1971'in kış aylarından birinde Hacı Bektaş'ta,bembeyaz kar tanelerinin esen hafif rüzgarla camlarına
vurduğu tek katlı bir evin daracık arka odasında,ölgün birkaç kandil ışığının altında üç kiloluk gürbüz
bir bebek dünyaya geldi.
Doğar doğmaz etrafindakilerin şaşkın bakışlarını topladı üzerinde.Büyük bir kalabalık toplanmıştı odada.
Herkes bebeği görmek istiyordu ve bu nedenle birbirlerinin omuzlarına dayanarak yükselmeye çalışıyorlardı.
Bütün bu çabalarına rağmen en arkadakiler bebeği görmeyi başaramadı.
Birden en önde,bebeği bir süre izleyen teyze Fatma şaşkın bir feryat kopardı.Bu çığlık üzerine bebeğin
babası,ablası,abisi,amcası,dayısı,halası,dedesi,bilcümle sülalesi hayretler içinde birbirlerine bakındılar.
Fatma şaşkın şaşkın devam ediyordu:
'Allah,Muhammed,Ali aşkına,12 İmamlar,gayb alemine giden İmam Mehdi aşkına, bu nasıl bir bebek böyle!
Sanki ermiş! Ağlamamak için nasıl da çabalıyor; gözyaşlarını içine akıtıyor adeta.Hz. Ali'de ve bütün tasavvuf
pirlerimizde bu özellik yok muydu? Onlar dünyanın bütün zevk ve sefasından el etek çekip,acıları birer sınav gibi
görüp ve en büyük acılar karşısında bile hiç gözyaşı dökmeden yükselmediler mi gerçek insan mertebesine? Bu
bebekte İmamların,Baba İshak'ın,Hacı Bektaş'ın,pirlerimizin,şeyhlerimizin,şahımızın yüzü,onların huyu suyu var.
Vay benim başıma gelen,vay! Bu bebek ermiş,ermiş...'
***
Ankara'nın kirli havası,ılık ve ıslak ilkbahar rüzgarıyla ardına kadar açık olan pencereden içeri süzülüyor ve
işlemeli tülleri dalgalandırıyordu.
Fidan,zengin mobilyalarla donatılmış büyük salonda tek başınaydı.Uzak Doğu medeniyet ve kültürlerini tanıtan
bir belgesel izliyordu.Kendini bildi bileli ekzotik kültürlere hayranlık duyuyordu.Değişik mimari yapılar,uçsuz
bucaksız bozkırlar,balta girmemiş ormanlar,mistik havalar taşıyan ibadet yerleri ve farklı renkteki insanlar onu
büyülüyordu.
Yatmaya hazırlandığından rahat bir gecelik giymişti.Kolları kısa,etekleri geniş,beli nispeten daha dar yeşil bir
gecelikti bu.Etekleri ve kollarında dantel işlemeler vardı.
Bir ara programda Hindistan'daki yerli bir kabilenin hareketli dansları gösterilmeye başladı.Bu dansın canlı ritmi,zaten
gereğinden fazla sosyal bir kız olan Fidan'ın kanını kaynattı.Önce el ve ayaklarının ritmik hareketleriyle dansa eşlik
eden Fidan,sonra koltuktan kalkarak,son aylarda moda olan Latin esintili Lambada dansını yapmaya başladı.
Omuzlarını,kalçalarını,dizlerini ileri geri,çıldırmışçasına sallıyordu.Ara sıra da ani hareketlerle bu dansla da hiçbir
ilgisi olmayan bir şekilde kendi etrafında dönüyordu.O anlarda geceliğinin etekleri havalanıyor ve biçimli
bacakları bütün güzelleğiyle açığa çıkıyordu.
Öylesine kendinden geçmişt ki,yerlilerin dansı bitip de program normal seyrine girdiğinde farketmedi bile.
