Gece sağır duymuyor iniltilerini duvarların .Çatlak küflü bir mahzenin gözyaşlarının katli bir ömre vacip .İster söv ister döv çehresi façalı duvarların gövdesine ;bir çizik de senden yemiş müebbetine !Dil bilmez lisan bilmez ,öyle garip garip bakar durur ya insana!...
Omuzları geniş kara kara elmastan gözleri ,hilal kaşları,ak alnına dökülen simsiyah perçemleriyle ,öksüz bir garip yiğittir Hemit !On yedi yaşındaydı hey hat ,çekip vurduğunda anasına yan bakan ırz düşmanlarını köyün orta yerinde! Kardeşi Kamil çok küçüktü ; emzikteydi babaları kanserden öldüğünde. Dededen kalma küçük bir araziyi ekip biçiyorlardı anasıyla .Fakirlikten İlkokulu dahi tamamlayamamıştı.Evin geçimine katkı sağlamak için ,bir berber yanına girmiş ,meslek sahibi olamaya çalışıyor anacığına üç beş kuruş ancak getirebiliyordu. Yaz kış demeden işe yürüyerek gidip geliyordu. Minibüse verecek parası olsa da kıyamaz evi geçindirmenin mesuliyetinin altında ezilir onca yolu bıkmadan usanmadan her gün yürüyordu.Anası Sevgi Teyze mavi gözlü beyaz tenli çok güzel bir kadındı.Kocası öldükten sonra karalara bürünmüştü. Yüzünün yarısını sadece gözleri görünecek şekilde yazmasıyla peçeler ,başını kaldırıp kimselere bakmazdı.Kamil’i sepette uyutur, sepeti gölgeye koyar ,kendisi güneş iyice çıkana kadar tarlada çalışırdı.İnek bakar ineğinden elde ettiği ürünlerle çocuklarının karnını doyurur diğer yandan ,evin ihtiyaçları için ürünlerin bir kısmını pazarda satardı. Yoksuldular ancak mutluydular . Gece gaz bile bulup yakamaz, ay ışında sohbet eder öylece uykuya dalardılar!Tek umutları Kamil’i okutup büyük adam etmekti.Yağmur yağdığında katran sürülü evin teneke çatısı akıtırdı.Sevgi Ana leğen koyardı damlayan yerlere…
Odun ,artık ne kadar bulabilirse o kadar ısınırlardı.Kara ateşlik yanarken odanın içine ışıyan ateşin oyunları öylesi huzur verirdi ki o zamanlar Kamil’e ,anasının koynuna sokulur iri iri gözleriyle duvardaki ışık oyunlarını seyre dalar abisiyle anasının sohbetlerini dinlerken tatlı rüyalara dalardı.
Ana oğul sundurmanın üzerine serili koyun postunda oturur üsten tutmalı demlikte demlenmiş ıhlamur içerdiler .Kışı böyle geçerirlerdi.Evin tam ortasına tavandan asılı kalınca bir zincir inerdi.Zincirin ucunda bir kanca olurdu.O kancaya bir kazan asılır kazanda yiyecekleri şeyleri pişirirlerdi. Tabi hemen altında yere oyulmuş hafif bir çukura yerleştirilen özel yapım pilaki taşına hamur dökülür üzeri saç kapakla kapatılarak ateş yakılırdı.Altta ekmek pişerken üstte de yemek pişerdi. Bulgur tarhana her şeyleriydi. Arada Kamil yine mi bulgur diye söylenince, Sevgi Ana bulguru öyle abartılı bir iştahla yerdi ki ;Kamil imrenip yemeğe koyulunca ;Sevgi Anayla Hemit birbirlerine bakıp çaktırmadan Kamil’e gülerdiler. Öyle her şeyi almaya imkanları yoktu.Gece birbirine sokulur yün yorganların şevkatli sıcağında sabahlardılar.
Yaz başka güzeldi o eski evde. Etrafında envai çeşit güller, arka bahçede karayemişler ,evin hemen önünde patlıcan incirini saran o mis kokulu sarmaşık gülü.Ortası sarı ana rengi beyaz gülün tüm vadiyi saran keskin kokusu ,verimli dalların tartışı ki ,incir ağacı gülleri taşımakta güçlük çekerdi. Arka odanın penceresinden teneke çatıya çıkan ve saçaklardan sarkan hanımelinin baş döndüren miskinliği sarı kanat düş ekerdi mehtaba…
Gece evin yoksulluğuna meydan okuyor olacaktı ki ,taş duvarlarda adeta ay ışığın dansına eşlik gövdesi hanımeli kokan çırılçıplak körpe bir kız salınırdı Hemit’in lacivert menevişlerinde.O vakitler Fadime’ye sevdalıydı Hemit! Çiçeklerin sarhoşluğuyla gece boyu Fadime’sini düşünür para biriktirip onunla evlenmenin hayallerini kurardı .Esmer esmer minyon iri gözlü çok güzel bir kızdı Fadime. Hemit’e olan sevdası derin mavilerce içliydi. Kıskanırdı da Hemit’i sık sık kavgaya tutuşurlardı. Hatice’ye niye baktın, çeşmenin yanından niye geçtin diye.Ne Hatice’ye bakardı Hemit ne çeşme bahanesiyle yokuşta önüne çıkan kızlara.Yolunu değiştirir büyük tarlanın dere tarafından dolaşarak evlerine varırdı.Çok yaman delikanlıydı.Kızların hepsi ona varmak için can atarlardı.Lakin onun gözü ufacık tefecik Fadime’sinden başkasını görmezdi.
yorgun çıplak ve durgun dalgalardan devrilen bakışlarınız
elasında haylaz
bir huzur bırakırdı içime
güneş saçardı
Her akşam o ak ellerinde aynalı çay tepsisi ,nasılda süzülerek gelirdi Lâika!
Saçlarında rüzgarın elleri,dudaklarında gül buseleri çiçekli fistanını gurubun huşusuna savurarak ,aheste aheste gelirdi ,koylarından maviliklerin .Ak gerdandan aşağı gönlüme akan siyah inci tozu serpilmiş saçlarında yanardı gecenin şavkı mor menekşelerce! Orta boylarına tav olduğum ,ince balık etinde papatyalardan ak güzel ,küçük ağızlı dolgun dudaklı ,hokka burnunda erik çiçeklerinin nazlı kıvrımları ,hilal kaşlarında mavi kelebekler kanatlanan düşleri,ah !Simsiyah menevişlerinde elası yanık türküleri ,beni benden alan afeti devrandı Lâika! Gözlerinden devrilirdi konağın avlusuna sus pus yakamozlar, serilirdi ipek tenin ayazlarına düşler de kozası yanık gülücükler, benim canımın canı halacığımın edasından! Serçeler cilveleşip yavrulardı ,saçağı dolayıp orta odaya uzanan sarmaşık güllerinin kuytularında ,Laika uykuların haylaz koynunda...
