Geçmişten hafızaya kazınanlar Şiiri - Yo ...

Mehmet Halil
1192

ŞİİR


6

TAKİPÇİ

Ortaokul sıralarında, İstanbul kökenli bir öğretmenimizden bahsedeceğim. Cemile Hanım, tarih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi derslerine gelirdi, ama, en çok üzerinde durduğu ders tarihti. Tarih ise benim hiç sevmediğim bir dersti. Belki Cemile Hanım’dan kaynaklı, belki de benim hafızamın elverişli olmamasındandı, şimdi nedeninden emin değilim. Hiç de düşünmedim. Okula sekiz kilometre uzaktaki köyümüzden yürüyerek geldiğimiz için, kış aylarında yağmurlu yağışlı günlerde arkamız belimize kadar çamur olurdu. Tanrı bizi yaratırken çamurluk koymayı unutmuş diyorduk kendi aramızda ve gülüşüyorduk… Nasıl olsa üstümüz çamur deyip bir de kendimiz arkadaşlar arasında birbirimizi çamurluyorduk… Cemile Hanım biz sınıfa girince (genellikle derslere geç kalıyorduk) iyi gününe denk gelirse, ağzını burnunu bükeler yüzünü kırıştırarak ters tarafa çevirir, ‘’Ayyy! gözüm görmesin, geçin arka sıralara oturun’’ derdi. Yok! kötü gününe denk gelmişse, derse almazdı. Hani bir söz vardır ‘’Tanrı şaşıya nasıl bakarsa, şaşı da tanrıya öyle bakar’’ diye biz de Cemile hanıma hiç değer vermez derslerine çalışmazdık. Hatta ben ders yılı başında ders kitaplarını bile almazdım. Cemile Hanım muhtemelen şimdi yaşamıyordur. Onun için ben de korkmadan yazabilirim hakkında. Ben on 14-15 yaşlarında iken o 40-45 yaşlarındaydı, yaşasa 95-100 yaşlarında olabilir. Yaşasa bile hafızası bitmiştir. O zamanlar en büyük korkumuz onun dersinden sınıfta kalmaktı. O korku hala devam ediyor… Dersleri sık sık rüyama girer ve hala her defasında o muşuk burnunun bile 30 derece eğildiğini görürüm. Suratı hep mevsimi geçmiş muşmula gibidir.
Cemile Hanım ön sıralarda kızlarla örgü örüp sohbet ederken, bizleri tahtaya kaldırır, ‘’anlat’’ derdi. Ama neyi? Biz biraz bekledik mi, ‘’Ayyy çalışmadan derse gelmeyin! ’’ der iyi zamanına denk gelmişse ‘’hadi bir vereyim de belki kurtarırsın! ’’ derdi, kötü zamanına denk gelmişse ‘’otur otur otur! Sıfır’’ derdi… Sınıfın çoğunluğu da öyle olduğundan, bilmemenin utancı da kalmamıştı bizlerde. Ders sonrası, ağzımızdan çıkan kelimelerin azlığıyla yarışmaya başlamıştık. Ama aramızda bir arkadaşımız vardı. Tarihten hiç dokuz almadı, hep on hep on alırdı. Sınıfta en çok sevdiği kız Nezahat’ti. Çok canı sıkıldığında ‘’kalk kızım sen anlat da dinlesinler’’derdi. Nezahat daha kalmadan sırada başlar anlatmaya, Cemile Hanım örgüye başladığında devam ederdi, günlük olaylardan mahalle kavgalarından anlattığını ben de çok sonraları kavrayabildim. Öyle güzel bağlar kuruyordu ki arada, anlayanlar gülüyordu. Merak edip bir gün sordum ‘’gülünecek ne oldu’’ diye, bu defa bana gülmeye başladılar. ‘’Oğlum dinlemiyor musun be’’ dedi Mete,’’ uyuyor musun ya’’, diye anlatılanları söyledikten sonra ben de kulak vermeye başladım. Gülmemek elde değildi. Hele bize niye gülüyorsunuz deyip cezalandırınca, Nezahat’e de devam et kızım dedikten sonra bütün karın bağlarımız kopardı…
O günlerden bu güne kadar aradan geçen zaman içinde bakıyorum pek değişen bir şey yok gibi… Gerek toplantılarda olsun, gerek sohbetlerde olsun insanlar sadece konuşma isteğiyle dolu, yeter ki çuvalın ağzını bir açan olsun. Hiç konuşmayan insanların bile anlatacak birçok şeyi vardır. Ama neyi anlatmak istediğini neden anlattığını da anlamak zordur. Toplantılarda, yönetici, başkan gibi popüler biri konuşurken salon dolar, onun konuşması bitince salon boşalır. Ha dinledikleri için de değil, dinliyormuş olmak için. Toplantıdan sonra ne koştu diye sor, bin kişi katılmışsa anlatabilecek o kişi ya çıkar ya çıkmaz. Diğerleri insan değil mi? Onların görüşleri önemli değil mi? Hem örgütlenmeden bahsedip, hem kendi kafamızın, kendi ezberlerimizin sınırlarını aşamamak… İliklerimize işlemiş bireysellikten kurtulamamanın bir izi mi? İçimize, kültürümüzden gelen bu bireysellik dantel gibi işlenmiş, lafzen kolektivizmi savunsak bile pratikte, sanatçıların kayıt cihazlarına işlenmiş sesleri gibi biz de egemen güçlerin eğitimleri ile içselleştirdiğimiz öğretilerle besleniyoruz… Bireysellik de öyle… Eylemlerimiz bile kitlelerden kopuk bireysel… Devrimi bile dar grup hareketleriyle yapmaya kakışıyoruz…
Sohbetlerde herkes kendini ifade etmeye çalışır. Lafı bir aldı mı kendi erdemlerini saatlerce anlatır. Kendini anlatır ama karşısındaki nedir ne değildir, ne merak eden, ne de dinleyen olur. Böyle kendini beğenmiş bir toplumda, (kendini beğenmek aynı zamanda kendinden başkasını beğenmemek anlamına geleceğine göre) , kolektif çalışma nasıl olur? Ancak insanlar medyada popüler olmuş, yüceltilmiş insanların üstünlüğünü kabul edip dinleme nezaketini gösterebiliyor. Yani bu mantık sonuçta ya başkasının askeri olacak, ya da başkasını yanında asker olarak örgütleyecek… Böyle olunca egemen güçler, kendi işlerine gelen ideolojiyi beyinlere nakşedebiliyor ve aydın geçinenleri de pek ala kullanabiliyor…
Bana öyle geliyor ki, kayıt cihazı olmaktan çıkıp, düşünmeye başladığımızda ve kar zarar hesabı yapmayı öğrendiğimizde, özgürleşmek için ilk adımları atmış olacağız… Bilinçlenmek, özgürleşmek merdivenlerini tırmandıktan sonra, mutlulukla tanışma imkanını da yakalayabiliriz diye düşünüyorum ve umudumu diri tutuyorum.

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta