Oh! Nihayet makinemin başına oturdum. Son bir haftadır, makinem ile aramız açıktı. Açıktı da ne demek. Son bir haftadır birbirimizi görmedik.Birbirimize uzak durduk, yan yana yada karşı karşıya gelmedik. Eee! makine yerinden oynamamış ki. Tamam, tamam ben makinemin yanına yanaşmadım. Çünkü ondan önceki hafta, bu makine ile kavgayla geçti.Bunun üstüne de sigorta affı diye bir şey çıktı, kimin için çıktı, niye çıktı anlamadım. İşte bu af çıkınca ve de ‘’Bağ-kur’lular 1 Eylül’e kadar, sigortalılar 5 Eylüle kadar müracaat etmek zorundadırlar’’ diye ilan edilince, biz de kendimizi vatandaş zannedip, ilk günden, heyecanla sıralara girmeye başladık. Niye? Güya aftan yararlanacağız. Hangi aftan, suçumuz ne? Bunu sormak şöyle dur-sun düşünmedik bile. Vasıtalı vasıtasız vergi yükü bakımından dünya ülkeleri arasında baş sıralardayız. Yine ülkemizde, nüfusun %20 si GSMG %80 alırken, vergilerin %20 sini ödediği halde, dar gelirliler vergi suçlusu olabilir. Zenginler suç işlemez. Onlar, yasaları yapanlar, paralı olanlar veya paralı olanların himayesinde devlet yönetenlerdir. Biz, emre uyarken doğuştan askeriz ama, siyaset yapmaya gelince siviliz. Bizim ülkede siyaseti de askerler yapar. Biz sadece üretimden ve patronların daha çok kar sağlamasından sorumluyuz. Ekonomik istikrarsızlık göstererek ‘Ginnes Rekorlar kitabı’’na girmek için yarışan ülkemizde, Biz de bu ekonomik istikrarsızlıktan payımızı almak için bir şirket kurmuş bulunduk, zamanın birinde. Bilfiil çalışan, arkadaşımızı da hissedar yaptık. İyi mi yaptık, kötü mü yaptık, tam olarak ondan da emin değilim. Biliyorsunuz, hayatın her alanında, atletizm de olduğu gibi yarış yapılıyor. Neden herkes istediği kadar üretemez, herkes istediği kadar pazarlayamaz, herkes istediği kadar satamaz bu ülkede? Sam amca ne dediyse, ne kadar kota koyduysa o kadar. Bu ülke nüfusunun, %20’ i yani 12 milyonu, üretim yapabilir, yada, bizim ülke olarak hedefimiz, üretimi artırmak değil. Tam tersine üretimi, yıldan yıla sam amcanın istediği oranda azaltıp, bu üretimi yapanlar arasında bir yarış düzenleyerek, üretim yapacak olanları seçmek, aynen üniversite seçme sınavları gibi. Çıtayı yüksek tutacaksın, atlayabilen atlasın, atlayamayan çatlasın. Üretime katılamamak, üretimden pay alamamak, yani aç kalmak demektir. Üniversiteyi kazanamamak demek geleceğin üretim ordusuna katılamamak demektir. Yani geleceğin açları arasına katılmaya mahkum edilmiş demektir. Ne yapalım, bize üretim hakkı tanımayan devlet, bizim suçumuz yok, deyip yatamazsın. Çünkü, aç kalacak ilk insan sen olursun. Bu ölüm orucuna yatmak demektir ki, aynı zamanda suçtur. Yarışacaksın, yarışacaksın ki, devlet ne kadar demokrasi sevdalısı olduğunu gösterebilsin. Hak edenler ve hak edemeyenler olsun. Şimdi esas olan bu. Kimsecikler, Dünyanın GSMH % bilmem kaç oranında artıyor. Bizim de en az aynı orada artmalı ki, ülkeler sıralamasında daha da gerilere düşmeyelim. Yani, şu üniversitelerin seçme sınavında nasıl öğrencilerimiz ilk sıraları kapabilmek için