Hayatımın en zor günlerini burada, yani Gaziantep’te geçiriyorum. İnsanlık buralara hiç uğramamış sanki. Nereye baksam zulüm, nereye dokunsam acı, hasret, hep kahır dolu duygular var. İnsanlıktan nasibini alamayan insancıkların hükmünde günler geçmek bilmiyor. Güneş batıp, gece olmuyor. Saate ne zaman baksam hep aynı zaman dilimini gösteriyor. Deliriyorum...
Artık kendimi unuttum. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, nereye gittiğimi, neler düşündüğümü ve nelerden zevk aldığımı... Hepsini ama hepsini kaybettim. Unuttum yüzümün soğuk bakışları altında. Beni ben yapan neydi acaba? Geçmişte ben nasıl yaşardım. Ne yapardım. Bu şartlar altında olmasam, zorunlu bırakılmasam susmaya, kendi savunmak için ne yapardım acaba. Artık bir yolculuğa çıktım kendimde. Yeniden kendimi bulmak, duygularını keşfetmek adına. Öncesi ile sonrasının arasındaki ince çizgide yürüyerek aşağı hiç bakmadan arıyorum kendimi kendi bedenimde. Biliyorum aşağı baksam çekecek beni derinlere o tarifsiz acılar, işkence yüklü sözler. Biliyorum beni bekliyor aşağıda, beni bugünlere getiren insancıklar, çekiverecekler beni aşağı baksam. Salmayacaklar, izin vermeyecekler kendimi bulmama...Hasretin, özlemin, seninle dolu olan düşüncelerim, pusulamdır önümde. Sana yaklaştıkça kendime daha da yaklaşıyor, senden uzaklaştıkça ise, benliğimle arama setler örülüyor. Seni düşündükçe yolum aydınlanıyor, seni düşledikçe varlığımın sınırlarına yaklaştığımı hissediyorum.
Gel - git lerle aşındım artık. Aramak bana kaybolmaktan daha ağır geliyor. Çünkü her bulmaya yaklaştığımda ayağım tökezleniyor. Tekrar tekrar düşüyorum ve her seferinde kaybedişim bana çok acı veriyor. Bulup bulup yitirmekten bıktım. Ya bulmalıyım sende kendimi, yad artık bırakmalıyım bu anlamsız aramaları. Çünkü her sefer acıyorum. Her sefer boşluğa biraz daha çekiyorlar beni. Biraz daha kayboluyorum bedenimde. Daha fazla yabancılaşıyorum kendime, sana, yaşadığım çevreme. Günden güne solup yok olmaktayım sanki. Artık uyku yok, rüya yok, düşünmek hiç yok. Bizim buralarda insanca yaşamak yasak. Buralarda önceden kim olduğunu bilmek yasak. Unuttuğunda ise aramak kesinlikle yasak. Buralar kurallar ülkesi. Küçük insanların, büyük dünyası. Kendilerini kanıtlama arenası. Buralar bize göre değilmiş sevgili. Buralar bizim gibileri aptallaştırıyor. Köreltiyor. Acımasızlaştırıyor. Buralar bir mezbahana. Et yığınları dolaşmakta başıboş. Aramıyorum kendimi artık çıkmıyorum mavi yolculuklara. Kaldırdım, erteledim her şeyi diğer bahara. Saat 8.35 havada dolunay. Kirli maviliğin arasında parlıyor ışıl ışıl. Kağıdıma düşen ışığıyla yazıyorum. Şimdi burada değil de limanda şehrin ışıklarına karşı, şarabımı yudumlamak isterdim. Ama olsun. Bunun hayali bile yetti şu an. Belki bir dahaki bahara...Hayallerimi de erteledim. Kendimi bir dahaki sezon başına kadar kapattım. (Yüreğimde tadilat Var Kapalıyız)
Alışkın değilsin sen yalnızlığa
Vaktim olmadı acılarımın hesabını tutmaya.
Beklemeye, geri dönmeye vaktim hiç olmadı.
Alıp götürdü beni pervasızca zaman,
Akarak çamurlu bir su gibi hayatımdan...
Yılmaz Erdoğan'ın bir sözü var
Bilmem bilirmisin..
