bu çocuklar kadar olamadık
Eşit şartlarda, sevgi dolu yaşayan insanlarla dolu bir dünya. Güzel, doğru ve ütopik düşünceler.
Bin dokuz yüz doksan altı yılının ekim ayı. Bıçak gibi kesen soğukta ve soğuktan kızarmış pancar suratıyla okuyor, düşünüyor ve yazıyorlardı. Savundukları bir düşünce vardı ve bunu en insani yönü olan, insanları karalamadan yazmak olduğuna inanıyorlardı. Yazıyorlardı, güzel ve ara vermeden yazıyorlardı; ama insanca olan üretkenliklerin paylaşınca değer bulduğunu görüyor ve biliyorlardı. Paylaşmalıydılar güzel olduğuna inanarak yazdıkları düşüncelerini. Yaşadıkları dönemdeki yaşadıkları ülkenin düzenini de onamaları olası değildi çünkü duvardan düşüp öldüğü söylenen gazeteci, diri diri yanan otuz yedi insan, kamyon, gencecik üç insanın ve on yedisinde yaşı büyültülüp yağlı iple tanıştırılan bir ülke. Her hafta o çete bu siyasetçi iğrenç ilişkileriyle gündem değişen ve Mumcu ve Kışlalı ve Nesin isimlerinin ölümsüzleştiği bir ülke. Hani bir gerçek, tek gerçek diyalektik dedikleri ülkelerinde gerici zihniyetlerin bin dört yüz yıl geriye gitme aptallıkları. Ortak yazdıkları şiirde vardı gerici zihniyetlere.
mollaya
her sözünde müslümanlıktan dem vurma
ibadette kabahatte gizlidir molla
menfaatine dokunana hemen kin tutma
kin ibadetin zıttı dır molla
daldan dala konup durma
külden iplik yapıp yumak sarma
balı zifti birbiriyle karma
için dışın kirlidir molla
çalışan helal eder parasını
müfsitliğinle açma halkın arasını
kim görmüyorsa yüzündeki karasını
cemaat önünde bellidir molla
elifi mimi kafi kefe etme
işkembenden boşuna laf etme
dünyadan müslümanlığı yok etme
allah ile kul arası doludur molla
aklınla iyiyi doğruyu güzeli seç
ilim kendin bilmektir özüne geç
özün sözün bir midir başkasını vazgeç
doğru çalışmak allah yoludur molla
üzümler tutmamış küf bağlamış niye
benden şarap yaptınız içiniz diye
çalış çok çalış yetişmek için medeniyete
bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur demişler molla
Öyle ki, bu şiirden sonra dini konularda hiç ama hiç konuşulmaz olmuş. Somut, gerçek ve en güzel olan insan var. Bu memleket bizim diyenin elinden alınan memleket hakkı. Geçmişte binlerin kanıyla yoğrulup, milyonların umutlarıyla ve onunla ve bununla ve Mustafa Kemal’le kurulan cennet bir ülkede bu düzeni onamazlardı. Özgürlükler içinde sınırlı seçeneği yaşıyorlardı. Genç, kanları kıpır kıpır ve anarşizmi az bulacak kadar anarşizm yansımasıydılar. Yani devlet, yani kural, yani kanun tanımazlardı. Yaptıkları her hareket güzelden, sevgiden yanaydı. Aynı düşünceleri paylaşan yirmi sekiz Kadıköy genci tüm resmi işlemleri -zorunluluk- bitirerek “Gerçeğin Sesi” adında bir dergi çıkarmaya başladılar. Kadıköy gençlerinin güzellikleri Kadıköy’den kaynaklanıyordu belki. Güzel bir sahil semti Kadıköy. Yeşilliği, çok samimi sanatçıları daha doğrusu halkıyla bütünleşmiş sanatçılarıyla üretken, sevecen bir yer. Her gün, bin dokuz yüz doksan altı verileriyle üç milyon insan geliyor ve gidiyor Kadıköy’den. Gerçeğin Sesi, bu zorunluluğun etkisi de olsa gerek teknik ve içerik olarak çok güzel bir dergiydi; ama sömürgen, asalak insanların çıkarlarına ters geldiği ve ulaştıkları kitlenin çığ gibi büyümesi rahatsızlık yaratıyordu. Pusuya yatmış kurtlar ufacık da olsa yanlış bir davranışı büyütmek ve bu gençlerin, güzelden yana üretimlerini engelleyip karşılarında engel kalmaması için bekliyorlardı. Kadıköy gençliği için üretim dolu, sevgi dolu ve yaşamdaki güzellikler için umutların gerçekleştiği bir dönem başlamıştı. İnsan ürettikçe vardı ve başarı başarıyı getiriyordu. İki ayda bir, ayda bir derken dergi haftalık olmuştu ve dolu doluydu. Yeni sayısı çıkarma uğraşında son anlardı.