Yıldızlar dökülmüştü sanki parıldayan pürü pak yüzüne! Ah kapayınca bakışlarını üzerime kirpiklerinde ki cümbüşte estirirdi simsiyah yelpazeler Galanima'nın köpüklü dalgalarından !
Yanardı gönüllerin otağında delikanlı yürekler; yuvarlanıp misket tanesi gibi,çakıl taşlarına çarpardı çapkın çapkın bakışlar .Dalından düşerdi kuşlar o pencereyi aralayınca. Tanyeli o an doluşup içeriye ,kulağına fısıldardı sevdalı masallarının turkuaz sancılarını…Küçük polenim derdi bak !Vakit seherdir ,günü geldiğinde sana da doğacak şafaklar ve ay ışığı damlayan çehreni sayıklayacak sevdalar ;sonrada gülerdi ,ben şaşkın şakın bakınca, boynunu hafiften eğerek yere doğru!
Gün doğunca yeşil tepelerin efsunundan konağın camlarına üzerime yorganı çeken parmak uçlarından kanatlanıp uçuşurdu rüyalarıma gelincikler. Sanki rüyalarımın meleği oydu ona verilmişti, Yaratan tarafından bu görev! Sarı sarı kelebekler üzerine mercan çizgiler çekilmiş, antenlerinde sanki turkuaz bocuklar uçuşan oradan oraya ebelenmemek için saklandığım yerlere benimle. Bir kelebek vardı içimde, kanatları zardan ateş! Çırpındıkça soluğumda can veren! Öylesine mağrur öylesine güzel! Sonra demli çayın kokusunda efsunlanacak olurdum ki ,süt kaynatmış yine çıkarken merdivenleri Lâika ; yatakta hayal mi kurardım ne uyandığımda tavandaki ahşap işlemeleri izlerken gülümseyerek girerdi içeriye !Sahi o zamanlar konak başka güzeldi hepsi başka güzellikteydi Münire Hanımın kızlarının fakat Lâika bambaşkaydı! Kalbi yanardı görenlerin eriyip yerlere saçılırdı delikan yürekler! Ham çağların O'na dair yarınlarında titrerdi denizler. Şafak süzgün edasıyla inerdi yüzüne Laikâ’nın. Tutuşurdu o an ucu mektupların ,karanfiller tütsü yakardı Osmanbaba'nın çalımından kuzeye o zamanlar! Körfezinin sığ nöbetlerinde dağlanırdı efsanevi güzelliği. Derinleşir Karadeniz’e sığmayan adı kabarır göğe fışkıran haylaz sulardan, ebemkuşağının sinelerinde olgunlaşıp sancı sancı yağardı rüzgârlara karışıp !Çıplak ayaklarından yaban lilyumları saçılırdı tüm kıyıya. Bastığı yerlerden filiz süren lilyum baygınlığından ,deli deli vururdu kumsala deniz, onun kayıp izlerini ararken! ''Gagal gözlüm gel seninle çiçek toplayalım!'' derdi. Menekşeleri çok severdi nedense kıyamazdı ‘’koparmalayım ha polenim burada daha güzeller derdi’’.Ondan mıdır bilemem çiçeklere kıyamam koklamaya doyamam koparamam hiç birini, halamın elleri kanayacak ,kelebeklerin küllerine kan sıçrayacak diye korkarım! Köpeğimiz Arap etrafımızda kelebek kovalardı burnunun ucuna konuncaya değin kelebekler! Sonra usulca çömelir dilini içeri alır nefes dahi almazdı. San ki hissederdi nefesinden ürküp kelebeklerin kaçacağını! İki katlı beyaz badanalı konağımızda telaşı hiç bitmezdi. Yazı başka güzeldi kışı başka hoş sohbetti! Hele o büyüsünden çıkamadığım bahar ayları ,bir melodi fısıldardı deniz kabuklarından perdeyi savuran rüzgarın gelişiyle. Martılar çığlık çığlığa onu haykırırlardı arşa doğru! Çok küçüktüm lakin martı çığlıklarını bilirdim hissederdim derinliklerimde acıyı ,en acısını!
ağlama çocuk
düşmesin kirpiğinden mavisi ceninlerin
kan damlamasın
şafak türkülerinin çiyli soluğuna
Gelincikler ıslanırdı gözlerinde, kirpiklerinden kızıl kısrak taylar kanatlanırdı. Yanardı göğsü güneşin, şöyle dönüp bakınca Delfinyum. Ahu ahu bakışlarında büyürdü gökyüzü. Saçlarını salar sinelerinden o mavisi pür pak bedenini büker, eğilip öperdi alnından ham güzeli. Samur samur saçlarında gece başka güneşlenirdi, susadıkça, gerdanının dizisinden bir çiy taneciği aşırıp sabaha durulanırdı… Gece başka yosmaydı Delfinyum’un kollarında. İnci tanesi doğardı gözeneklerinden, ta ki güneş kıskançlığından kamaşıp, hepsini ısısıyla eritip, yeşil yosunlar aralanan vadilerden sızıncaya değin. Şeffaf ırmaklar acelesi gelmiş bakir çaylar akardı gizlerinden. Çiçekli fistanını çıkarıp ne zaman uykuya dalsa, koyaklarından gelin eteği kovalayan şelaleler dökülürdü. Sırılsıklam düşler ne güzel yakışırdı körpe kızın koynuna. Uyku onunla sarmaş dolaş, kim bilir yine sevdiğiyle hangi hayalin duvağından salınırdı ah Galanima’ya Galanima’ya. Ah Ganita, yeşillimin yosma Rum kızı, aşüfte Ganita sevdiğimi benden alan, ırağa en ırağına gölgesini bırakan gavur dölü Ganita! Kaç yalanı görmezden geldi gözleri, kaç aldanmışlığı ağlayarak anlattı, sığınıp kucağındaki oyuğa. O ağladıkça, yalezin karnı büyüdükçe büyüdü. Ah ağladıkça kaç kız, yavrum hayallerinin akıntısına kapılıp kayboldu açıklarında bulanık meçhullerin. Bir Delfinyum gördü onu birde, kuzey. Sustular şahit olmak aldanmışlığa meğer ne zor şeymiş aşka sevdaya savrulan yalanları duymak; çelimsiz bedende filizlenirken tomurcuklar, henüz sızısı tazeyken bedenin Allah’ım, meğer aşkın bir aldanmışlıktan bir yalandan ibaret olduğuna şahit olmak ne zor şeymiş! Hep buğday tarlalarına koştu bu yüzden, hep gelinciklere. Gözlerinde tutunamayan yaşlarıyla suladı gelincikleri. Yoksa kırmızısı böylesi içli olur muydu, bu kadar güzel gelinciklerin! Yeşil tepeler, dağ başları, hep mekanı oldu kimsesiz kumsallar mavisi ağaran körfezler… Yılmadı, bekledi ;bir gün ellerinde çiy tanelerinden sonsuz bir demet, aşkla gelecek olan sevgiliyi! Belki de hep yakınlarındaydı. Belki de hep kıyısından sekti, hunharca yağmalanırken düşlerinde mavileri!
