yenilmek mesele değil
ilham eder bir daha denemeyi
balta yemiş bir ağacın
sürgün vermesi gibi
tekrar yöneliyoruz imkansızın günün
..
Bir parça kar beyazı bulut mu
Gök mavisi mendil mi anısı olan
Savaktan akan serin sular mı
Git getir usulca yarana sar
Eksilmesin başucundan memleket
Kuşattı mı bütün yolları harami
..
Haramsız mal azaldı, haramzade çoğaldı
Bu çağda helâl yemek büyük cesaret ister
İnsanı sıfatıyla anmak geride kaldı
Domuza domuz demek büyük cesaret ister..
29 Ekim 2005
..
Şeyh-i Ekber diyor ki: "en büyük makam hayret"
İki bir, iki eder demek bile cesaret....
..
1
Cesâret kalbim, cesâret!
Sustun bütün kış, ürktün kırılmaktan;
Çok gerilerde kaldı derken kar,
Sonra bahar
Ve Temmuz geçti.
Yasımız duruldu, coşkumuz geçti...
..
Öyle yalnız kaldım ki hayatımda
Kimi gün öldüm kimi gün ilah oldum
Çok zaman annemin dizlerine hasret
Koydum başımı kendi dizlerime
Doya doya ağladım
Paylaşırsa dost paylaşırmış
..
Gece uykusunun en derin yerinde, keskin bir ısırışla fırladım. Elektrik düğmesini çevirdim. Karnı patlayacak kadar taze kanla dolu bir tahtakurusu, odayı bir anda dolduran göz kamaştırıcı ışık içinde, ne yapacağını, nereye gideceğini, nasıl saklana- cağını bilemeyerek, sırtında koca yükle yakalanmış bir hırsız telaşıyla, beyaz örtülerin kıvrımları arasından aptal aptal kaçıyordu.
Küçük böceğe dokunmadım ve çetin talihi, müthiş cesareti hakkında hayretle düşünceye daldım:
Hiç şüphe yok ki, arslan bile, bu bir kahve damlası kadar küçük hayvandan daha fazla cesur değildir. Tırnakları hançerlerden daha kesici, dişleri en müthiş kılıçlardan daha delici, sesi gök gürlemeleri gibi hava tabakalarını dalgalandıran, kuyruğunun her vuruşu yerleri sarsan koca arslan için, boş çöllerde ince ayaklı ceylanlar ve güçsüz öküzler boğazlamak bir iş mi?
Her hayvanın avı, kendisinden daha küçük daha korunmasız bir yaratık iken, tahtakurusunun gıdası, kendisinden bir milyon kez büyük, güçlü olan insanın derisi altındadır. Ne ağlanacak talih!
..
Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer...
Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !
..
Otobüste sevgi yoktu. Orada herkes kendine ve birbirine düşmandı. İşte bu yüzden otobüsteki insanlar birbirlerine en kötü yüzlerini göstermekten çekinmiyorlardı. Şoför en acımasız tavrıyla yolcuları durmaksızın azarlıyor, genç öğrenci başının dibinde artık ayakta durmaktan gücünü tüketmek üzere olan yaşlı bir kadını görmezlikten geliyor; genç bir adam adeta bütün gövdesiyle, önündeki kızı habire sıkıştırıyor, açıkçası cinsel tacizde bulunuyor; üstü başı pis, üstelik kendi kendisine konuşuyor diye yaşlı bir adamın yanına kimse oturmuyor; gençten biri yanında kendisinden biraz daha kısa boylu birinin üzerine neredeyse abanıyordu. Bir sivil polis önünde oturan iki öğrencinin neler konuştuğuna kulak kesilmişti. Bir başkasının ayağına basan sonra asla özür dilemediği gibi ayağına bastığı kişiye adeta, “ayağımın altında ayağının ne işi var” der gibi bakıyor, herkes herkesi olup olmadık zamanlarda suçluyor ve aşağılıyordu... Evet, bu otobüste sevgi yoktu! ..