Dükkan sahibi sakalı var bıyığı yok olan Recai beyefendi büroyu boşaltmalarını istedi. Oysa kirayı gününden önce yatırıyor, elektrik, su, doğal gaz ve hanın aylık giderlerini zamanında ve aksatmadan veriyorlardı. Nedenini soramadılar ve Kadıköy sahilden çok acele buldukları Modadaki yeni büroya taşınmaya başladılar. Kalabalıktılar, komün al yaşamı benimsemiştiler ve herkes bir eşya götürdüğünde yarım saati almamıştı taşınmaları. Dergilerinin yeni sayısı güneşin göz kırpmasıyla düşünen ve ulaşabildiği herkese götürülmek üzere hazırdı. Akşam 18:30 da yeni bürolarında toplantıya çağırılmıştı pırıl pırıl yirmi sekiz dergi çalışanı.
memleketim
hakkını isteyen bir ananın
polis tarafından copla dövülmesi
sığınılacak bir gecekondunun
belediye tarafından yıkılması
düşüncesinden dolayı
asker tarafından çıplak beden olması
ve bunlara karşı çıkanın
işkenceyle yok edilmesi
işte memleketimdeki günlük yaşam
memleketim
Bilgiliydi dergi çalışanı gençler. Tartışırlardı 68 kuşağını, Deniz Gezmiş’i,
Sovyet devrimini. Eşitlikçi, özgürlükçü, sosyalist tabanında düşünceli gençlere kötü sürprizin üç saat önceki konuşmaları. Konu Deniz Gezmiş!
Kadıköy’ün anarşist ve zararsız gençleri önce coşkuyla, sonra şaşkınlıkla ve upuzun saçlarıyla büroya giriyorlardı. Şarkılar söyleyerek ilk adımlarını attıklarında, tanımadıkları uzun bıyıklı ve çilli suratlı insanlar, ürkütücü ve kalın sesleriyle kötü adamlar yerlere yatırdı Kadıköylü gençleri. Bu davranışın nedenini bilmiyorlardı. Büroyu boşaltın dedi, boşalttılar, onamasalar bile kanunen dedi, tamam dediler. Sömürgene karşı çıkan bir eylemde bulunmadılar. Biz seviyoruz ve sevgiye engel olan her şeye karşıyız dediler. Özgür dediler ve tanımını koydular; başkalarının özgürlüklerini engel olmadan özgürlük. Yerlerin temizliği bitmeden ve yağmurdan çamur olan ve tanımadıkları uzun bıyıklı, çilli suratlı ve ürkütücü ve kalın sesli kötü insanların ayaklarına kapanır gibi yerlerde olmalarına anlam veremiyorlardı. Neden diye sorma girişimlerine gösterilen kara bir cop. Kurşuna dizilecekler gibi teker teker ve yavaşça duvara birbirlerine değmeden dizilmişlerdi. Eller yukarı denildi, anlamadılar. İki gün önce gittikleri kovboy filminde şerif aynı sözleri söylemiş ve eller yukarı kaldırılmıştı. Güldüler ve ellerini havaya kaldırdılar. Gençlerin en ufak boylu, güleç yüzlü, bilgili ve güzel konuşan sarı fare lakaplının ellerini havaya kaldırmasıyla kalemi yere düştü. Kulakları sağır edercesine kahkahalar kötü adamlardandı. Gençler bu kahkahanın böylesine içten ve aptalca olmasının nedenini anlamamışlardı. Yüzleri turşu yemişlere benzemişti. Aşağılayıcı gözler ve mimikler kötü adamları kızdırmıştı. En uzun bıyıklı bozuntuya vermemiş gibi;
Yazarak adam mı oluyorsunuz lan. Ne o gözlükler, V.İ.L miydi yoksa Che mi?
Alışmışlardı anlayamamaya, sessiz kalmak ortak karar gibi sessizlik hüküm sürüyordu. Kimlikleri çıkarın dedi hiç konuşmayan babacan tavırlı adam. Bıyıkları ve çilleri de yoktu. Her nedenle olursa olsun kabul etmedikler askerlikte verilen emirlere uyan erler gibi eller cebe doğru beraber hareket ederken dayı dedikleri en çirkin ve kötü adam bağırdı;
- Durun.
