Düşman mısın dünya bana düşman mı?
Şu bağrıma her saplanan ok senin.
Herkes böyle doğduğuna pişman mı?
Yoksa zulmün bana mıdır tek senin?
Dertlerini depo ettin içime,
Kırkta koydun yetmiş beşlik biçime,
..
DÜŞMAN
Ben düşmanım,
Etten, kemikden, kandan.
Gözlerimi çevirmişim yüzüne..
Bakıyorum
Utanmadan.
..
Tükendi gençliğim karanlıklarda,
Çılgın fırtınalarda ve yağmurlarda;
Güneş bazan açtı, kapandı derhal
Bahtımın yazgısı karanlıklarda;
Öyle harap ettiler ki gönül bahçemi
Dallar hep kırıldı, yapraklar yerde
Kuytularda birkaç meyvesi kaldı...
..
Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?..
Küskün duruyorsun.
Bir şey kuruyorsun.
Seyrinle ıyan et bana, ilhâm ile söyle:
Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?..
Anlat; bu tahavvül neye etmekte delâlet.
Vaktiyle ederken bu havâliyi zılâlin
..
Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon'dan, André Breton'a, Henri Michaux'ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyle yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısmdayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.
Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin meydana getireceği şiirlerle, mısralardan meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum. Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değli, kelime bloklarıyla oluyor. Oysa Braque'm resim üstüne söylediklerini şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek diyorum ki: Şiirde asıl olan 'hikâye etmek' değil, kelimeler arasında kurulacak 'şiirsel yük'tür; Braque'm lafıyla anekdotik değil, poetik. Çıkış noktamızı buradan alırsak, dosdoğru, folklorun şiir için kaçınılması gereken bir tehlike olduğu sonucuna varabiliriz. İşin nedeni şurada: Halk deyimlerinde yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki, bu kelimeler zaten kıpırdamaz bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden almışlardır. Orhan Veli kuşağı şairleri yenilikten sonra daha çok dilin görünür imkânlarını denediler. Bu arada Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Köşelere takılıp kaldılar. Oktay Rifat 'sanat endüstrisi' pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi'ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.
Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanım şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, 'Kızılırmak Kıyıları'nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.
O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. 'Kızılırmak Kıyıları'nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi salt Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya neyse!) İkisi birbirini tamamlıyor, ikincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı, ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı. Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan'a, Emrah'a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum. Hem Max Jacob'un kaprislerini, hem Jules Supervielle'in incelikli mısralarını bir arada barındıracak folklorun alnını karışlarım ben.
..
Herkesin nefsidir kendine düşman
Senin de var ise andan hazer ol
Ömrün ahirinde olursun pişman
Doğru gez imandan dinden hazer ol
Cellat gelir alıcıdır canını
Harap eder yağmalar dükkanını
..
Mecidiye küstü metelik düşman
Zaten lira ile aramız yoktur.
Her kuluna bir dert vermiş Yaradan
Açıkta görünür yaramız yoktur.
Aşkın kâseleri şimdi esildi (eksildi)
Nefis turab oldu yere basıldı
..
Sebep ne ki bana düşman olursun
Seni dinsiz seni imansız seni
Bir gün ettiğine pişman olursun
Seni merhametsiz amansız seni
Görmedim sen gibi çağlayıp akmaz
Görmedim sen gibi durulup akmaz
..
Kevser havuzuna dalanlar,Ölmezden öndün ölenler
Nefsini düşman bilenler,Konar tuba dallarına
Alem düşman olur ise,Beni dost'tan ırımaya
Dost kanda ise ben anda,Düşmanlık arımaya
Dost ehli bizim ile hem,Dost burdadır bize ne gam
..