mücadele ediyorsa, esnafımız ve küçük sanayicimiz, üretimi artırıp ön sıralara geçerek, üretimden daha çok pay almak için yırtınıyorsa, ülkemizi yönetenlerde, uluslar arası planda kendi ülkesi adına, dünya pazarlarında kendi ülkesine düşen payı kapmak için yarışmalıdırlar. Yoksa yarış anında kendi vatandaşının önüne engel koyarak, devlet yönetilmez. Vatandaşın önünü açmak yerine, (önünü açmak yanlış anlaşılıyor galiba) tıkamak yalnız bizim ülkemizin yöneticilerine has. Temsil ettikleri büyük sermaye kesimini rahatlatmak adına, küçük ve orta boydaki üretim birimlerini silmektedirler. Her kesime de yetecek, Pazar payını almak için uluslar arası planda mücadele etmeliler. Yoksa sınıf geçmek için kopya çekmeye çalışan, öğrenci gibi (sınıf birincisi olmak isteyen uyanık öğrenci doğru kopya vermez) IMF reçetelerine güvenerek yola çıkılmaz. Dilenciye verilen sadaka hiçbir zaman onu mutlu etmeye yetmez. Neyse, babamın dediği gibi; bizim akıl verecek kadar aklımız olsaydı kendimizi kurtarırdık. Babama şunu hiçbir zaman anlatamadım. Pastör, Edisson, Goya, ciceron, akılsızmıydı. Ne yazık ki, bu dünyada dünyanın döndüğünü ispat eden akıllı adam bile, akılsızlardan kendini kurtaramadı. Bu örnekleri verdiğimiz zaman, işte o zaman, en büyük darbeyi yiyoruz. Hemen kendinizi onlarla mukayese etmeyin siz onlar gibi olamazsınız. İşte söyledikleri tek haklı söz bu olabilir. Elbette biz onlar gibi olamayız. Çünkü biz yüz yıl daha ilerideyiz. Ama onlar gibi olamayız diye. Tarihteki olaylardan ders alamayacak kadar aptal da olamayız. Aslında yanlış anlaşılmasın, bizi yönetenlerin akılsız olduklarını iddia etmiyoruz. Akıllarından şüphemiz yok. Akıllarını kendi çıkarları için kullandıklarından şikayetimiz var. Seçimlerden önce atıp tutanlar seçildikten sonra, bakıyorlar ki konuşmak ayrı şey, iş yapmak ayrı şey. (Aynası iştir kişinin sözünü unutalım, o söz, geçmiş zamanların atasözü, Aklından geçtiği gibi davranan, ve öyle iş yapan insanlar ülkesindeydi) İş başına geldikten sonra, durum değerlendirmesi yapıp, bu ülke kurtulmaz. Bu gidişle bir gün bende aç kalırım. Çevresine bakıp bari bunlar gibi ben de kendimi kurtarayım, kendimi kurtarırsam gelecek seçimde tekrar seçilme şansım olur. Ama kendimi bile kurtaramazsam. Bak, bak kendini bile kurtaramadı bizi mi kurtaracak derler, itibarım sarsılır, korkusuyla itibar kazanmak için, hortumcular kervanına, yolsuzluklar kervanına, usulsüzlükler kervanına katılırlar. Tabi suçun büyüğü bizde, Seçilene kadar onlar bizim peşimizde koşarlar, seçildikten sonra, biz onları kovalarız. Hiç kimse kendine, kendi gücüne güvenmez. İlle de bir kurtarıcı olacak. İlle de kendi yaptığımız puta tapacağız. Kendimize güven yok cesaret yok, sabır yok. İnat yok. Bunları biz seçtik, biz yücelttik, öyleyse bizim için neler yaptılar diye soracak aklımız gücümüz, cesaretimiz yok. Sonuçta seçtiklerimiz de ruhu olmayan bu insanlarla, bir yere varılamayacağını, bahane ederek. kendi için bir şeyler yapma da kendini haklı görebiliyor, gösterebiliyor.