Birkaç dakika daha dans ettikten sonra,beş kişilik koltuğun üzerine attı kendisini.Soluna döndü ve başını sol elinin
avucuna yerleştirdi.Gevşedi.Ancak ondan sonra yorgunluğunu hissetti.Tüm vücudu ateş gibi yanıyordu ve
volkanlardan lav püskürmesi gibi vücudundan terler boşalıyordu.Şakağından inen bir ter damlası,yanağını,çenesinin
arkasını,boynunu ve kürek kemiğini yalayarak omuriliğinin üzerinden kalçalarına kadar iniyordu.Yorgunluktan
öyle derin ve sık nefes alıyordu ki,göğsü körük gibi kabarıyordu.
Güzel bir Türkmen kızıydı Fidan.Kestane rengi kıvırcık saçları belinin ortalarına kadar geliyordu.Mavimsi gözleri,
dolgun dudakları,düzgün burnu,yay gibi kaşlarıyla çok fettan bir görüntüsü vardı.Henüz on dokuzundaydı,ama
yaşından fazla sayıda erkek düşmüştü peşine.Herkes Fidan'a aşıktı.Ama onun hiçkimseye karşı bir ilgisi yoktu.
Babası üst tabakadan bir devlet memuruydu.Ekonomik durumları,sosyal yaşantıları gibi,oldukça iyiydi.Bu nedenle
aileden hiçkimsenin gelecek kaygısı yoktu..Fidan da kardeşi Murat da hayatlarının bütün evrelerini dolu dolu
yaşamışlardı.Çocukluklarını meyveler,oyuncaklar,tatiller arasında geçiren Fidan ve Murat,şimdi de zevk ve eğlence
içerisinde gençliklerini yaşıyorlardı.Gelecek kaygıları olmadığı gibi hiçbir şeye karşı sorumluluk da duymuyorlardı.
Çok kitap okur,sinema ve tiyatroya gider,hatta Ankara'da çok sık yapılan bale gösterilerini de hiçbir zaman
kaçırmazdı Fidan.Kültürlü ve çok yönlüydü.Sesi güzeldi ve resme de yatkınlığı vardı.Ama Fransa'da yıllarca
kalmış ve Batı müziğinden çok etkilenmiş babası,ona piyano dersleri aldırtıyordu.Fidan,cevizden yapılmış
piyanonun tuşlarına dokunurken çok zarif ve güzel görünüyordu babasının gözüne.O,kızı piyano başındayken,
belki de Fransız kralları üzerinde her zaman belirleyici etkileri olmuş kraliçeleri düşlüyordu.Fransa'dayken
o güzel,zerafet yüklü kraliçe figürlerinin karşısında daima hoş bir ürperti duyardı.
***
Ders saati bitmiş,fakülte heyecanlı bir kalabalık halinde boşalmaya başlamıştı.Merdivenlerde kız ve erkek
öğrenciler birbirlerini iterek ilerliyorlardı.Bazı öğrenciler birbirlerine hatırlatmada bulunuyor,bazıları 'biraz hızlan'
diye önündekini uyarıyor,bazıları koridorun bir köşesinde en güzel elbiselerini giymiş,erkek ya da kız arkadaşını
bekliyor ve bazıları da hocalarının peşinden koşturarak merak ettiklerini öğrenmeye çalışıyordu.
Her kafadan bir ses çıkıyordu.Ortalık tam bir curcunaydı.Fakülte boşalırken çıkan gürültü,Roma'daki Forum
Meydanında köle alım satımı yapılırken çıkan gürültüden kuşkusuz daha çoktu.Bu gürültü,can sıkıcı derslerden
bir kez daha kurtulmanın verdiği sevincin ürünüydü elbette.
