İYİYİ YAPABİLDİĞİ HALDE YAPMAYAN BİR İNSAN
SUÇ İŞLEMİŞ OLUR. Pestalozzi
Beat kappeler´den tutkulu bir istatistik lektürü:
_______________________İsviçre
____________________sosyolojisinin
__________________1970 sayımlarında
______________„Varlık içinde yaşam ve düzen“
______hakkında bir istatistik şanslılık belirten gazete haberi
İsviçre halkının bütünü yirmi bölük olarak, diye tanımlıyor ve satır satır
________her tabeladan zenginlik ve iktidar seyredilebilir.
Aktif halk (1-14´e kadar)
Her ikiden daha az İsviçre sakini Ekonomik değiş-tokuş bölgesinde, yani toplumda bireylerin 47,8% ini oluşturuyor. İstatistiğe göre İtalya’dan daha fazla. Ama aktif halktan yabancıların büyük bir çoğunluğu değerlendirme dışında tutulmuştur ki dengeye de böyle yaklaşılmıştır.
Acaba bizim belgelediğimiz bu işsizler kendi ülkelerinde aktif halk olabilecekler mi, belirsiz.
Aktif olmayan halk (15-20´e kadar)
Bunlar bu ülke halkının hemen yarısını oluşturan ama çalışma ve iş isteğine hiçte ilgi duymak istemeyenler pratikte küçük evde ev hanımı diye ne izole edilmişler ne de sık sık bu ekonomik değiş-tokuşta iş taksimine ilgisi yok diye bir ev kadını, bir emekli, bir öğrenci belirli okul, yaşlılar yurdu, hastane, enstitü gibi organlar veya kuruluşlarda…ancak boş zaman ve sinirleri tüketecek kadar aktifler.
-küçük devletçiliğin sosyolojisinde örnek olarak kültür sorunları, bunlar:
Küçük devletlerin temel sorunları….
Yüksek düzeylerde, teknolojide gelişmiş küçük ülkeler (Danimarka, Hollanda vs. gibi)
oldukça az halk sayısından dolayı özellikle iki sınırlama ile karşı karşıya oluyorlar.
Birincisi,
iç pazarları otorsist, yani kendi yağıyla kavrulan,
ama bağımsızlık bazında
ekonomik açıdan olduğu kadar kültürel açıdan da küçük.
İkincisi,
hizmete hazır personel ve materyal olanaklarının çapı kadar,
diğer büyük ülkeler gibi
organizasyon veya rollerindeki denkliği bulmak,
türemine uygun olabilmek için
birçok alanda çok az.
Bu sınırlamalar bir dizi neticeler yaratıyor.
Örneğin küçük ülkeler sadece kendi dar çitişmesi ve büyük ülkelere bağımlılığında
veya bir açık ya da genişletilmiş global sistemler çerçevesinde tam olarak gelişemiyor.
Büyük ülkelere kıyasla küçük ülkelerin çoğu sadece ithalat ve ihracat bazında toplam sosyal ürününden büyük paylara teslim değil, ayrıca sosyal ve kültürel açıdan büyük ölçüde yabancı gelişime yönelmeye uğrayan kalıyor.
Veya:
Küçük ülkeler ödev ve hizmetlerde toplam olarak
her ne kadar küçük olursa olsun
kendi yetki, gereksinim ve gereçleriyle başarmak istiyor
veya zorunlu olsa da (örneğin politik amaçlar, eğitim, savunma…vs.)
büyük ülkelerden çok daha hızla çarpacakları sınırlar olacak:
Ya olası toplum görevleri bu sırada ikmal edilecek yahut da başka çarelere başvuracaklar.
Bir veya değişik birkaç ödevlerde de (Politik, askeriye…vs.) karşılık vermek zorunda kalabilirler.
Büyük ülkelere enternasyonal değiş-tokuş söz konumu kolay olmasına karşılık,
küçük ülkelerin (ekonomik, bilim eğilimi...vs.) olası bölümlerde kendi coğrafyaları özgünlüğü içinde:
Pazar(lama) bazında profesyonellik zayıflığı...
Risk ve cüret deneyimi tolerans zayıflığı….
