Bozkurtların Duası
Tevhit ırmağından avuç avuç nur
Almak nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Süngümün ucunda titresin gâvur
Bölmek nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Tarihin dilini okuyup yazan
Bu ırk ki dünyaya vermeli düzen
Salibin kinini kusturur ezan
Bilmek nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Tanrı’nın kılıcı, Hakk’ın askeri
Çökertir semayı, titretir yeri
Kur’an’ın müjdesi kutlu zaferi
Bulmak nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Bozkurtlar dirilsin bir olsun hele
Düşmanın içine düşer velvele
Turan ordusunu yedi düvele
Salmak nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Kazak, Kırgız, Özbek, Azeri, Göktürk
Dirilsin Alparslan, Kalksın Atatürk
Kara bağlar Kırım, yas tutar Kerkük
Gülmek nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Semada ses versin Ülker yıldızı
Esritsin ruhları Kırgız kımızı
Tuna boylarında sabah namazı
Kılmak nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
Tarihin en ilki, yücesi, hası…
Ötüken’de toplar birlik şûrası
Vahdet denizine Bozkurt mayası
Çalmak nasip eyle Türk’e Ya Rabbi!
BAHAR MENSURESİ
Mor bulutlu akşamların sağanak sağanak yağan rahmetine ufuktan göz kırpan nur yüzlü güneşin selâmı bir başkadır;
bu selâm ulvidir; bu selâm mukaddestir…
Al bu selâmı götür, ver;
mukaddes dava uğruna toprağı öpen
ülkü şehitlerine…
Tanrıdağ’ın zirvesinde bekleşen başbuğlara;
Kür Şadlara, Alp Er Tungalara, Fatihlere, Atatürklere, Atsızlara, Türkeşlere…
Al, götür, ver bu selâmı,
başbuğlar bayram etsin! ..
Dün gece rüyamda gördüm
Kür Şad’ın oğlu Urungu’yu;
Önkuzu vardı, İmamoğlu vardı,
Süleyman Özmen vardı yanında.
Tanrıdağın’ın tepesinde namaza durmuştu
Hüseyin Kurumahmutoğlu,
Darağacında selâm verdi Mustafa Pehlivan,
Cengiz Paktemur, Ali Bülent Orkan…
De ki onlara; Bozkurtlar ordusu zafer yolunda…
Türk dünyasının dört bir bucağından
müjdeli haberler gelmeye başladı;
ulaklar yarış halinde…
Ata yurtlarımız hürriyetle kucaklaştı.
Ana yurdumuzda Devlet,
devletin başına gelmek üzere…
Bozkurtlar söz verdi son başbuğuna;
Mühür vuracaklar teknik çağına.
De ki onlara; nalını çaktılar atın,
pasını sildiler kılıcın…
Hakk’ın müjdesi zafere koşuyorlar
yayan yapıldak…
De ki onlara; koflaşmış beyinlere,
satılmış yüreklere, sevdasız gönüllere,
pusatsız askerlere anlattık aşkı, sevdayı;
anlattık Din-i İslam’ı,
anlattık Türklüğü, Türkçülüğü…
Can gardaşım, aziz ülküdaşım!
De ki onlara, bademlerin çiçek açtığı; narların gülümsediği; papatyaların aka, gelinciklerin kızıla boyandığı;
gönüllerin şad, kalplerin mesrur olduğu
baharı bekliyoruz.
Başımızı eğenler, ruhumuza sövenler;
haydutlar, haramiler, korkaklar, dalkavuklar,
iki ayaklı melek yüzlü şeytanlar
zemheride dondular, donacaklar…
Ayakta sıcak sevdalı, saf, temiz, idealist,
fedakar ülkü devleri kaldılar;
baharın kuyruğundan tuttu tutacaklar…
De ki onlara; kurtuluşa, felaha, huzura, barışa, dostluğa, kardeşliğe buğday benizli balalar talip…
De ki onlara; çocukluğunu tatmayan, gençliğin demini sürmeyen,
taş medreselerden mezun ülkü devleri bir oldu, birlik oldu,
zafer müjdeleyen tebessüm yüzlü baharı bekliyorlar.
