çilek kokulu yolculuk
Ertesi gün yola çıkmaya niyetli insanlar o akşam ne yapar? Hele de erken saatte çıkacaklarsa... Genellikle yolla ilgili plân, yolluk hazırlama gibi çalışmalar yapmasalar da, en azından erken yatarlar, sanırım. Söz konusu kişiler bizim aile olunca, her zaman öyle olmuyor işte. Bir arkadaşla buluşup geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Çünkü hayat, ertelenir bir şey değil. Ertelemiyoruz biz de…
Gece yarısı kendimizi güç belâ evimize atıp sabahın yedi buçuğunda çalan saatin çığlığıyla fırlıyoruz yataktan. Hayatın ertelenmemesine dair olan fikrimizi dün geceki kadar hararetle savunabilecek durumda olmasak da, baktıkça yanan gözlerimizi bahane edip söylenmiyoruz da kendimize. Kendi düşen ağlamaz derler ya, susmayı bilmek gerek. İşte yolculuk başlıyor. Arabadayız. Ekip, standart yol ekibimiz… Eşim her zamanki duyarlı sürücü konumunda bu gezide de. Sürücünün eşi olarak ben, kendimce torpil kullanıp önde oturuyorum. Kız kardeşim ve çocuklar bu durumda zorunlu olarak arka koltuklarda. Kıyıköy’e gideceğiz, kararlıyız. On üç sene öncesinde bir gezi dergisinin sayfalarında tanışıp da aklımın bir köşesinde çengelli iğneyle asılı tuttuğum Kıyıköy’e…Yola çıktık ama oraya nasıl gidilir? Kıyıköy hangi bölgede kalır, bilenimiz yok. O anda bir fark ediyoruz ki; arabada harita da yok. Her benzin istasyonundaki markete teker teker harita sormaya Küçükyalı’dan başlıyoruz ancak harita bulundurmak yolla ilgili hizmet veren benzin istasyonlarının görev alanına girmiyor, anlaşılan. Hatta bir tanesindeki görevli “Tabelâlara baka baka gidin işte; haritayı ne yapacaksınız, Karadeniz’de bir yer olmalı...” diyor. Doğru ya; bunu hiç birimiz nasıl akıl edemedik. Sanki Bostancı sapağından başlıyor, Kıyıköy tabelâları. Ancak keyfimizi bozmuyoruz, elbette aradığımızı bir şekilde bulacağız. Topkapı istikametine doğru gidiyoruz ama hiç değilse, hangi il sınırları içinde olduğunu bilseydik.
Yolculuktaki en temel konumuz elbette varacağımız yer. Kıyıköy acaba nerede, nasıl bir yer, denizi güzel mi, türünden meraklı konuşmalarımız hep hedefe odaklı. Siz de bilirsiniz; bir yere gidiş yolunda hep varılacak yere ne kadar kaldığı üzerinden cümleler kurulur. Önümüzdeki hedeflere kilitlenmeye öyle alışmışızdır ki genellikle içinde olunan an’ı fark etmeyiz. Gelecek zamanların henüz yaşanmamış plânını kurarken şimdiden olası görünen telâşını yaşar ve o andaki güzellikleri geçip gideriz. Düşünürüz ki; güzel şeyler hep yolun sonunda varılacak yerdedir. Elbette geçmişiyle ve geleceğiyle bir bütündür insan ama hayat o andır en çok. O halde güzel bir yol müziği seçmeli ilk iş. Elimi uzattığım anda yakaladığım albümü başladım bile çalmaya:“ Her yeni başlayan macera / heyecan dolu çilek kokar / gelip geçici bir hevestir / bazen uzun / bazen kısa…” Görünen o ki; torpido gözünde harita bulamadık ama içinde bulunduğumuz durumu doğru tanımlaması açısından Athena’nın albümünü bir çırpıda buldum ben. Ve şarkıyla birlikte hoş bir çilek kokusu yayıldı arabaya. Nasıl güzel bir sürpriz. Kokuların bizde yarattığı duyguyu genelde önemsemeyiz. Ama belki tam da bu çilek kokusu yüzünden bir türlü bulamadığımız harita, anında önemini yitirdi; belki de müziğin marifetidir bu ani rahatlama. Yollarda dinlenen şarkıların sürücülerin hareketlerine yansıdığını düşünürüm hep. Bir arkadaşım anlatmıştı: Önündeki otobüsün birden hızlanması ile asfalttan fırlayan mıcırlar ön camına gelmiş. Buraya kadar olan bölüm, hepimizin sıklıkla başına gelebilir bir durum. Beni etkileyen kısmı ise anlattıklarının devamındaydı. Başka zaman olsa öfkelenir gaza basıp onu geçmeye çalışırdım, dedi. Oysa o gün tam tersi olmuş. Ayağındaki gaz pedalını biraz daha yukarı kaldırıp otobüsün iyice uzaklaşmasını beklemiş. Yüzümde sebebi anlamaya çalışan ifadeyi görünce, çünkü dedi, arabamın teybinden dinlediğim şarkıyı ben de mırıldanıyordum. O şarkı neydi acaba... Onu söylememişti işte. Hayata dair güzel bir farkındalık yaratan her şarkı mümkün olabilir elbette ancak ben arkadaşımın bu anlatısını her anımsadığımda o şarkı olsa olsa Frank Sinatra’nın “All the way” isimli şarkısıdır diye geçiriririm aklımdan. “ Yolun seni nereye götüreceğini kim bilebilir / bunu ancak bir aptal söyleyebilir / ama seni sevmeme izin verirsen / yol boyunca seni seveceğim kesindir.”