Zeynel ikinci kat merdivenlerinin başındaydı.Arkası ve önü kalabalıktı.Birkaç basamak indiğinde arkasından itildi
ve dengesini kaybedip önündeki kızın omuzlarına dayandı.Sendeleyen kız,arkasına döndü ve Zeynel'e kızgın bir
yüz ifadesiyle baktı.Belki bağıracaktı,ama Zeynel'in saf ve mahzun duruşu kızı bu fikrinden caydırdı.Yüzünü
buruşturup,kafasını çevirerek merdivenlerden inmeye devam etti.Zeynel geliş gidişi engelleyen bir halde öylece
bir süre kalakaldı.Heyecan ve utanma duygusunu iç içe yaşıyordu.Yüzü kıpkırmızı olmuş,sırtı ve alnı pul pul
terlemişti.Fakülte önündeki otobüs durağına geldiğinde,hala biraz önce çarptığı kızı düşünüyordu.Sayısız
hoş düşünceler kurcalıyordu kafasını.Her saniye bir düş kurguluyordu.Düşlerinin sıcaklığıyla sarmaş dolaş
olmuştu.Bir cem törenindeymiş gibi kendinden geçmişti.Saf,tertemiz ve umutlu bir gülümseme yayılmıştı
yanaklarına.Gözleri bakıyor,ama hiçbir şeyi görmüyordu.Bu haldeyken ilk otobüsü kaçırdı.Gözlerinin önünden
sadece,iki yıldır sevdiği kızın,Fidan'ın,bazen gelinlikli olan değişik görüntüleri geçiyordu.
Durak boşalmış,Zeynel tek kalmıştı.Gelen ikinci otobüse bindi.Hala dalgındı.Bir an önce eve varmak ve hemen
yatağa gömülerek rüyalara dalmak istiyordu.
İki yıldır iliklerine kadar işleyen sevda ateşi bütün bedenini yakıp kavuruyordu.Her ders,her tenefüs,her gece Fidan'ı
düşünüyordu.Dalgalı saçlarını,dolgun dudaklarını,yuvarlak omuzlarını birtürlü unutamıyordu.Kızdan karşılık bulamamıştı;
ama tam iki yıldır onun hayaliyle yaşıyordu.Platonik bir sevdalıydı Zeynel.Önceleri belli belirsiz,biraz da ciddiyetsiz
başlayan bu sevda,Zeynel'i giderek çepe çevre sarmış,nefesini dahi dar bir alana sıkıştıracak kadar kuşatmıştı.Şimdi
ise bu karşılıksız kara sevda boğuyordu onu.
Kuşatmayı yarmak için aklını kullanmalıydı.Bütün duygularını bastırarak silkinmeli ve hançeresinin bütün gücüyle
'Bu sevda bana göre değil! ' diye haykırmalıydı.Başka türlü kurtulması olanaksızdı.
Ama Zeynel kurtulmak değil,bu cehennem ateşiyle iyice yanmak,kavrulmak istiyordu.Ya bu ateşin sahibi olacak,
onunla bütünleşecek, ya da Phonex gibi küllerinden yeniden doğmak üzere bu kahpe dünyadan göçüp gidecekti.
Zeynel alevler içindeydi; ama karşıda küçücük bir umut kıvılcımı bile görülmüyordu.Fidan kendi renkli ve neşeli
yaşantısını; herkesten uzak bir köşede,beyhude umutlanışlar,kaygılar,kıskançlıklar içerisinde tir tir titreyen
zavallı mistik tasavvuf yolcusundan,Zeynel'den,habersizce sürdürüyordu.
Bir insan seven bir yüreğe karşı bu kadar kayıtsız kalamazdı,kalmamalıydı.Ama ne yazık kı Fidan,Zeynel'e karşı
Pluton kadar soğuktu.Prokrustes* kadar katı ve sertti.
Kayıtsızlık deli ediyordu Zeynel'i.Böyle uzaktan uzağa,kıza daha fazla bağlanıyordu.Onu etinde,kemiğinde,dişinde
tırnağında hissediyordu.Hiçbir anını onsuz geçirmiyordu.Geç saatlerde Gençlik Parkı'nda bir bankın üzerinde,
karanlık ıssız sokaklarda,evde bir köşede,banyoda,geceleri yatakta onun adını ve Nazım'ın şu dizelerini
mırıldanıyordu:
'Yumulu gözkapaklarımın içindesin sevdiceğim,
yumulu gözkapaklarımın içinde şarkılar
Şimdi orada her şey seninle başlıyor,
şimdi orada hiçbir şey yok senden önceme ait
ve sana ait olmayan.'