O’nun gözlerinde nisan; hep yeşil sineleri olan bir peri kızıydı, sütü kar suyu kadar saf ve temizdi. Rahmet yağarken sinelerinden nisanın hep yüzünü döndü, hep dudaklarını nemlendiren yağmurun o taneciklerini emdi şuursuzca. Utanmadan açtı göğsünü aşka sevdaya. Öylesi dirildi öylesi, incelen bileklerindeki titreyişle. Saçları masmavi şarkılara haykıran nisan, sabaha çiylerini bırakarak yavrulardı kucağına Delfinyum’un. İlk şiir sancısı yine bir nisan yağmuruyla doğdu. Atilla ne güzel okşuyordu oysaki ruhu ‘’Elimden tut yoksa düşeceğim, yoksa bir bir yıldızlar düşecek…’’ Yoksa şair miydi; ondan mı içinde tırmanan o yoksulluk dile gelip haykırmaya başlamıştı içine, arasında ah neleri sakladığı dizelerin! Nitekim ilk ağrı, ilk sancının suyu geldi, ıslandı mısralar, yazdı yazdı ve yazdı aşkı gözbebeklerinin suyuna…
Sonrası ardı kesilmeyen bitmek bilmeyen o aşk dolu sevgi sözcükleri. Nereden geliyordu bunca sevgi? Yaşamış mıydı aşkı yoksa yaşayamadığında mıydı bu denli duygularının temiz oluşu, kirlenmemiş oluşu diye düşünürdü bazen. Sevmek ne kutsal duyguydu. Sevmek ah sevmek! Mayıs dallarında cıvıldarken kuşlar birbirine ve yumurtadan çıkan aşkın o sonsuz cıvıltılarındaki yavrularına, domates dilimi yedirirken gülümseyişiyle göğe dikip gözlerini ‘’Kime gülüyor derken’’ anne kuşun telaşla dalda yavrularını besleyen bu delinin yavrularına bir şey yapıyor endişesiyle ötüşünden özür dilemesi tam kuzeyliydi, Delfinyum’luktu. Kuzeyliydi, deliydi en çok. Hayvanlarla konuştuğunu gören ne demezdi ki ardından. Mayıs, bir gelin edasıyla yeşil tellerini şakırdatırken, duvağından kopan o toz kümesiyle kendinden geçer; derin bir sessizliğe bürünür ormana dalıp giderdi susup şarkılarının koca köyü inleten nağmelerini. O koca gözlerini ormana dikip andıranaların ormana yaktığı türküleri dinliyor, “Şarkılarına nota çalıyor olacaktı” ki yaprak hışırtılarının ruhunda kıpırdayan sancısıyla adeta tenini silip süpüren o konçertonun en baskın sesini duymuş olmanın derinliğiyle, birazı yeşil ,birazı mavi bir çift göze süzülürcesine göçüyordu. Kirpiklerinde bir tutam hayal yeşili ,burnunun ucunda kıpkırmızı uğurböceklerinin benekli dansı, iç içe arıların ballanan vızıltısı; ilk çiçeklerin tomurcukları çatırdarken sabaha… Sevmek ne güzel şeydi onun ruhunda hayallenen şelalelerin dizelerden uçuşunda. Bal rengi miydi gözleri, yoksa elasını yeşil bir halka çevreleyen irislerinde harelenen düeti miydi güzden kalan baharların? Kaç aşık gömülüydü o gözlere, kim bilir? Kaç kişi o gözlerin büyüsüyle kuzeye kendini sunarken yitirip gitmişti?.. Ve çığlıkları yırtılırken kumsalların, kaç kızın gözleri yüzü suyu hürmetine avuntu oldu Delfinyum’un uğrunda. Aldatmak tam burada takınıyordu ya o ürküten ifadesini. Aldatılan gerçekte kimdi? Çok sevilen Delfunyum mu, yoksa kucağına sığınıp zavallılıkla sahip olduğunun sinesinde sayıklanırken Delfinyum, sahip olunan mı? Duymak hissetmek ve yaradılış serüveninin o sonsuz senfonisini dinlemek, ruhuna yatırıp çayırları dinlendirmek, sırtında yükü anaları ve oyalı yazmasını çözüp rüzgara dilek tutmak, uğruna bir yıldızın kayacağını bile bile gözlerinde koyulaşan aşkın kararlılığıyla. Yaratan’ın huzurunda ağlamak hıçkıra hıçkıra, kalbini alıp avuçlarına ağlamak, sesini dinlenmek, bir nazlı sevgili için kanı çekilene kadar damarlarından, kurutuncaya gözlerinde lerzan gelincikleri...Ve hiçbir zaman kavuşamayacağını bile bile sevmek birisini, haziran eteklerini savura savura gelip çatmışken. Bilseydi bütün ömür beklediğinin defalarca yanından teğet geçtiğini, defalarca ona yaklaştığını ve nedenini bilmediği bir gücün varlığıyla hissettiğinin o olduğunu, böylesi haykırır mıydı içine karanlık ve kamçılar mıydı bedenini nefessizliğin hışmı? Leylak hüznü bulaşan sürmelerinden akar mıydı izlerine rastladığı sevgilinin o mağrur halleri? Kaldırımlara düşer miydi karanfiller, sevda böylesi gazete altlarında uzanır mıydı? Sahi, sevdiği böylesi mağrur olur muydu Delfinyum eğer bulsaydı Ganita’nın dar geçit, Zağnos’un ander kaldırımlarında denizini?