Klasik tanıtım kültüründe sınırlama üstlenmesi….vs.
sosyal enstitülerinden yüksek düzeyde faydalanabilmek için
daha da yoğun uzmanlaşması gerekecek.
Formel olarak babanın kırmızı pasaportu ile.
Ama bundan daha önemlisi,
İsviçre’de sosyal eğitimin helvetik toplum bünyesi, kuruluşu, toplum strüktürü, tarihi, değerleri, norm ve davranış tarzlarıyla.
Bu İsviçreli sosyalizasyonluğu daha çok aile eğitim acentasında,
okul, askeriye, iş yaşamı ve yoğun medyadan kaynaklanıyor.
Var olan toplumun kararlılığı da bu fonksiyon, bu iş görürlükten sağlanıyor.
Bundan da anlaşılan, sosyalizasyon prosedürü içinde
-kamu acentaları, okul veya askeriye gibi-
değiştirilmeye ve kritiğe yüz tutan konflikt ve haksızlıklar olarak
topluma ters düşeni değil,
aksine terslikler dolu gerçeği maskeleyen,
örtbas eden nasyonallığın kahramanlıkları,
İsviçre’nin bütünlüğü ideolojisi,
evler-ordulardan aldatıcı görünümler,
halk-(baba-) anavatan duyumları.
Burada kim böyle hızanlık eder,
böylesine imrenilesi mutlu ülkede yaşama evet demez!
Burada kim kesin ve kararlı evet demiyorsa
cezayı hak ediyor şüphesiz.
Urs Jaeggi/Walter Hollstein İsviçre ailesi konumunda „saf bilinçaltına“:
Böyle mutlu daha ne çok insan olmalı, diye not etmişler:
Theodor g. Andorno ve diğerleri, kendi sosyolojik deney kurslarından;
„„....toplum dinamisinde özel ve kişisel olanın adanın da merkezi olduğu görüntüleniyor.
Mekan olarak „doğa vasıfları keyfiyeti“ güzelleştiriliyor. Aslında ama aile tarihi böyle sadece kesin toplumsal gerekçelerinden kaynaklanmadı, ama iç strüktürü üstelik iliklerine kadar toplumsal aracılıkla sağlandı. Cennet gibi gönül açıcı görüntüler ise İsviçrede bu ifadeye zıt düşüyor. Özellikle burada Genf ve Schaffhausen, Basel ve Chiasso arasındaki aile mantığı vurgulanıyor ve an azından retorik özenle korunuyor.““
Çok yanlı ve yönlü aile krizcikleri gökyüzünden yağmadı.
Onu anlayabilmek için bireysel toplumun başlangıcından beri
aileye iz bırakan,
buruşturan,
korkutan,
evlek açan
bir antagonizmliğin de bilincinde olmak gerekiyor.
Dogal akranlığın „kann“ prensibine dayanarak rasyonal,
hesabı var olarak çalışan her tek bireyi belirleyen yasaların tümü
feodal, derebeylik, askeri düşünce gerçeğinin geri çekilmesinden
yeterince payını almasına rağmen
bir değiş-tokuşun tam ortasında aileden her sivilin
kendi geri çekilim esenliği ideolojisi
İkinci Dünya Savaşından sonra bile korundu.
(H.E.Richter) Buna karşı ailenin global krizi
„hasta ailenin“ enstitüsü olarak kaldı.
Ancak beğenilir bir prensip olan iktidar ve saltanat oluyor.
Bununla irrasyonal, akılla kavranamayan bu an,
endüstri toplumunu tam ortasında tuttu.
Her ilişkinin de üzerine çıkabilmek
istem ve sunumdan başka
bir kontrol sistemine katlanamayacak.
Buna göre uygar sivil aile bir anlamda sürekli anakronikti.
İşte toplumsal uyum bu sayede de hiyerarşiliği etkiliyordu:
Yalnız aile içinde vücut olabilen irrasyonal otorite sürecinde
insanı o zorlanmalara sürüklüyordu ki, onlar ihtiyaç duyulanlardı.
Üretim aracı olarak ayrılan, hep hizmete hazır olabilecek
emekleri karşılığı aylıklı işçi ve bununla da yaşamlarını üretiyor,
yaşam biçimi çıkarıyor ya da kopyalıyorlar.