Diyor ki;
''Anladım ki Ağaçlar toprağa acı verdikçe büyüyormuş''
Şimdi düşünüyorum da,
Benim bir ormanım var
Yazmak, konuşamadığım ve yaşayamadığım tüm hazlarıma hayat verebildiğim tek kaynağım oldu. Erişemediğim sevgiliye, gerçekleştiremediğim hayallerime sarılabildiğim, onlara hayat verebildiğim tek gerçeğim haline geldi. Hiç bir şeyden korkmadan, kimseden çekinmeden, isim bile vermeden yaşamak isteyip de yaşayamadığım kahramanlara bürünüyorum. Sevgiliye övgüler, ilanı aşklar ve güzelliğe dair süslü cümleler kuruyorum. Biliyorum okuduğunu, biliyorum beni anladığını… Ve belki bir gün benim gibi yada bana benzer diye ümit ediyorum. Suskunluğunu bozabileceğini, kocaman yüreğine beni alabileceğini hayal ediyorum. Bazen de insafsızca, sanki benimmişçesine sahiplenerek ona roller vererek onun dilinden konuşuyorum. Kendimi kandırmak adına da olsa bazen bu davranışım, ruhuma iyi geliyor. Daha güçlü olduğumu, sevilebileceğimi, ümitsiz olmadığımı hissettiriyorum kendi kendime…
Gözlerimi kapatıyorum. Sonra saatler ardı ardına kaçınca ömrümden, karanlıklar bir bir renklere bürünüyor, kafamın içinde çağlayanlar gibi cümleler, görüntüler… Yaşamak istediğim, ancak yaşamama iznim olmayan her kurduğum cümlemi yaşıyorum. Yasaksız, korkusuzca kocaman yüreğimi açıyorum. Bazen bir deniz kenarı, bazen bir kır oluyor mekan… Bazen bir balkon bazen bir oda… Değişmeyen bir ben bir de sevgili… Bakışları yüzümde... Öyle bir baktığını düşünüyorum ki delip geçiyor beni, öyle bir gülümsediğini düşünüyorum ki içim eriyor, öyle bir dokunduğunu düşünüyorum ki yüreğim yangın yeri… Ellerimin arasından akıp gidiyor saçları, boynu incecik, omuzları geniş değil… Yürüyor mu yoksa süzülüyor mu o an çözemiyorum ama ne olursa olsun hayran hayran izliyorum ince kibar salınışlarını… Özlüyorum bir odadan diğer odaya gidip gelişlerinde hatta abartmak bu ya başımı sağa sola çevirmelerimde bile…Hiç ayrılmasın gözlerimin önünden diyorum. Hayal ya, biteceğini biliyorum ya, kurduğum o büyülü atmosferin birazdan bozulacağını biliyorum bu nedenle özlüyorum…
Gözlerimi aralıyorum akan zamanın ardından, vücudum terli, kalp atışlarımın saniyede kaça vurduğu ise belirsiz. Yüzüm, küçük haşarı çocukların yüzleri gibi güleç. Kimseler görmedi, kimseler göremedi ya hayallerimi, yakalanma korkum deniz seviyesinde ya içim rahat… Sonra doğru cümleleri arıyorum imla kılavuzlarında fakat bulamıyorum. Yüreğimi dinlediğimde, iç sesime kulak verdiğimde ardı arkası kesilmiyor… Anlıyorum ki o an ruhumda yaşıyorum onca güzellikleri. Bazen tek taraflı yaşamaktan sıkılıyor ruhum. Biliyorum ki o da istiyor övgüler almayı, o da istiyor sevginin zerresi de olsa tatmayı… Nasıl bir şeydir diye merak etmiyor değilim. Acaba benim yaşadığım gibi mi her şey, yoksa benim abarttığım kadar yok mu…Devir değişti diyorlar, bunlar öncedendi diyorlar inanmak istemiyorum. Tek olmadığımın düşüncesine sığınıyorum hemen, çünkü çocuğun korktuğu karanlıktan, beter korkarım ben yalnızlıktan…
İlkbahar yağmurları toprağı dövmekte şu günlerde ve her yer buram buram toprak, aşk kokmakta.Gökyüzü sanki; yalnız kaldığım, bedeninden zoraki sürgün edildiğim şehrin rengine bürünmüş. İnce ince yağan yağmur yanaklarımı okşuyor.Yağmur sanki; benden zorla alıkonulan ak pak yumuşacık ellerin gibi...