Şarkılar içinde sürüklenerek Topkapı’ya kadar geldik. En nihayet harita satan bir benzin istasyonu buluyoruz. Fiyatı içimizi yakıyor ama almamak gibi bir şansımız herhalde yok bu şartlarda. Aborjinler gibi, el yordamıyla yönümüzü bulmayı niye öğrenemedik ki. Benzinciden ayrılmamızın üzerinden beş dakika geçmiyor ki araba sahibi olarak kardeşim, arka koltuk gözünde haritasını eliyle koymuş gibi buluyor. Eh söylenecek hiçbir şey yok bu kıza şimdi. Söylemiyoruz biz de…
İnsanoğlu böyledir, bazen hiç bulamaz istediğini, bazen çifter çifter bulur. Harita çok ya, sürücü ayrı bakıyor haritaya, çocuklar ayrı. Bir anda herkes haritası kadar konuşup yol uzmanı kesiliyor, hâl böyle olunca. Haritada bu ayrıntı yok elbette, ama söylemeliyim ki Çatalca’dan sonra yol iyice güzelleşiyor. Yol kenarında duran yeşilliklerin içinde göz kırpan katmerli kırmızının çekimine kapılmamak mümkün değil. Arabayı park etmek için uygun bir yer bulup hemen iniyoruz ve her birimiz gözümüze kestirdiğimiz böğürtlenlere doğru farklı yönlerde adımlarımızı hızlandırıyoruz. Her meyveyi dalından yemek güzeldir ama söz konusu böğürtlen olunca bir de dikenlere dikkat etme meselesi, işi iyice eğlenceli hâle getirir. Bazen tek bir böğürtlene ulaşabilmek için dahi dikenli dallarla aranızda uygun mesafeli bir yakınlık kurup ustalıkla uzanmanız gerekir. Emek oranı arttıkça lezzet oranı da kendiliğinden katlanır her işte olduğu gibi. Guruldayan karnımız, sevinçle parlayan gözlerimiz ve dalında meyve yemeye acıkmış gönlümüz biraz doyar gibi olunca yerlerdeki çalı çırpılar dikkatimizi çekiyor. Kıyıköy’e vardığımızda muhtemelen balık alırız diye düşünüyoruz. Mangal zaten arabada. Tek eksik yakacak malzeme. Bunları konuşmak bile hummalı bir şekilde çalı çırpı toplamaya başlamamıza yetiyor o anda.
şarkıların içinden geçerek...
