Mecnun’un Korkaklığı-Leyla’nın Yüceliği- ...

Adnan Durmaz
490

ŞİİR


9

TAKİPÇİ

Mecnun’un Korkaklığı-Leyla’nın Yüceliği-Leyla İle Mecnun Hikâyesine Bir Başka Açıdan Bakmak -düz yazı

LEYLA İLE MECNUN HİKÂYESİNE BAŞKA BİR AÇIDAN BAKMAK
—MECNUN’UN KORKAKLIĞI-LEYLA’NIN YÜCELİĞİ-

Mecnûn oda yandı şu'le-i âh ile pâk
Vâmık suya batdı eşkden oldı helak
Ferhâd hevesle yile virdi ömrin
Hâk oldılar anlar menem imdi ol hâk

(Mecnun, ah alevi ile yandı ateşlerde tertemiz. Vamık, gözyaşından sularda yok oldu.
Ferhat, idtekle ömrünü yellere verdi.
Onlar toprak oldular, şimdi o toprak benim.)

FUZULİ VE NİZAMİ’DE LEYLA İLE MECNUN HİKAYESİ

İnsanlık tarihinin hafızasında zamanımıza taşıdığı en büyük aşklardan biri Leyla ile Mecnun’un aşkıdır. Dünyanın büyük bir bölümüne yayılmış İslam ülkelerinde yüzyıllardır bu dünyaya gelip giden tüm kuşaklar, ki bunların çoğu hiç okul yüzü görmemiş olsalar da, Leyla ve Mecnun’un aşkını bildiler. Belki hikayeyi bilemediler, ama hayal ettikleri aşkın, Leyla Mecnun aşkına benzemesini istediler. Hayalini kurdukları en büyük aşk neyse, işte oydu Leyla ile Mecnunun aşkı.
Yalnızca İslam edebiyatlarında en bilinen aşk mesnevîlerinin konusu olmanın dışında Leyla ile mecnunun hikayesi, Türk halk edebiyatında da oldukça yaygındır. Kahramanlarının gerçek kişilikler olduğu sanılmaktadır. Bir rivayete göre Mecnûn, Arap şâiri Kays b. Mülevvaha'Âmirî'nin lakabıdır. Bu hikaye de onun şiirlerinin yorumundan doğmuştur. Emevî ailesinden olup amcasının kızını seven bir genç olduğunu söyleyenler de var¬dır. Leylâ'nın gerçek adı ise Leylâ binti Meh-dî b. Sa'di'l-Âmirî'dir.
Necit çöllerinde yaşayan Beni Amir kabilesinde, dünyaya gelen Leyla ve mecnun çocukluklarında birlikte okula giderken birbirine âşık olurlar. Nizami Leyla’nın güzelliğini şöyle tasvir eder;
“Sıhhatli mükemmel güzel bir kız. Akıl gibi iyi şöhrete sahip. Zarif bir bebek kadar güzel; ay gibi bir kız. Yüksek servi gibi herkesin bakışını kendine çeken bir dilber.
0 kadar cilveli ki ufak bir yan bakışla bir değil bin sine yarar. Bir ahu gözlü ki her zaman bir cilvesiyle bir cihanı öldürür. Göründüğü za¬man Arabistan ay'ı; gönül kapmakta Acem Tür¬kü. Zülfü gece, yanağı meşale. Yahut karga pençesinde bir meşale. Ağzı küçük, fakat mertebesi büyük. Geniş bir lezzeti dar bir mahfazaya sığ¬dırmış bir şeker kutusu.
Tatlı tatlı konuştuğu zaman dişleri arasında şeker kırıyor zannedersin. O ordular kıran dilber, elbette şeker kırar. Arkadaşları arasında bir mus¬ka ve en güzellerin ağuşuna lâyık1. Hayat evinin hanımı, gençlik kasidesinin şah beyti; alnından in¬ciler gibi damlıyan ter damlaları onun zenh ben¬di- ve zülfünün halkası da amberini idi.
Yanağının allığı sütle beslenen kandandı. Anadan doğma sürmeliydi. Zülfünün siyah teli¬ne ve onun bir düğümü gibi duran benine, güzel¬liğinin incileri dizilmişti. Her gönülde onun aşkı vardı. Saçı gece (leyl) , adı da (Leylâ) idi. Kays. Ondaki cazibeye gönül verdi ve gönül mihri (ni¬kâh) ile onu satın aldı. O da Kays'ın sevdasına


düştü ve her ikisinin göğsünde sevgi fidanı yetiş¬ti. Aşk geldi ve birbirine çok uygun olan bu iki gence ilk aşk kadehini sundu. İlk sarhoşluk, ilk şarap çok zordur. Hiç sevdayı tatmamış bir gönülün ilk düşkünlüğü çok zordur. Sevgi gülünü' kokladıktan sonra artık birbirinden ayrılmadılar. Bu (Kays) , canını onun güzelliğine vermiş; sev¬diğinin gönlünü almış; fakat canını (ki sevdiği¬dir) elde edememiş.
O (Leylâ) , bunun (Mecnunun) yanağına göz koymuş: ona gönül vermiş, fakat onun gön¬lünün muradını vermemiş.”Durum böyle olunca da aşk gerçekleşti. Nizami anlatıyor; Bunlardan birisinin bir yeri incinse ikisi birden feryat ederdi. Aşk gelince kayıtsızlık kılı¬cını çekip evi; ('başka sevgilerden) boşaltır. Aşk, onlara gam verip gönüllerini aldı. Artık gönül verince kararları da kalmadı. Aralarında¬ki bu sevişme dedikoduyu muciboldu. Her ta¬rafta Kays'a arsız ve terbiyesiz dediler. Her ma¬hallede Leylâ, artık sırrı dillere düşmüş bir kız haline geldi. Bu muhakkak olan sevgi (muh¬kem ayet) herkesin ağzında başka bir hikâye şeklinde tefsir edilmiye başladı. Bu sırrı mey¬dana vermemek için kendilerini çok tuttular. Fakat göbek misk’inin kokusu gizlenebilir mi?
Bu aşktan haberdar olan bir dost, bir gün bu aşkın güzelliği üzerinden duvağı kaldırdı.
Bu çıplak aşkı örtmek için çalıştılar, sabret¬tiler.
Aşkta sabrın ne faydası vardır. Güneş bal¬çıkla sıvanmaz ki! Bin gamze ile insanı alda¬tan (gamz eden) bir göz karşısında o sır nasıl perde içinde gizli kalabilir. Bin halkalı zincire benziyen o zülf karşısında insan deli olmaktan başka ne tedbir kullanabilir. Böyle dillere düştükten sonra biraz akıllanır gibi oldular. Birbirlerine kaçamaklı nazarlarla bakmıya başladılar.
Kays'ın hali perişandı; aşkın çemberi içine düşmüş, bir yerlerde duramıyordu. Leylâ ile bir arada idi. Lâkin yine sabredemiyordu. Bir anda gönlü elden gitmişti. Hem kırba delinmiş, hem eşek yuvarlanmıştı. Onun gibi aşka düş¬memiş olanlar kendisine 'Mecnun' lâkabını ver¬diler. O da zavallı haliyle bu lâkabı tasdik edi¬yordu. Çok kınadılar, Mecnun'dan yeni ay'ı (Ley¬lâ'yı) gizlediler1. Köpekler gibi hırlıyan ahu yav¬rusunu (Mecnun) taze çayıra (Leylâ) yaklaş¬maktan menettiler.”