Aydınlandı ya bir şekilde karanlık, bakışlarıyla kesişen bakışların yanan yakan ışıyışında. O an gönlünde kıpırdayan, debisi ıslanan kuraklaşmış yatağına dolan rahmet pınarlarına değen, sevgilinin gözleriydi. Sanki yıllardır hep birlikte olduğu oydu, hiç yabancı değildi, hiç yabancı gelmiyordu bu adam. Artık o bitmeyen şarkıyı bestelemek zamanıydı, ay ışığıyla sevişen uslanışında yanıp sönen irislerinde. Notaları portelerine iliştirmek için kuzeye göz kırpma zamanıydı, körfeze şöylesi zira. Nitekim öyle yaptı, göz kırptı Kuzey Yıldızı damlarken koynuna, küçük ancak sevgilinin çenesinde derinleşen o masmavi okyanuslarca açıklara süzülen, derinliği sığlarında saklı gülümseyişiyle.
Deniz gözlerine verdi sırtını, yaslandı senliğine sevdanın. İster kabul görsün, isterse görmesin çılgın ya, adı delikanlı ya; alacak sevdiğini hiçe sayıp erlik makamının şanını, daldı o sonsuz bestenin senfonisine! İspinozlar, isketeler, ah yağmur sonrası gözeciğini bedenin taşıran karatavuk ötüşleriyle yaslandı billur ırmakların çağlayan dügâhlarına! Rüzgar bir es bastı, dağıldı etekleri yârin suyuna. Baldırlarında okşanırken suyun dokunuşları, saç uçlarından damlayan su damlacıklarından havalandı su gövde kuşları filizlerinin. Boynunda birkaç saniye durup yerinde dönen su; kendini sinelerinden vadilerine doğru bırakıyordu. Yosunlar şımarıyordu ayaklarının altında ve su aynı hızla vadilerinden şelalelerce dökülüyor, şarkıları susuyordu kaynağına sevgilinin. Şapşallayan sevgili bir düş gördüğünü sanarken suyu, Delfinyum’un o saf boynunda duraklıyor, yerinde birkaç kez döndükten sonra sinelerinin üzerinden vadilerine süzülüyor, bakire bir şelale gibi haykırarak kaynağına çarpılırcasına geri dökülüyordu. Kabardı göğsü, kar tanecikleri tutamlanmış göğsünde ağaran kuşların sevinci miydi, yoksa yılların yorgunluğu mu bilinmez ya; debisini aşan suyunun altına Delfinyum’u alıp derinliklerinin akıntısına aldırmadan, öylesi gusletti, yüz sürdü çağlayanlarına safir gözesinin suyu karışırken Delfinyum’la ruhunu. Sonra çekildi kısıldı gözbebeklerinde aralığı vaktin, derken derinliğinde hep düşe kalmanın ağırlığıyla açtı gözlerini Delfinyum.
Beni mavi nisan sabahlarına getiren gözlerinde gül üstü çiylenişler tütüyor. Mavi bir damla kaçırmış kirpiklerinden su perisi, göğsümün çırılçıplak koylarına sığınıyor. Taşıyor, bel altı kalıyor çıplaklık, suda gizlenen gülüşlerinden eteği kabaran sevişlere çıkıyor güneşlenmeleri. Akdeniz turkuazları karışıyor buğusuna, lavanta kesecikleri dağılıyor, gövdesiz tomurcuklar yeşilleniyor elasında. Ceviz yaprağı kokan sine uçları halkalanıyor menevişlerinde. Duvaklı pınarlar akıyor gözlerini üzerime kısınca; uçuyor bir kızın sinesine konuyor, ahududu akan ağzından kelebekler… Öpmek inci taneciği yıkanan bebeklerinden, kuş sütü çığlıklarından içerken seher, düşle gerçek arasında saçaklanan koynun kurum sağanağından…
Süzülürken zamanın dargın silüetinden, ensesine basarsınız küfürlerin! “Ah nerelerdeydin neredeydin diye haykırırken içinizdeki deli!’’ Saçlarında gecenin pişmanlığı, kırlarına vurursunuz kaybettiğiniz gençliğin. Kıskançlığınız tutuverir sebepli sebepsiz . “Sevmek bu ya canınız istedikçe, direndikçe ruhunuza ten; fıskıllanıp güllerini saçar, döker terini yandığınız yerlerinizden, gözeneklerinizden fışkırırsınız. Hanımeli sarar, hayalde gölgeye düşse bile; ah bir defacık sarmak için sevdiğini ;sadece sarmak ,bir defacık öpmek; gizlerinde derinleşmek akarken gözlerinizden yumduğunuz sonsuzluğun derinliği usul usul… Sevilmek bu ya!’’ Sırf bir parça sevmek ve sevilmek için bakışlarının değdiğince alazların soluğunda! “Deli kaçık sualler tırmıklanır beyninizde, baktıkça gözlerine susuzluğunuzda serap görür; uzanıp tam dokunacağınız esnada yokluğuna çarpar dinmek nedir bilmeyen bir titreşimin bedeninizden, ruhunuzdan intikam alan açlığına tutulursunuz hunharca! Yüzünüzde yıkanır kızıl nehirler, sarhoş kuşlar vurur sığlarınıza sessiz sedasız! Ölürsünüz, şoklanırsınız kırağı düşmüş tomurcuklara. Goncaları solar diyarlarınızın, budaklarınızı vurur boran. Sonra bir el gelir sevdanın hayal eli; dokunur, açılır kanlı sağanaklar çekilir bucaklarınızdan acılar. Yeşil naz nilüferler kaldırır eteklerini akıntısında saydam göze suyu, masmavi polenler sancır, mavi kirpikler titrer filizlenir keseciğinde. Uçlarında yeşil topak rüyaların dokunuşları, içinde elasına karışmış bir acelecilik, pür telaş efendim; öylesi bir sevişmenin kaçamak meyvesinin o alengerli bakışlarına kapılır, öylesi dirilirsiniz ki bu defa hepten kaybettiğinizi, öldüğünüzde anlarsınız! Gece, ışık hüzmelerinden süzer dönmeyen gidişlerini göğsünüze. Bir parça şuh ya; o da şaşırır, şaşırır filizlenmeye durur güneşin uçları yanarken koynunuzda. Kızarır, içlenir, olgunlaşır irislerinde içselliği ah çekişlerinizin!.. Nisanı mayısın kapısında çığırtır yalvartır. Kollarında arkaya düşünce boynu denizin; ay ışığında yakamozu besteleyen sapından güllerin, çoraklaşmış diyarlarınıza düşer teni, ışık ışık delinen delgeçlerinden çağlayanlarca buhranlarınıza dökülür. Bağırtır geceyi, kanatır gün dönümlerinizi, bir parça sevilmenin sarhoşluğunu tadamamanın kıskançlığıyla yaşarken, hissederken, her zerresinde ruhunuzun sevmeyi, uzanıp dokunamamanın acısıyla kaskatı kesilirsiniz. Ta ki gözlerinde bir daha kaybedinceye değin!