Topladığımız böğütlenleri karnımıza, çalı çırpıyı da arabaya bırakınca yolun görsel cazibesi büyüyor sanki. Arabayı burada bırakıp bir müddet bu güzel doğanın içinde yürümenin tadına varmalı. Kırık şehir yollarında biriktirdiğimiz her türlü özlemi dindirircesine taze toprak kokusunu içimize dolduruyoruz. Görüntüleri kaydediyoruz zihnimize. Eskiler, gözünü dört aç derler ya hani; biz de olabildiğince açıyoruz toprak yolda yürürken. Fotoğraf makinelerinin varlığı çektiğimiz görüntülere nasılsa sonra bakarız diye bir rahatlama yaratır insanda. Bu nedenle içinde bulunduğumuz yerle kurduğumuz sıcak ilişkiye bile yansır. Nasılsa kameramız var, nasılsa fotoğraf çekiyoruz diye o anı yaşarken etrafımıza objektifimiz olmadan bakmayız. İçinde bulunduğumuz hız çağına uyum sağlamış ayaklarımızı ve bakışlarımızı değiştirmez, gezmek için gittiğimiz yerlerde bile bu tempodan kurtulmayız. Bu birinci azaltmadır. İşin kötüsü daha sonra da hayatın keşmekeşine dalar, o fotoğraflara da tam manâsıyla bakmayarak ikinci azaltmayı yaparız. Eksiltmelerle yaşadığımız için güzelikler daha az dokunur olur, içimize. Belki de böyle olduğu için başkalarının acısı yüreğimizde o kadar da yer bulmaz. Şimdi durduk yerde konuyu nasıl buraya bağladın, dediğinizi duyar gibiyim. Ben her şeyin çok içiçe olduğunu düşünürüm. Bir şarkının içinde ağlamak, konuşurken elleri titremek güzel şeylerdir aslında zayıflık değil. Bir şeyi yoğun yaşamanın farkını biliyorsanız, başkasının acısına duyarlı olursunuz. Hayatı azaltmadıkça kıvamlandırırız acıyı ve tatlıyı. İşin gerçeği oturup bu kadar felsefesini yapmadık biz yola çıkmadan önce, sırt çantası bile hazırlamadığımızı anımsarsanız. Ancak şunu söyleyebilirim ki; fotoğraf makinelerine sarılmadık bu gezide. Şimdi oturmuş o günleri yazarken yazının yanına ekleyebileceğim fotoğraflarım yok o yüzden. Ama hep açık olan kameramıza; gözümüze kaydettik manzarayı. Burnumuzda yer etmiş çileklerin kokusuna çiçeklerin kokusu karışırken o çilekler aslında midye miydi yoksa diye konuşmaya başladık aramızda. Biraz öncekini anladık ama sen de işi iyice abarttın, şimdi midye nereden çıktı demeyin. Söyledim ya pek çok şey birbiriyle ilgilidir aslında. Kıyıköy’ün eski isminin “Midye” olduğunu anımsayınca bizim hayali çilekler de midye’ye dönüşüverdi birden. Hatta yürüyüş bu kadar güzel ve bol çağrışımlı geçmeye başlayınca arabayı park ettiğimiz yerde bırakıp yürüyüşü Kıyıköy’e kadar sürdürebilir miyiz, diye düşünmeye bile başladık. Ama eğri yürüyüp doğru konuşursak tek bir günümüz var gitmek, görmek ve dönmek için.
Yolda ağaçların arasından geçerken asfalttaki beyaz çizgileri takip ediyor gözümüz. Bu da elbette şarkıların marifeti bir durum. Şahsen ben gözümle takip etmekle yetinmiyor, bizzat bulutların asfaltında gittiğimizi hayâl ediyorum. Müziğiyle tanışanların tiryâkisi olduğu bir müzik grubu vardır: “Ezginin Günlüğü”. O an kulaklarımıza ulaşan şarkıda şöyle sesleniyorlar bize: “ Gel, gezmelere gidelim biz bulutların asfaltında / hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda / ben kendi yoluma gideceğim / güneş kendi yoluna...”
Biz börtü böcek, toprak kokusu, böğürtlen dokusu derken, hatta işi abartıp asfaltta bile bulut hayal ederken Trakya’daki Saray ilçesine yaklaşıyoruz. Ancak girdiğimiz virajı alır almaz hopörlörden yankılanan bir anons yolumuzu kesiyor birden: “Kenara çekilin, durun! ” Anlamaz gözlerle baktığımız yolda gördüğümüz manzara şu: bir bando takımı, arkasında toplar, kocaman kocaman tanklar, rap rap askerler. Haberimiz olmadan yine ihtilâl mi oldu yoksa... O günlerin yaşanan acısı burnuzumun direklerinde içten yanışlı bir sızı halindeyken hâlâ, bu tanklar da neyin nesi. Bir an donup kalma şaşkınlığını üstümüzden atınca olayı çözmeye başlıyoruz yavaş yavaş. Bugünün neden tatil olduğunu anımsıyoruz. Evet, bugün cumhuriyet bayramı...Tüm gördüğümüz, bir film karesi gibi görünüyor gözüme o anda. Kamerayı bu noktada durdursak, konuya yabancılaşıp bakınca Saray ilçesindeki bayram kutlama görüntülerini izlemek için kalkıp İstanbul’dan gelmiş gibiyiz. Aklım bir yönetmen gibi çalışmaya başlasa da gözüm yine asfaltta. O ağır tanklar kendilerine uygun olmayan asfaltı parçalıyor. Bulutların asfaltını parçalıyor yavaşça. İçimde çalan şarkıyı parçalıyor, gel gezmelere gidelim hevesini.
Kıyıköy’e yaklaşıldığında etrafı surlarla çevrili bir köy buluyoruz. İki dere arasında kalmış olan köye restore edilmiş bir kale kapısından giriliyor. Kapıdan içeri girip biraz ilerlediğimizde dikkatimi çeken ilk şey, kıraathanelerinin bolluğu. Daha ilginç ve bölgeye özel olansa, hepsinde değil ama bir kaç kadında gördüğüm giysi. Daha önce hiç karşılaşmadığım şekilde bir örtünme şekli. Çarşaf desem çarşaf değil, başörtüsü desem çok uzun. Etek boyu dizin hemen altında. Ayakta ise çorap üstüne geçirilmiş terlikler. Sanırım eskiden kadınların giyinme şekli böyleydi bu bölgede. Şimdi tek tük kadında kalmış görünüyor.
Biraz ilerleyip tepeden balıkçı barınaklarını da içine alan deniz manzarasını görünce içi ısınıyor insanın. Kayalık yapısı dikkati çekiyor. Bir de dere var. Derenin denizle birleştiği bölgeyi kumla doldurup balıkçı barınakları haline getirmişler. Balıkçıları görünce mangal için yaptığımız hazırlıklar geliyor aklımıza. Elbette acıkan karnımızın da etkisi var bu anımsamada. Ama balıkçılarla konuştuğumuzda hevesimiz kursağımızda kalıyor. Çünkü ne palamut, ne lüfer, ne çinekop var diyorlar bugün; ama bir hafta önce varmış. Bize ne gibi bir rahatlama yaratacaksa o anda, bir hafta önceki balık mevcudiyeti bilgisi. Yalnız isterseniz, kalkan balığı var diyorlar, isterseniz demelerinin sebebi anlaşılıyor, çünkü kilosu İstanbul’dan bile pahalı. Onca heveslendik ama burada balık pişirme keyfi yaşayamayacağımız anlaşıldı. Elimizde patlıyor çalı çırpı.
Ben keyiften keyifsizlikten söz ederken aklıma geldi şimdi. İstanbul’a döndükten sonra bu şirin köy hakkında okuduğum bir bilgi ilgimi çekmişti. Şimdiki adıyla söylersek Kıyıköy’ün adının Salmydessos olduğu çok daha eski zamanlarda köylüler balıkçılık da yapıyorlarmış elbette ama fırtına sonrası kıyıya vuran parçalanmış gemilerden dağılan malları da yağma ediyorlarmış. Yunan yazarı Aeschylus “Gemilerin bir anlık sığındığı sert ve hırçın çeneli, kötü ruhlu bir ev sahibi gibidir.” demiş buralar için.
Mangal yapamasak da karnımızı bir şekilde doyuruyoruz, aç kalacak halimiz yok. Saatler hızlı geçiyor bir an önce harekete geçmek lazım. Gezilecek neresi var diye sorunca manastırdan söz ediyorlar. Köyün diğer yanına geçip Aya Nikola Manastırı’na gidiyoruz. Kayalara oyulmuş dinlenme odaları ve ayazma bölümleri var manastırın. Kayaların dışında ise yaklaşık altı yedi metrelik bir duvar. Belli ki taşlarla örülmüş ve bugüne kadar gelememiş bir bölüm daha varmış burada. Geçen yüzyılda manastırın önüne ahşap bir mekân eklenmiş diyorlar. Şimdi taş örmeden tek bir kalıntı olmadığı gibi, ahşaptan da bir kırıntı dahi yok. Bin beş yüz yıl dayanmış bir yapının otuz beş-kırk yıl öncesinde yıkıldığını öğrenmek çok üzücü. Rumların gidişinden sonra gelen köylüler, bu kültüre dokunmamışlar. Ancak anlaşılan o ki; onların devamı olan nesil, aynı saygıyı göstermemişler. Ahşap bölümleri hazır kereste; taşları ise bina yapımında malzeme olarak kullanmakta sakınca görmemişler. Hatta taşları tarla sınırı yapmak için dahi kullanmışlar. Manastırın bekçisi, ziyarete gelen turistlerin bu durum karşısında nasıl ağladığını anlatıyor bize. Belki o turistlerin yakınları yaşamıştı buralarda. Kimbilir neler görmeyi umarak gelmişlerdi. Bu konuşmalar sırasında sanki zaman tünelinden fırlayıvermiş gibi aniden odun yüklü bir kamyon beliriyor manastırın önünde. Ve öyle hızlı üstümüze geliyor ki kendimi sağa atıp kurtarıyorum ama yerlerdeki inek dışkılarının varlığını o anda unutuveriyorum. E bu unutma nasıl sonuçlanır tahmin edersiniz.