Artık yavaştan akşam oluyor gönlümün sürgün şehrinde...Bütün objeler birer birer karanlığın ardına gizlenmeye başlıyor. Gece, sanki gözlerin oluyor. Her bir yanımı sarıyor. Nereye baksam, nereye gitsem, sevgi dolu şevkat dolu gözlerini hissediyorum.Yağmur kesilip hava soğumaya durduğunda, üşümeye başlıyorum. Rüzgar çıkıyor senin gittiğin yönden ve rüzgar nefesin oluyor, sen kokuyor mevsim, sen kokuyor gönlümün sürgün şehri...
Dünyanın tüm olgularını seninle anlamlandırıyorum.Doğayı sana adıyorum.Seninle özleştiriyorum ilkbahar mevsimini ve sana doyabilmek adına, tanrıdan çalıyorum zamanı...
İki gün önceydi. Otobüs peronları arasında bedenimi gezdiriyordum, heyecana bulanmış bedenimi. Birazdan saat gelecek ve seni bana getiren otobüsten ineceksin usulca. Yorgun ve ürkek bedenini sergileyerek süzüleceksin gecenin ayazında… Bu Bekleyiş her geçen seferki kaçışlarından daha uzun geldi. Ne gelen var ne giden… Şehrime gelen diğer insanları selamlıyor, senin ineceğin anı düşlüyorum. Bir kahve, iki kahve, üç kahve derken farkında olmadan kafein komasına zorluyordum cüssemi. Saatimin yelkovanı ve akrebi niyeyse yakalamacılık oynamayı bırakmış gibi. Sabit duruyorlar. Zamanın yoruluşunu izlemekten sıkılmıştım. Ağır ağır geçmekteydi. Hala seni bana getiren otobüs görünmüyor ufukta. Biraz daha böyle sürecek olursa ağzımda araba dolusu küfrü şoförün… Derken işte o büyülü an, o bekleyişler, işte o zamanın yorgunluğu, işte o kafein krizlerim bitiyor. Geliyorsun, geliyor seni bana getiren otobüs. Durdu. Işıklar söndü, kapılar açıldı… Bir, iki, üç insan… Bu değil bu değil bu da değil… Ve işte yorgun ve ürkek bedenin kapıda beliriverdi. Ve o bedenini sergileyerek süzülürcesine gecenin ayazında iniverdin. Basıverdin şehrimin toprağına ayağını ve hoş geldin senfonileri çaldı kulağımda… Yüzümdeki tebessüm, içimdeki kıpırtı, yüreğimdeki yangın, ruhumdaki fırtınalar… Tarifsiz bir hal alıverdiler… Hızlı adımlarla yaklaştık birbirimize ve sarıldın, atıldın boynuma. Mis gibi kokuyordu saçların. Yolların, bana gelebilmek için geçtiğin tüm şehirlerin kokusu vardı üzerinde. Üşümüştün. Daha sıkı sarıldım daha da sıkı… Evimize gelmiştik bir süre sonra ve sarılmalara doyamıyorduk. Onca ayrı geçen zamanı boğarcasına birbirimize sığınıyorduk. Gözlerindeki o ışıltı, o özlem yanıkları geçmişti artık. Küçük kalbin hızlı hızlı atmıyordu. Rahatlamıştın. Odamın sen kokmasını, evimin her köşesine kokunun sinmesini özlemişim birde arkamı döndüğümde, gözlerimi araladığımda karşımda seni görmeyi...Gözlerini gözlerime dikmeni… Saatlerce ve hoyratça sevişmelerin ardından sere serpe uzanışlarımız… Hiç bitmeyecek cinsten bir öyküydü bizimkisi… Seyrediyorduk birlikte karanlık odamın tavanındaki ince çatlakları, yüzümüzde masum, utangaç tebessümler… Tenimde, teninden kopan ter parçaları…
Gecenin ertesinde ne olduğunu anlamadığım bir zaman diliminde, huysuzlaştın. İçinde büyük korkular, yangınlar beliriverdi. Gitmek istediğini haykırıyordun. Ama ne olduğunu, neden gitmek istediğini sende bilmiyordun. Sadece amansın bir gitme duygusu kaplamıştı bedenini. “Akşam geldiğimde konuşuruz sevgili” diyerek ayrılmıştım ki evden, çalan telefonda sen, gitmek için her şeyi ayarladığını söylüyordun bana. Durakalmıştım. Bana söylenecek hiçbirşey bırakmamıştın. Sustum ve geri döndüm. Her şeyin hazırdı. Getirdiğin üç beş parça eşyanı koyduğun valizin kapının eşiğindeydi. “Bana bir şey sorma! ” diye tekrarlıyordun. Söyleyecek söz bulamadım. Boynuma ilk geldiğin günkü sarılışından farklı bir duygu ile sarılmıştın. Sondu bu sanki, seni son görüşümdü. Bir ayrılık kokusu vardı havada. Kokmuyordu evim sen, giderken valizine onu da almıştın. Bir son tur atıp geride hiç bir iz bırakmamak için bakındın. Bir parçan kalsın istememiştin bende. Sonra kapım gıcırdayarak açıldı, çıkıverdin kapıdan arkana bakmadan. El dahi sallayamamıştım. Asılı kalmıştı sözcüklerim havada. Susmuş söyleyememiştim onca söylenecek sözüm olduğu halde. “Dur gitme diye haykıramamıştım” gidişinden sonra üstüme çöken yalnızlık bir ağır gelmişti yüreğime. Nikotin komasına girmek istercesine peşi peşine sigara yaktım. Yatağım hala dağınıktı ve hala da dağınık. Senin gittiğinden beri ne yatabildim ne de toplayabildim. Odanın önünden geçerken içeri bakıp iç çekişlerim oldu gecelerce. Ve hıçkırıklarım…
Acıydı bu gidişin, acıydı bu ayrılışın… Başarmışlardı beni senden koparmayı, beni senden söküp atmayı. Beni sevdiğini bilsem de sonu geldi bu aşkında… Tozlu raflarda yerini almak üzere son kez avuçlarımın arasına alıp seviyor, seyrediyorum. Vedaları sevmediğimi biliyordun böyle gidişin belki de bu yüzdendi. Bu aşk, korku, kaygı ve diğerlerinin baskıları ile yıprandı, yaralandı. Her geçen gün ile bir parçamızı kurban ettik geçmişimize… Bu sevgi için kurban edildik… Biz bu aşkı kurban ettik korkulara…
Her gidenin ve her bitenin ardından yazmam adettendir. Yine hazin sonlar hazırlayan kadere dair başımı önüme eğmen çaresizliğimdendir. Ölümüne suskunluğum acımdandır. İçime akıttığım yaşlar saygımdandır…
Sonu olmayan bir aşk, bir hayat, bir yaşam yada bir sevinç göremedim. Bu yüzden her şeyi kabullenip gidişim alışkanlığımdandır. Yaranamadım, sevilmedim, terk edildim gibi olumsuz olgulara yenik düşmemeyi öğrendim. Yaşanması gerektiği kadardı yaşanılması gerekenler diyerek avutuyorum çocuksu ruhumu. Olsun bu da geçer diyerek sıvazlıyorum eğdiğim başımı. Yok kimseye kırgınlığım, dargınlığım… Kusmuyorum öfkemi eskiden olduğu gibi… Anmak gerektiğine inandırdım kalbimi geçen günleri en layıkıyla. Düşlediğinde, gidenin yanında olacağına ve kaldığı yerden devam edeceğine her şeyin. İnandım.
Yokluğu acı verecekse de, görmek istediğinde göremeyeceksen de, sesini duymak istediğinde duyamayacaksan da bileceğim ki hala bıraktığım yerde hayatına kaldığı yerden yeni bir sayfa ve cebinde benden aşırdığı tecrübeleri ile yoluna devam edecek…
Zamanla unutursun dediler..