Ah o anın yüreğime ram olup damlayan sersemliğiyle, dayanamaz bir daha arkaya atar başınızı. Ham sesler çıkarırken, gülüşlerinde hapşıran ladin kozalaklarına sığınırsınız. Tan likörü sarhoşluğuyla çırılçıplak, ayak ayak üstünde gündoğumu resitallerine yakalanırsınız beyazlanmaya yattığınız dallarda. Ay yüzünüzde yıkanırken, siz yıldızları toplarsınız heybenize. Toplanır kaçarken bileklerinizde ıslak yosunlar, sevdanın kız koynuna kayıp düşersiniz. “En başa alır bırakır sizi gökkuşağı anaçlığıyla. Boynunuzda gökkuşağının kordonu siz en çok maviyle beslerken sevgiliyi, yosunlarınızdan emer bir parça sürrealist ya, hayta ya… Aşılar gökkuşağını yapraklarınızda titrerken soluğu!’’ Ah alıp öpmeye kıyamadığınız ince beyaz, tadında bakışları delirten kız koynuna…
Sev sevebildiğin kadar o saatten sonra ihtiyar kucağına yatırdığı açlığından Bahya’yı! Tadında ortanca mavisine keserken kuzey, bırakın bağırabildiği kadar bağırsın artık sizindir Ortahisar, Zağnos. Defalarca yolundan döndüğünüz, ah başına çaput bağlayamadığınız şehir… Boşalır aortlarınızdan, Arnavut kaldırımlı o daracık sokaklar; kim bilir kaç kez iki uç yörüngesinde aynı sokaklarda, ayrı düşmenin burukluğuyla sevdanın! Kaç kez Ortahisar’dan salındı Zağnos’a; eziği boynunuzda kan getirirken gönlünüze çöken mavi kanatları. Ve ağzı açık bir kuş gibi çırpınırken beden, kim bilir kaç kez haykırdı sevdiğini! “Bak ben deliyim, sevdalı…Ona bu kadar yakın olduğunu bilmeden. Belki de kulaklarındaki çınlama o günlerden kalmaydı. Cahildi, toydu, gençlik felsefesinin ilminde hecelerken duyamadı belki de acısı gonklarca vurulmuştu ruhunun titreşimlerine Berzahtan… Duyamayışı bunca zaman sonra ondandı. Kaybedilen ve dünyayı durduracak kadar büyük bir aşkla çağlıyorken beden, değer bilmeyenleri kıskanmanın aptallığıyla dalıp gidersiniz bir günlük ömrünüz kalsa bile, denizler çalkalanan köpüğü tadınızda gözlerinde. O, aşkın tarihçesiydi tüm lugatlarda ezberletilen. O, aşkın ölümsüz çeşmesi, abı hayat suyuydu. Ah Difenbahya’nın gözleri, gözleri Bahya’nın beni bilmediğim diyarlara bırakan, kumsallarda beyazı akmış zambaklara yalvartan, eskimiş palmiye yapraklarına eşkin çektiren, ayaklarımın altını parçalayan çakıl taşlarının yoldaşlığıyla yollara düşüren… Bitmeyen bir senfoniyi ta Rodop’a kadar çığırtan; yağmur hep geceyle içli dışlı, gün ışığa hasret, küflenmiş saçlarında mayıs çiçeklerini çığırtan. Yoksa irislerindeki ısıyı saklanıp arkasına, işmara kısılışların ışığı emen yağmur muydu? Ondan mı göbeğimde ağlayan bu çocuk bu kadar güzeldi? Ve gökkuşağını bakışlarıyla dölleyen, saçlarında gecenin mayıs tomurcuklarını açtıran?.. Çim kokan tepelerden aşağı salınan gecenin yeşil damlacıklı kokusunu körfezin göğüs arasına gizleyen?.. İçlendikçe iyot kokusunda sersemleyen, kuzeyin körpe kızı, dalgaların arasında ondan mı denize yavruluyor, baharlara saçılıyordu?..
Ah Bahya’nın derya deniz, güvertesini deli gönlün yıkıp geçen gözleri! Beni sersemlemiş bir masal adasının tam ortasında olgunlaşmaya yatıran gözleri… Meçhule giden kayıkçının sarhoş naralarında bebek sesiyle sakinleştiren gözleri... Ham gözlerinde bebeklerin rüyalara salan; beni alev alev yakan kızıl guruplarda sırtüstü yangınlara bırakan gözleri! Ateş döken kalbimin tavında ruhumu eritip çılgınca içime bağırtan gözleri…Ve içimdeki o deli kızın fistanına gölgelenip maviyi tütsüleyen gözleri... Ah gövel ördeklere, parmak uçlarından yeşil nefesli çaylar akıtan! Suyunda papatyaların bakirelik arayan şaşkınlığı dillerine vuran gözleri… Boynunda sarkan yaşını ömrüme katan gözleri… Kaz ayağı kırışıklarında, ince göğüslü kızları yavruların ağzına sağdıran gözleri… Lohusa ırmaklarıyla ruhumun geçişlerini ruhuyla mayalayan gözleri… Ah henüz güçlü budaklarında filizlendiğim vadilerimde gelincikler açtıran gözleri!.. Gizlerimde lekesi canlanan sevişmeleri kanatlandıran, koynundan koynuma salıveren gözleri… Olgunlaştırdıkça sessizliğimde dinlenen gözelerimde durulan gözleri… Ebabillere kirpiklerimden su taşıyan gözleri, beni yarım kalmış şiirlerde tek ayak bırakan gözleri… Ah Difenbahya’nın gözleri, beni diplerine çekip gökyüzüne fışkırtan; içtikçe kaynağından aşkın sırtında deniz kabuklarından bir bahçeye usulca bırakan gözleri! Deniz kabuklarının kulağını hasretin hiç dinmeyen; kavuştuğunda bile hep doyumsuz bir açlıkla seven, şiirlerle doldurtan gözleri… Mercan adalarının salgılarında dişisini unutan, balık saksafoncunun caz resitalinde göğsüme serpilen benleriyle, yüreğimi mühürleyen gözleri… Ah Bahya’nın beni bitmez konçertoların, o en tiz sesinde ayırt ettiren gün ışığına uluorta sobelettiren gözleri! Aklımı, şuurumu, varlığıyla dolduran; dünyanın bütün güzelliklerini bana bakışlarından bir demetle sunan, o iri iri mayıs dolusu gibi yüreğimi vuran gözleri… Ah beni güzden kalma kırağılarda yapayalnız bırakan gözleri! Bana aşkı sevdayı anlatan, yalnızlığımı aşkıyla ağartan gözleri…
Günler geliyor ,günler geçiyor ;ömür denilen acizlikten. Biz yazıyoruz, çiziyoruz, hece hece haykırıyoruz devirdiğimiz mısraları !Çığlık içiyor ,yankılarımız da biçiliyoruz! Yetim kalan öksüz yüreğimizi sindiklerimizi !Sonbaharla yaprakları terkedilen ağaçlarca; çırılçıplak ,kimsesiz, soluksuz kaldığımız nice çaresizliklerimizi! Rüzgarın karşında titreyen çiy damlacıklarından su dilendiğimiz yandığımız kavrulduğumuz diyarlarımızı... Günü geldiğinde sonsuza akan o ruhun, giderayak boşluklarımıza fısıldadıklarını, bir demetle!