Batılı toplumlar, kendilerini yönetenler tarafından derin bir siyasi uykuya yatırılmışlardır. Dünya meseleleri umurlarında değildir, varsa yoksa kendi standartları… Hayatları, yükselen benzin fiyatlarına ve Wallmart’ın borsa hisselerinin gidişatına endekslidir. New York’ta elektrikler kesilirse kıyamet kopar. Ama işin tuhaf yanı şudur ki, New York’ta elektrikler kesilmeden yıldızları göremezsiniz. Yıldızları görmeyen insanlar, dünyanın öbür ucunda evine aç ve işsiz dönenleri nasıl görsün Allah aşkına! ?
Bizim topraklarımızda ise, yoksulluk ve zulümle travmatize mecburi bir politik tutum vardır. Doğuda, evinden çıkıp sokak aralarına giren hemen herkes çok kısa bir süre sonra politize olur. Sizin yerinize hakkınızı savunacak partiler, dernekler, örgütler hâsıl olur. Pişirilmiş fikirler, organize eylemler, mecburi kutuplaşmalar servis ederler size. Siz de, üzerinize yapışan ergenliğinizden bir seçim yaparak kurtulma imkânı bulursunuz. Sonrasında, ötekine körleşip iyice sağırlaşarak insanlıkla bağı bir çırpıda kopartılmış kavramların kiralık katiline dönüşüverirsiniz.
Yanlış, size hazır sunulandan yemenizle başlar. Siz, yediğinizin ilk halini görmedikçe ve onu kendiniz pişirip kendinize servis etmediğiniz müddetçe o yanlış düzelmez. Allah’ın defaten tekrar ettiği “akletmez misiniz? ” uyarısı da tam olarak bundandır. Çünkü akıl, yollarınızın inşası için bir kılavuzdur. Eksik bıraktığınız, aceleye getirdiğiniz her nokta, sizi başkalarının aklına hizmet etmeye zorlar. Bir gün eve dönersiniz, posta kutunuzda fatura! Öyle ya, yanlışın bedelsiz bırakıldığına şahit oldunuz mu hiç! ?
Öyle bir seçim yapmalıyız ki, karşımızda zalimden gayrisi bulunmasın. Ne ırkı, ne inancı, ne milliyeti bizi bağlamasın. Öyle bir seçim yapmalıyız ki, mazlum hatırımızdan hiç çıkmasın. Mazlum ki, mazlum olur olmaz neye dâhil olursa olsun bizim emanetimiz! Bana kalırsa bu, aklın hakkını vermektir. O hazır sunulan fikirlerin ilk haline dönmektir. Adem’in şerefine secde etmektir.
..
Almanya unuttun mu seni sen?
Demokratik insancıldın hani sen!
Hele düşün hatırlarsın dünü sen!
İlk geldiğim zaman bando çaldınız,
Neden şimdi bana düşman oldunuz?
Ne bilirdik, nerden haber aldık biz?
..
Davran Kırat davran, yokuşa davran
Yokuşun başında soyuldu kervan
Düşman karşısında ne yapsın savran
Estir Kıratım es, yare gidelim
Dost, düşman içinde sıla edelim
..
İnsan dedikleri bir dağa benzer
Duman düşman olur yel boyun eğer
Bülbül olsan bile gönül bağında
Diken düşman olur gül boyun eğer
Merhametsiz yara sarılamazmış
Ecel yetişince durulamazmış
..
Diyarbakır, bence dünyanın en politik kentidir. Sokak aralarında, kıraathanelerde, eviçlerinde insanlar durmaksızın siyaset konuşurlar. Doğdukları andan itibaren, devletin asimilasyon projesinin bir parçası olmanın gereğidir bu. “İki ayrı dil, bir vatan toprağında yan yana durmaz! ” diye hangi İngiliz kandırmışsa artık cumhuriyeti, kardeşliği sekteye uğratmaya yetecek ne varsa yapıldı şu geçtiğimiz asırda. Her iki taraftan da ölenler intikama çaldılar. Düşmanlık peyda oldu birbirini tanımayan insanlar arasında. Mesela çoğu Trakya insanı, ancak askerlik vesilesi ile tanıdıkları doğu insanına karşı, medyanın soslu provokasyonuyla beraber, neredeyse nefrete varacak denli doludurlar. Kürt sözcüğüne zerre tahammülleri yoktur. Ve önyargı ummanını geçip kalplerine ulaşabilen doğuluları büyük bir hayretle karşılarlar. Ama bu durum Einstein’ı teyit edecek bir biçimde önyargılarını parçalamaz, karşısındakini asimile olmuş bir Kürt olarak görmeyi yeğlerler.