Aynı durumu Fuzuli şöyle anlatır;
Bu Bünyâd-ı Belâdur ve Mukaddime-i Elem ü İbtilâdur

Mektebde anımla oldı hemdem
Bir nice melek- misâl kız hem
.
Bir saf kız oturdı bir saf oğlan
Cem' oldı behişte hur u gılmân

Oğlanlara kızlar olsalar yâr
Aşkda bulunur revâc-ı bâzâr

Kız nergis-i mest edüp füzûn-sâz
Oğlana satanda şîve vü nâz

Oğlan nice sabr pîşe kılsıın
Ver sabrı hem olsa nîşe kılsun

Ol kızlar içinde bir perî-zâd
Kays ile muhabbet etdi bünyâd

Bir turfa sanem ki akl-ı kâmil
Gördükde anı olurdı zâ'il

Zülfeyn-i müselseli girih-gîr
Cân boynına bir belâlı zencîr

Ebrûsı hamı belâ-yı uşşak
Hem cüf t letafet içre hem tâk

Her kirpiği bir hadeng-i hûnrîz
Peykân-ı hadengi gamze-i öz

Deryâ-yı belâ cebîn-i pâki
Çin-cünbiş-i mevc-i sehmnâki

Çeşm-i siyehine sürmeden âr
Hindûsına hem-girif târ

Ruhsârma reng-i gâzeden neng
Hergiz ana gâze vermemiş reng

Göz merdümeginden olsa hâlî
Göz merdümegi olurdı hâli

La'l ü dürri gösterürdi her dem
Evrâk-ı gül içre akd-ı şebnem

Ebvâb-ı tekellüm etse meftûh
Emvâta verürdi müjde-i rûh

Şimşâd-ı latifine mürekkeb
Sîb-i zenah u turunc-ı gabgab

Endamı latife-i ilâhî
Deryâ-yı letafet içre mâhî

Şehbâz bakışlı âhû gözlü
Şîrîn-harekât u şehd sözlü

Râh u revîşî müdâm gamze
Başdan ayağa tamâm gamze

Ayruksıca şekl ü hoşça peyker
Yahşıca sanem güzelce dilber

Âlem ser-i mûyınun tufeyli
Mahbûbe-i âlem adı Leylî

Kays anı görüp helak oldı
Bin şevk ile derdnâk oldı

Ol nâdire hem ki Kays'ı gördi
Bin zevk bulup özin yitürdi

Gördi ki âfet-i zamane
Misli dahi gelmemiş cihâna

(Bu Belâ Yapısı ve Elemin ve Aşkın Başlamasıdır

Okulda onunla birçok melek gibi kız da birlikte oldu.
Bir sıra kız oturdu bir sıra oğlan; böylece hurilerle gılmânlar cennette toplandılar.
Kızlar oğlanlara dost olsalar, aşk pazarı sürüm kazınır.
Kız nergise benzeyen gözünü süzüp, büyü yapıp, oğlana işve ve naz satınca
Oğlan nasıl sabırlı davransın? Sabrı da olsa neden etsin?
O kızlar içinde periden doğma biri, Kays ile sevgi binasını kurdu.
Bir taze put ki, olgun biri onu görünce aklını yitirirdi.
Örgülü ve kıvrım kıvrım iki saçı can boynuna belâlı bir zincir gibiydi.
Kaşlarının eğrisi âşıkların belâsı; hem çift hem de güzellik içinde kemerdi sanki.
Her kirpiği kan döken bir ok, keskin yan bakışı bir okun ucundaki sivri demir gibi.
Temiz alnı sanki korkunç dalgaları kıvrım kıvrım coşan bir belâ denizi.
Kara gözüne sürmeden utanç gelir. Sürme de kara benine tutulmuş.
Yanağına allığın rengi utanç verir. Allık ona hiç renk vermemiş.
Gözbebeği eğer gözünde olmasaydı, yanağında kara ben olurdu.
Kırmızı dudaklarıyla inci dişleri her an, gül yaprağı içinde çiğ tanesi gibi görünürdü.
Konuşma kapılarını açsa, ölülere can müjdesi verirdi.
İnce şimşir boynuna, çenesinin elmasıyla, gerdanının turuncu birleşmiş.
İlâhî incelikteki endamı, sanki güzellik denizinde bir balık gibi.
Doğan bakışlı, âhû gözlü, hoş hareketli, tatlı sözlü
Tavrı, hareketi hep naz: kendisi baştan ayağa tümüyle naz ve cilve.
Biçimi herkesten başka, hoş bir yüz, put gibi
güzel, güzel bir dilber.
Herkes saçının ucuna tutulmuş, dünyâ güzeli: Adı Leylâ.
Kays onu görünce öldü, bitti. Bin arzuyla dertlere düştü.
O, eşi bulunmaz güzel de Kays'ı görünce sonsuz zevk duyup kendini yitirdi.
Gördü ki, benzeri daha dünyâya gelmemiş bir zamane güzeli.