Kara budundan da müjdeli haberler var.
Hak için, hakikat için,
Allah rızası için pusatlandılar…
De ki onlara; zaferi, bozgun muştular, Bozkurtlar el ele tutuştular;
şafakta vuruştular…
Fer geldi ninelerimin gözlerine,
derman geldi dedelerimin dizlerine,
pembe güller yapıştı kızlarımın yüzlerine…
Ümit ışıkları yanmaya başladı,
meşaleler tutuşmaya…
Artık gür çıkıyor ozanların sesi,
neşe saçıyor şarkıların bestesi,
çığlıkları kesti kurtların uluması…
Kurt uluyunca… Bilirsiniz kurt uluyunca; dağlar, taşlar selâma durur…
Kurdun uluması çakal korkutur…
Yiğide şan verir nal şakırtısı
Kan ile silinir kılıcın pası
Tarihe not düşer kurt uluması
Kurt uluyunca… Bilirsiniz kurt uluyunca…
YAŞASIN TÜRKLÜK
Türklük yaşasın diye
Gökkubbeye sur çektik.
Türkistan toprağına
Bozkurt tohumu ektik
Toplandı tüm başbuğlar;
Bozkurt başlıklı tuğlar…
Diz vurdu sayru sağlar
Otağdan kavî çıktık
Atsız, Tanrıdağında
Kür Şad’ın otağında
Türkeş vardı sağında
Soluna üç tuğ diktik.
Kür Şad’ın ruhu çoştu
Tanrıdağını aştı
Kırk çeriyle savaştı
Onlar mızrak, biz oktuk.
Tanrı’nın er kılıcı
Yağıya verdi acı
Yer-gök Türk’e duası
Çin’in tahtını yıktık
Ergenekon yurdumuz
Cenge çıktı ordumuz
En önde Bozkurt’umuz
Demir dağları yaktık.
Ay’ın şavkı vuranda
Bozkurt ulur Turanda
Muştulanmış Kur’an’da
Türk’ün bahtına baktık
Tarih boyu şanımız
Söylensin destanımız
Buyruk verdi Han’ımız
Yeni akına çıktık
Yıllar geçti aradan
Başbuğ oldu Karahan
Sonra Tuğrul, Alparslan
Anadolu’ya aktık
Yeni yurt Anadolu
İçi enbiya dolu
Oğuz’un yirmi kolu
Geride dört bıraktık
Pirimiz Bektaş Veli
Geldi Şeyh Edebali
Ertuğrul Gazi oğlu
Osman’a kırk çıraktık
“Haydi” dedi huriler
Tüm melekler, periler
Koptu yağız çeriler
Rus’un boynunu sıktık.
Yirmisinde beyimiz
Dağları aştı deniz
Surda Yeniçerimiz
Burca sancağı diktik
Dünya huzuru gördü
Bu devran uzun sürdü
Kılıçlar kını kırdı
Savaştan yenik çıktık
Baktı ki çok kötü hal
Türklük görecek zeval
Çıktı Mustafa Kemal
Yedi düveli yıktık
SEYYAH
Gönül beyaz bir atta
Bir gün Maraş, bir gün Yozgat’ta.
Elinde bir gül var
Geziyor diyar diyar.
Gülün rengi kırmızı
Arar Türkmen, Kırgız’ı.
Aradığı bir Türk’müş
Yurdu Kerkük’müş.
Türkmen’in kaşı kara
Açar yürekte yara
Kırgız’ın gözü çekik
Saç sırtında belik belik.
Almata’nın kızları
Mesteder Kırgızları.
Onüç-ondört yaşında
Kafkasların başında.
Bir maral gezer
Gezerken bağrım ezer.
