Toprağın dili Şiiri - Milad Hekimiazer

Milad Hekimiazer
36

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Toprağın dili

Geceleri mezarlıklar ebedi bir kör kuyu,
Fısıldar zamansızlık, boğar her anı suyu.
Taşlara sinmiş yankısı unutulmuş canların,
Hüküm sürer karanlık, örter gerçeği duyu.

Çığlıkları duyunca hissedersin korkuyu,
Toprağın dili keskin, anlatır zaman huyu.
Bir kefen serinliği çöker insan yüreğine,
Her ömür toprağa döner; silinir son duyu.

Ecelin gelmişse dert ile tasaya toksun,
Silinir bir bir sözlerin, yere düşer yoksun.
Kapanır kara perde, susar tüm eski sesler,
Toprak bir sır saklar, yankılanır derin hisler.

Bu ölümlü dünyada artık sen yoksun,
Ne bir adım atarsın, ne de sevdaya toksun.
Sonunda taş bir levha kalır senden yadigâr,
Fıtrat yazar kaderi; unutulur, adın rüzgâr.

Milad Hekimiazer
Kayıt Tarihi : 20.12.2022 00:06:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Bu şiir, bir gece yarısı mezarlıkların sessizliğinde doğdu. Gözümün önünde dalga dalga yükselen karanlık, sanki insan ruhunun içinde kıvrılan korkuları dışarı taşıyordu. Beni bu şiiri yazmaya götüren asıl şey ise, ölümün sessizliği içinde saklı olan o sonsuz hikâyeleri hissetmekti. Bunu kelimelere dökmek istedim, çünkü mezar taşları her zaman konuşur; sadece onların dilini anlamayı bilmek gerek. O gece, sıradan bir insan gibi ölüme kafa tutmayı değil, onun kaçınılmaz gerçeğini anlamayı seçtim. Adımlarımla çamura, taşlara, yıllardır unutulmuş mezarların üstüne basarken, içimde hep aynı düşünce yankılandı: Biz yaşamı böylesine derin anlamlar yükleyerek yaşarken, ölüm neden bir o kadar sessiz ve yalındır? İşte bu paradoks beni bu şiiri yazmaya itti. Mezarlığın ortasında bir yerde durduğumu hatırlıyorum. Soğuk bir rüzgâr yüzümü kesiyordu. Ayışığı, zamanla yıpranmış taşların üzerine vuruyor ve onların üzerinde yazılı olan isimler birer hayalet gibi ortaya çıkıyordu. Her isim bir hikâye anlatıyordu; bazıları büyük aşkların, bazıları pişmanlıkların, bazıları ise yarım kalan hayallerin izlerini taşıyordu. Ama her hikâyenin sonunda tek bir gerçek yatıyordu: Unutulmak. O an, bir mezar taşının önünde durdum. Üzerindeki yazı, yılların acımasızlığıyla silinmeye yüz tutmuştu. Bu taş, adını artık kimsenin hatırlamadığı bir insana aitti. Şimdi ise sadece yeryüzünün taşlarına karışmış bir parçaydı. İşte tam o anda zihnimde şu düşünce belirdi: Bir gün hepimiz bu mezar taşları gibi olacağız. Sesimiz, adımlarımız, hayallerimiz ve sevdiklerimiz… Her şey toprağın altında sessiz bir sırrın parçası haline gelecek. Bu gerçek, insanı korkutur gibi görünse de aslında bir teselliydi. Çünkü bu fanilik, hayata anlam kazandırıyordu. Mezarlıkta dolaşmaya devam ettim. Yalnızca isimlerden ibaret hayatların altında yatan duyguları hissetmeye çalışıyordum. Belki bir baba, oğlunu göremeden toprağa karışmıştı. Belki bir sevgili, kavuşamadan bu dünyadan ayrılmıştı. Ve belki de kimileri, hiç fark edilmeden