Gerçekten Zeynel bütün geçmişi ve geleceğiyle Fidan'a ait hissediyordu kendisini.Fidan adeta,tarikatta
erişilmesi gereken en son mertebeydi.Çile odasıydı.Şeyhlik kapısıydı.Sevda ateşi Zeynel'i bu kadar derinden
etkilemişti.Tutuşan bedenini,değil dünyanın bütün hekimleri,hekimler tanrısı Akslepios gelse sağaltamazdı.
***
'Çıkacağım' dedi kendi kendine ve balkondan uzakta yeşil bir örtü gibi görünen ormana bakarak
ekledi:'Çıkacağım'Köroğlu gibi dağlara çıkacağım.Onun cesareti,azmi ve kararlılığıyla bütün kötülüklere karşı
duracağım.Bütün katı yüreklere sevdalar aşılayacağım.'
Zeynel yıllardır üniversitede birkaç kişinin dışında arkadaş çevresi edinememişti.O birkaç kişiyle de
canlı ve sıcak bir arkadaşlık değil,sıradan paylaşımlara dayalı gayet resmi bir ilişki kurabilmişti.
Sosyal ilişkilerinin darlığı ve içe dönüklüğü birtakım sosyal fobiler yaratmıştı kendisinde.Bir kez olsun
bir arkadaş grubuyla sinemaya,tiyatroya,herhangi bir eğlenceye gitmemişti.Kalabalıklardan sıkılıyor,
hatta korkuyordu.Salonlara hapsedilmiş düğünler,gürültülü patırtılı eğlenceler,duman altı olmuş kahveler,
renk cümbüşü altındaki diskolar...onu iğrendiriyordu.Kuşlar,ağaçlar,taşlar,topraklar,ırmaklar...kadar
doğal olmayan hiçbir şeye sempati duymuyordu.
Sosyal statülere,mevkilere, şana şöhrete karşı duyarsızdı.Kimse ona abartılı sevgi gösterilerinde bulunamaz,
yağlı ballı yapmacık övgüler dizemezdi.Böyle anlarda öyle ters tepkiler verirdi ki,insan bir daha ona karşı
herhangi bir söz etmeye cesaret edemezdi.
O,statülere,mevkilere,biçimlere göre kurulan insan ilişkilerinden değil; kimsenin hiçbir sınırlama altında
kalmadan özgürce kuracakları,öze göre belirlenen doğal ilişkilerden yanaydı.
Oysa koca bir mabete benzeyen bu dünyada,kendi varlıklarının dışındaki şeylere samimiyetsizce
eğilip kalkarak tapınmak dayatılmıştı insanlara.Bunu yapanlar sadece biçimsel görevlerini yerine
getiriyorlardı.Bu doğal değildi ve tiksindiriciydi.Tapınma insanların,insanlığa ihanetiydi.İnsanın özüne
yabancılaşmasıydı.
Özde korkaklık değil cesaret vardı.Bölünme,parçalanma değil arınma,bütünleşme,giderek özdeşleşme
vardı.Tohumun toprağa düşmesi,kök salması,filizlenmesi,fidana durması,meyve vermesi gibi birşeydi
bu.Bu,Şia'nın yoluydu.Alevi-Bektaşi şeyhlerinin,dedelerinin,pirlerinin yoluydu.Bu yolun en yüce mertebesi
'Enel Hak'tı.Tanrı kavramının içeriğiyle bütünleşmekti.Yerde,gökte,Mekke'de,Medine'de değil,her şeyi
kendinde aramaktı.
İnançlarına bağlı olmakla beraber Zeynel,son aylarda önceleri hiç aşina olmadığı radikal devrimci
düşüncelerle de tanışmıştı.Bu düşünceler bağımsızlık,demokrasi,özgürlük,eşitlik,adalet istiyordu halk için.
Zeynel çok geçmeden bu düşünceleri beyninin tüm hücrelerine kadar sindirdi.İnançlarıyla devrimci fikirleri
kaynaştırdı.Zulme,sömürüye ve baskıya karşıtlık zaten ona uzak şeyler değildi.