Altaylardan öte aşar
Özbek’in yurduna düşer
Çimkent’te çimlenir gönül
Karabağ’da kara bağlar bülbül
Bülbül’ün söylediği son türkü
Yasa boğar Kerkük’ü
Kıbrıs denizin ortasında
Başı hürriyet sevdasında
Kosova’da güzeller
Taş yalar, toprak yer
Hamısı bizim bunlar
Türkistan’da Sarı Hunlar
Gönül düşmüş yollara
Gidiyor uzak ara
Çalar kapıları bir bir
Arar köy köy, şehir şehir
Nerde güzelin hası?
Türk’ün Kızılelması…
UMUDA DOĞRU
Ne zaman yastığa başımı koysam
Gözümün önüne Nahçıvan gelir.
Umutlarıma yas, yüreğime gam,
Aklıma Türkmen, Azerbaycan gelir.
Burnumda tüterken aç, susuz Kırgız,
Türkistan’dan ünler çekik gözlü kız.
Bir Türk nasıl yaşar yurtsuz, vatansız
Bir gün olur elbet o Turan gelir.
Turan ellerine cami yaptıran,
Moskof’tan kurtarıp Hakk’a taptıran,
Dünyaya yeniden etek öptüren
Âlî Osman gelir, Alparslan gelir.
Gelir elbet bir gün savlar savlayan,
Hazar Denizi’nde balık avlayan,
Kırgız çöllerinde kısrak tavlayan
Bozkurt soylu Timur, Cengizhan gelir.
Çağlamazmış seli eriyen karın;
Farkına varamaz cahil vakarın;
Bugün böyle amma, unutma yarın
Mustafa Kemal gibi bir arslan gelir.
BENİM MEMLEKETİM
Atmaca uçurumlarında raks ederken şahinler,
ıssız, dik yamaçlarda anî bir çığlık duyarsan feryada benzer;
bir kurt uluması yırtarsa gecenin sessizliğini apansız;
ağlamaklı bir yanık bozlak duyarsan uzaklardan;
bir hüzzamın buruk nâmelerini haykırırsa
kırık ney;
bir yorgun sürüyü dereye indirirse esriten kaval…
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Uçsuz-bucaksız bir bozkırın tümseğinde
kişniyorsa yılkı atları;
sığırtmacın önünde ho’ladıkça tırmanıyorsa yamaçlara sığır;
canhıraş çığlıkları atarak karışıyorsa koyun kuzuya;
çayda kurbağaların şarkıları yankılanıyorsa
bam telinden;
kağnı tekerliklerinin gıcırtılarına “es” diyorsa soluğuyla sarı öküz;
çobanın yerine koyunu güdüyorsa Karabaş…
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Başı yaşmaklı, telli duvaklı gelinler at sırtında gülümsüyorsa;
halaya durmuşsa erkekli kızlı genç gönüller; fincanda kahve, bardakta şerbetler sunuluyorsa konuklara;
havanda kesilen tel kadayıflara şıra dökülüyorsa telaş içinde;
kurulmuşsa sofralar konuklara izzet-i ikram için
ve davullar çalınıyorsa çifte çifte…
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Ocak başında tezek atıyorsa ateşe yaşlı kadın; peşipeşine seriliyorsa yağlı katmerler sac üzerine;
bir çocuk çökelekli dürüm istiyorsa ağlayarak; küpten pekmez, yayıktan ayran çıkartıyorsa genç bir kız;
heybesinde domates biber ile iniyorsa eşeğinden boynu yağlıklı ihtiyar;
damdan dama atlıyorsa civciv kapan
Sarı Tekir;
sarıya boyamışsa kahverengi toprakları günebakan;
kabartıyorsa yürekleri at kişnemesi, nal şakırtısı;
sevgi doluysa yürekleri insanlarının…
Sorma “kimindir” diye,
işte orası benim memleketim.
Buğday biçiliyorsa, arpa kavranıyorsa,
mercimek yolunuyorsa, sap çekiliyorsa,
düven sürülüyorsa…
İt ürüyor, kuşlar ötüyorsa.