İşte böylesine güzel bir çöl kızıymış Leyla. Annesi çıkan dedikodular sonucunda kızını çadırına hapseder. Bunun üzerine Kays da çöllere düşer. Çöllerde Kays’ın cinli olduğu söylentileri yayılır giderek ve cinli anlamında ona Mecnun denilmeye başlanır. Babası oğlunun bu perişan durumdan bir an önce kurtulması için, Leyla’yı ailesinden ister. Kays cinlere karışıp, Mecnun olup, delirdi gerekçesiyle, Leyla’yı ona vermezler. Bunun üzerine Babası Kays'ı, o kutsal yerde cinlerden kurtulması için Kabe’ye hacca götürür. Kays ise derdinden kurtulmak için değil de aşk derdinin artması için Allah’a yakarır ve duası kabul olur. Çaresiz kalan babası evine, Mecnun da yaban hayvanlarıyla birlikte yaşadığı çöle döner. Mecnun çölde yaban hayvanlarıyla birlikte yaşayıp sürekli Leyla’ya ilişkin şiirler söylemektedir. Bu şiirler çevrede yayılır. Nevfel adlı bir Arap beyi bu şiirlerden çok etkilenip, Mecnun’u bu durumundan kurtarmak ister. Leyla’nın babasına, Mecnun için yeniden dünürcü olur; ama babası vermez. Bunun üzerine ordusunu toplayıp Leyla’nın kabilesiyle savaşa tutuşur. Mecnun Leyla’yla ilişkisi olan hiçbir şeye zarar gelmesini istemeyecek kadar âşık olduğundan, Allah’a, Leyla’nın Babasının savaşı kazanması için dua eder. Duası kabul olup, Nevfel’in ordusu yenik düşer. Nevfel bunu gururuna yediremeyip tekrar savaşa tutuşur ve yener. O sırada Mecnun’un, karşı tarafın galip gelmesi için dua ettiğini öğrenir ve Leyla’yı almadan savaş alanını terk eder.
Leyla ve Mecnunun mektupları var Nizami’nin eserinde. Aslında bu tür mesnevilerin bir mektuplaşma bölümü zaten oluyor. Bakalım Leyla ve Mecnun, neler yazmış mektuplarında;

Leylâ'yı Ibn Selâm adlı birisiyle evlendirirler. Nizami anlatıyor;
“Leylâ’yı ürkütmemek, yola getirmek için birkaç gün onun naziyle oynadı. Fakat hur¬ma koparmak istediği zaman o salınıp yürüyen hurma ağacından öyle bir diken yedi ki bir müd¬det ıstırabından uyuyamadı. Leylâ ona öyle şid¬detli bir tokat aşk etti ki ölü gibi kendinden ge¬çip yere serildi. O zaman Leylâ: 'Eğer bir da¬ha böyle bir harekete cesaret edersen kendine de bana da büyük felâket hazırlamış olursun. Beni sanatı ile süsleyen ve güzel yaratan Tanrı¬ya yemin ederim ki kılıcınla kanımı dahi döksen benim visalime nail olamıyacaksın' dedi. Ibn-i Selâm bu yem'n karşısında bir şey yapamadı. Yalnız onu görmekle onu selâmlamakla kanaat etti. Bildi ki kendisini sevmiyor ve gözü bir başkasındadır; bununla beraber ondan ayrılamıyordu. Zira o ayın ön dördü gibi güzel görür görmez gönlünü ona kaptırmıştı. Kendi kendine: 'Mademki bu kadar seviyorum. Tamamen ayrılmaktansa uzaktan onu seyretmekle kanaat ede¬rim.' dedi ve ağlıyarak Leylâ’dan özür diledi:
'Seni yalnız temaşa ile iktifa edeceğim, bun¬dan fazla bir şey yaparsam haramzade olayım' dedi.”
Fuzuli’nin mesnevisinde olay şöyle devam etmektedir:
Leyla eşine,çocukluğundan bu yana bir cinin ona aşık olduğunu,eğer kendisine el sürerse,o cinin ikisini de öldüreceğini söyler ve kocasının kendisine dokunmasına engel olur. Bu sırada Mecnun ise çöllerde yaban hayvanlarıyla birlikte yaşamaktadır. Leyla’nın evlendiğini haber alır ve daha perişan bir duruma düşer. Zaman böylece akmaya devam eder. Nizami’nin mesnevisinde Leyla ve Mecnunun mektuplaşmaları buraya denk düşüyor;