Aylarca,geldiği hiçbir aşamayla yetinmeyerek,modern çağda dervişlerin sabrıyla,iğneyle kuyu kazar gibi,
inançlarındaki bağnaz,gelişmeye kapalı,olumsuz yanları törpüledi.Ama mistik havasından,dervişlere özgü
ruh halinden ve aşırı saflığından hiçbir zaman sıyrılamadı.
Sıyrılmak da istemiyordu aslında.Yalnızlığının tek avuntusunu kaybetmeyi göze alamazdı.Sosyal ilişkilerinin
zayıflığında,yalnızlığa yatkın kişilik yapısının yanısıra altı numaralı,kalın çerçeveli gözlükleri ve düztabanlığı da
etkiliydi.Aynı zamanda,sanki diğer şartları tamamlamak istercesine,babası da subaydı Zeynel'in.
O,alevi düşünce ve yaşamının,derin bir platonik sevdanın,yalnızlığın,devrimci sempatizanlığın ve donuk,askeri
bir aile yaşamının ekseninde dolanıyordu.
***
Çam, nane ve kekik kokuları yükseliyordu gecede.Gecenin koyu sessizliğini çekirge ve kurbağa sesleri,kurt
ulumaları ve uzakta hala birkaç evinden ışık süzülen köydeki köpeklerin ince havlamaları bozuyordu.
Zifiri karanlık bir geceydi.Birkaç metre ötesini görmek olanaksızdı.Yıldızlar koyu karanlıkta ateş topları gibi
parlıyordu.
Zeynel ayağında spor ayakkabılar,sırtında içi dolu bir çanta olduğu halde kör karanlıkta ilerliyordu.Çamlıbel
dolaylarında çam,köknar,kayın,meşe,ladin ağaçlarının arasında yürüyordu.Saatlerdir karanlıkta yürüdüğü için
gözleri karanlığa alışmıştı.Yine de çalılara,kuru dallara basarak ses çıkarmaktan,dikenlere dolanmaktan,
yumuşak topraklarda kaymaktan,çoraklara batmaktan kurtulamadı.
Çevreye hakim bir düzlüğe geldiğinde şafağın sökmesine sadece birkaç saat kalmıştı.Düzlükte,üstü çalılarla
gizlenmiş içinde uzun saplı tahta kepçesi olan bir su kuyusu,hemen yanında da tek gözlü bir çoban kulubesi
vardı.Önce kulubeye girip yatmayı düşünen Zeynel, sonra daha tedbirli olur düşüncesiyle açık havada yatmaya
karar verdi.Sırtından çantasını indirdi ve içinden katlanmış uyku tulumunu çıkardı.Sırtçantasında uyku tulumundan
başka,bir gerilla için gereken herşey vardı.İğnesinden yara bantına,konservesine kadar her şey.Ve tabii ki,bir
gerillanın çantasında nelerin olması gerektiğini öğrendiği,Che'nin 'Bolivya Günlüğü' adlı kitabı.
Zeynel akşam üzeri sırt çantasını hazırlamış,babasının silahını da almış ve evden çıkarak Köroğlu dağlarına gelmişti.
Altı saattir de bu dağlardaki ormanlarda yürüyordu.
Evden çıkarken,durumundan,mağrur edasından şüphelenen annesi,'Oğlum nereye gidiyorsun? Gitme! 'diye feryat
figan etmiş; belinden,kazağından,kolundan yakalamaya,bırakmamaya çalışmış; ama zeynel annesinin her engelleme
çabasını bir matador ustalığıyla savuşturmayı başarmış ve sokakları,caddeleri,meydanları nasıl geçtiğini bilmeden
Köroğlu dağlarının eteklerine dayanmıştı.Huşu içinde ve tüyleri diken diken olmuş bir vaziyette,çevreye hakim bir
yamaca çıkarak gözlerinin önünde bir çarşaf gibi uzanan yemyeşil ormanları,derin vadileri ve uzaklarda bulutlarla
kucaklaşmış dağ doruklarını seyre koyulmuştu.Bir zaman öyle kaldıktan sonra,ufukta batarken göğü kızıllaştırmış
güneşe ulaşmak isteyen bir kartal gibi kollarını iki yana açarak,içinde yıllardır biriktirdiği özlemini,sıkıntıları bağırarak
dışa vurmuştu:'Geldim işte Köroğlu,geldim! Bu dağlara senden sonra ben geldim.Senin yiğitliğine Ferhat'ın sevdasını
aşılayacağım burada.Fidan er geç sevdamın değerini anlayacaktır.Senin ruhun,bu ağaçlar,bu dağlar,bu taşlar tanığımdır;
ya Fidan'ıma kavuşacak ya da ölüp gideceğim.'
