Zeki Nurçin Şiirleri - Şair Zeki Nurçin

0

TAKİPÇİ

Şair-yazar Zeki Nurçin 1970 yılının mayıs ayında (20 mayıs) okuma yazma bilmeyen sevimli bir annenin beşinci çocuğu olarak güneş kenti Ağrı'da dünyaya geldi.Yaşantısının önemli bir kısmı 1991 yılında yayınlanan 'Direnişlerin Şafağı' adlı romanındaki kahramanların yaşamına tanıklık etmekle geçti.Edebiyata şiirle basladı (ilk yazdığı bir öyküydü) bunu roman,öykü,senaryo ve tiyatro çalışmaları izledi.Büyüdüğü kentteki Kurtuluş Mahallesi onun çalışmalarının konusu oldu.Yazdığı roman ve öykülerin dokusunu bu mahallenin karmaşası ve bazen de yali ...

Zeki Nurçin

çöl mü yuttu kays'ı
yusuf'u kuyular mı
dağ mı yıkıldı ferhat'ın üstüne
ve kaybedilen yıllara
yanıtsız sorular sordular mı?

Devamını Oku
Zeki Nurçin

-Annemin anısına-

sağıma soluma döşediğim yalnızlıktan
sesin sızıyor anne
bugün tam bir yıl dört gün oldu
ve bir garip sensizliktir

Devamını Oku
Zeki Nurçin

ben bir efkâr dağıyım
herşey bende barınır,
su
zaman
hayat
ve öteki sen

Devamını Oku
Zeki Nurçin

yere düşünce her yağmur tanesi
tutuşur içimde sevda sorgusu
kulağımı çınlatsa her bir nağmesi
öldürür şarkıya benzeyen toprak kokusu.

ne zaman yağmurda bir düş kursam

Devamını Oku
Zeki Nurçin

Kovdunuz gittim,mutlu oldunuz mu?

Utangaç bir ay ışığıydı gecenin ortasında
Titrerdi
Karanlıktı zaman
Kovulmuş bir aşk sokakta ağlayarak giderdi.

Devamını Oku
Zeki Nurçin

seni son defa seviyorum
siirlerin hatrina
hüznün kahkahasi yetim kalmasin diye.

benim icin hayat sen
senin icin hayat ben

Devamını Oku
Zeki Nurçin

Şairin dediği gibi, Ağırmazsa bilir miydim yüreğimin nerde olduğunu... bazen muhteşem şeylerin ortaya çıkması bir felaketin yaşanmasıyla mümkün. Dünyanın oluşumu buna örnek ama insan da buna sosyal ve edebi bir örnektir. Bu bir şair ise anlatmak kolay değil.Bir ömür meselesi bu. Şairler güzelliğin ve aşkın ortaya çıkması için belki de tasavvur da zorlandığımız o kadar içsel felaketler yaşıyorlar ki, şayet buna dünya gözü ile tanık olursa göreceklerimiz karşısında bir saniye bile dayanamayabiliriz. Evrenine düşmüş buğudan tutun da sefaletine kadar kendisini dürten her kavramdan sınırsız beslenmesi aslında onun bilgiye eşit halidir. İnsanlar her yaşadığını bir şekilde dışa vurmak ister.Şairler ve yazarlar bunu yazarak ağırlıklarından kurtulurlar belki.Ama onların yorgunluk bilmeyen bir hüzün işçisi olduklarını yazarsak anlatılmak istenen daha iyi anlaşılır.