Leyla’nın Mecnun’a gönderdiği mektup

“Bu mektup canlar yaratan bir ulunun adıyla başlar. Akıllar ona sığınır. Bütün bilgiçlerin en bilgici odur. Dilsizlerin dilini bilir. Siyah¬lığı ve beyazlığı (gece ve gündüzü) taksim eden; kuşa, balığa rızkını veren odur. Gökyüzünü o, yıldızlarla aydınlatır. Yeryüzünü insan ile süsle¬yen odur. Evveli olmıyan zamandan beri azamet ile tek var olan, ve sonsuz bir diriliğe ve varlığa sahibolan odur. Can verdi. Can verdiğine cihan» verdi. Bundan büyük bir hazineyi kim ihsan ede¬bilir? Canı akıl nuriyle süsledi. Can ve akıl ile de bu cihanı aydınlattı ve böylece tevhit ile başlıyan mektup şöyle devam ediyordu:
'Bir kuşa benziyen bu mektup bir gamlıdan bir dertliye uçup gidecektir. Yani bir kaleye hap¬sedilmiş olan benden kafesini kırıp parçalamış olan sana bir haber götürecektir. Ey evveli olmıyan zamandan beri benim sevgime kendini bağlıyan, ey sevgi ile yedi kat göklere yol bulan sevgilim, nasılsın? Ey sevgi hazinesinin hazine¬darı, aşk seninle revnak bulmuştur. Ey kanı ile dağları, taşlar- kızıla boyayan, ey akik gibi taş¬lıkta yurt edinen, ey mihnet karanlıkları içinde Abıhayata benziyen Mecnun, bu zulmetler içinde sabahın nurunu pervane gibi gözleyen biçare, ey macerası ile âlemi birbirine kattığı halde kim-, sesizlik mezarında (gûr) birkaç yaban eşeği ile (gûr) yaşıyan sevgilim, ey benim yüzümden-herkesin kınamasına uğrayan ve bu aşkına kı¬yamete kadar sadık kalacak olan yârim, ey ken¬dine acımayıp kendili mahveden (kendi harma¬nına eliyle ateşvuran) zavallı, sen bana vefakârlığın yüzünden türlü dedikodulara uğradın.
Ben gönlümü sana vermiştim. Sen de bana aynı vefakârlıkla mukabele ettin. Nasılsın, ne halde¬sin? Ben derun sevginle yaşıyorum; sen kimi se¬viyorsun? Senin bahtın gibi senden ayrıyım, sen¬sizim; fakat senin eşinim. O aldatılmış olan eşim gerçi çifttir (yani evli) fakat gece benimle baş başa uyumamıştır. Ben ezildim; fakat incim ezilmemiştir. Kimse elmasını onda denememiştir. Ka¬pısı mühürlü bir inci hazinesiyim, açılmamış kon¬ca gibiyim. Kocam, her ne kadar bir kocaya lâ¬yık evsafı haizdir; fakat sen değildir; ne kıymeti var. Sarımsak da susama benzer; fakat güzel ko¬kusundan dolayı susam gibi ellerde gezmez. Acur da eğri ve turunç gibi ekşidir ama onun gibi gü¬zel kokulu ve leziz değildir. İsterdim ki bu âlem¬de senin gibi bir eşim olsun. Seninle yaşama¬dıktan sonra ne günahım var ki bu hayat ıstırabı¬na katlanıyorum. Senin arzularına râmolmıyacak bir gönül - ebediyen mihnet içinde feryat etsin. Senin bir kılın benim nazarımda bir cihana de¬ğer. Senin yolundan bir diken benim için bir gü¬listan kadar kıymetlidir. Sen bir yeşil (had.-a) yerde oturuyorsun ve Hızır gibi temizsin, leke¬sizsin. Gel, abıhayat (Hızır suyu) ol bana can ver. Parlaklıkla ben ay isem sen güneşsin. Seni uzaktan görüyorum. Bilirsin ki ben sana gelmek¬te mazurum. Babanın ölümü beni çok müteessir etti. 'Teessürümden üstümü başımı yırttım. Ken¬di babam ölmüş gibi döğündüm. Gül gibi göz¬lerime mil çektim1. Menekşe gibi siyahlara bü-1 Gülün ortasında ince mile benzeyen teller.
ründüm. Senin bütün matemine iştirak ettim. Yalnız sana baş saflığına gelemedim, bir ku¬surum budur. Bedenim senden ayrıdır; canım her zaman senin yanındadır. Gönlündeki büyük acıyı biliyorum. Sabretmelisin, ondan başka ça¬re yoktur. Bu çabuk konup göçülen konak yerin¬de zamaneye uymalı, hâdiseleri olduğu gibi ka¬bul etmeli.
Akil, ağlıyarak düşmanını güldürmez. Bilen insan, düşmanının sevineceği bir ıstırabı hatırı¬na dahi getirmez. Köylü, tohumu toprağın içi¬ne atar, buna acımamalı; zira o tane bir tane daha yetiştirir. Şimdi dikenli olan hurma ağa¬cı, yarın tatlı hurmalar verir. Diken içinde giz¬li olan konca, açılacak bir gülü müjdeler. Kim¬sem yoktur diye üzülme. Ben yok muyum, ben senin kimsen değil miyim ve bu sana kâfi de¬ğil inidir? Kimsesizlikten feryadetmek akıl işi değildir; nihayet Allah kimsesizlerin -yâridir. Şimşek gibi yetimlikten yanma; bulut gibi göz¬yaşına batma. Babası gitti ise Allah oğluna ömür versin. Maden parçalansın; zararı yok, fakat in¬cisi kalsın.'
Mecnun mektubu bitirince konca gibi kabu¬ğundan sıyrılıp çıktı. Aman yarabbi, diyerek bir müddet kendinden geçti. Ayılınca biraz da ağladı. Bu haberi getiren adama sarıldı; kâh elini, kâh ayağını öpmeye başladı. 'Ah, ne ka¬lem var, ne kâğıt ki. bir mektup yazayım' de¬di. Bu zat, hemen ona kâğıt ve kalem verdi. Mecnun yazmaya başladı. Ve o ezelî derdi anlattı. Mektup bitince kapadı ve Leylâ'ya götür¬mesini rica ederek dostuna verdi. O da hemen rüzgâr gibi uçarak cevabı Leyla'ya götürdü. Leylâ gözyaşları içinde mektubu okumaya baş¬ladı.