Zeynel'in hayatında Fidan, Don Kişot'un hayatındaki Dulsinya'ya benziyordu.Onun kadar güzel,erdemli ve erişilmezdi.
Zeynel,nane,kekik,çam kokuları,dere şırıltısı,kuyu uğultusu,baykuş ötüşü,çekirge cızırtısı,kurbağa vıraklaması ve köpek
havlamaları arasında,bu serin Mayıs sabahında uykuya daldığında rüya görmeye başlamıştı bile:
Kızıl bayrağa sarılmış tabutun arkasında,kilometrelerce uzunluktaki koca bir yılan gibi kıvrılarak ilerleyen on binlerce
insan vardı.Siyahlara bürünmüş bir kalabalıktı bu ve herkes ellerini bağırlarında kavuşturmuştu.Başları hafifçe önlerine
eğikti,aralarında hiç boşluk yoktu ve uygun adım yürüyorlardı.Birçoğunun başında kıpkızıl Haydari** denilen külahlar
vardı.En önde,tabutun neredeyse tüm ağırlığını yüklenmiş dünyalar güzeli Fidan yürüyordu.Yas elbiselerine
bürünmüştü.İçi kabarıyor,gözyaşları sel gibi akmak için zorluyordu; ama o ağlamamak için korkunç bir çaba
harcıyordu.Ağlamamalıydı,ağlayamazdı; çünkü her şeyden,herkesten çok sevdiği,iliklerinde,kemiklerinde,bütün
benliğinde duyumsadığı Zeynel,o üzülsün,ağlasın diye değil,büyük insanlara yaraşır yüce amaçlar için ölmüştü!
O bir öz yolcusu,bir halk kahramanıydı.Fidan'in da gururla ve tereddüt etmeden kendi izinden gelmesini isterdi.
***
'Çocuklar.Zeynel nerede bilen var mı? 'diye sordu iktisat hocası..'Günlerdir girmiyor derslere,acaba hasta mı? '
İktisat hocası belli etmese de epeydir gözlüyordu Zeynel'i.Ondaki durağanlık dikkatini çekmişti.
Bir süre kimseden ses çıkmadı.Bazı öğrenciler imalı imalı birbirlerine bakındı.Arkalardaki iki erkek öğrenci,
en önde oturan Fidan'ın ensessine diktiler sinirli bakışlarını...
Birkaç saniyelik derin sessizliği,yine anfiden yükselen homurtular bozdu.Toprağın yüzeyine yaklaşmış deprem
uğultusunu andırıyordu bu homurtular.
Hoca tekrar sordu:'Bilen yok mu cocuklar? '
En arkadaki siyah gözlü,sade giyimli öğrenci gözyaşlarını tutamadı.Ağladı.Ama hıçkıra hıçkıra değil,yüreğinin
kılıç gibi keskin acısını bastıra bastıra.Yanindaki öğrenci daha soğukkanlıydı.Teselli etmek için arkadaşının
sırtına dokundu usulca:
'Yapma Mustafa.Tamam haklısın,engellemeliydik.Ne pahasına olursa olsun engellemeliydik.Ama yapamadık,
gitme demekten başka birşey yapamadık.Oysa o,defalarca,gideceğim derken,aslında bizden yardım istiyordu.
