Bazen zaman, su olur akar gider avuçlarımdan. Bazen de katran gibi bulaşıp, çakılır kalır bedenimde. Her saat ve her dakika çırpınır kalbim hasretine; ama izin vermez uçup sana gelmeme zaman. Yalnızım şu insanlık içinde ve yalnızlığım sensin. Uzakta da olsan, konuş benimle sevgili. Sen konuş, rüzgarlar getirir sesini bana, sen savur saçlarını rüzgarlarda, elbet getirir kokunu bana yıldızlar ve gece... Alışamadım sevgili sensizliğe, alışamadım sensiz bu şehre. Gecelere sor, yıldızlara sor ne halde olduğumu, kaç kere yakaladıklarını beni gözleri yaşlı. Ve kaç gece yokluğuna kahredip kendimi yerden yere vurduğumu. Ne düşte nede gerçekteyim. Öyle bir mengene denk geldim ki bazen nerde olduğumu ve kim olduğumu bilememekteyim. Bazen bu hasret öyle ağır geliyor ki bedenime, ruhum sığmıyor içime, çıkıp gitmek istiyor; neresi olduğunu bilmediğim uzak yerlere. Kaçmak istiyor her şeyden. çıkarıp gitmek istiyor ayağındaki hasret prangalarını; ama izin vermiyor zaman. Yelkovan ve akrep katrana bulanıp duruyor.
Anılar uslu durmaz içimde. Kıpırdanıp durur her fırsatta. Pençelerini geçirir yüreğime, kan kızılı rüyalar içinde kalırım. Kan kızılı gözlerimin eşliğinde. Sonra durulur içimdeki kızıl nehirler. Rüyalarım normale döner, gözlerim aklığına kavuşur. Böyle karmaşadır benim gecelerim. Böyle karamsarlık doludur gündüzlerim.
Oturuyorum karanlıklar ortasında. Her yer buram buram ölüm kokuyor. Zaman durmuş, ay ise çocuk saflığında süzülüyor, kadifemsi gökyüzünde. Kalbim mengeneye sıkışmışçasına acıyor. Daralıyorum. Yanıyorum. Günden güne eriyorum. Gören yok halimi, anlayan yok. Kalpler sanki taş. Gözler sanki gardiyan. Ellerde sopalar, dillerde en ağır küfürler... Sana gelmek istedikçe üstüme üstüme geliyor dünya. Üstüme üstüme geliyor eli sopalı bir yığın adam. Kaderimizin bu yazgısı nedir? Nedir bu Tanrının bizden istediği? Nedir bu başımıza verdiği Azraillerin amansız yarışı. İşte sevgili bazen zaman su olur akar gider avuçlarımdan. Bazen de katran gibi bulaşıp, çakılır kalır bedenimde. Her saat ve her dakika çırpınır kalbim hasretine: ama izin vermez uçup sana gelmeme bu devrin, bu yerlerin sahipleri. Kısaca bedenimin efendileri. Yine de sen konuş benimle sevgili. Olsun varsın. Göndermesinler beni sana. Göndermesinler beni kendi dünyama. Azat etmesinler bedenimi. Olsun varsın sevgili zaman geçmek bilmesin. Çırpınsın dursun kalbim hasretine. Yansın içim alev alev. Olsun varsın sevgili. Tanrı çıksın yolumuza, ayrılık yazsın hep yazgımıza. Sen yine de, her şeye rağmen savur saçlarını rüzgarlarda. Şarkılar söyle penceremde. Hem de en damarından, hem de en ağırından gazeller söyle. Sen yine de sevgili bak geleceğim yollara, otur köşe başında sokağımızın. Elbet döneceğim, elbet bir gün beyazlar içinde de olsa, bir tahta kutunun içinde buz kesmişte olsa bedenim bir gün döneceğim doğduğum topraklara. Sen yine de sevgili her şeye rağmen taşla zamanı, küfürler et soluksuzca doğmayan güneşe. Sen yine de sevgili özlemle beklemeye devam et bu sevgi göçmenini. Elbet, elbet bir gün yeniden döneceğim sürgün edildiğim bu yerden yüreğine. Biz aşkı böyle öğrendik, böyle tattık aşkın şerbetini. Bize koymaz çünkü; biz aşkı yollarda, biz aşkı gurbetlerde yaşadık hep. Hep şehirler oldu aramızda. Sen bir başka diyarda ben başka bir diyarda yaşadık aşkın en doyumsuz hazlarını.Uzaklardan beri sevdik birbirimizi. Uzaklardan beri ısıttık birbirimizin yüreğini.