Mecnunun Mektubu
'Bu mübarek mektuba yâr ve yaveri olmıyan padişahın adı ile başlıyorum. O gizli ve aşi¬kâr her şeyi bilir. Taşı cevher yapan odur. Bü¬tün yıldızlariyle bu felek onundur. Na'ş ile kızları onundur (Benat-ün-na'ş) . Gönlü sevgi ile irfana, geceyi aydınlatarak gündüze kavuşturan odur. Açan çiçekleri suya kandıran, yalvaranla¬rın imdadına yetişen odur' bu başlangıcı müta-akıp şöyle devam ediyordu:
'Bu mektup; bir huzur ve rahat yüzü gör¬meyen benden gönlümün rahat ve huzuru olan sanadır. Hayır yanlış söylüyorum, bir âşıktan (kanı kaynıyandan) kanı pek ucuz satan (az di¬yet alan) bir sevgiliyedir. Yani muradına ermi-yecek olan (bahtının anahtarlarının demiri henüz taş içinde, yani madeninde olan) benden, hazi¬neyi pençesinde tutan sanadır.
Ben o kadar harabım ki ancak senin yeki¬min toprağı olabilirim. Acaba sen kimin saa¬detisin (soyusun, revnakısın) ? Zira, sen sâf bir su kadar parlak ve aydınlıksın. Ben senin ayak¬larına kapanırken sen kimi kucaklıyorsun (ke¬merine el vuruyorsun) ? Ben gizli gizli senin derdini çekiyorum (alıyorum) : sen kimin gönlüne deva oluyorsun (gönlünün derdini alıyor¬sun) Ben senin buyruğun altındayım; (eğer örtünü omuzumda taşıyorum) : sen kimin köle-sisin (kimin halkasını kulağında taşıyorsun) ? Benim haccım, senin güzelliğini görmektir. Be¬nim Kâbe'm yüzün, mihrabım onun eşiğidir. Ey binlerce göğsün merhemi, ey tortusu bana düşen ve kendisi kadeh içinde duran şarap; tac olduğun zaman benim başıma konmazsın. Yağ¬ma (taraç) olduğun zaman gelir benim gönlü¬mü bulursun. Başkalarının elinde bir hazine¬sin, dostun eline ondan yılandan başka bir şey geçmez. Anahtarım olmamak bakımından İrem bağına, göze görünmemek cihetinden feleğe benziyorsun. Benim bağımı sen açarsın; benim derdime sen ilâçsın. Senin muhabbetinin orma¬nında yetişen bu çöp gibi vücudumu kırma; zira senin baltanla oradan ayrılmıştır. Beni ok¬şa döğme, zira ben bir toprağım. Tozluyum be¬ni cilala. Eğer okşarsan sana çiçek yetiştiririm. Eğer vurursan tozarım. Toprağa lütfetmek lâ¬yıktır. Zira lütfedersen gül yetişir; cefa eder¬sen toz (keder) dan başka bir şey ele geçmez. Ayağına düşmüş bir fedainim; beni istiskal et¬me. Eğer bana acımazsan, bana fena muamele edersen utanmayı ortadan kaldırır, küstah olu¬rum. Senin kölen olmakla şöhret kazanmış bir adamım, fakat beni uzaklaştırmak istersen düş¬manın olurum. Ben senin kölen olarak her türlü yükünü çekerim; fakat 'sen efendiliğini muhafa¬za edersen. Sana karşı kalkanımı yere atar ve mağlûbiyeti kabul ederim, fakat beni atmaya kalkarsan kılıcı elime alırım. Ben senin silâhınım; beni taşa çalma. Kendi askerinle harbetme. Niş-teri kendine vurursan yaralanırsın. Öyle şefkat¬le muamele et ki, hür insanları kendine kul köle edesin. Yoksa paranla satın aldığın köle, gö¬zünden sürmeyi çalmasın. Bu vasıfları kendin¬de toplamıyan bir efendi kendi kölesi üzerinde dahi hâkim olamaz. Fakat bu hünerlere malik olan bir adam para saymadan birçok köleye sa¬hip olur.
Ben mademki senin kulağı halkalı kölenim; beni kölen olarak muhafaza et, satma. Ey bir başkasının harimine girmiş, istediği gibi bir eş elde etmiş sevgilim, bir selâm ile olsun benim gönlümü almadın. Adımı buz üzerine yazdın Beni aşkınla büyülemek için yüz nalı ateşe koy¬dun1; sana vâsıl olmak için atıma bir nal verme¬din. Gündüzümü geceler gibi kararttın. Beni ya¬ralıyorsun; kendin ah ediyorsun. Gönlümü alır¬ken bana acımadın. Nereden beni hatırlıyacaksın. Senin sevgin sade sözden ibaret. Ben yandım; sen kaynamıyorsun bile. İnsan çok söz söylemekle kendini yaralanmaktan kurtaramaz. Bak susam dili uzun olduğu için kılıç üstünde duruyor.
Beni kendisine köle diye satın alacak sev¬gilinin yüzünde aşk eseri olmalıdır. Benim için ıstırap çektiğine dair bana bir şahit' gösterebilir misin Zaten beni sevdiğin, bana verdiğin sözde
1 Büyü yaparken ateş* nal koyarlar. 'Nah ateş içinde' tâbiri huzursuzluk, sıkıntı mânasına gelir.
durmayıp bir başkasiyle evlenmenden belli. Beni dil dökerek aldatıp, onunla gönlün dilediği gibi safa ediyorsun. Eğer beni hakikaten seviyor isen, hiç olmazsa yürekten ah eder, bir parça benim gibi ıstırap çekerdin. Fakat nerde? Bana bir yân muvafık olurdun. Seninkisi saltanattır; âşık¬lık değil. Hiç düşünmüyorsun ki bir âşık vardır ve senin yüzünden neler çekiyor. Ben gözlerimi sana dikmiş, belki seni bir kere görürüm diye bulunduğun yerin etrafında dört dönüyorum. Asıl sana yakın olan insan huzur içindedir. Benim gibi ayrılık felâketi içinde kıvranan değil. Ben değil, asıl senin gibi bir inciye sahibolan servet sahibi¬dir.' Bağı süsleyen bülbüldür, fakat incirini kar¬galar yer. Nar bahçıvanın yüreğinin kaniyle bes¬lenip yetişir. Fakat çok defa herhangi bir hasta¬ya ilâç olur.
Oldum olası âlem böyledir: Sen ihtiyaç için¬de kıvranırsın: hazine gidip yeraltında saklanır. Halbuki toprağın hazineye hiçbir ihtiyacı yoktur. Ah ne zaman bu gül renkli lâl, o taşın işkencesi içinden kurtulacak; ne zaman gözümün nuru olan o ay ejderhanın ağzından uzaklaşacak; ne zaman arı uçacak bal kalacak; muhafız ortadan kalkıp o sevgili bana nasibolacak; hazine açılıp hazine¬dar kale dışında kalacak; ne zaman gönlümün aynası pastan kurtulacak; yılan ölüp hazine bana kalacak; ne zaman o yılan bu hazineden uzakla¬şacak ve ben bir parça sevineceğim? Ne zaman benim kalede mahpus melikem, bu kale muhafı¬zının elinden kurtulacak? Zararı yok; ben senin aydınlığından uzak kaldım; pervane (lbn-i Selâm) karanlıkta kalmasın. Beni elin günün kınaması öl¬dürdü; lbn-i Selâm esen kalsın. Sen benim hem derdim hem devamsın. Biliyorum ki senin kalen demir gibi metindir. Taze incin daha sedefindedir. Hazinen halkalanmış bir ejderhaya benzi-yen zülfünün himayesi altındadır. Bunlara emi¬nim. Fakat ne yapayım ki seni seviyorum, onun için böyle kötü kötü düşüncelere kapılıyorum. Se¬venler böyledir. Üzerine bir sinek konsa kıska¬nıyorum. Sevgilisinin üzerine konan bir sineği ak¬baba gibi vahşi ve kan içici görmiyen âşıktan daha kör kim vardır? O sineği, o şekerden koğuncaya kadar karınca gibi bir saniye bir yerde duramıyorum. Filvaki bu sermayesi olmıyan bi¬rinin kârı hesabetmesine benzer. Gül elde edil¬meden onun derdine düşmek, inciyi satın almadan saklamak kaygısını çekmek mânâsız bir şeydir ama ne yapayım, elimde değil. Senin sevgin yü¬zünden bildiğin gibi dudağı susuzluktan yanan, gözleri yaşlı bir âşık değilim. Tasavvur ettiğinden daha perişan, işittiğinden daha çok divaneyim. O kadar seninle doluyum ki benliğim elden gitti. Esasen kendinden geçmiyen bu yolda yürüyemez. Ben gönlü böyle yıpratan sevgiye sevgi derim. Başka türlüsü on para etmez. Senin aşkın bende tecelli ettikten sonra yüzünü görmesem de olur. Yalnız senin aşkın benim gönlümde olsun; ci¬ğerime vurduğun yaralar onu okşasın; bu bana kâfidir. Benim yarama merhem bulunmasın zarar yok, tek sen sağ ol.'-