Aile sadece bireysel iş ahlakını,
zihniyeti nurlaştıran tanımlamayı ve özdeşleşmeyi
otoriteyle göstergeleyecek, ki onun yerinde önceleri,
o feodal zamanlarda
iktidar ve saltanata boyun eğenler olarak görev yapanlardı,
diyorlar devam ederek:
Bizim belleğimize yargıyı ve önyargıyı işlediler
ve elbette anne-babaların kendileri
bundan başka bir şey yapamıyor.
Yargılar ve önyargılar,
Yalnız ötekiler.
Biz, Çocuk ve gençlerin “büyümeleri” ile bağıntılı rahatlamak,
hafiflemek için korkunun bir kısmını arıyoruz.
Birçok şeye karşılık sosyologların da konuştuğu
….…..sıraya araya koyarak…
.........karıştırarak…
.......biraraya dizeleyerek….
.....kağit üzerinde….
...kendi tecrübesi olmayarak….
.kitap yığınları belgelerine dayanarak
yahut sorularak toplanan bilgilerden:
Biz hepimiz bir ailede
yahut aile hayatına benzer tarzda
organlardan birinde büyüdük.
Bu enstitüler de ne yaparsa, yapmıyorsa da,
biz hepimiz büyüyor yahut küçülüyoruz:
Erkek seviyor ve nefret ediyor dişiden.
Sevgi ve nefreti (genelde ikisi de bir arada)
elbette onun çevresindeki en yakınına.
Bu demek mi ki:
Biz en yakın çevremizden başka bir şeyi tanımıyor
ve bilmiyoruz?
Bu yüzden mi, sadece İsviçre´de değil,
burada da aile yaşamı hakkında bir çalışma yok?
Yoksa aranıyor mu, bilimde, ilimde, fende, uzakta, yabancıda?
Çünkü yakın olan, alışılmış olan,
görüntüyü hafif bulandırıyor.
Kendi yağında kimse isteyerek kavrulmak istemez.
Kendini yakalanmış yahut hükümlü hisseder
ve zaten başka bir şey de değil.
Toplumsal bilim işçi-memur, evsiz-yurtsuz,
asosyal-serseriler hakkında bilimsel teoriler yazarak
ve bunu (en iyi olasılıkta) görgül malzemelerle tıka basa dolduruyorlar.
Kılı kıpırdamadan.
Niçin aileye karşı böyle önyargılı, çekingen, ürkek ve korkak,
üstelik tanıyor,
onu yaşıyor ve tecrübe edindi?
Yoksa söyleyebilecekleri öylesine isteksizlik dolu,
formel, şekilsiz, göründüğü kadarıyla dokunulmaz mı?
“Normal scientist´in gri fanilalı adamında (dürr)
diletantların da bildikleri ve söylediklerinden çoğunu
abstrakt bir lisanla algılayan o adam gibi:
Aniden çaresiz?
Niklaus Meinberg kendi yazılarında
okuldan hatta kışladan oldukça fazla makaleler toplamış.
Ama kendi ailesinden, babasının garip saatler topladığından
ve ifade saygınlığıyla
sabırsız, huysuz bir ruh olduğundan başka
hemen hiçbir şey yok.
E.Y. büyükbabasından bir şeyler yazmış,
sevgiyle dopdolu bir mesafeden, ama aileden değil.
M.Frisch kişisel olarak çok şeyler veriyor,
bunların arasında annesi ve babası hakkında birkaç dipnotlar;
Ama ilişkilerinden çok az.
Dürrenmatt suskun.
Karşı örnekler yok mu?
Elbette var.
Örneğin Peter Meier „Duraklar“ eserinde,
az ve öz, kuru, ara sıra olasılıklarda
ironik yakalanan pozlarda geldiği aileyi çiziyor;
“Babam kimdi? Yaşamı nasıldı?
Ne uzun mesafelerden üstelik.
Fakirleştirilen çiftçi çocuğundan pazar kıyafetindeki centilmene
ve komunistten Schwarzenbach hayranlarına kadar!