Yazmak sabır isteyen, donanım, yaşanmışlık isteyen nereye varılmak istendiği belli olmayan en garip en gizemli ama en güzel yolculuktur. Şairler ve yazarlar bir yerlere yetişmenin telaşını taşımadan bu yolculuğun belki de taa kendileridir. Şair bu yola koyulurken aslında arkasına sağına soluna kendi gönül penceresinden de bakmayı ihmal etmez. Yakaladığı imgeler ve keşfine çıktığı sırlar onu yaşadığı zamandan, çağdan uzak tutmaz.Buna karşı o yine kendi dünyasının derin imgeleriyle beslenir.Bir şiir panoramasını bu yolculukta bilgi gıdası diye taşır.Onu besleyen hüzündür,yalnızlıktır,bir başınalıktır.Şiirin sırrına ermiş şairler bu yalnızlık,hüzün ve bir başınalık kavramlarını sabırlı bir imge işçisi edasıyla yansıtırlar.Edebiyatla iç içe yaşayan bir aileden gelmek gibidir bu; dil ve izlek açısından farklı bir yol izlemiş ve hüznünden beslenme cömertliğiyle şiirine de ayrı bir anlam katan şairler hayatın da dilini bilenlerdir.Bu yeni bir olgu değil ama kendine benzeyen bir yenilik.Gerçekten şairliği hayat yolculuğu diye benimseyenlerin bütün şiir akımlarıyla sıra dışı bir yakınlığı sezinleniyor ama farklı bir hüzün işçiliği onları daha iyi tanımamızı sağlıyor.Yaşadığı mekan doğduğu mekanlardan uzak olmasına rağmen sanki doğduğu yerdeymiş gibi yazması onun yazarken zaman ve mekandan soyutlanmış halidir.Şiirlerindeki ağır hüzün aslında bir mabed ve sığınaktır kendisi ve okuru için.İçin tasvirini çok çömertçe yapması yaşadıklarıyla yakından ilgilidir şairlerin.Edebiyatta bilinen her uslubu kullanmak imge avcılğı onun şiirinin kendi çığlıklarını ısrımasını da geciktirmemiş yazdıklarında.Şiirleri okunduğu zaman insanın zamandan soyutlanması onun becerisinin de tasviridir.Kıyısında durduğu şiir denizinin püskürttüğü her rüzgara göğüs germesi,hüznü sevinci,acıyı,mutluluğu,burukluğu,yalnızlığı sorgulaması aslında yaşından fazla yaşadıkları anlamına gelir.Kendisini bir nevi kamçılaması doğrusu onun yazmadaki sınırsızlığıdır.Adeta kendisine hesap sormaya eşdeğer tutar bir takım alaşağı olma durumları.

Şairlerin tanrısal bir gücü olduğuna her zaman inanılmıştır.ilk zamanlarda da böyleydi Homerosun tanrısal bir insan gözüyle görüldüğü zamanlarda Platon, Sokrates kılığına girip şairleri aşağılıyordu.İmgeler aynı yola çıkıyordu hep. Gençliğinde şiiri denemiş olan Platon, filozof olduktan sonra şairlere karşı, cahil, aklı yerinde değil, perilerin hizmetçisi, gibi sözlerle sürdürdü aşağılayıcı tutumunu.Şairler kendi şiirlerinde bunu yaparken aslında bir saygının resmini de çizerler. Bu Platonik tutum, tek tanrılı dinlere de hep devam edegeldi. Şairin laneti yeni dönemde de eksik olmadı kendi üzerinden. Modern çağ, şairi, amprist ve pragmatist aklın dışında bir yerde konumlamayı, kendi akılcı sistemi için alınması gerekli bir önlem sayar. Bugün de faydasız kilisenin papazı konumunda, her şeyi pazardaki fayda ve kâr ile ölçen burjuvazi için şair. Halk kitleleriyse ancak isyan ederken çağırdı şiiri imdada.Şair olmayı yakalamış bireyler kendi içinlerindeki evrenlerinin kentlerinde hüküm süren hüzne bir yerde başkaldırır.Yalnızlığı kendi içinde erimek olarak algılar ve kazanmanın yolunun bu iki kavrama karşı savaş açmak olduğunu yaşadıklarından,doğduğu topraklardan öğrenır.İçindeki buğulu söz ve zamanın kederli sözleriyle kendisini şiir olarak yeni baştan inşaa eder. Ama şair, kavrama karşı yenik zamanlarını da kendi bakışıyla işlemeyi fikir kabul eder. Duygu işçileri romantik dönemleri de öne çıkarır bu zengin tema içinde.Filozoflar, mesela Giambattista Vico gibi ender bulunur tarihçiler ve elbette şairler, şiirin kötülükler karşısında nasıl bir devrimci gücü olduğunu anlamaya ve anlatmaya yoğunlaştılar.Şair,kendi şiirinde hüzne karşı bir devrim kazanmayı da bilir.