Hava da soğudu iyice. Bir sıcak çay içmek iyi gelir. Önce sahildeki lokantaya gidiyoruz ama orada çay yok. Yoğun bir anason kokusu sarmış havayı. Derenin karşısında ise çok güzel bir mekân var. Sala binip iple çekilerek karşıya geçilirse çay içilebilir bir yer gibi görünüyor, ama maalesef o da mevsim nedeniyle kapalı.
şalgamla arkadaş sardunyalar
Deniz fenerinin olduğu diğer ucuna gidiyoruz köyün. İki seçeneğimiz var çay içmek için. Biz iyi ki sağdakini seçiyoruz. Kasımpatılara eşlik eden şalgamların çiçek açtığı ve kocaman saksılarda yetişmiş sardunyaların birbiriyle arkadaş olduğu bir çay bahçesi burası. Ama en çok sahibinin sıcak tavrı zaten lezzetli olan çaya, kahveye dem katıyor. İçinde bulunduğumuz an’ı şarkılarla anlamlandırmaya alıştık ya yollarda, şarkılar da bize yardımcı olmak için iş birliği etmiş gibiler. Yeni Türkü’nün hopörlörden yükselen şarkısında “Aşk yeniden, Akdeniz’in tuzu gibi aşk yeniden” demesi gülümsememize sebep oluyor. O an Marmara bölgesindeyiz. Karadeniz’in engin sularını seyrediyoruz. Onlarsa Akdeniz’in tuzundan söz ediyor. Çocukluğumuzda “ ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili” diye diye ruhsuz bir şekilde ne çok ezberlemiştik. Oysa hiç bir yerimize dokunmamıştı denizin sıcaklığı. Şimdi bu coğrafyada, bu eski bilgi cana gelmiş gibi oluyor şarkıyla bütünlenince. Ve oturduğumuz yerde mini bir ülke turu yapıveriyor gibiyiz. İyice keyifleniyorum. Havada ince bir sis. Zaman durmuş sanki burada.
Belli ki durmuyor zaman. Hava kararmaya başlayınca dönüş için yola çıkma cümleleri giriyor devreye. Hiç plânda yokken yolda Kastro tabelâsını görünce o ara yolun başında durduruyoruz arabayı. Akşam olmak üzere olduğu için gitmekle gitmemek arasında kararsız kalıyoruz. Bir yandan gecikmek istemiyoruz ama öte yandan da bu kadar gelmişken orası hakkında da bir fikir edinelim diyoruz.Yoldan sekiz kilometre içeride olduğu yazılı. Nasıl bilebiliriz peki gerçekten sekiz mi. Kontrol ederek elbette. Sapaktan giriyoruz. Kastro nasıl bir yer diye merak ettiğimiz için mi, yoksa tabelâyı kontrol etmek için mi gidiyoruz artık, birbirine karışıyor algımızda. Ama asıl soru belki de şu; neden biz tabelâlardan bile şüphelenir hale geldik.