Politik ticaretten uzaklaştıkça
proleterlikten re-aksiyonistliğe dönüşen ilerlemeler,
özel rezerve edilen masaya sığındığı sürece daha da belirgenleşen
endüstriye karşı boğuk hınç,
yüksek finans ve yabancı işçiye teslim edilen küçük halkı
sonuçta onaylayan „İsviçre İşçi Ailesi resimleri“ beliriyor.
Bu resim ne tipik ne de atipik.
Bu zaman zarfındaki yabancı işçi doruğu ise
üstelik ve öncelikle de örneklik.
Buna rağmen görüş özenliğinin bireysel norm içinde gelişmesi,
yani uyum sağlayarak «biraz olsun yaşamı tadabilme hakkı olabilmeli
ve ayrıca çocukların mesleki ilerleyişine sevinmeli»
gibi taşlamalarla sınıflama gammazlığına aposrof koyuyor olmak,
iltifat ediyor olmak yahut da olmamak.
İkinci örnek ne aşağıda ne de zirvede olan biri.
Vahşi, zoraki zirveye ulaşan birinden söz ediliyor.
Ölüm döşeğinde birinin yazıya aldığı
bir İsviçre burjuvasının yaşamından.
Her türlü kontaktan uzak duran hayaletler evinde
insanı „Komik“ ve şeyleri „Zor“ bulan,
büyü ile ritmin his durgunluğuna varan bu kişide
zaman ve yer buğulaşıyor:
Bir çocukluğu olabilir çocuk olamadan,
bir gençlik genç olmadan,
ahaliyi selamlamak yaşam olmadan.
Hiçbir kaybı olduğunu da bilmeden,
tamamen acısız bir hal ve durum.
Bir Karikatür MADE IN SWITZERLAND,
elbette var.
Kendine özgü hiçbir şey vermemek şartıyla
bir „kişilik“ gelişiyordu.
Çünkü her şey doğrunun yasasına göre
ve genel geçerliliği olana uyuma zorunluydu,
yoksa „Ahenk“ saldırıya uğrama tehlikesiyle karşılaşırdı.
Ve bu ise, “biliyordum” olmamalıydı.
Harmoninin sonu her şeyin sonu olabilirdi.
Bu yüzden bu ölümlü hastalık ona bir mesajdı:
Anne-babaları ile karara varamayan bu konflikt
Kendi kendini tüketmeye itiyor,
bitene kadar.
İsviçre’nin ne çok eksotik anları var,
birkaçı da yetiştirmede kendini gösteriyor.
Buna rağmen bir İsviçre ailesi yok.
Olsaydı denilirdi ki,
bütün diğer farklılıklar sadece ikinci derecede
yahut da yanı sıra idi.
Değiller ama.
Bir işçiyi memurdan ne ayırıyorsa,
bu aynı bölgede doğmuş olmak gerçeğinden de
ancak daha şüpheli, gösterişli
ve serisi de zengince bir korku olurdu.
Bir sınıf arkadaşları toplantısında
bana bir bayan arkadaş;
İlkokuldayken bizim sınıfımızda ayrıcalık yoktu,
zenginliğin fakirliğin rolü yoktu,
sadece başarı ölçülüyor, değerlendiriliyordu,
başka birşey değil....demişti.
Yani o taraf tutmazmış.
Halbuki o, sadece hiç farketmedi.
İşçi tabakasından arkadaşlarım okulu
ya horlayarak sollayıp geçerken
yahut solda bırakılarak geçilirken
veya ama zirveyi yakalayabilmek için gayet konsantreli uğraşırken,
okulun zekalı kentli çocukları bütün bunları,
görüntüye göre en azından, gayet rahat, olağan ve doğal algılıyorlardı.
Anne-baba müzik ile en az ilişkileri bile olmadığı halde,
biz bir enstrüman öğrenmeliydik
ve buna da ek olarak özel resim-çizim dersleri almalıydık.
Eğer faydalı olacağına akılları ererse,
başka seçim de yapabilirdik.
Merak ve gönül darlığı zamanı da böyle.