Devamını Oku
Zeki Nurçin

-Yunus Emre-

Her dem çığ gibi düşer evrenime aşk söyleyen sesim
Tüketir beni yokluğuyla nara yanmış pervaneyim
Kalbim ile beynim arasında bir sis perdesi var
Alıp verdiğim her nefesim

Devamını Oku
Zeki Nurçin

teknemin renksiz hüznü
kasirgalari sevmis
cevirir sana yüzünü
doyurabilsin diye gözünü.

bak ciddi söylüyorum

Devamını Oku
Zeki Nurçin

Atlas Okyanusu ya da diğer adıyla Atlantik.Büyük Okyanus’tan sonra en büyük ikinci okyanus.Bir zamanlar tek parça olan ata kıtanın bölünmesiyle oluşmuş aynı zamanda Avrupa ve Afrika kıtasını da Amerika kıtasından ayırmıştır.Akdeniz,Kuzey Denizi ve Baltık Denizi ile birlikte 106.2 mil kilometre kare alana sahip devasa bir düş gibi.Yeryüzünün beşte birini kapsar.3314 metre ortalama derinliği vardır ve en derin noktası Porto Riko Çukuru’dur.

Aslında atlas okyanusunu anlatmak için cümlelerin karşı konulmaz bir isyanı gerekir.Okyanus görünmez bir güç tarafından cezalandırılır gibi uçsuz bucaksız ve alabildiğince ürküten bir sessizliğe sahiptir.Gözleri telaşa sürükleyen bir esrarı vardır her zaman.Yolu ordan geçen her denizci bu psikolojiyi bilir.İnsanın belleğindeki düş ve hayalleri kırılma noktasına getiren gerçek ile rüya arasında bir yerdir.Burdan geçenler sonsuz bir evren içinde ne yana gideceğini bilmeyen bir soruya dönüşür çok geçmeden.Hayat ile kavgasına tam anlamıyla bu okyanusun üzerinde tutuşur.İnsanın,insan okyanusunda hangi fırtınalarla karşı karşıya olduğunu en iyi o dalgaların üzerindeyken görebilir.İnsanın kendisine tanıklık ettiği gizemli sulardır.Mavi rengini cömertçe çaldığı gökyüzünden alırda biz suyun kendisini mavi sanarız.Tıpkı bir düşü gerçek saymak gibi.Ya da bir şiirdeki hayali kadına aşık olmak gibi.

İnsanoğlunun kendisiyle hesaplaştığı dahası barış için savaştığı bir gün okyanusun üzerinde bir çığlık kopmaya başladı...Milyonlarca kuş havada daireler çiziyor,sarhoşmuşlarcasına uçuşup duruyorlardı.Attıkları o garip çığlıkları o devasa Atlantik Okyanusu’nun karnını yarıyordu...Sular yarılıyordu.Okyanusun gşkyüzünden çalığı mavisi yarılıp titriyordu.Girdaplar oluşuyor,azgın dalgalar kahkaha basıyordu sanki.Kuşlar öyle yüksek bir sesle çığlıklar atıyordu ki sesten etkilenen küçük bulut adacıkları hızla sürükleniyordu gökyüzünde.Kendi çığlıklarının ağırlığına ve onca kattedilen yolun verdiği yorgunluğa dayanamayan kuşlar kendilerini okyanusun tanımlanmaz bir canavarın ağzı gibi acık o dev dalgaları arasına atıyorlardı.Cesaret bu anlaşılması zor doğa olayını anlatmaya yetecek anlama sahip değildi...Kuşlar son bir hamle ile yaşamlarını bir bilinmezliğe kurban eder gibi okyanusun azgın ve korkunç dalgalarına çaresizlikle teslim ediyorlardı.İntahar edip ölüyorlardı.

Devamını Oku