Kastro’ya şöyle bir göz atıp yolda dönerken yöresel bir lezzet tatmak iyi olur diye düşününce manda yoğurdu alıyoruz. Güngörmez’den geçerken tahta kasalarda uzaktan patates gibi görünen bir şeyler var, onlardan mutlaka söz etmeliyim. Başta ne olduğunu anlayamasak da bir bakıyoruz ki, kahverengi kahverengi kocaman mantarlar. Öyle her isteyene satmayıp, toptancıya veriyorlarmış ancak. Biz de satın almış bir toptancıdan bir kilo istiyoruz, tadımlık. Şimdiye kadar yediğim tüm mantar yemekleri… Hepinizden özür diliyorum. İtiraf etmeliyim ki; hayatımın mantarını buldum. İsmini bilmesem de yerini biliyorum: Güngörmez…
Ekim 2004
Aynur UluçKayıt Tarihi : 2.8.2007 23:49:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
insanlar tanıdım orda ...bana kalırsa siz Aynur Hanım...bir günlüğüne değil ...bir kaç günlüğüne ya da aylığına gidin bir daha derim..Gittiğinizde de mutlaka SON TANGO ya uğrayın..Kendisi ve eşi Maliyeden emekli Fahri bey,e .çok ilginç bir adam Fahri bey..iflah olmaz bir define arayıcısıymış vaktiyle..Ne çok anısı var.O .konuşurken gülmekten ..karnı acıyor insanın...Dedim ya çok güzel insanlar tanıdım..Sizin anlatımınız kadar olmasa da ...Giderseniz eğer ..buralardan bir köy kızı geçmiş ..sizlere selamı var ...güzel İnsanlar ..ağaçlar ..ormanlar,kazan deresi-pabuç deresi-birbiri ardına ışık saçan deniz fenerleri..Gün batımı saatleri..Dermisiniz.....
Eylemci yanını severim onun. Madenlere iner, denizin derinliklerin dalar, gezilere çıkarken aslında doğrudan oranın doğasına, tarihine, ruhuna çıkar.
Aktarıcı yanını severim, böylece bizim de yolumuz onun çıktığı yerlere çıkar.
Anlatıcı yanını severim. Kasılmaz, birbirine dolaşmaz sözcükleri. Neşeli bir içtenlikle sağ salim döner gelir bize kadar.
şiirlerin ve eleştirilerin alınmasın ama ben en çok gümüşlükte balık olmak tarzını seviyorum ... :)
çanakkalem geçince gözümün önüne çok çok az tarih gördüm kıyıda
Gidilecek/gezilecek yerlerin belirlenmesi ve sabah yola çıkmadan önce zamanı uykuda harcamak yerine sevilen yerde, eşte dostta keyiflendirmek. gezi başlamadan “geziye” “dinlenceye” önceden marjinal zaman ekleme hünerini göstermek.... Hayatın gezi öncesi uzatılması. Bundan öğrendiğim bir minik ders çıktı.
Gezilerde eş ve evlattan başka bir yakın aile bireyinin daha dahil olması çok başka bir paylaşımın tadıdır, aile birlikteliğine eklenen zenginliktir. Böyle olunca arka koltuklaki evlat teyzesiyle daha bir neşeli yolculuk yapacaktır, deniz kenarında kayaların üstünde coşarcasına “heeyy” dercesine ellerini gökyüzüne kaldırıp coşacaktır. Fotoğrafta görüldüğü gibi.
Kıyıköy.. Aynur Özbek Uluç’un kapsamlı gözlemcilğiyle ve eklediği fotoğraflarla okuyanın da gezmiş gibi olduğu bir yazı. Gezi yazılarının başarıları okuyanı da gezdirebilmesi, gezmiş gibi etkilemesindedir.
Kıyıköy için üç yıldır aklının bir köşenine çengelli iğneyle asılı tutmuş)))
Unutmamak için. Ne hoş değil mi?
Yol sormuşlar benzincide, adam demiş ki:
““Tabelalara baka baka gidin işte; Karadeniz’de bir yer olmalı..”
Ne adammış ama. Nasıl ayrıntılı bir tarif değil mi?.))))
Uluç da bu harika yanıttan öyle bir etkilenmiş ki, buna karşılık söylenmesinden bilseniz nasıl ama nasıl da gülümsedim:
“Doğru ya, bunu hiç birimiz akıl edemedik. Sanki Bostancı sapağından başlıyor, Kıyıköy tabelâları.” Öyle hoş öyle hoş güldüm ki. Sağolasın Uluç.
Yol müziğinde dinlenilen bir şarkı ve içinde”heyecan dolu çilek kokar” diye bir söz geçiyor. Ve bu gezi yazısın başlığını adlandırıyor. Ben sanatsal buldum. Yazının başlığı “Kıyıköy” diye başlayan rutin bir cümle de olabilirdi. Yol şarkısından alıvermesi hoş.