Yazdıklarımızı , yazdıklarımızda sakladıklarımızı , küfrümüzü sevincimizi öfkemizi ,belki de sadece yüreğimize okuduklarımızı! Çoktan aortlarımız da çağı başlayacak hatırlarımızın ,seyrimizde daha da incelen kozasından dağlanışımızı. Kim bilir belki de o vakit büyüyeceğiz! Şair olacağız su kanadından serpilen zerreciklerce çağlayan olacağız ,tıpkı sonbahar gibi akıp gideceğiz o masmavi sonsuzluğun düşselliğine! Sayısız parçaya bölündüğümüz düzenin o garip çarkından sıçramış bir zerreciği akacağız son nefese! Eskiden günlükler vardı ,yıllıklar, mektup yazardık mesela; sevgiliye hiç gönderilmemiş mektuplar !Şimdi ucu birilerine dokunan onca göndermeler, yazılanlar ,söylenilmeyenler susulanlar adeta açık mektup gibi sosyal hesaplardan kendimizce haykırdıklarımız !Zaman değişse de insan zamandan zamana aksa da hep aynı şey midir ,huzurun o biricik koynunda aranan bilinmez ya? Mevsimler hep aynı, insanlar çeşitli ,ancak hissetmek hep baki olsa gerek! Duymak ,işitmek ;dalından kopan yaprağın acısını. Rüzgarın huzurunda yaşama tutunma mücadelesini görmek ,sabah yeliyle vedalaşırken safran süren esaretin ucundan damlayan gözyaşlarının sızısını ruhun her zerresinde ve dokunmak ,mevsimin gözbebeklerinden öpmek acıyı , bağrına basmak insan olan için başka bir seremoni elbette! Bu denli solgun damarlarıyla; ondan mı hala çürüyen yanlarına tutunmaya çalışan şairlerce ;ardında söylenilmemiş onca aşk dizesini bırakarak ,üstelik çürümeyen bir yanımızda hep yaşayan bir ceset bırakırcasına gidiyor içimizi sonbahar !Neyi fısıldıyor yitirdiğimiz yanlarımıza ,neyi kanatıyor sahi? Hissedilen neydi mevsimin böylesi armonisinde duyulan en baskın ses hangisiydi? Her birimizin sonu muydu , saman sarısı saçlarını , hep beklediğimiz dönmeyenlere serdiği yolları sonbaharın! Önümüzden yürüyen yollarımızı en üryan sancılarıyla içimize haykıran! Kim bilir , hala ısrarla yazıyor ,kendimizi başka türlüsüne inandırıyor olmamız bunlardan ileri geliyordu belki de! Bir şeyler yitiyor ,evet ölmüyor tıpkı sonbaharın suskunluğu gibi ,kupkuru dallarıyla Mevla'ya yalvaran semazenler gibi, için için yalvarıyoruz, öldüğümüzü sanırken dirildiğimizi bilmeden! Oysa hissedilen o uyuşukluğun canımızı yakan karıncalanma sızısı değil miydi, dirildiğimizin kanıtı! O an yenisi müjdelenmiştir baharın, çiçeğiyle böceğiyle uğuruyla! Sonbahar koynaklarında ki yavrusunun kanatlarını çoktan çıkartmıştı ,derinliklerinde artık uçmaya hazırdı yavrusunun henüz serpilen kanatları! Yoksa insan dayanabilir miydi onca cesedin ardında kalışına ...
Sonrası kış ,ağırlığınca sessizlik.. İçimize haykıran o miskin yanımız. Ve nihayetinde o zilli etekleriyle elbet sonbaharın kızı doğacaktı gelecekti ilk cemresiyle allı morlu düetlerimize! Boşuna mı çekildi onca çile! Üstelik sonbahardan müjdeliydi aşk ,gebeydi mavisi çiyli yarınlara! Boşuna mı göğe uzanıyordu kupkuru kalsa da dalları? Kim boşuna dönmüş ki Yaratan'ın katından !Gözlerimizde titreyen o nem ıslatırken avuçlarımızı ,boşuna mı süzülüyordu nehirler ,denizine kavuşma arzuyla meşakkatli yollardan? Uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş ya! Siz bakmayın öyle ipek gibi yeşilliklerin arasından süzülmesine! Sonbaharın ağıtlarını az mı dinlendirdi göğsünde ,az mı kan sağıldı gökler sabah huşusuyla can evine. Kaç yaprağı sonsuzluğa taşıdı sessiz sessiz. Kaç kuş ölüsü vurdu debisine ,kaç gelinciğin kanadı saplandı gözesine! O olgunluğa gelmeden ne acıları kundakladı ana sıcağıyla. Ağlamasaydı bu kadar duru akar mıydı gönül diyarlarından diyarlara...İçimizde incinen derinliğin incelen sesi olduk kimi zaman sonbahara ,kimi zaman kan kustuğumuz perçemine bir tutam iç !Denizi okşayan rüzgarların haylaz kanatlarında dibe çakılan güz vurgunu ...Lakin bir bitiş değildi sonbahar o hep baharlara gebe sondu! Bitmesi gereken yerde seven gönüllerin suskunluğuydu gidişi ...