Alışır boşverirsin herşeyi,
'Boşver' demek kolay olsa gerek!!
Birde bana sorun! Unutmayı,unutulmayı
Boşvermeyi,çekip gitmeyi,düşünmemeyi!
Dün gece,resimlerin arasında yine gördüm onu
Resmine baktıkça,isyan ediyorum Tanrıma..
Neden aramıza aşılmaz yollar koydu diye.
Şimdi çıkıp gelecektim sana
Ellerinden tutacaktım,
Tel tel saçlarını okşayacak,
Bakışlarında,benliğinde kaybolacaktım.
Ramak kalmıştı biraz daha yakın olmama sana, ama olmadı. Ne güzel hayaller, ne güzel ümitler besliyordum penceremin önünde. Ufaladığım ekmek kırıntılarıydı sanki sevinçlerim… Seyrederken dışarıda akıp giden insanları ve baktığım her yüzde seni görüyordum. Ümidim vardı başımı ne yöne çevirsem seni göreceğime, gezdiğim koridorlarda kokacağına kokunun ama yazgı izin vermedi, kursağımda kaldı sevinçlerim… Belki istediğim çok şey değildi ama yine de çok gördü, yazmadı seni yanıma kader. Biliyorum platonik bir senfoni çalıyor kulaklarımda, biliyorum tek perdeli ve tek kişilik bir tiyatro benimkisi, yine de olsun varsın, içimi kaplayan tarifsiz sıcaklık ve bu nedenle yüzüme vuran o utangaç ve mağrur gülüş yetiyor ruhumu okşamaya. Her nedense çok istenilen, yürekten arzulanan her olgu, olmama yolunda ayak diretiyor. Ardı sıra hüsran, ardı sıra hezeyan, ardı sıra tarifsiz bir sızı… Ertelemelere hüküm yemiş gönlüm… İsteklerim o kadar küçük dünyalara aitti ki, sadece aşım olsun misali. Sadece gözlerim görsün, yüreğim yansın razıydım. Bu kadardı mutluluğum ama çok gördü kader… Sense biliyorum, benim bu platonik dünyamın dışında bir üzüntü içindesin. Biliyorum bu da olmadı diye üzülmektesin. Biliyorum ve hissedebiliyorum içinde var olan hayal kırıklıklarını ve tadını alabiliyorum gözlerinden süzülen yaşların... Bu da olmadı, bu sefer de olmadı diye dövünüşlerini… Verilen vaatler, tutulmayan sözlerle örselendiğinde, meydana çıkan o güven duygusunun yıkılışı kadar insanı yaralayan bir şarapnel parçası daha yok. Hissedebildiğim o amansız acını, alıp kaçıramıyorum senden uzaklara, susturamıyorum içinde kopan tarifsiz fırtınaları, omzumu sunamıyorum bir sığınak misali. Platonik bir kargaşa, platonik bir tutku, platonik bir hikâye, tek kişilik drama, tek kişilik bir senfoni orkestrası bu bendeki…
Sendeki yerimi biliyorum ve bu nedenle yaşıyorum gizliden gizliye içimde… Sakladıklarımda saklıyım bunca zaman ve bu sebeple ki sustuklarıma kulak ver beni anlamak için ya da en güzeli bırak, ben istediğim gibi şekillendireyim seni… Kimselere söyleme ne olur. Sus! Kendine bile söyleme, bozma mutluluğumu, alma sevincimi, ruhumu okşayan ellerini bırak üzerimde… Platonik de olsa, uzaktan uzağa da olsa bırak izin ver. Gör ama görme, duy ama duyma, alma benden umudumu…(Nietszche) ”Düşün... Kim üzebilir seni senden başka? Kim doldurabilir içindeki boşluğu, sen istemezsen? Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen? Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen? Kim sever seni, sen kendini sevmezsen? Her şey sende başlar, sende biter... Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme…” ve Murathan Mungan’ın şu dizeleri her zaman etkiler beni. Der ki:
Geldiğimde notun duruyordu masanın üzerinde
Sekizde yatmıştın
Saatime baktım sekizi beş geçiyor
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!