Sanatsal tema yalnızca yazı başlığında değil, bakın birini daha söyleyeyim, bu benim hoşuma gidiyor:
“Torpido gözünde harita bulamadık ama Athena’nın albümünü bir çırpıda bulduk; durumu doğru tanımlaması açısından. Bu çilek kokusu, nereden geliyor gerçekten?”
Bu iki icümlenin sonundaki “Bu çilek kokusu, nereden geliyor gerçekten?” sorusunun gelmesi sanatsal ve şiirsel.
Ağzından bal damlayan Türk insanının en kalitesiz yönlerinden biri ticarette fırsatçı oluşudur. Bir mal az bulunuyorsa karaborsa olur, on misli fiata satılır. Ama satan kişiyle normal zamanda sohbet etseniz milliyetçilikten, belki halkçılıktan, dinden imandan, dinimizin kutsallığından sözedecektir. Ağızdan bal damlaması yetmiyor baylar bayanlar, icraatı görmeliyim, gönlüm rahat olsun o zaman söylediklerinizi inanayım. Dünyada yalnızca bir damacan su kalsa, o da bizim peygamberimizin elinde olsaydı parasız paylaştırırırdı, satacaksa eğer suyun bol olduğu zamanki fiatından satardı. Öyle deği mi var mı bir itirazınız? Yok. O halde?
Bir harita buluyorlar, ille de alınacak ya, çevrede başka da yok ya, kazıkla gitsin. Pis ruhlu herifller, beni fena halde kızdırdılar. İnşallah benzin istasyonları başlarına göçmüştür. Acaba arabaya yakıt da almışmıydınız oradan, mutlaka su karıştırmışlardır. Herhalde almamışlar, yolda kalmadıklarına göre
El yordamıyla, duyularla yön tespit etmenin geliştirilmesi gereği ortaya çıkmakta. Aborjinlere özendiriyorlar insanı işte böyle.
Aklımızda bulunsun. Göç kuşlarından yardım istemeli.
Var olan haritayı kızkardeş arabada eliyle koymuş gibi buluyor sonra.
“Eh söylenecek hiçbir şey yok bu kıza şimdi. Söylemiyoruz biz de…”
Bir şey söylememiş olmanızdan yine öyle bir gülümsedim ki...:))
Yol kenarlarında “durun burada biraz yaşamalısınız” diyen yerler vardır. Kaçırmıyorlar, bögürtlen topluyorlar. Toplarken gezi bireylerinin yüzündeki mutluğulu görür gibi oluyorum. Çalı çırpı toplamak üzerine bir şiir yaz Aynur Özbek Uluç. Toplanan çalı çırpıların tutuşması şiir dizesi gibidir. Madem ki anlattın oradaki toprağın kokusunu, toprak kokusu borçlusunuz bize hepiniz. Sizi gidi imrendiriceler Sizi.
Arabayı bırakıp gitseydiniz keşke. Ama içinde iki değerli harita vardı. Haritalar olmasa inanıyorum ki arabayı bırakıp yürüyerek giderdiniz siz. Haritadan yediğiniz kazıktan sonra hiç araba bırakılıp gidilir mi, iyi etmişsiniz, araba neyse de illede haritalar diyorum ben. Bak akıllı hareket etmişsiniz.:))) O harita çerçevelettirilip duvara asılmalı.
Ezginin günlüğü bulutların asfaltında mutluluk saçmış, o mutluluktan çaldım biraz, yedeklerim sonra lazım olur diye, haberiniz olsun. Sonra yol mutluluğumuz eksilmiş nerde diye aranıp durmayın.
Kıyıköy.. Adı güzel. Düzenlenmiş bir kale kapısından girilmesi bir başka güzel.. Deniz ve balıkçı barınakları. Balıklar yakalanıp lezzetli doyuranlar olması yanısıra, deniz kenarında oluşturdukları o şen balıkçılar, barınaklar, teknelerle şen tablolar oluşturuyorlar aynı zamanda. Balıklar denizde süzülürken kenarda balığa çıkma folklorü çok başka bir dünya deniz kenarlarında.
“Derenin denizle birleştiği bölgeyi kumla doldurup balıkçı barınakları haline getirmişler” Tam yerini seçmişler. Bak yine fena halde kızdım. Kalkan balığı buluyorlar yine kazık fiatlı.. Öf... Fırsatçı pis ruhlu insanlar. Ben sevmiyorum böyle fırsatçıları, aç kalırım, toprak yerim, yine de almam onlardan balık.