Makinemin suratı asık, biliyorum.’’ Konuya dönse özür dilemek zorunda kalacak, onun için, başka konulara daldı’’ diye bana kızıyor. Ama bizden üstün tarafı kızıyorum deyip işini yapmama gibi bir alışkanlığı yok. Dediklerimi aynen kaydediyor. Makinemden özür diliyorum. Ama o kadar alıngan olmana da gerek yok. Sen milyonlarca makineden sadece birisisin, bu kadar alıngan olma, sonra, insanlardan da bazı şeyleri öğren, tabi bizimle iyi geçinmek istiyorsan. Söylediklerim sana olsa bile, sanki başkalarına söylüyormuşum gibi davran, hep üstüne alınma, seni karşıma aldım ama hiç doğrudan senin kimlik numaranı, adını söyleyerek konuşmadım, hep genel konuştum. Biz insanlar böyle durumlarda, bizi eleştirenin koluna girip, onunla beraber aynı eleştirileri alkışlayıp başkalarına yöneltmeyi iyi biliriz. Onun için de kimin kime ne söylediği pek belli olmaz. Böylece de çoğu kavgalar da başlamadan önlenmiş olur. Siz makineler de bu gibi hayırlı, şeyleri (riyakarlık demek kavgaya sebep olabilir, onun için böyle ağır sözler seçmeyelim.) insanlardan öğrenin biz makineyiz deyip de fazla mekanik olmayın, biraz yumuşayın. Yoksa, bu günün robotlarını geliştirip insanlaştırmak isteyenler, istedikleri sonucu elde edemezler. İnsanlar kendi işlerine geldiği zaman istedikleri kadar yumuşayıp istediği kadar esneyebiliyorlar. Yoksa zamanla insanlaşmak sizin işinize gelmiyor mu? Çıkarınız için sizde birazcık yumuşayın. İnsanlara kızıp, küsüp geleceğinizi riske atmayın. Zamanımızın geçer akçesi budur. Özrümüzü kabul ettirmek için, insanların bu kadar sırrını verdik ya, güven artık bana da, biraz gül. Nedir bu aramızdaki bu küskünlük diye merak edenler var sanıyorum. Bir ortak açıklama yapalım mı? Ne dersin?
Ortak açıklama;
Sayın arkadaşlar, biz son bir hafta konuşmadık. Çünkü ondan önceki hafta, insanlar mı makineye muhtaç, makineler mi insana muhtaç diye bir tartışma başlattık. Bu tartışmada, her iki tarafta birbirine uygunsuz sataşmalarda bulunmuştur. Her iki taraf ta birbirinden özür dilerler.
Not:
Taraflardan biri makine olduğu için ilk defa böyle, açık, net ve kısa bir ortak metin çıkmıştır.
Makinemle küs geçirdiğim son bir haftayı insanlarla geçirmek istedim. Size, başıma gelenleri anlatayım. Affediyorum derken av edilen insanları. Şirkete hissedar olan, mesai arkadaşım. Sosyal güvenceye sahip olmalı. Olmalı değil otomatikman Bağ-kur’lu sayılıyor ama Bağ-kur’a gittiğin zaman parayı tahsil etmiyor. Nedeni evrakları tamamlanıp gelmediği için giriş yapılamıyormuş. Girişi olmadığı için aidatı tahsil edilmiyor. Borçlanıyorsun. Yüksek faizler çalışıyor. Borçlar çığ gibi büyüyor. Sonra ödenemez duruma geliyor. Ne alan alabiliyor. Nede ödeyecek olan ödeyebiliyor. Ödemek için gittiğimizde istenen belgeler. Nüfus Cüzdanı, ticari sicil kaydı, meslek odası kaydı, ikametgahı, vatandaşlık numarası, iş yerinin vergi levhası, Bağ-kur’a giriş bildirgesi. Bunları ticaret sicile vermeden zaten şirket ortağı olunamayacağına göre, bunlar neyin nesi? İnsanların insanlara yaptığını makinem, yani bilgisayarım bana yapmaz. Makinem duyup şımarmasın diye bunları fıslayarak söylemek zorundayım. Makinem bir yazıyı iki defa kaydetmeye kalksam, beni zaten var diye uyarıyor, sağ olsun.