Leyla ile Mecnun, Nizami, çev: Ali Nihat Tarlan,2.baskı, milli eğitim basımevi,1965,İstanbul, sf,159”
Bu bölüm Fuzuli’de Leyla’nın evlenmesi üzerine Mecnûn bir sitem mek¬tubu yazarak gönderir. Leylâ cevabında kocası ile olan durumu anlatır. Mecnûn sevinir ve sitem ettiğine pişman olur. Mecnun ise durmadan Ibn Selâm’a intizarlar etmektedir. Sonunda intizarı tutar ve Ibn Selâm ölür.”. Leylâ, muradına ermeden ölüp giden zev¬cine acıdı. Her ne kadar onun ölüp gitmesi ken¬disi için faydalı idiyse de, ne de olsa kocası idi; üzüldü. Bununla beraber kocası için feryadederken gizlice âşıkını anıyordu. Sevgilisinin derdin¬den saçını başını yolarken arada kocası için de hisse çıkıyordu. Kocasını bahane ederek sevgilisi için ağlıyordu. Kocasına mersiyeler okurken âde¬ta sevgilisinden bahsediyordu. Kocasının matemi bir kabuk idi. İçinde Mecnunun aşkı için çektiği dert gizlenmişti. Araplarda âdettir; zevci vefat eden bir kadın kimseye görünmez; iki sene evde oturur; ne kimse onu görür ne de o kimseyi gö¬rür. Orada bildiği gibi ağlar, inler, matem eder. Leylâ, bunu bahane ederek çadırına kimseyi al¬madı. Kederi ile baş başa kaldı. Artık feryada ruhsat olduğu için eskisi gibi- matemini bir sabır örtüsü ile örtmeye ihtiyacı kalmamıştı. İstediği gibi ağlıyor, sızlıyor, döğünüyordu. Çünkü artık kim¬seden korkusu kalmamıştı.”(Nizami)

Nizami’nin eserine göre Leyla bu bölümde ölür. Fuzuli’nin eserinde olay şöyle gelişiyor: Leylâ kocasının ölümünden sonra babasının evine döner, kocasına ağlıyormuş gibi sürekli ağlar. Babası bu duruma dayanamayıp kabilesini alarak başka diyarlara göçmeye karar verir. Bu göç sırasında Leylâ yolda kay¬bolur. Çölde görüp yol sorduğu bir adam, adının Mecnûn ol¬duğunu söyler. Leylâ onu tanıyamaz ve ona, mecnun olamayacağını” söyleyerek, çıkışır. Sonunda Mecnûn'u tanıyıp ona,'ben Leylâ'yım' der. Mecnûn da Leylâ'yı tanır fakat, onu istemez. Çünkü artık onu maddi varlığıyla değil, ruhuyla sevmektedir. Gözünde şeklin ve maddi yapının bir değeri kalmamıştır. Aşk onun için artık görünen varlığa yönelik bir duygu olmaktan çıkmıştır. Leylâ, Mecnûn'un bu durumunu anlar ve arada kendisini aramağa gelen adamla gider. Bir süre geçince de hastalanır; canını alması için Tanrı'ya yalvarır. Annesine vasiyetini yapar; ölür. Mecnûn Leylâ'nın ölümünü, bir zamanlar Leyla’nın evlenme haberini de getirmiş olan, arkadaşı Zeyd'den öğrenir. Gidip mezarı başında ağlayarak şiirler söy¬ler ve orada ölür. Ölüsünü, Onu da Leylâ'nın mezarına gömerler. Mezar başından ayrılamayan Zeyd, rüyasında iki sevgiliyi cennette birlikte görür. O zamandan sonra Leylâ ile Mecnûn'un mezarı evliya türbesi gibi akın akın gelenlerin ziyaret yeri olur.