Gezi ekibimiz kalkan balığından aldılar mı acaba belli değil.
Neyle doyurdunuz karnınızı? Söylememişiniz, ikinci kez kazık yediğnizi saklayorsunuz değil mi? Eğer o kazık fiatlı kalkan balığından aldıysanız benden çekeceğiniz var. Yanıtı bekliyorum. Aldıysanız bile bari yalan söyleyin almadık diye.:))
Eskiden Karadeniz türküleri dinleyen balıkçılar şimdi Candan Erçetin de dinliyorlarmış. Bundan gurur duydum. Aynı ritmle gıvgıvlayan sabırsız karedeniz kemençesi rutinliği yakalanan balıkların ardından yamyam dansı gibi gelir bana ve sevmem. Ama yerelliğine saygı gösteririm. Yağmurun, yeşilin ve denizin erdemiyle yalnızca kemençe egemenliği fazlalığında tepinme aşırılığını da zarif bulamadım bir türlü. Deniz, orman, yağmur ve bereketli toprak insanlarının müzik keyfi, yerelliği fazla sivri türkülerden değişik melodilere çoktan alışması gerekmekteydi. Karadeniz yeterince anlatmıyor kendini.
Aya Nikola Manastırı. Tarihi özelliklerini öğrenmiş olduk.
Şimdi...Benim için bak yine fena halde kızacak diye düşünüldü.
Bu kez ağlayan turistlere katıldım.
Yeniden okuyalım:
“. XIX. yüzyılda manastırın önüne ahşap bir mekân eklenmiş. Ama şu an ne taş örmeden, ne de ahşaptan bir eser yok. Bin beş yüz yıl dayanmış bir yapının otuz beş-kırk sene önce yıkıldığını öğrenmek üzücü. Rumların gidişinden sonra gelen köylüler, bu kültüre dokunmamışlar. Ancak anlaşılan o ki; onların devamı olan nesil, ahşap bölümleri hazır kereste; taşları ise bina yapımı ve tarla sınırı oluşturmak için malzeme olarak kullanmakta bir sakınca görmemiş. Manastırın bekçisi, ziyarete gelen turistlerin bu durum karşısında nasıl ağladığını anlatıyor bize. Bekçinin dediğine göre; manastır ile deniz arasında şimdilerde olmayan bir tünel varmış ve rahibeleri o yoldan güvenli bir şekilde manastıra getirirlermiş.”
Türklerin “Gavur” diye küçümseği turistler neden ağlıyorlarmış gördünüz değil mi?
Ya öfkeleneceğim, ya da ağlayacağım. Ağlamak en iyisi. Köylülük iki tarafı pis değnek. Ben de köylüyüm. Önce geçim diyorlar, tarihi değer, meğer yok onlar için. Gerekirse tarla için tarihi taşları, değerleri istediği gibi kullanırlar, odun için ormandaki ağacı keserler, ormanı ateşe verdikleri zamanlar bile olur. Bu suç, bir de ürettikleri para etmiyor. Çaresizlikleri var, aracılar tefeciler kazanıyor hep. Böyle olunca ormanı da yakarlar tarih marih dinlemezler, tarih bilinci sadece kahramanlıktır. Bu yılın susuzluğunda daha da kötüdür halleri. İnsan kızamıyor. Kaderlerine razı olmalarıdır eleştirilen.
Rakı bulunan yerde insanlara hizmet için çay da bulundursalar dünya göçer sanki. Neyseki kasımpatılara eşlik eden şalgamların çiçek açtığı ve kocaman saksılarda yetişmiş sardunyaların birbiriyle arkadaş olduğu bir çay bahçesi buluyorlar.. Üstelik sahibi sempatik.
Bak işte bütün öfkem geçti şimdi. Afferim o çay bahçesine.
Havada da bir ince sis. Zaman durmuş sanki burada.
Şimdi de keyiflendim.
Tamam anladım, Kastro tam sekiz km. İmiş oradan. Ben Kastro’dan vazgeçtim. Ne o öyle yıkık dökük çöplük. Gitmem valla. Siz dönene kadar ben burada yol kenarında beklerim.
Manda yoğurdu ve o mantarlarda gözüm kaldı. Etti mi borcunuz üç toprak kokusuyla birlikte.
Geziden bizde nasiplendiğimiz için ödeştik sayıyorum. Borçlarınız iptal olmuştur..:))
TÜM YORUMLAR (4)