Aşık mıyım ben? Bütün düşüncelerim, bütün yaşantım bu soru etrafında toplanmaya başladı.Ne hissettiğimi yada neyi düşündüğümü yargılar oldum. Gerçekten aşık mıyım ben? Yoksa bu bendeki bana sunulan sevgiye karşılıksız kalamadığım için bir minnet, bir saygı, bir karşılık verme göstergesi mi? Yoksa kendimi ona karşı borçlu hissetmem mi? Onu düşünmediğim zaman dilimi yok denecek kadar az...Sadece geceleri ayrıyız; Çünkü gece yalnızlığımla randevum var o soğuk odamda...Beraber olduğumuz anlarda ise her şeyden soyutluyor beni.O sıcak teni, gülüşü, kokusu; yaşadığım iğrenç dünyamdan alıp başka diyarlara götürüyor.İşte o an yaşadığımı hissediyorum.Yaşama bağlanıyorum.Bana duyduğu o sevgisi içimi yakıyor.Soğuk odam bir anda sıcaklığıyla dolup taşıyor.İşte o an senelerden sonra benimde uyuyabileceğimi, rüyalara dalabileceğimi anlıyorum.O ipek gibi yumuşacık saçları parmaklarımın arasındayken içim ürperiyor.Yüreği gibi tertemiz, saf, ışıl ışıl...Gözlerimi kapatsam yüreği avuçlarımda sanki..O kadar sıcak, o kadar hayat dolu ki...İşte o an yaşamak için benimde nedenlerimin olması gerektiğini düşünüyorum.
Acaba ben aşık mıyım? Ona karşı hissettiğim onca şeyden sonra yanılıyor olabilir miyim? Ya da ne bileyim bir vefa borcu ödeme biçimi mi; benim bu anlayamadığım duygularım? Bu denli soru işaretleri içinde tüm düşüncelerim boğuluyor sanki. Dalıp dalıp gitmelerim artıyor.Yanında dalgınlığım artınca; 'Hayrola! ' dürtüsüyle irkiliyorum.Bana, nedenini soruyor dalgınlığımın! Şaşkın bakışlarıyla basit bir soru cümlesi kuruyor: 'Ne düşünüyorsun? '... Ancak bu basit soru cümlesine verebilecek adam akıllı bir cevabım olmadığı için ben sadece tebessüm edip: ' Seni. Sadece seni' diyebiliyorum. O andaki yüz ifadesini görmelisiniz.Gözlerinin nasıl büyüdüğünü, o dolgun dudaklarını nasıl kemirdiğini.O ak pak minik elleriyle yorgun yüzüme tüm şefkatiyle dokunuşu görmelisiniz. O anda tüm masumiyetini takınarak beni nasıl cezbettiğini görmelisiniz... Bana olan sevgisinin yüreğine nasıl sığmadığını ve beni sarıp sarmalamasını...Oysa ben ona sadece 'Seni' diyebilmiştim. Yalanda olsa o anı geçiştirmek için 'Seni' diyebilmiştim. Onu düşünmem, hayal dahi etmem ona bu kadar büyük bir haz verdiğini inanın hiç fark edememiştim bu güne kadar... Bir insana böyle mutluluk vermek, onu heyecanlandırmak, içini sevgiyle doldurmak bana çok ağır geliyor. Ödeyemeyeceğim bir borcun altına giriyormuşum gibi. Sanki senet zamanları geldiğinde ödeyemeyip evime, eşyalarıma, kısaca her şeyime, hayatıma bir haciz gelecek gibi... Korkuyorum birgün bu emeğini, sevgisini ödeyemeyeceğimden... Onun bu sevgisi altında ezilip, yok olacağımdan... Hınca hınç korkuyorum.
Sen, hayatıma girmeden önce ben vardım.
Sen, hayatıma girdiğinde ise ben yine vardım
Ancak birbirinden farklı iki varlık
İki kişilik, iki ruh, iki beden olarak...
Yokluğunda ben;
Geceleri oturur; Radyo dinlerdim.
Yine yoksun ve bense telefonun başında
telefon numaranı çevirmekle meşgulüm.
Kapsama alanının dışında kaldığımı kabul etmeksizin
Avizedeki kadını dinliyorum.
Sana ulaşılamayacağını, daha sonra yeniden denemem gerektiğini söylüyor.
Oysa daha sonra çok geç olabilir.
Sen Tekildin Bense Çoğul…
Her geçen saniye, ana avrat yüzüme söven ve sonra arkasına bakmadan kaçan bir çocuk masumiyetinde geçip gider. Ömrümden çalınan her zaman dilimi parçası aslında beni biraz daha yaklaştırır özlemini çektiğim sonuma… İstediğim huzura bir adım daha yaklaşırım. Bu yüzdendir mi bilmiyorum sabırla beklemeyi sevmişimdir bekleteni. Kızamamışımdır. Aksine daha çok sevmişimdir beni kendimle biraz daha fazla baş başa bırakmasını… Özlem duymuşumdur yokluğunda. Çekilen acı kırbaçlamıştır yüreğimi ve dökmüşümdür bu haliyle içimi.