Kızıllaşan suretinden sayfaya sıçrayan aşkın ölümsüz olgunluğuydu! İnsanoğlu doyduğu pınarın kaynağını unutur mu hiç! O arayışın tek nefesi ömre bedeldir !Ömür ki o arzunun derinliklerinde yıkanan nazende nefestir! Tıpkı ilk cemresiyle çoraklaşmış gönüllere düşmeden sonbaharın çığlıklarından saçılan son damlayla kırklanan nevbaharlar gibi...
''vesselam sayı 10''
Denize damlayan dallarından gurubun, yüzüme kalkan şavkında başlardı seremoni. Güneşin göğsüme çöken doygunluğundan ışık ışık saçılırdı gecenin içine saçlarının alevi. Lavanta esintisi üşüşürdü buğusuna kaynayan suların. İçin için yanık bir türkünün uğultusu başlardı kızılçam tozaklarından. Yeşilin yanık kozasından sağılırdı gök. Ilık bir düştü, uysal sokuluşların coşkusundan fışkıran sarhoşluğuydu sevdanın. Göğsünde bıldırcın ötüşlerinden bir bahar, yazı hep az buhranların kozalaklarından boşalan mağrurluğuydu mevsimin. Kuşların göğsünden damlardı çiyli bakışların, neminde yosun yeşili ışıyışlar yıkanırdı. Bakışlarında kaybolurken, ince nağme kızlar yükselirdi ne zaman dönüp bakacak olursak; yeşil mavi bir ışığın kanatlanan alevinden göğe doğru. Etrafımızda olup bitene inat biz, birbirimize döner; bakışlarımızda çırpınan derinliklerin göğsüne dalıp bir bilinmeze akıl giderdik? Begonvil ağrıları sarardı her yanımızı. Tırmanıp en tepeye damlacıklarımızdan doğmaya kalsak o ince nağme kızların tılsımlı düetleriyle deniz içine çekilir çekildikçe aynı hızla dizlerimize kadar basar seli suya katardı. Biz ışığımızda saklanan kıpırtıların doyumsuzluğuyla kumsala uzanır, ayaklarımızı yalayan köpüklü dalgaların o sarhoşluğuyla üzerimize yağan yakamozlara teslim olur için için salgılanırdık. Gece nazlı gelin edasıyla inerdi kollarımıza mor kuşağından süzülürdü rüyalar. Kıskanırdı yıldızsız gecelerden içtiğimiz mavisi gecenin nasıl delirir alev alev dağlanırdı kirpiğimizde… Hep sarhoştun Gökova sarhoştu! Coşkusunda sevdanın eriyip gittiğimiz o masallar sarhoştu.
Bitmeyen o seremoninin ahengiyle kıyıya inerdi yıldızlar, sıyrılırdı teninden ay serilirdi çırılçıplak kumsalların üşüyen kucağına. Yamacımızdan fışkırırdı güllerin gecesi. Begonviller dolardı köknar dallarını boynundan, okaliptüslerin gövdesinden, sütleğenler yağardı. Deniz kızının bizi giyinip gidişinden dökülürdü istiridyeler. Deniz kabuklarından boşalırdı nefes. Yanardık. Masmavi hayaller yanardı. Palmiyelerden sedir evimizin çatısı, kucağımızda mavi gülüşlü çocuklar yarınlarımızı yavrulardık. Somon larvaları titrerdi bedenimizde mercan rengi balıkların esnekliğinden kalan o sabah rüzgarları. Sığırcık sürüleri geçerdi koynumuzdan, gün altlarında şavkına saklanırdık sevdanın. Yaz kollarımızdan geçerdi, hayal hep baharlara salgılanırdı. Salkım salkım bıldırcın göllerinin altında nasılda çillenirdik. Kaburgalarımızdan fışkırdı sürgünleri Azmak akışlarının. Süzgün işmarındaydı Azmak, buğusunda ham kokusu, tadına doyamadığımız dokunuşlardan damlayan susuzluğumuzdan çağlardı. Ah dudaklarımızda çatlayan çeşmilerin sonsuzluğundan dökülürdü. Salına salına gelen sabahın göbeğinden sızardı…
Sahi ne güzeldi sabah o zamanlar! Ilık ılık dokunuşlarıyla üzerimizde gezinen akışları. Mavi mercan kucağı…Sarı turkuaz tomurcuklara gebe sancıyışları ...Kızardıkça kucağı ince bel gelinciklere çiseleyen sütlenişleri. Koynumuza serpilen süt kabarcık sayıklayışları güne. Güneşe imrenen kıpırtılarında dudaklarımızda eriyen tadı. Şarap rengi kadınlara verdiği göğsü .Eşikte bekleyişlerine akşama çoktan kaptırdığı edası. Kızıl kısrak taylara rüzgarı fısıldadığımız uçsuz bucaksız kanatları. Taze fesleğen kokan koynu, kekik yanan sayıklayışları… Kararsız bir edayla titreyişi sayıklayışların. Kağıttan gemilere yüklediğimiz ışığına karışıp gittiğimiz umutlarımız…Döşünde sevdamızın sarı saçlı kızlar, bıyığı henüz terlemiş oğlanlar, deltasında maviye gebe kaldığımız ağrısı gizlerimizin... Eteklerinden kuzeye astığımız şavkımızın duvağı, mercan adaların yanıklarına yavrulayan istiridyelerin çatırtısına uyandığımız yalnızlığımız…
Biz seninle coşkusunda eridiğimiz sevdamızın kollarında; birbirine döner, birbirine karışır iç içe menevişlerimizin körlüğünde, sonsuz kıyıların ışığına titrerdik. Uykuda yakalandığımız kelebeklerin larvaları kollarımızda sızlardı. Etkisiyle uyandığımız sızının kollarımızda dönüşen serüveniyle masmavi göğe yükselir allı morlu kelebeklerin rüyalarında bulurduk yönümüzü.