(yeni barıştık biraz yağlamam lazım.) Bu evrakları tamamlaman için her gittiğin yerden her mühür için para vereceksin. Her kuruluşta bazı uyanıklar, dernek kurmuşlardır, onlara bağışta bulunacaksın. Yani..ike …ike bağış yapacaksın. Yoksa 200 kişinin bulunduğu sıralara tekrar, tekrar girmek zorunda kalırsın. Aftan yararlanayım diye başladığın işte kazanacağın paranın iki katını bürokratik işler için harcadım ama gene de faydalanamazsın bu af denen şeyden. Düşün devlet kendi verdiği kimlik numarasını kabul etmiyor. Karşıda anlaştığı bir büroya 2 milyon para verip öyle alacaksın. Yoksa kabul etmiyor. ‘’Bunun bilgisayar çıktısı yok. Bunu söyleyen görevlinin de önünde bilgisayar var. Oradan kendi kontrol edemiyor mu? . Kendi 20 saniye harcayacak, ama mükellefe, sıradan ayrılıp o işi yaptırmak, ve yeniden sıraya girip o işlemi bitirmek üç saatini alacak. Düşünün bu affın kime ve neye yaradığını. Birileri için af çıkıyor, bizim gibi bazıları da kendini vatandaş zannedip umutlanıyor. Vatandaş isyan ediyor, 1-2 saat ortalık karışıyor, bazen polis geliyor, ama buradaki bu kadar zaman kaybı göze alındığı halde, bilgisayardan belgeleri kontrol etmek için zaman ayrılmıyor. İşte böyle iki haftalık çırpınıştan sonra, bütün umutları yitirip eve dönerken, bir trafik kazasında eşimin kolu kırılıyor. Şimdi hastahanede yatıyor. Hastaneden biraz önce gelen mesajında, ‘odamız çok soğuk bu gece sabah olmayacak’’ diyor. Ne yapabilirim. Para önemli değil insanlık önemli diyorsun, ‘fazla para insanı bozar’ diyorsun, ama yıllarca pirim ödediğin sağlık kuruluşunun hastanesinde rahat uyuyamıyorsun. Rahat etmek için orada da para ile özel oda tutman lazım. Suçlu ben miyim? Ben mi arabaya çarptım da bu kadar acı çekiyorum? Cuma günü trafik kazası oldu. Salı günü ameliyat olacak ki, kol yerine oturtulsun. Tam dört günlük, acıdan sonra kol düzeltilmek için yeniden kırılıp alçıya alınacak. Kendi sağlık kuruluşumuz. Ama doktora dışarıda kendi muayenehanesinde para veremezsen, göreceğin muamele bu işte. Kendi sağlık kuruluşumuz diyoruz ama, kuruluşumuza kendimiz sahip çıkamıyoruz. Nereye ne kadar para ayırabileceğine IMF karar veriyor. Biz buna mı layıkız? Evet, biz buna layıkız. Salı günü saat 10.30 da ameliyathaneye alınan eşim saat 12.45 te kendi odasına yani Ortopedi servisi 59/ 1 de yatağına koyarken canı yanmaya başladı. Bir hastane görevlisi kolundan bile tutmuyor. Eğer hastanın yakını yoksa, vay haline ortalıkta kalır hasta ile kimse ilgilenmiyor. Hastaları azarlamaları artık o kadar alışılagelmiş bir olay ki, hiç kimse yadırgamıyor. Doktorluğun en büyük meziyetleri haline gelmiş azarlamak. Bu azarın hemşirelere büyük faydası var. Kimse hemşirelere bir şey söyleyemediği için, işleri hafifliyor. Zaten her hastanın yanında bir yakını refakatçı olarak kalıyor. Hemşirenin işlerini bunlar yapıyor. Refakatçı kalanlar, refakatçı kalabilmek için haftada 40 milyon para ödüyorlar. Yani refakatçılar hastanede hem hastabakıcılık görevi görüyorlar, hem de SSK ya para ödüyorlar. Refakatçı kalanlar bundan şikayetçi mi asla. Hasta yakınları, şunu biliyorlar ki, kendileri orada olmazsa hastalarına gereği gibi bakılmayacak. O bakımdan kendi hastaları hasta haneden kurtulana kadar, her fedakarlığa hazırlar. Hiç kimse genel düşünüp de, burası yıllarca bizim pirim ödediğimiz sosyal güvenlik kurumumuz, ama biz buraya güvenemiyoruz, neden diye ne kendi kendine, nede diğer hasta yakınlarına sormuyor. Herkes buna da şükür diyor. Çünkü dışarıda sosyal güvencesi olmayan, olmadığı için de kendi evinde çaresiz ölüme terkedilmiş insanlar var. İşte bu sosyal güvencesi olmayan insanların çaresizliği, diğer sigortalıların gözünü korkutuyor, haline şükrediyor, her şeye boyun eğiyor. Bu boyun eğen, insanlara karşı, doktorlar ve personel tam bir otorite kurmuş durumda, hasta ve yakınları ses çıkarırsak, bize bakmazlar korkusu altındalar. Tabi bu arada hastane görevlisi sevecen insanlar da yok değil. Hatta durumdan rahatsız olup da düzeltilmesi için eylem yapanlar da var. Ama azınlıkta kalıyorlar. Asıl mağdur kalan hastalardan bile destek alamıyorlar. İyi insanların kişisel tavırları, bu yapıyı değiştiremediği gibi, bir gün onlar da otoriter bir tavır almak zorunda kalacaklar. Çünkü herkes onları gözüne bakıyor, herkes onlardan yardım bekliyor. Onlar binlerce hastanın sorununu çözme gücüne sahip olamayacaklarına göre, bir gün tavırları değişecek, suratları asılacak İşsizler ordusunu gösterip, işçi ücretlerini asgariye düşüren sistem, sağlık hizmetlerin de aynı yöntemi kullanarak, asgariye indirmiş durumda. Hasta yakınlarından (Avrupa’da çalışmış biri) ‘’Türkiye’de insanın kıymeti yok canım, Avrupa’da böylemi, hastane personeli yüksek sesle bir konuşsun bakalım, hemen görevine son verirler, Hastama baksın diye Alsancak’ta yazıhanesine gittim, 40 milyon lira verdim. Adam beni, burada görmemezlikten geliyor. Hastamdan haber bile vermiyor. Önüne çıktım, sen beni tanımıyoy mu ya, ben sana 40 milyonu neye verdim. Dedim ondan sonra, hastam hakkında ‘’tamam tamam dedi ‘’bilgi verdi. İşte bunlar böyle utanmaz diye bana yakınıyor.’’
Eşimin yatağa alınışından bahsediyorduk. Amatörlük, yatağa alınırken bir taraftan da ben tuttum, canı yanınca bana bağırdı, canımı yaktın diye. Ne yapabilirim ki. Yatırdık yatağa ama, saatlerce, ‘’bu acıya dayanılmaz ölmek istiyorum annem beni kurtar’’ diye yırtındı. Çaresizim ne yapabilirim. Hemşireye, ‘canı çok yanıyor, ağrı kesici verilmiyecek mi? ’ diyecek oldum. ‘Biz zamanını biliyoruz’ dedi sert sert, her şeye müdahele etme ukalalığında bulunmak istemiyorum. Serumu bitti, ‘ağrı kesici serumla mı veriliyordu’ dedim aşağıdan alarak, ‘Tamam duyduk, anladık.’ dedi dik dik bakarak. Biraz bekleyeyim bakalım dedim kendi kendime, ama eşimin ölmek istiyorum, bu acı dayanılacak gibi değil sen nerdesin Memed diye gözlerime bakışı, öfkemi de artırıyor. Nihayet biraz sonra hemşire geldi bir iğne yaptı. Serumu yineledi. Bir saat sonra da eşim sakinleşti. Aydın’ dan Denizli’den Uşak’tan gelen hastalarla sohbet ederken akşam oldu. Gece sedyelerden birini gözüme kestirmiştim, gece üstünde yatarım diye, saat 23 oldu baktım bir başka hasta yakını almış onu hastasının odasına çoktan üzerine uzanmış. Ben gene kaldım ayakta. Hasta yakınları, yani gönüllü hastabakıcılar. Gece kalacak bir yatağı bile hak edemiyorlar, sağlık kurumlarından. Kantinden ambalaj kutularını açıp altlarına yatak yapıyorlar. Amatör hastabakıcılar hastalarının altına, ördek veya lazımlık koyarlarken, çığlıklar kaplıyor etrafı. Hastaların korkulu rüyası, bu zaten. Aile içinde biraz da soğukluk varsa, seyret artık dedikoduyu. ‘’Böyle evlat olmaz olsun. Zaten zorla geliyor da… Allah kimseyi muhtaç etmesin… ‘’
Perşembe günü oldu. Acılar hafifledi, gece de rahat geçince, dünkü çığlıklar üzerine gırgır başladı. Bu arada ben de bir sürpriz yapmak için dışarı çıktım. Manavdan üzümle şeftali alıp geldim. Odada üç hasta, üç refakatçı var. Gırgır devam ediyor. Eşim ‘iyi akıl ettin’ dedi. ‘Benim aklım değil’ dedim. ‘Teyzenin aklı, dün sen ölmek istiyorum Memet ne bakıyorsun öyle diye bağırırken, bende senin için her şeyi yaparım canım dedim. Hemen helva almaya gidiyordum, diye çıkarken teyze bağırdı.’’ Bana ‘’ölüleri bile 24 saat bekletiyorlar morgda’’ dedi, ‘’şimdi acele etme, hakkımız baki kalsın belki yarın meyve alırsın bize’’ dedi. Bugünde sen ölmekten vazgeçince meyve almak boynumun borcu oldu. Gülüştüler, ‘Meyveyi gönülsüz aldın galiba çok geç kaldın’ dedi. Bende; İzmir spor kulübünün oraya kadar gittim, manav bulamadım, bakkalın birine sordum, ‘buralarda manav yok mu? ’ diye önündeki kasaları gösteriyor bana, ‘’İşte patetes, işte domates, işte soğan manavı ne yapacan’’ dedi. Kızdım oradan ayrıldım. Uzakta bir seyyar satıcı arabası gördüm. Islık öttürüp işaretle durdurdum, kasaları görünce sevinmiştim, bunca yol yürüdükten sonra elim boş dönmeyeceğim diye. Gittim baktım ki, arabada aradıklarım yok adamı da beklettim. Adamdan özür dileyip aradıklarım yok diyecek oldum bana kızdı. ‘’ İşte soğan va.., işte domat va.., işte badılcan va…daha ne arayon sen ‘ dedi. Hemen terazinin kefesini kaptı bana ‘’hangisinden’’ diye sormaya başladı. Bende sürpriz yapayım diye hangisinden alayım diye size sormaya geldim. Deyince gülüştüler, ama acı gerçek de hepsinin yüreğini burktu. Esnaf zorunlu gıda maddelerinden fazlasını bulunduramıyor. Onları satabilmek için bütün maharetini gösteriyor. Teyze, ‘bak o kadar acıdan sonra bile karın sana gavur Memed demedi’ dedi. Meğer daha önce aynı yatakta yatan kadın kocasına gavur Ahmet dermiş; ‘Bana öyle deseydi ben üzülmezdim tam tersine, iltifat olarak kabul ederim’ dedim. Eğer biz o gavur diye küçümsenen insanların ülkesinde hastahaneye düşseydik bu sıkıntıların hiç birini çekmez, insan gibi muamele görürdük. Onların yaşama seviyesi bizim on katımız. ‘Hiç oralarda yaşayanlardan duydunuz mu, şurada çektiğiniz rezillikleri’ dedim. Hepsi de ‘haklısın! ’ dediler. Görmüyor musunuz bizimkiler, onların arasına katılabilmek için ne tavizler veriyorlar. Ülkemizde herkes kurtuluşu o küçümsediğiniz ‘gavurlara’ katılmada görüyor, ama onlar bizi kendi aralarına layık görmüyorlar. Ne yazık ki hala bizim vatandaşlarımız hastanedeki sıkıntıları gördükçe, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman; Atatürk gibi kurtarıcıdan bahsediyorlar, düşünmüyorlar ki insan aptal olduktan sonra elindekine bile sahip çıkamıyor. Onların kazandıklarını bir bir elden çıkaranlardan hesap sormasını bilmiyoruz ve onları bir daha yönetime seçmemeyi düşünemiyoruz, önümüze ne konulursa onu yiyoruz. Ondan sonra geçmişle övünüp, bir kurtarıcı arıyoruz. Hepsinin elinde cep telefonu hepsinin evinde TV. Hepsinin evinde bilgisayar, bunları bulana hayranlık duymuyor, Kendi geçmişindeki, ‘ başarılarla ‘’övünüyor. Ne anlamı kaldı. Aldığın İstanbul’u değil, tüm ülkeyi vermişsin yada vermek için kapılarında el avuç açıyorsun. Bunları düşünen yok. ‘’Kendisine güvenen atasıyla övünür mü? ’’
Ne yazık ki, bütün kötülüklerin başı ‘Allah’a inanmamak olarak görüyor’ Sıkıştık mı Bunlarda Allah korkusu yok, eğer Allah korkusu olsa, bu kadar gaddar olmaz bunlar diye yırtınıyor. Ama bir kere bile başını yastığa koyunca, söylediklerinin, doğruluk derecesini araştırmıyor. Kendi bildikleri her şeyin doğru zannediyorlar. Zaman, zaman TV programlarında, sağlık sorunu ile ilgili tartışmalarda, ben hem sendikacılarra, hem program yapımcılarına kızardım.Yeterli personel olmadığının ve dolayısıyla doktorların ve hemşirelerin, Avrupa’da 10 hastaya bakıyorlarsa bizde 100 hastaya bakıyorlar, personel yeterli değil. Hastalar da zor şartlarda mücadele eden hastane personeline fazla yükleniyorlar derdim. Eşimle bu konuda anlaşamazdık, ben ona kızardım, o da beni sabit fikirlilikle suçlardı. O birkaç kere hastanede yattı. Ben hiç yatmadım. Şimdi ona da hak veriyorum. Bizim her konuda çok iyi değerlendirmeler yapmamız lazım.
Hem devlet ve sigorta hastanelerinde görev alıp, hem de dışarıda muayenehanesi olan doktor, özelden para kazanmak için çarkın dişlerini kendi lehine bilemeye başlıyor. Sonuçta da şikayetler artıyor.
İşte böyle, insanlar güçlünün yanında esas duruşta, zayıfın yanında kral kesiliyor. Makinemden özür diledim ama, yine bildiğimi okumaya devam ettim. Ben de makineme haksızlık ettim. Boşuna dememişler ‘’Başkasına haksızlık eden, kendi hakkını savunamaz! ’’ diye… Benim konuşmalarım kime ve niye?
Kayıt Tarihi : 18.2.2010 23:37:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Mehmet Halil](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/02/18/makinem-ile-kavgam-bolum-2-duz-yazi.jpg)
**Ahali kimi kümeslerden sorumlu yapsa Tavuklar eksiliyormuş..
Ahali de eski sorumluyu atıp yerine kümeslere tekrardan müdür munhali açmış.
Tilki firsat bu fırsatı degerlendirip hoca kılıgında müracaat etmiş...
Seçici heyet Tilki'yi çok beğenmişler ve işe almak istemişler ve
'Ne ücret istersin? ' diye sormuşlar..
Tilki cevaplamıs;
Siz ne verirseniz verin ....boylesi sevap bir iş icin pazarlık mı olur...
TÜM YORUMLAR (1)