Anlayamadık.Kaç yıllık arkadaşı olmamıza rağmen anlayamadık.Tamam suçluyuz.Ne yapalım ki,olan oldu bir kere.
Artık elimizden hiçbir şey gelmez.Benim de içim yanıyor.Ama ne yapabiliriz ki? Hiçbir şey Mustafa,hiçbir şey! ..'
Sabahın sekiz buçuğunda anfide bu gelişmeler olurken,Zeynel bakkaldan ekmek almış ve ormana giden taşlı,tozlu,
ince patikaya revan olmuştu.
Ne gerilla teorisinden,ne gerilla deneyiminden,ne doğanın olumsuz koşullarından,ne köylülerin yapısından,ne
ülkenin siyasal gerçeğinden ve ne de bir ihbarın yaratabileceği sonuçlardan haberli olan Zeynel,etrafında gittikçe
daralan asker çemberinden de haberdar değildi.Sırtında çantası,koltuğunun altında bir gazete parçasına sarılı
iki ekmek,ayağında çamura batmış spor ayakkabılar,bacaklarında toz toprak içinde kalmış,dizlerinden yırtılmış
pantolon ve üzerinde gövdesini saran haki bir kazak olduğu halde yürüyordu.İçine sabah serinliğini
çekerken mutluydu...
Ayağa fırlayarak 'Ben biliyorum,hocam.' dedi Mustafa.'Hem de çok iyi biliyorum.Bizler bugüne kadar hep
kitaplardan okumuş,büyüklerimizden dinlemişizdir dokunaklı sevda öykülerini.O öykülerde saflık,dürüstlük,
mertlik,kendini feda etme vardır; ama bencilliğin ve paranın hakim olduğu bu çağda,o öyküler çok uzak gelir
bize.Biraz duygulanır,ağlamaklı oluruz; ama hepsi o kadarla kalır.Oysa bugün,burada,o öykülerden daha
dokunaklı ve kesinlikle daha gerçek bir olay yaşanıyor.'
Konuşmasına birkaç nefes alımlık ara verdi.Tekrar konuşmaya başlamadan önce,kendisine çevrilmiş gözlerden
sadece birine,Fidan'ın gözlerine,nefret ve yalvarmanın harmanlandığı bakışlarına dikti.
'Zeynel nerede diye sormuştunuz,değil mi hocam? Şimdi ben size,hatta hepinize bir soru soracağım:
Zeynel aylardır bu anfide neredeydi acaba,bileniniz var mı? O,yıllardır bu fakültede neredeydi,hangi dayanılmaz
dertler içerisindeydi,bileniniz var mı? Yok tabii,olamaz.Çünkü siz,onu hep horladınız.Size göre o,
dört gözün,düz tabanın ve hiç konuşmayan çekilmezin biriydi.Yıllarca onunla ilgilenmediniz,konuşmadınız,
özellikle uzak durdunuz.O da sizle konuşmadı,size dertlerini anlatmadı.Ama bilmelisiniz ki,o,hepinizin okuduğu,
dinlediği sevda öykülerindeki kahramanlardan daha amansız bir sevdaya tutulmuştu.Ne acıdır ki,sevdasına
hiçbir zaman karşılık bulamadı.Bir bakış,gülümseyen küçücük bir bakış bekledi yıllarca.Bu kadarı yetecekti
onun için.Ama nafile! Zeynel,öyle bir kıza sevdalanmıştı ki; bu kız,belki de dünyanın en katı yüreğine sahipti.
Çok güzeldi; ama kendisine sevda yüklü bakan gözleri görmeyecek kadar duygusuzdu,kördü.Peki bu kız kimdir,
biliyor musunuz? '
Konuşmasının burasında durdu ve gözlerini bir radar gibi bütün anfinin üzerinde gezdirdi.Anfide tansiyon
yükselmişti.Fidan kendi isminin söyleneceğini anlamış gibi kafasını öne eğmişti.Sanki suçluluk duyuyordu.