ömürlerini tamamlamıştı. Ama bir şey değişmiyordu: Bu dünyada herkes için aynı son yazılıydı. Bu düşüncelerle, mezarlığın sonsuz bir “kör kuyu” gibi olduğunu fark ettim. Kör kuyu; çünkü içine bakan herkes kendi sonunu, kendi faniliğini görüyordu. Mezar taşları, zamanın ve hayatın üzerimize sinmiş izlerini anlatan birer kanıttı. Bu taşlar, unutulmuş canların suskun ama keskin bir hatırlatıcısıydı. Mezarlıkta duyulan sessizlik, aslında bu dünyanın en güçlü çığlığıydı. Bu şiirin ilk mısralarını da işte bu hissiyatla yazmaya başladım: “Geceleri mezarlıklar ebedi bir kör kuyu, Fısıldar zamansızlık, boğar her anı suyu.” Bu dizeleri yazarken, mezarlığın zamansızlıkla dolu olduğunu hissettim. Zaman burada durmuştu, çünkü ölenler için artık saniyelerin, dakikaların bir anlamı yoktu. Fakat yaşayanlar için zaman hâlâ acımasızca akıyordu. İşte bu yüzden, mezarlıkların atmosferi her anı boğan derin bir kuyu gibiydi. Sonraki mısralarda ise, toprağın altında yatanların hikâyelerine odaklandım. İnsan, toprağa karışırken bütün ağırlıklarını, kaygılarını, tutkularını bırakıyor. Ama onların izleri, taşların soğuk yüzeyine ve toprağın keskin diline kazınıyor: “Toprağın dili keskin, anlatır zaman huyu. Bir kefen serinliği vurur insan yüreğine.” Toprağın dili gerçekten de keskindir. Çünkü o, zamana tanıklık eder ve her şeyi içine çeker. Yaşayanların unutacağı şeyleri, toprak sonsuza dek saklar. Bunu düşündükçe, insanın ölümlülüğü bana daha belirgin hale geldi. Üçüncü kıtayı yazarken, ölüm anına ve bu dünyadan kopuşa odaklandım. İnsan, o anda hiçbir şeye tutunamaz. Dertler, tasalar, sevinçler, hatta en büyük tutkular bile önemsizleşir. Geriye sadece bir karanlık ve sessizlik kalır. Bu düşünceyi şöyle ifade ettim: “Ecelin gelmişse, dert ile tasaya toksun, Silinir bir bir sözlerin, yere düşer yoksun.” Kapanan kara perde, yaşamın sahnesinin son buluşunu temsil eder. Artık bu dünyada ne bir adım atabilirsiniz ne de sevdaya dokunabilirsiniz. Geriye kalan tek şey, taş bir levha ve onun üzerine kazınmış bir isimdir. Ama o isim bile zamanla unutulur. Son kıtayı yazarken, bu faniliğin sessizliğini şu şekilde dile getirdim: “Sonunda taş bir levha kalır senden yadigâr, Fıtrat yazar kaderi; unutulur, adın rüzgâr.” Bu şiir, yalnızca ölümün karanlığını değil, aynı zamanda hayatın değerini fark etmemizi de anlatıyor. Her ne kadar unutulmak kaçınılmazsa da, yaşadığımız sürece hayata dokunma şansımız var. İşte bu yüzden faniliği bilmek, hayatı daha anlamlı kılar. Bu şiir benim için yalnızca bir “mezarlık gözlemi” değil, aynı zamanda kendi ruhuma bir yolculuk oldu. Mezarlığın o sessiz, ağır atmosferi bana faniliği değil, fanilikteki derin anlamı öğretti. Ve bunu size bir şiirle anlatmaya çalıştım. Çünkü kelimeler, bu dünyadan ayrıldığımızda bile geriye kalabilecek en güçlü yankıdır. Belki bir gün, bu şiiri okuyan biri kendi içindeki kör kuyuyla yüzleşir. Ve işte o zaman, bu şiir anlamını bulur.