O şaşkınlıkla birbirimize bakarken kirpiklerimize takılırdı koynumda bir an duraklayan kelebekler. Uğur böcekleri gıdıklanırdı burnumuzda derken meleklerin tılsımından bir kalkan yarı çıkmış canın bedenimize ağulanan doyumsuzluğu, masmavi bir rüyanın gün ışığına kıvılcımlanan düşünde bulurduk kendimizi… Ben sana saklanırdım sen bana. Sabah kıskanır burnunu kıvırır geçip giderdi boyun boşluğumuzdan. İzlerinde baharlara topladığımız su birikintileri, çiyi bozulmuş doğum sancıları yine akşamı ederdik .Gece sevmelere sakladığımız bizi çıkarır çıkarır çıkarır ışığımızdan lavantaların küllerine sağılırdık. Koyun boşluğundan toplardım nergisleri göğe ekerdim damlacıklarını göğüslerinin. Lohusa kuşların sütünden içerdik aşkı sevdayı cıvıldardı kucağımıza sokuldukça ışıyışlar…Bahar diplerimizden çiselerdi, yavru çimen salıntıların uğultusu ezilirdi tende, gölgesine sığmadığımız bakışları fışkırdı Gökova’nın her yerimizden.
O dinmeyen seremoni o mavi göğüslü resitaller, yosun kokulu uyanışlar, üşüyen silkelenişler o kuşların koynu o körfez…Şimdi bir avuç özlemin tütün sarısında; efkara dem tutan bir nefeslik hasret! Susuzluğunda çatlayan göğün derinliklerinde sızım sızım gelincik ağrısı!
Denizler esiyor, denizler; dalga dalga geçiyor şuradan ah düşümdeki gece sancıyor! Kirpiğinde masmavi kısılışları yakamozların. İçin için gelincik nöbetlerinde ışıyışları alev kızılı şafakların... ''Göğe Bakma Durağı'nda'' şairin söylemleri... İspinoz çırpınışları mavi gölün kenarında ah zambak havuzlarında çırılçıplak perilerin kar beyazı baldırlarından süzülen uğur polenlerinin dansı! Süt banyosunda yeni doğmuş kelebeğin küllerinden silkelenme seansı. Polensiz ağrısı baharın. Ahh yüzümde kalıntıları tozak tozak nefesinin! Dokunuşlarında ayva çiçeğini anımsatan sarhoşluğu kadife kanatlarıyla çırpındıkça uçlarda sevişlerinin. Çiyinde ürpertisi şaşkınlığının…
Sabahmış meğer dalga dalga gidişinin yine benden sızım sızım ışıltısıymış üzerime dökülen!
Açılıyor kucağı açıldıkça sonsuza akışı körfezin ardın sıra… Gözlerimde kıpırtısı hayalinin. Bir tül gibi geceyi örten şavkının güneşe sakladıkları. Çığlık çığlığa kaybettiklerimin göğsümde dinmeyen coşkusu. Irmakları gönlün, duru pınarları ah! Gözbebeklerimin kıpırtısından süzülüşlerinin halâ seli suya katışı! Kucak dolusu lotusları kıyılarıma bırakışları eriyişlerinin...
Ah benden gidişlerinin nazında suskusu denizlerin, ağzımızda çeşmileri köpüksüz kalışların… Şavkına uyanıyor düş; derinliklerimde sancısı, kokusu şulesinden damlayışların… Sıyırıyor kirpiklerin tenimde sayıklayışlarından geceyi. Değgilerinde dudaklarının zehri, yüzünde oynaşı güneşin. Su içtiğim pınarları yüreğinin kuruyan harı ah kor kor çağlayışların! Ah benden gidişlerinin kucağında yeniden en başından sevmelerin sonsuzluğa açılan o doyumsuzluğu!.Bittiği yerden yeşeren nemi köklerinde bıraktığım baharların. Çiylerinden fışkıran sürgünleri tan ağartılarının. Gerdana dizilen istiridyesi mavi gölün ah!
Sütü kalıyor, sedef ağrısı, henüz dinmiş seherlerin sineleri arasında dirilişleri gidişlerinden. Koynunda ıslanan yavruların masumluğu sayıklayışları uçlarında güneşi. İlk damlasından uçlarının ana sıcağını dilenişi gizlerine sokuluşu kuş sürülerinin… Ümitsiz kalan aşkların çatırdayışı ah köklerinde deli alev yangınları akşamların, bakışlarında sürü sürü ispinozların gök ağrısı, buz mavisi damlacıkları yolunuşların…
Umutlar yeşeriyor toprak perisi dal dal bucak veriyor. Kara gözlü kuzular, memeye yavrular, titreyerek dirilişler, suyunda çatırdayışlar…Bitmiyor süregelen kavga, aşk durulandıkça küllerinden koynumuza doğuyor. Ah seni çok sevmelerin nazından deniz saçlı bir kız doğuyor! Mimozalara fısıldıyor kulağına denizin. Sonsuz bir akışla çevrelerken aşkı apeksinde gök, kanadını değdiriyor maviye bir daha bir daha derinliklerinden açılan yansıyışlarından çekiyor ışığı, tenhalarında kavrulan arzuların üzerine döküyor. Ah dalga dalga benden gidişlerinin, maviyi sürdüğümüz umut tarlasında göğün polenlerini topluyor.!Sessizliğini dinliyor kucağında çırpınırken aşkı sevdayı. Sırılsıklam kanadından estiriyor, gövdesinde boncuk boncuk titreyişlerin son çırpınışı, tutunduğu gövdesinden düşen her damlacığından binlercesini doğuruyor, belirtisinden öptüğümüz sığların derinliklere inen sarhoşluğundan boşalıyor.
kıpırtısından damlıyor yüreğin ay ışıyışın yakıyor yar
deli dalgalar geliyor deli dalgalar geçiyor
kor kor göğsünde gecenin sızı
kızıl mavi karanlık ah
özlemin dolduğu denizlerde aç sevişleri emziriyor
susuzluğu ağzında uçların gül ağu’su yaşanılanlar
Filiz hanım sizi facebook da göremiyorum. Şiirlerinizi çok özletmeyiniz, yüreğiniz dert görmesin dileklerimle selamlar.
Hani bazen yanındaki tüm insanların dudaklarının kıpırdamasından konuştuklarını bildiğin halde birden bire tüm sesler kesilince kendini sağır gibi hissedersin ya :)) ben hiç hissetmedim :)) çünkü benim o güzel sesini en zor veya en iyi zamanları paylaşmaya saklayan
Güzeller güzeli terapistimmm ...
https://www.youtube.com/watch?v=maTeCQo9jUg
Emre Aydın - Sen Gitme