Bir duraktan genç bir kadınla, dokuz on yaşlarındaki oğlu bindi, otobüse... Kısa bir süre sonra avını bulmuş bir avcının heyecanıyla, “biletini at hanım” diye bağırdı bizim şoför. Genç kadınsa utanarak yolcuların arasına saklanmaya çalıştı. Şoför yine: “Biletini atmadın, bak kafam bozuluyor artık” diye öfkeyle çıkıştı. Biraz daha gittik ama çok geçmeden genç kadın ağlamaklı bir ses tonuyla: “Durun... Lütfen, burada inmek istiyorum” dedi. Otobüs durdu. Kadın, yanında çocuğuyla durak dışında, öylesine bir yerde indi aşağıya. Bu defa yüzünü örtmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Oğlu ise annesine sarılıp: “Anne ağlama, ne olur ağlama” diyordu habire. Otobüste ansızın bir sessizlik olmuş, herkes nefesini tutarak bu olayı izliyordu. Bu genç kadının varlığıyla kötü bir düşten uyanmış gibiydik. Oğluna sarılıp ağlayan bu genç anne yıllardır bastırdığımız duygularımızı hatırlatmıştı sanki bize.
Ve hemen sonra hiç beklemediğimiz bir şey oldu: Şoför otobüsün el frenini çekip aşağıya indi ve kadınla çocuğun yanına gitti ve onlardan özür dilemeye başladı. Duyuyorduk, şoför ağlayan kadına yaptığı işten çok bunaldığını, geçim sıkıntısı çektiğini, trafiğin ve yolcuların sinirlerini harap ettiğini, demin yaptıklarından pişman olduğunu söylüyor ve biletsiz olsa bile -ki şu an bu hiç önemli değildi- genç anneyi otobüse davet ediyordu. Genç kadınsa biraz önce çok aşağılandığını, çok utandığını, bir daha o otobüse binemeyeceğini söylüyordu.
Otobüsün durduğu yerin biraz aşağısı deniz kenarıydı ve hemen oracıkta bir çay ocağı ve gökyüzü renginde masa örtüleri bulunan masalar vardı. Güneş ve rüzgâr bu çay bahçesini soylu bir neşeyle kucaklıyordu. Genç kadın çocuğuyla beraber biraz olsun soluk almak ve dinlenmek için bu çay bahçesindeki masalardan birine oturdu. Gözyaşları dinmişti. Şoförse onu bırakmıyor, yanına diz çökmüş özür dilemeye devam ediyordu, işte ne olduysa bu andan sonra oldu. Herkesin yüzü aydınlandı ve ortak bir kararla gideceğimiz yerlerden vazgeçip otobüsten indik, adeta koşar adım gökyüzü rengindeki örtülerle örtülü masaların olduğu çay bahçesine gittik. Genç kadının yanına diz çöken şoförün omuzuna vuran güneş ışığı, genç annenin o unutulmaz masum yüzü defalarca içimize işlemişti. Sanki birbirinden çok, ama çok farklı insanların içinde ne gariptir ki aynı ortak ses: “Artık yeter, bunca kötülük, bunca duyarsızlık yeter” diyordu.
..
Cesaret etmek ve gürültü yapmak
Herşey renktir devinim patlama ışık
Yaşam çiçek açar güneşin pencerelerinde
Eriyor tadı ağzımda
Olgunlaştım
Ve düştüm yarı saydam yollara
..
Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer...
Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !
..
Atalarımızın çok güzel bir atasözü vardır. Evet, çok büyük bir atasözü 'Cesaretin bittiği yerde esaret başlar.' diye. İşte bu söz, çok açık bir şekilde insana büyük bir mesaj veriyor; yani kısaca bizlere cesaretiniz yoksa, toplum, ülke, devlet, birey olarak o zaman siz esaret altına er veya geç girmeye, sömürülmeye mecbursunuz diyor. Dikkat ederseniz 'cesaret' kelimesinde 'esaret' kelimesi de gizlidir.
Cesaret, Yüce Allah'ın insana bir rahmeti ve lütfudur. Cesaret, rızkı genişletir ve insani rahata kavuşturur. Cesareti olmayan insanlar, bunu bilemezler.
Bugün; vizyonu, hedefi, projesi, kendi fikirleri olmayanlar bu dünyadaki bütün insanlar ve bütün devletler için geçerlidir, yarının sömürge olma yolundaki adaylarıdır. Cesaretli yaşamak, onurla yaşamak demektir. Cesaretsiz bir hayat, her gün esaret altında inlemektir.
Günümüzde sömürülen devletlere söyle bir bakınca, cesaretten yoksun oldukları hemen gözlemlenebilir. Dünyada insanlar, bazı gerçekleri görebilmek için öncelikle kendilerini çok yönlü yetiştirebilmeleri gerekir. Tek taraflı eğitim ve düşünce sistemiyle insan, olayları tek taraflı görebilir ve yorumlar. Bunun icindir ki herkesten dünyada olup biten olayları ve gerçekleri kavrayabilme yeteneğine sahip olmasını bekleyemeyiz. Ancak hedefi bilen ve görenler, hedefe doğru gidebilirler.