YORUM
Neredeyse yüzlerce şairin yüzyıllardır Arapça Farsça Türkçe hatta Urduca gibi dillerde yazdığı, Leylâ ile Mecnun hikayesi ilk kez tam bir bütün¬lük içinde ve mesnevî biçiminde İran’da yazılmıştır. Genceli Nizamî'nin (öl. 1204) yapıtı olan bu ilk Leylî ve Mecnun mes¬nevisi (yazılışı, 1188) doğrudan Arap kay¬naklarına dayanır. Ancak o, rivayetleri uygun biçimde değiştirip, hikayeyi yenileştirmiştir. Bu mesnevi, Nizamî'nin en ustaca yazılmış eseridir.
“Türk edebiyatında otuzdan fazla şâir bu konuyu işlemiştir. Bunların çoğu Nizamî'nin etkisi altında veya onun eserinin tercümesi yoluyla yazılmıştır. Ancak Ali Şir Nevaî ile Fuzûlî, hikâyeye yeni bir ruh kazandıran şâir¬lerdir. “(İskender pala,divan şiiri sözlüğü)
“Fuzûlî'nin eseri ise insanoğlunun verebi¬leceği en yüksek tasavvufî tecrübe ile, erişilemeyen sevgilinin ve tatmîn edilemeyen sevgilinin ilham ettiği acı duyguların olgun bir lirizm içinde terennümüdür.” “(İskender pala,divan şiiri sözlüğü)
Leyla ve Mecnun hikayesi,zaman içinde,bizim insanımızın hayal ve duygu âleminde iki kavrama dönüşmüştür; ”Leyla” ve “mecnun” kavramı.Bu kavramlar genceli nizaminin ve Fuzuli'nin anlattığı hikayedeki kişiliklerden ötede,giderek bize özgü bir anlam taşımaktadır. Bir yeniden üretim biçimi olan edebiyat bulunduğu zaman ve toplumsal koşulların oluşturduğu “zihniyet” çerçevesinde bakar dünyaya.Leyla ve Mecnun’da da aşk,eseri yazan kişi,toplum ve kültür bağlamında yeniden üretilmiştir.Kaçınılmaz olarak,nasıl ki Fuzuli’de ve Nizamide dil,üslup anlatım biçimi farklı ise,Anadolu insanı da kendi aşk ve güzellik anlayışıyla bütünleştirerek yeniden üretecektir Leyla ve Mecnun’u.
Fuzuli,insanların gerçeği olan bu hikayeyi,sonucunda idealist bir boyuta taşımıştır.
Yaşam hikayesine baktığımızda,kendi koşulları içerisinde sürekli bir çaresizlik içindedir şair.Çaresizliği o kadar çok yaşamış fakat bir türlü kurtulamamıştır.Kaleminin gücü tartışılmaz bir biçimde ortadayken,hak ettiği koşullara asla ulaşamadı.Anlaşılan o ki,giderek,yazgısına daha çok inandı; giderek çektiği acı ve sıkıntıları kutsallaştırarak,tasavvufi bir boyuta oturttu ve acısını sevdi.Leyla vü Mecnun hikayesinde de,imkansız aşkı olanca çaresizliği içinde anlatarak,insanın sınırlarını aramış olmalıdır.İnsan nereye kadar âşık olur,nereye kadar bu aşkın ve çaresizliğinin acısına katlanır,sonuçta nereye varır,gibi sorulara yanıt vermiştir.Çölde, kimsenin görmediği bir ortamda yabanıl bir hayat sürerek aşkı için mücadele etmek yerine ağlayıp şiir söylemeyi, seçen mecnun kafasında sürekli mükemmelleştirerek ilahi bir varlığa dönüştürmüş olmalıdır Leyla'yı..Kafasında biçimlendirdiği Leyla,o kadar olağanüstü bir hal alır ki,artık insan olamayacak kadar mükemmeldir.Sonuçta da,gerçek Leyla'yla aralarında hiçbir benzerlik kalmaz.Bütün zamanlarda,her insan,benzerini yapmaz mı; sevdiğini kafasında “yeniden üreterek” mükemmelleştirmez mi.O daima en güzeldir,hata ve yanlışları bile sevimlidir,en iyi yüreklidir,melektir.Birbirini görmeme oranıyla ters orantılı olarak kafada büyütülür sevgili.Eğer kısmet olur da,birlikte yaşamak mümkün olursa,kafasındaki mükemmel varlıkla,gerçeği arasındaki çelişki gereği,hayal kırıklıkları arkasından da kavgalar,küsüşmeler,tartışmalar yaşanmaya başlanmaz mı.Hatta çoğu zaman ayrılınır.
Fuzuli,Birbirini görme,kavuşma buluşma sevişme imkanını ortadan kaldırdığı iki insan olarak nakleder Leyla ile Mecnunu.Sonuçta da Mecnun Kafasındaki Leyla’yla gerçek Leyla’yı bağdaştıramaz.Bu noktada tasavvufi bir boyut karat hikayesine.
Bizim Karac'oğlan ise kanlı canlı bir Leyla ve mecnundan söz eder şiirlerinde.Karacaoğlan pratiği seven bir âşıktır.Bir hayal olmaktan öteye betimler sevgiliyi.Onun aşkı tümüyle insanidir.Kavuşacak sevişecek,aşkı o zaman aşk olacaktır.

Çayır çimen üstünde seken bir dilberdir onun yari.
Karac’oğlan’ın dolaştığı yaylalarda gördüğü balaban kuşu gibi bakar

Yaz günleri çayır çimen üstünde
Seken dilber beni mecnun eyledi
Üsküfün aldırmış balaban gibi
Bakan dilber beni mecnun eyledi.

Rakibine “gidi” diye çatar.Küfürdür “gidi”,kaba söyleyişle,pezevenktir.
Yarinin ak göğüslerini kapatan giysisinin düğmelerine bakıp bakıp “mecnun” olur bizimkisi.

Ben gül almam, tellerini eğmesin
Gidi rakipler de ona değmesin
Ak göğsün üstünde gümüş düğmesin
Diken dilber beni mecnun eyledi.