Oysa çok farklıydın ilk zamanlarda. Belki de göz yanılsamasıydın. Yada ne bileyim bir yıldız kayması. Sen tekildin, bense çoğul. Biliyorduk aramızdaki uçurumun kaç yar olduğunu. Düşsem, paramparça olurdum biliyordum ve ben çok korkuyordum. Ben, yamacında oturup seyredeyim isterdim batan günün kızıl rengini yahut doğmaya yeltenen kız kurusu güneşi. Engelliydi kaderim ve kötürüm olmuştu düşüncelerim.Karar veremiyordum. Gitmeli miydim yoksa kalmalı mıydım bu öldürgen hayatta…
İnsan hakkettiği kadar değer görmeli
ve sevgiliye hakkettiği kadar göstermeli sevgisini…
Bilgisi olan, bilgiyi alması gerekene bildiği kadarını,
bilmesi gereken ise bilmesi gerektiği kadarını öğrenmeli.
Bu şekilde insan varlığını, özünü, sınırlarını koruyabilir.
Bu şekilde zarar görmeden her ilişkisinden gerektiğinde sıyrılabilir.
Bir kelebeğin ömrü gibi kısa sürede
Hiç kimse, bu kadar etkilemedi beni.
Aklımı baştan alırcasına,
Beni, mutluluktan, bulutların üstüne uçururcasına...
Kimse etkileyemedi..
Tanışalı daha iki gün oldu
Ayın on üçüydü. Beraberliğimizin adını koyduğumuz gündü martın on üçü. Lanetli olarak bilinen bu sayının adıyla başlamıştı her şey. Oynadığımız oyunlarda hep yenilirdik; hem de bitişe on üç sayı kala. Bir anlamı vardı bu sayının hayatımızda. Karar almıştık. On üçünde evlenecektik bir yaz ayının. Oysa biz; bu sayının lanetine inanmıyorduk. Ancak nedeni anlayamadan ayrıldık. Saat 16.13’tü. Fark edememiştin sen bu laneti. Ama saate baktığım da dördü on üç geçiyordu. Bitmişti aramızdaki onca güzel olgu. Mayısın üçüydü. üç hafta sürmüştü ilişkimiz... Sonra bu ayrılığın ızdırabına yenik düştük. Göz yaşlarına boğulduk. Lanetlenmişti artık yüreklerimiz. Mühürlenmişti sözlerimiz. Konuşamıyorduk. Sadece birbirimize son kez sarılıp hıçkırıklara boğuluyorduk... Gözlerimi senden kaçırdığımda akvaryumdaki balıklara takılıyordu buğulu gözlerim... Üç tane Japon balığı, iri gözleri şatafatlı kuyrukları olan üç Japon balığına. Sen de; her zaman oturduğumuz cafeye saat üçte gelmiştin. Neydi bu sayılarla bezenmemizdeki gerçek? Görünen gerçek benim lanetli bir adam oluşumdan doğamaz mı? Tüm sayıların bende toplanması, kısaca benim özümden gelmesi olamaz mı? Yani BEN ve üç eşittir On üç...
Sende herkes gibi terk ettin beni.Yüzüme, o iri gözlerini dikerek: 'Seni şimdi buldum. Asla kaybetmeyeceğim! ' diye haykırmana rağmen; sende bırakıp gittin bir akşam üstü. Oysa ne güzel anlaşıyorduk sevgili. Hiç bir sorunumuz yoktu. Hiç bir kavgamız, geleceğe dair tasalarımız... Oysa bir ilişkide hiç bir sorun olmaması; aslında büyük bir sorun olduğunun göstergesiymiş. Ayrılığın o siyah pelerinli kalpsiz haberciymiş. Ayrıldık... Binlerce parçaya ayrıldım.
Bir beraberliğim daha anlamsızca sona erdi. Kafamdaki bir yığın soruya daha yanıtlar bulamamışken; tenimde, saçlarının kokusu, o kadifemsi teninin sıcaklığı tükenip bitti. Tükendim. Bu seferki terk edilişim çok zor geldi bana. Oysaki diğerlerinden daha da hazırdım seninle olan birlikteliğime. Acılarla ördüğüm kozamdan çıkma vaktimin geldiğini hissetmiştim sende. Sevebileceğimi görmüştüm gözlerinde. Sevilebileceğimi anlamıştım; ellerimi, tüm benliğinle tuttuğunda... Meğerse yine bir yanılışın eşiğindeymişim. Sende, hayatıma giren tüm kadınlar gibi terkettin beni anlamsızlıklarla dolu bahanelerine sığınarak...
