insanlara benzetmişler, hepsi bu kadar. İnsanlar en değişik halet-i ruhiyede bulunuyorlar. Onların hayatında çok ilginç, çok değişik olaylar gerçekleşebiliyor. Fakat, hepsi anılarda yaşamıyor, beyinlere kazınmıyor. Beyinlere bazı olaylar kazınıyor ki, onlar gerçekten de önemli. Konuşmamı dikkatle dinlediğinin farkına vardıktan sonra hemen peşi sıra ekledim:
- İşte, o olaylardan öyleleri hafızalarda kalıyor ki, o olaylarda senin hayatına, tarihine yazılacak bir şeyler var. Bu gördügün anıt da – Parmağımı ileri uzatıp tüm dikkatini o anıtın üzerine yönelttim. – bir kış gecesinin acıklı masalıdır. Annelerin çocuklarından, çocukların annelerinden ayrı bırakıldığı bu gecede düşmanlarımız şehrimizin caddelerinde insanlarımızın üzerine tanklarla yürüdüler.
- Bebeklerimin kırılmasını istemiyorum! ...
- Ama, bu imkânsız. Nasıl insanlar hastalanıyorlarsa, bebekler de işte aynen öyle hastalanıyorlar. İnsanlar ilaç kullanıp tekrar iyileşseler de, bebekler bunu başaramaz.İnsanın hastalanması da aslında onun kırılmasıdır.
Benim avutmam, bir de kırılmış bebeğin iyileşmesinin imkansızlığına inanması onun gözlerindeki yaşı durdurdu.
O zaman dükkânın yanından geçerken kapısından bak bakalım, mor tavşan gelmiş mi oraya....
O mor tavşanı kendisi için olmamı söylemişti. İmkânsızlıktan alamamıştım ve fikrimi ona açıkça belirtmiştim. Bugün “al tavşanı olmamı” istemedi. Yalnızca “bak bakalım, oradamı şu an? ”-diye sordu. Onun bu sorusu da “O tavşanı bana al! ” anlamına geliyordü zaten.
Geri döndüğümde vereceğim cevap daha şimdiden hazırdı:”Tavşan hâlâ gelmedi.” Biliyorum, o da şunları söyleyecekti:”Her hâlde magazada çalışan adam havuç vermedi, tavşancık o yüzden kaçtı.” Zira geçenlerde alamadığım zaman param olmadığını kabullenmediği için bu cümleyi de eklemiştim tavşanı alamama mazeretime. O da bunu duyunca üzülerek demişti: “Ne pis tavşanmış.”
Ben, kendi kendime özlem duyuyorum.
İstiyorum arayıp bulayım kendimi. Hasret bitsin. Ama, ne yaparsın ki, zaman bir türlü buna imkân tanımıyor. Zaman!
Bu gidişle beni bulacağıma da inanmıyorum. Ben nerdeyim? ! Ben, her gün yirmi dört saat çalışsa zamanın yelkovanında,
Zaman beni sımsıkı tutup döndürüyor çevresinde.
Ama, hiç kimse özlem duymuyor bana. Ben paramparça olmuş serpilip yayılmışım başkalarının isteğine! İsteklerden kopup tekrar bir araya gelmek için yelkovanlarla birlikte ayrılmalıyım saatin çerçevesinden, zamanın kıskacından.
Yükseklerde uçsam, atılsam, bir adım dışarı çıksam ben, benle görüşebilirim!
Kaçmak istedim etrafımdaki başkalarından. Atladım bir trene, indim en son istasyonda. Yoktu barınmak için bir odam orada.
Etrafıma bakındım, tüm ötekiler benimle gelmişlerdi.
Ben bir kişiydim, onlarsa çok.
Ben barınaksızdım, onlar barınaklı.
İçimdeydiler hep, dip odamın karanlık duvarına yaslananlar.
(felsefî – bedii miniatür öykü)
Aramızdaki konuşma çoktan kesilmişti. Her ikimizde yatağımıza uzanarak uyumaya çalışıyorduk. Pencereden süzülen ışık içeriyi ışıklandırıyordu. Odada bulunan ölü sessizligini o bozdu yine:
- O ne?
- Neyi diyorsun? – anlamadığım soruyu açıklamasını istedim.
- Onu diyorum
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!