Çok korkmuştu gençler, ne olduğu konusunda tahmin yürütmeleri olanaksızdı. Ellerin yine havaya kaldırılması dayı denen en çirkin ve kötü adam tarafından emredildi. Bu defa şaşırmamışlardı; çünkü onlar için şaşkınlık yaratan olaylar olağan şeyler ki sürekli oluyordu. Bıyıksız babacan tavırlı genç adam baştan başlayarak gençleri ve çantalarını aramaya başladı. Neler çıkmadı ki içinden. Makyaj malzemelerinden köşe yazılarına, cinsel malzemelerden klasik müzik CD lerine hatta cımbızından aynasına kadar her şey vardı. Üzerleri aranırken şakacı bir arkadaşa sıra gelmişti. Yirmi iki yaşındaydı ve yüzü hep güleçti. Şaka yaparken zaman, insan önemli değildi onun için.” Ellerini kaldır”, dedi, uzun bıyıksız babacan adam. “Kaldıramam”, dedi, şakacı. Kaldır ellerini lan dedi uzun bıyıksız babacan adam, ya beni aramasın dedi şakacı ve sinirlerin gerginleşmesinden dolayı ellerini kaldırdı. Üzerini arayan eller beline değdiğinde
- Oynama,ananı, dedi şakacı.
Uzun bıyıksız babacan adam ellerini hemen çekti ve tikin mi vardı yeğen, dedi. Şakacı en kötü gülümsemesiyle;
- Yok ama ya olsaydı ne olurdu benim halim, vatandaş muamelesi hı, demesiyle yüzünde beş parmağı hissetti.
Dergi yazı işleri sorumlusu yazacağım bu anıyı dedi.
Gülümseme ve arama sonrası sorguların yapılması için emniyete götürülmeye iki minibüs çağrıldı. Derginin yazı işleri sorumlusu nedenini sordu göz altına alınmanın. Belki de en güzel konuşma geçti ve emniyette öğrenirsiniz yanıtı geldi. Ve önde ve arkada emniyet görevlileri minibüslere doğru yola çıkmışlardı. Esprilerin ardı arkası kesilmiyordu çünkü işlenen bir suç yoktu ama idama götürülen suçlular gibiydiler. Yine şarkılar yine marşlar söylüyorlardı. İtalya da okumuş bir genç gür sesle Çav Bel la marşını söylemeye başladı. Herkesin hoşuna gidiyordu ve emniyet güçleri de alkışları ile tempo tutuyorlardı, ta ki; ”eğer ölürsem ben partizanca”, mısrasına gelene kadar. O nasıl kelime lan dedi birisi ve minibüste sıkışarak olsa da emniyet güçleri ile dolu binaya girerken duydukları bir cümle onları yıkmıştı;
Bu çocuklar kadar olamadık!
Bu çocuklar yani Kadıköy ün okuyan, düşünen ve üreten gençlerinin benzeyecek kadar büyük bir şey yaptıkları yoktu. Seviyorlardı her şeyi ve hatta sevmeyi seviyorlardı. Yoksa son cümleyi, gençleri önce üzen sonra onur e eden cümleyi söyleyen adam ve o adam gibi düşünenler sevmeyi bilmiyorlar mıydı?
Tuvalet denen yere girmeden saat, künye, kolye, ayakkabı bağı ve kravat türü şeyler toparlanmıştı. Nedeni bu gençler için anlamsızdı çünkü toplama nedenleri intihar ve kaçma girişimi engellemekmiş. Kimden ve neden kaçacaklar ya da intihar edecek bir psikolojik rahatsızlıkları mı var bilmiyorlar.
Gece orada kaldılar. Neden yok.
Saat 6:30 idi ve tam on iki saat geçmişti bu rüya gibi saçmalığın üzerinden. Günaydın, dedi herkes birbirine. Aydın olan gün başlangıcı umudu vardı herkeste. Aklına gelene güldü Arya ve anlattı.
- Günaydın. Kaçının günü aydın? Kaçı güne aydın girdi ve mutlu? Yinede günaydın.
Aynı servise biniyorum ama tanımıyorum. Duyduğuma göre kocası hastaymış Ayşe kadının, üç tanede çocuk. Genç bir kadın, yirmi beşinde en fazla, güzelde. Dolgun kalçaları, dik göğsü, uzun bacakları, sarı saçları ve mavi göz. Dudakları kalın, bir afet.
- Günaydın.
- Günaydın.
Hoşlanmıştım her şeye karşı. Bir şans işte dedim ve;
- Çok güzelsiniz.
...
- Evli misiniz?
Sorumun yanıtını biliyorum sanıyordum ama...
- Hayır, bekarım.
Nasıl olur? Üç çocuk, hasta bir adam!
- Bende bekarım.