Düşmanlık duygusu, bir insanın yüreğini kine ve nefrete doğru bileyledikçe, bir noktadan sonra varlık emaresi olarak kendini gösteriyor. Demem o ki, kendini tanımlamanın bir yolu oluveriyor birine düşmanlık etmek. Sonra o düşmanlık duygusu gruplara, bölüklere, ırklara dair bir duygu olmanın yolunu tuttuğunda; genellemelerin pençesinde can çekişen bir insanlık resmi çıkıyor önümüze. Amansız bir Siyonizm düşmanı olmam, beni bütün Musevilere düşman eder mi sizce? Tıbbiyede en yakın iki üç arkadaşımdan biri Museviydi. Niçin bir grup insanın yaptığı zulmün faturasını, aynı ırktan başka insanlara çıkarayım ki? ! Bu benim insanlığımdan feragat etmem manasına gelmez mi?
Milliyetçiliğin açmazı, tam olarak burada yatıyor işte. Bir insanın milli duyguları olabilir, bunda hiçbir beis yok. Hepimiz yaşadığımız toprağın şekil verdiği insanlarız, sevdiğimiz bütün alışkanlarımızı bu topraktan devraldık. Kendi adıma, standartları yüksek bir başka ülkede bir ömür yaşamayı, orada peşimi asla bırakmayacak olan yabancılık duygusuna binaen asla istemem. Beni tamamlayan şeyler; tarihin yarıklarından sızarak, kültürlerin etkileşimlerinden sentez edilip, yüzlerce yıllık bir maceranın imbiğinden geçerek damıtıldı.
Şimdi kendimde ve etrafımda sevdiğim ne varsa, bu topraklarda yaşayan ve yaşatılan bütün hikâyelerin bunda payı var. Bu açıdan bakıldığında milliyetçi biri gibi gözüken ben, artık bu kelimenin anlamının sevgi cümleleri ile şerh edilmediğini dehşetle fark ederek oradan hemen uzaklaşıyorum. Milliyetçilik, yazının başında ifade ettiğim gibi, düşmanıyla kendini tanımlayan bir hal aldığına göre, düşmanlık duygusunun bina ettiği bir şerhi niçin ismimin yanına koyayım? ! Düşman edinmek için mi! ?
..
Susmuş bütün diller gerçekler susmuş
Büyüyor şehveti karanlıkların
Bencil türküleri duyulur şimdi
Güzele düşman yaratıkların
Güzele düşman yaratıkların.
..
Çokları duymuyor diye
Azıma düşman oldular
Gitara uymuyor diye
Sazıma düşman oldular
Neden ey Köroğlu neden
Yoksa Nigar mı bilmeden
..
Ehli Beyt’e düşman Ali’ye düşman
Muhammed’i sevdim dese yalandır
Pirim Hacı Bektaş Veli’ye düşman
Muhammed’i sevdim dese yalandır
Ali’yi seveni öldürüp asan
Kerbela’da İmam Hüseyin’i kesen
..
Zaman dedikleri
Düşman gibi ilerliyor torunum
Göz açip kapayinca
Sen yedi yaşina basarsin
Ben su içinde yetmişi omuzlarim
..
Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer...
Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !
..
Bu meseldir söylenir halkın dilinde dâ’imâ
Dinleme düşman sözünü umma avratdan vefâ
..