Seksten konuşulmazdı
Veya sadece tehdit ve ihtarla:
elini çarşafın içine sokma…
banyoda uzun kalma…
dersini savsaklamak istemiyorsundur herhalde…
soğuk suyun altına gir…
Duyguların eğitim yıllarında:
Ana baba ve akranlarda yetişkinleri görürdüm.
Çocukluğumda,
onların kendi kendileriyle sorunları oldukları
en azından
uygun ve mantıklı bir davranışla
çözümlenemeyecek sorunlar,
hiç aklımdan geçmezdi.
Benim sorunlarım vardı,
hazırlıksız ve yetişkinliğe ulaşmamış olarak.
Ama ana-babamla
konuşulacak sorunlar değildi,
zaten konuşamazdım.
Tutku gelişirken de yine;
...sınırlarını çiz...
...haddini ölçüye al...
…hiç bir borcun altına girme....
İmdat anında;
davranış ve dayanıklılık olmalı…
ama son ihtimal olarak değil,
verilerin çerçevesi içinde kalarak
ve iyi dağıtım yaparak…
Kontak sınırlamaların haddini aştığım oldu,
ama rahat bir vicdanla değil.
Hırs mı?
Gitmek istiyordum.
Hür olmak istiyordum.
Anlam verebileceğim şeylerle ilgilenmek istiyordum.
Yabancılaşma sözcüğünü henüz tanımıyordum,
ama içeriğini biliyordum.
Uyum gerekliliğinde ise;
“Güvenlik, yükseliş ve yetiştirmek,
yaşamın hakkından gelmek
sistemin içinde yükseliş
bir emniyet olarak izler bırakıyor” (Parin)
Olağanüstü bir şey olmalıyım.
Komünist değil ama bir sosyalist,
aynı zamanda bir sosyalist değil bir komünist.
Sakın sıradan çıkarak dans etme.
Deney döneminde de
Kişisel yetiştirme, eğitim sanatı;
İnsanın
kendisi yetiştirmeye başlayınca hatalar yapıyor.
Onların yaptığı hatayı yapmayarak,
Yeni bir hatayla,
hata olduğunu yine geç anlayarak.
Kendine özgü bir adada,
kendine özgü bir eğitimle,
başkaları ile beraber bir yaşam için.
Her ne pahasına olursa olsun:
Ana babalara teslim edilmişiz,
hem ve üstelik
sevgiden, sorumluluktan dolayı.
Sonrada okula.
Daha sonra mesleğe.
Sonucu takip eden koruyucu dilema.
Biz büyüyorduk,
iki kardeş,
ikimize de özen gösteriliyor,
orta halli aileden,
liberal ve konservatif,
bir parça imkanlarla aktifliğimizi,
gelişmemizi aramak için,
bir parça kararlılık,
karşı koyma olanağı ve hakkımız olmaksızın.
Böyle büyüyor kimileri Asya’da ve Avrupa’da,
Avustralya ve Amerika’da da.
Bazen öyle, bazen böyle
Ama rastlantı değil.
“Okul başarısı için iyi bir üst kural evin esenliğidir.
Okul ödevi, öğrencilerimiz için temel görevlerdir.”
Ben İsviçre’de yetiştirildim.
Bununla yetiniyorum.
En azını yapmak,
bir baygınlık pozisyonundan istemlerde bulunmak
elbette kolay değil.
İstemlerin ciddiye alınmadığı bir sınırdan kolay geçilir.
İstemler, çoğunluğun desteklediği andan itibaren
sadece deklamasyon, söz sanatı olmayacak.
Ancak komisyonun, hükümetin veya her ne organsa,
diğerlerince dışlanacağından,
tolerans ve takt dolu gelişme gücü destek alıyor olduğundan dolayı
bu kadar önemli.
Kadınlar ve kadın grupları istemlerini
Hükümete, komisyona veya her ne organsa,
şimdiye kadar bekar kadınlar çalışma gruplarının yaptığı gibi,
benzeri ifadeleri ve sayıları yüklüce,
iletebilecek.
Bununla bir mucize yaratabilmek
yahut mucizeyi beklemek için değil,
ama uzun süreçte
geleceğe yönelik küçük bir adım olarak.....
1984-2005
Sevinç KavukKayıt Tarihi : 10.10.2005 13:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!