Söyleme gereğini duymamın nedenini bilmiyordum. Hoşlanmıştım bu güzel kadından. Aşık olmuştum güzelliğine. Evli sanıyordum kendisini, değilmiş. Güneş bir başka parlıyordu sanki, gözlerim kamaşıyordu. Soluduğum hava, içtiğim su... Dokunduğum kadının elleri, hissettiğim bedeni bir başka güzel. İsmi de kendi gibi güzel, Ayşe.
- Sizi evli sanıyordum. Genç yaşınızda üç çocuğunuz var sanıyordum ve açıkça sı üzülüyordum. Dürüst olmak gerekirse, kıskanıyordum size dokunduğunu sandığım elleri, vücudu, kıskanıyordum.
- Bu akşam yemeğe çıkar mısınız benimle?
- Memnuniyetle.
Bu kadar güzel birini mutlu etme şansını elde ettiğim için çok sevinçliydim. Yemek güzeldi, sahilde yürüyüş ve...
Oysa bunların hepsi tek kelime, günaydın.
Özledim o fiziksel güzelliği, özledim yanan elleri, heyecanla çarpan yüreği, özledim kalın dudakları.
- Günaydın.
O sırada şairleri Barış adam içeri girdi ve hadi hazırlanın gidiyoruz, dedi. Şakacı çok ciddi bir şekilde, içeri niye alındık biliyor musunuz arkadaşlar, dedi. Kimse ses çıkarmadı, bunun üzerine şakacıda açıklama yapmaktan vazgeçti.
Sakalsız ve uzun bıyıksız memur yirmi sekiz Kadıköy gencinin yanına geldi ve hepsinin sırtını sıvazlayıp geçmiş olsun yeğenler, dedi. Elinde bir poşet vardı ve;
Hadi alın kravat, kemer, ayakkabı bağı, yüzük ve her neyiniz varsa, dedi.
Gençler malzemelerini aldı ve Arya;
- Kahretsin, yüzüğüm yok, dedi. Dedesinin babasından kalma ve manevi değerinin yanında tarihi değeri olan bir yüzüktü.
- Gel benimle, dedi sakalsız ve uzun bıyıksız babacan tavırlı memur ve depoya götürdü. Hemen yere düşen yüzüğü gördü ve aldı Arya. Gözleri dolmuştu ve ilk kez olumlu bir kelime olarak; sağ olun, dedi.
Sakalsız ve uzun bıyıksız babacan tavırlı memur, sanki bir zafer kazanmış ve bunun sarhoşluğunu yaşıyormuş gibi pis pis güldü ve
- Bizde kimsenin malı kalmaz yeğen, biz sizlerin huzuru için gece gündüz çalışıyoruz, dedi. Gerçi son on iki saattir aydın ve anarşist yirmi sekiz Kadıköy gencinde huzurun kırıntısı bile kalmamıştı. Yerde bir ayakkabı bağı buldu memur ve;
- Bak buda sizlerin. Hadi verelim bunu sahibine dedi ve gitmeye hazır gençlerin yanına geldiler Arya ile. Sevecen bir tavırla ayakkabı bağını havaya kaldırıp;
- Bu kimin yeğenler, dedi. Şakacı tüm yavşaklığı ile gülüp;
- Benim, dedi.
Memur yüzünü limon yemiş gibi ekşitti ve;
- Yine mi sen? dedi. Şakacı ise;
- Yo yo sizin olsun, anı olarak saklarsınız, dedi.
Memur yapmacık bir memnunluk görüntüsü ile ayakkabı bağını cebine koydu. Öğrendiğine göre ayakkabı bağı anısını hala saklıyormuş sakalsız ve uzun bıyıksız babacan tavırlı memur. Elini sıktı şakacının ve;
- Seni kucaklayıp öpmek istiyorum, dedi.
Tiki yoktu şakacının ve yorgundu. Onun için olayı dallandırmadı. Kapı açıldı, boyunlar yana yatmış, omuzlar çökmüş bir şekilde dışarı çıktılar.
Bilgili ve güzel insan gözlüklü sol eliyle havaya el salladı ve bağırdı,
- Hey martı jonathan, biz geldik, ben umut, barış, sevgi, başarı, güzellik ve gelecek. Hoş bulduk dostum, merhaba insan, merhaba doğa, merhaba, merhaba.
Eşit şartlarda, sevgi dolu yaşayan insanlarla dolu bir dünya. Güzel, doğru ve ütopik düşünceler...
Kayıt Tarihi : 6.5.2006 23:10:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

GÜZEL BİR SON.TEBRİKLER. YÜREĞİNE SAĞLIK. TÜLAY İCEN
TÜM YORUMLAR (1)