Onun için yarin kaşı gözü eli yüzü “mecnun “olmaya yeter de artar bile.

Deniz kenarında biter kumları
Gökyüzünde uçar yar turnaları
Şu ala göze siyah sürmeleri
Çeken dilber beni mecnun eyledi..

Karac'oğlan, bu sözleri bal gibi
Başına giydiği vala, al gibi
Sevdiğim, kaş kara, gonca gül gibi
Kokan dilber beni mecnun eyledi...'

Başka bir şiirinde “Leyla Leyla “diye seslenerek “hemen” olmasını istiyor,ölürse imam olmasını istiyor yarinin.

Karac'oğlan der ki; sen de heman ol
Hûblara karış da sen tamam ol
Ben ölürsem cenazeme imam ol
Kıl kara zülfüne hû, Leylâ Leylâ! ..'

Bütün boyutlarıyla insani,duygusal aşktır Anadolu insanının Leyla Mecnun aşkından algıladığı.
Tasavvuf inancında aşk,insanı kamil olma yolunda kişinin kendini disipline etmesi kuralına dayanır.Vakdet-i Vücut kavramında,zaten her varlık Allahın bir parçasıdır,gurbet olan bu dünyada,kavuşma ve Allah'la bütünleşme özlemiyle yanar tutuşur.İşte bu yanıp tutuşmayı sağlayan tasavvuf inancının aşk anlayışıdır.Fuzuli’nin Leyla vü Mecnununda belirtilen aşk kavramı,karşı cinse duyulan aşkın, özlemin ve çaresizliğin üst boyuta olaşıp,imkansızlık noktasında insan sınırlarını aşmasıdır.Evrenin sonsuz ahenginde varlığı görülen sonsuz ve ilahi aşkla bütünleştiği,bu nedenle de Leyla'yı tanıyamadığı iddiasını taşır eser.Kuşkusuz ki aşk insana olağanüstü güzellik katan bir duygudur.Ancak Mecnunun durumu olsa olsa tam da bu noktada delirmenin bir düzeyi olarak belirlenebilir.
Aşkı için hiçbir mücadele vermeyen,çöllere kaçan ve yabanıl bir yaşamı seçerek sadece ağlayan bir anlayış,aşka ne kadar layıktır.Belki de aşk insanın en masum duygusu olarak,değerlendiriliyor; ancak her duygunun da,her durumun da bir karşıtı var ve karşıtıyla birlikte değerlendirilmesi olası.Mücadelesiz zafer hiç olmadı.İnsanın doğanın ve aşkın diyalektiği içinde,mecnunun durumu gerçekten de aşk kavramından farklıdır.Aşk mutlaka mücadele isteyen bir duygudur.Mücadeleyi reddeden Mecnun çölde neyi bekliyordu? Leyla’nın kendisine çıkıp gelmesini mi.O halde boşuna beklemiş oldu,çünkü Leyla’yı evlendirdiler.Bu hikayede âşık olan da maşuk olan da Leyla’dır.Çünkü sonuçta mecnunun yanına da gitmiştir.
Hangi Çöl,insanın içinde uzanan çölden daha büyük olabilir ki.Hangi kuyu içimizdeki kuyulardan daha derindir.Mecnun kavramını,kendi içinde kaybolmuş,kendi yalnızlığında aşkı için mücadeleyi seçmemiş,inzivaya çekilmiş insan olarak değerlendirebiliriz.İnziva veya “uzlet” mutlak anlamda bir olgunlaşmayı ve değişimi hazırlayan kapanışlar değil mi.Bütün tarih,uzlet ve inziva insanlarına düşünür olma,peygamber olma,zahit olma gibi makamlar bağışladı.İnziva,kendi içinde sonsuz bir susuştan çok,büyük bir “iç” savaş olmalıdır.Bu yalnızlıkta insanın hiçliğiyle,yokluğuyla; insanın anlamıyla,yaşamın anlamıyla ve ölümle yüzleşmesidir.Bunun sonucunda bir yere varır insan.Oysa Mecnun uzlet veya inziva halinden çok ağlama halindedir.
Leyla ve Mecnun hikayeleri bize,aşkı için savaşmayanın ancak hayal üretebileceğini söylüyor.Salt hayalle beslenen aşksa ölür; Kavuşsa da ölür,kavuşmasa da…

YARARLANILAN KAYNAKLAR
KÖPRÜLÜ, Prof. Dr. Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 2. bs., Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1966. Türk Dili Dergisi,Şiir Özel Sayısı-II
Türk Dili Dergisi,Şiir Özel Sayısı-IV
TARLAN, -Ali Nihat, Fuzuli Divanı Şerhi,I,Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. Ank, 1985,
TARLAN, -Ali Nihat, Fuzuli Divanı Şerhi,II,Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. Ank, 1985,
Köprülü,M.Fuat, Türk Edebiyatı Tarihi,
Dilçin, Cem,Türk Şiir Bilgisi,
AKYÜZ, Prof. Kenan, BEKEN, Süheyl, YÜKSEL, Dr. Şedit, CUNBUR, Dr. Müjgân Fuzuli, Türkçe Divan, l. bs., Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1958.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat -Eski ve Yeni Harflerle-, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara, 1962.
GÖLPINARLI, Abdülbaki, Fuzuli Divanı. İnkılap ve Aka Yayınevi, İstanbul, 1961.
ONAN, Necmettin Halil, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, l. bs., Maarif Matbaası, İstanbul, 1940.
Hasibe Mazıoğlu, Fuzûlî ve Türkçe Divanı'ndan Seçmeler, Ankara, 1986)
Pala,İskender,Divan Şiiri Sözlüğü,Ötiken yay,İst,1999
Nizami. Leyla ile Mecnun, çev: Ali Nihat Tarlan,2.baskı, Milli Eğitim Basımevi,1965,İstanbul


ADNAN DURMAZ
13 Temmuz 2006,

Adnan Durmaz
Kayıt Tarihi : 13.7.2006 16:19:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Adnan Durmaz