Bir düştü uyandım. Her şey o kadar sıcak, o kadar anlamlıydı ki gözlerim açılmak istemedi. Vücudum ölürcesine uyku diye yalvardı beynime. Ama hayat, gerçekler ağır geldi. Üstüme çektiğim yıldızlı geceleri çekip aldılar benden; üşüdüm. Şimdilerde yeni doğmuş bir bebek gibi savunmasızım acımasız hayat karşısında!
Bugünde ölmedim anne. Bugünde direndim sevgisizliğe, şefkatsizliğe. Yıkamadılar benliğimi. Yıkamadılar anne doğan güneşten sonraki hayallerimi. Mil çekemediler gönül gözüme, dağlayamadılar hasret çeken yüreğimi. Bugünde ağlamadım anne. Akıtmadım gözyaşlarımı içime, jiletlemedim mazoşistçe körpe bedenimi. Direndim kahpe hasret sancısına... Her şey şafak için her şey sizlere kavuşacağım günün ateşi için anne. Gerisi tırı vırıdan hikaye...
Sevgiyi, şefkati özledim anne. Yaşamaktan yorulduğumda, insanlardan, çirkinliklerden bıktığımda koşarak sana gelmeyi ve dizlerine uzanmayı özledim anne. Saçlarımla oynayıp beni yüreğine bastığın doyumsuz zamanları. Buralar gaddar, buralar acımasız anne, ölümle yaşam arasındaki ince bir çizgi buralar. Gitmek isteyenlerin gidemediği yerler... Bir kördüğüm, bir çıkmaz sokak buralar anne. Ne çıkışın var, ne de çözebileceğin iplerin. Kuklasın bir ışık gölge oyunundaki gibi ya da satrançta vezire yedirilen küçük bir piyon gibi. Sevgiyi özledim anne. Doya doya gülmeyi ve en çokta kokunu özledim anne. Buralar öfke, buralar kin, buralar barut, buralar leş tutmuş insanlık kokuyor anne.
Dün gece hayatımın en karanlık dehlizlerine girip çıktı ruhum. Ellerimden kayan kum taneleri, Deniz’in kumsallarımı dövüşü, ve yakamozun geceme kattığı renk, hep aynı oranda parçalamaktaydı düşüncelerimi... Girilmemesi gereken yada giripte dönülemeyen yollarda kaldı geçmişim. Vazgeçemediğim bir yaşam biçimini benimsedim. Dönemedim ve sonunda dönülmezim, vazgeçemediğim oldu günlerim.
İşte yine bir veda vakti geldi çattı. Tarih tekerrürden ibaretti. Ve yine yineledi. Yine ayrılık, yine acı, yine kahır, yine yürek yangınları… Ve yine kağıt kalem ve ben… Her zaman hazin sonu bekleyen bir akbaba gibi üşüştüm acılarımın ve çürüyen ruhumun üzerine. Yaşadıklarıma anlamlı, anlamsız isimler vermekten ve her öldürdüğüm cümlelerime şekil vermekten dilimde yaralar bitti. Kahredişler, isyanlar, eylemler, yürüyüşler hep mutlu günlerin özleminin kamçılamalarıydı. Oysa şimdi elleri sopalı düşüncelerim, şehir meydanlarında ruhumu dövmekte yine. Kızılcık şerbeti içmişim gibi kan tükürdüm, küfürler savurdum kadere. Yasak olan ama yaşanması gerekenleri yaşayamamaktı beni kahreden. Ve bu yüzden hep bir asi çocuk oldu ruhum. Saldırgan, bilge, duygusal, bir o kadar da gaddar. Tüm olumlu olumsuz duyguları barındırdı kendinde… Ve böylece olgunlaştı an ve an. Kırıldıkça, terk edildikçe, acı çektikçe günden güne olgunlaştı. Acıymış ruhu besleyen, büyüten. Anladım geçte olsa…
İmkansızlıklar hep cezbetti beni. Erişilmezlikler, ulaşılamazlıklar aklımı başımdan aldı. Hani bir şarkı vardır “Kovaladıkça kaçan ateş böceği misin? ” İşte öyle bir şey bu bendeki. Ben kovaladıkça kaçtı tüm sevdalar. Yada benim içimde bulunduğum çıkmazlar kaçırdı bir bir etrafımdaki sevdaları. Yada artık siz ne derseniz deyin. Benim dilim dönmedi daha fazla. Malum öldürdüm ben de varolan cümleleri. Dilim yaralar içerisinde…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!