..
Cesaret bazen uçurumun kenarında durup hayatı seyretmek,bazen hiç tanımadığın biri için gözünü kırpmadan tehlikeye atılabilmek ve bazen de kendi mutluluğundan ödün vermektir.Belki bunların hiçbirini yapmadım ama ben en büyük cesareti seni sevmekle gösterdim; çünkü seni sevmek bütün benliğimden vazgeçmek ve zor olduğunu bile bile kalbinin bana ait olmasını istemek.
Peki ya sen ne kadar cesursun? Bir sünger çekebilir misin eski aşklarına,sevmeyi deneyebilir misin beni? Ama öyle sırf adı sevmek olsun diye değil; yüreğin titreyerek,rengin solarak,kalbin yerinden fırlayarak.Hiç sanmıyorum o kadar cesur olabileceğini.Sevildiğini farkedemeyen böyle bir sevgiye cesaret edemez ki.
Boşver sen,cesaret bende kalsın.Sen sadece kalbini uzat yeter.Ben onu doldurmaya da cesaret ederim.Ama sen onu da yapamazsın ki o kalp başkasına aitse eğer.En iyisi bırak herşeyi.Benim kalbim ikimize de yeter.Tek sen gelme cesareti göster!
..
CESARET
Gözlerimden süzülen,
Üç beş yaş ta, cesaret.
Yaşlarımda süzülen,
Üç beş göz de cesaret.
Cesaret;
..
İlköğretime başladığımdan beri bir okuyoruz en iyi anlaştığım kişi ve sevdiğim. Ama nedense hiçbir zaman söyleyemiyordum ona sevdiğimi. Hep okulda ve okul dışında bir olurduk. Normal iki arkadaş gibi dolanırdık.
Ama ben yinede cesaret edip söyleyemedim ona sevdiğimi. Okulda her zaman bir yardım istediğinde hemen koşardım yanına ve gerekeni yapardım ve teşekkür eder bir kez de öperdi. Hiçbir zaman da diyemedim ve diyemeyecem galiba sevdiğimi. Bu sır benimle bir mezra kadar gidecek galiba. Sonunda okullarımız bitti. Yinede her zaman görüşüyorduk ama ben hala cesaret edip söyleyemedim sevdiğimi. Sonunda benim askerlik zamanım geldi ve askere gittim geldim yine görüşmeye devam ettik. İkimi zinde evlenme çağı gelmişti ve yinede cesaret edip söyleyemedim. Sonuna başkasıyla evlendi. Ben yemin ettim ve evlenmedim ondan başkasına bu kadar âşık olacağıma inanamıyordum. Beş sene geçmeden ölüm haberini aldım cenazesine gittim ve evinde bir günlük buldum. Günlük benim tek aşkımın günlüğüydü. Şöyle yazıyordu.
Onunda bana karşı güzel duyguları varmış. Ama oda bana söylemeye çekiniyormuş. Bu günlüğü okuduktan sonra çılgına döndüm ve pişman oldum.
Sevgili okurlarım erkeğe ne olduğunu merak ediyorsanız bende bilemiyorum. Ama öldürmek istemiyorum haberiniz olsun.
..
Aşk biraz da cesaret işidir, cesaret ise sevenin sermayesidir.
Aşık seviyorum deyip te cesur olmazsa iflasın eşiğindedir.
..
Bu yaştan sonra seni,
Sevmek cesaret ister.
Aşk denen o ateşi,
Yakmak cesaret ister.
Beden eski, kalp yorgun,
Beniz soluk, ruh durgun.
..
SEVMEYE BİRAZ DA CESARET GEREK
Gün gelir ilk defa aşık olursan
Sevmeye biraz da cesaret gerek.
Kalbinde gizlenen yüzü bulursan
Sevmeye biraz da cesaret gerek.
..
Sana bu düşkünlüğüm acizliğimden değil,
cesaretimdendir.
Cesaret işi, bir kez yaşanacak bir yaşamı bir kadına adamak.
Cesaret işi, bulutlansa gözlerin yağmur olup yağmak.
Koparıp güneşi yerinden gözlerine serişim,
Alıp bütün kır çiçeklerini gönlüne serpişim, cesaret işi.
..
Çok bekledim kapında, ışık sönene kadar
Bir kez olsun çalmaya cesaret edemedim
Kavga ettim kendimle eve dönene kadar
Geri dönüp gelmeye cesaret edemedim
Belki de sanıyorsun seni hiç aramadım
Ar edindim kendime kimseye soramadım
..