Mustafa devam etti:'O kızın adı Fidan'dır.O zalim,duygusuz kız Fidan'dır.Ve şimdi Zeynel,Fidan'ın sevdasından,
bir kahramanlık yaparak onun gözüne girmek için,dağlardadır.Evet,dağlardadır.Ve belki de ölecektir...'
***
Ormana birkaç yüz metre kalmışti ki,metalik bir ses işitti:
'Teslim ol! Etrafın sarıldı.Bir yere kaçamazsın.Teslim ol! '
Zeynel'in teslim olmaya niyeti yoktu.Köroğlu teslim olmuş muydu ki? Eğer olsaydı,Köroğlu,Köroğlu olur muydu?
Efsaneleşerek yüzyıllarca yaşar mıydı? Nerde görülmüş teslim olanı,halkın asırlarca anlattığı? Ve nerde
görülmüş teslim olanın gerçekten sevdalı olduğu? Hayır,hayır! Bu dağlara teslim olmak için değil,ölmek için gelmişti.
Ölecek,ama asıl o zaman yaşayacaktı.Belindeki Kırıkkale yapımı tabancasını çekti,emniyetini açtı ve ormana
doğru hızla koşmaya başladı.
Arkasından'Teslim ol! ' sesleri arasında,bir kurşun sağanağı boşaldı.İlk sağanaktan yara almadan kurtuldu Zeynel.
Hemen arkasına döndü ve boşluğa doğru tek el ateş etti.Tabancasının sesi,aslan kükremesi karşısında kedi
miyavlaması gibi kalmıştı.
Vakit kaybetmeden tekrar ormana doğru koşmaya başladı.Gökte bulutlar birazdan ağlayacaklarmış gibi,koyu gri
bir renge bürünmüştü.Güneş,sıklaşmış bulutlar arasından titrek ışıklar gönderebiliyordu ancak.
Kurşun seslerinden ürkmüş bir karaca geçti Zeynel'in yanından.Geçerken ince boynunu çevirdi ve iri gözlerini,
Zeynel'in gözlerine dikti.Birkaç dakika,öyle bakışarak koştular.
Sonra Zeynel'e fırlatılmış bir kurşun,hedef saşırarak yere serdi karacayı.Karaca öldü,ama dakikalarca
kapatmadı gözkapaklarını.Zeynel'in ardından baktı,baktı...
***
Ringin ön tarafında şoför ve bir astsubay,arka bölmesinde ise dört tane silahlı asker vardı.
Mahkumlara ayrılmış dar pencereli orta bölmede yüzü gözü kan çanağına dönmüş bir mahkum duruyordu.İşkence
görmüş olmasına rağmen çökmüş,çaresiz değil,gururlu bir duruşu vardı.Ve gözlerini havayı içmek,özgürlüğe
koşmak istercesine küçücük pencereden dışarı dikmişti.
Köroğlu dağlarının,heybetli ormanlarının heybetli ağaçları bir bir geride kalıyordu...
*Prokrustes:Daha çok prokrustes yatağı ifadesinde geçer.Yunan mitolojisinde katılığı ve sertliği vurgulayan
bir efsanedir.Efsaneye göre,Prokrustes'in demirden iki tane yatağı vardı ve o,insanları bu yataklara
uydurabilmek için kimilerini keserek kısaltır,kimilerini de çekerek uzatırdı.
**Haydari:Şeyh Haydar'ın müridlerinin giydiği kırmızı renkli,12 dilimli külah.Kırmızı,Şia'ya bağlılığın ve ehlibeytle
kan kardesliğinin ifadesiydi.Sünniler,külahlar nedeniyle bu müridlere kızılbaş dediler.
Kayıt Tarihi : 11.7.2007 18:54:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu öyküyü gerçek bir olaya dayanarak yazdım.Ancak olayda adı geçen Zeynel ismi,karşılıksız bir aşka tutularak dağa çıkan,arkadaşımın gerçek ismi değildir.Arkadaşımın sevdiği kızı da tanımadığımdan, Fidan adını taktığım sevgili tiplemesinin de gerçek olup olmadığını ya da gerçeğe ne kadar yakın olduğunu bilmiyorum.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!