Eşek anırıyor, at kişniyorsa…
Kızlar bulgur çekiyor, civanlar at seğirtiyor, çocuklar çelik çomak oynuyorsa…
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Yosun kokulu kayalarda raksediyorsa şiir gözlü martılar,
bir tepeden seyre dalmışsa Yahya Kemal mavi dünyayı,
bir yanık türkü tutturmuşsa Orhan Veli,
han duvarlarına yazdığı manzumeleri okuyarak geçmişse Niğde’yi Faruk Nafiz…
Yeniden vatandaşlaştırıyorsa bozkırları
Mustafa Kemal’ler
ve Türklük kokuyorsa buram buram toprağı, taşı bir ülkenin…
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Hilâlin gölgesinde uyuyorsa bebekler,
caddelerden sel gibi akıyorsa insanlar, yükseliyorsa fabrika bacalarından dumanlar, uçuyorsa uçaklar, yürüyorsa tramvaylar,
şehide selâma durmuşsa bir er...
Bil ki, işte orası benim memleketim.
Yürekleri çatal doğar çocuklar, bu ülkede…
Adına, Türk yurdu derler bu ülkenin,
tâ ezelden beri.
İnsanları hep bir ağızdan haykırır
“YAŞASIN TÜRKLÜK” diye.
Bil ki… Bil ki, işte bu ülke benim memleketim.
ÖNCE VATAN
Dahili ve harici bedhah olan,
Gaflet, delâlet değil hiyanet içinde her an.
Türklüğün başında bir bela ki,
Ne dost belli ne düşman.
Dün Şeyh Sait idi eşkıya başı,
Bugün Artin Andokyan.
Hainlerle bir oldu,
İsveç, Norveç, İngiliz, Fransız, Alman.
Kendi vatanımda kendi askerime,
Yağmur gibi kurşun, tipi gibi bombardıman.
Kimi kör kaldı; kimi kolsuz, bacaksız,
Kimi şehit oldu, sanki miras atadan.
Ağıtlar yakıp destanlar dizdim ancak,
Vatansızlar yüreğime saçarken kan,
Çok pınarlar kuruttum yetimlerin yerine,
Kara yastayken vatan.
Bir kavga ki ortasında Türk,
Bir ucunda Rus, bir ucunda Amerikan.
Gelen kara haberler Yemen’den değil,
Mardin, Siirt, Şırnak’tan.
Sebepsiz düşerken tetik,
Kime değecekti namludan çıkan.
Orda yağmur yerine kurşun,
Burda yürekte fırtınaydı kopan.
Galiçya yok, Çanakkale yok, Dumlupınar yok,
Peki niye her gün dört omuzda bir Mehmet, bir Osman?
Telli duvaklı gelinlerde canhıraş çığlıkları,
Gün yüzü görmemiş bebeklerde figân.
Tilkitepe’de kardeş kurşunu yemiş de,
Musalla taşında iki civan.
Önce, Behram Aktaşlı diye okundu künye,
Ardından, Keskinli Kerem oğlu Nevzat Ceyhan.
Uzadı künyeler yıllar yılı,
Şehitler kervanında Ali, Ahmet, Hakan.
Garip geldi, bir garip kurşunla gitti,
Dağ gibi devrilen Dağ Orhan.
Diz dövülür, saç yolunur, tabutun arkasında
Sineme düşer, düştüğü yeri yakan.
Yirmisinde dul kaldı ya gelinler,
Şimdi yetim bir kız bir oğlan.
Bir hiç uğruna gitti de yiğitler,
Ne yapar şimdi iki çocukla kalan.
Nasıl kaldırır, iki yükü bir omuz,
Uyan arslanım uyan.
Arş-ı âlaya ulaşırken feryatlar,
Ne dinleyen oldu ne duyan.
Şehitler hep bir ağızdan haykırdılar:
“Önce Vatan! ... Önce Vatan! ...”
KANI BOZUK
Aynı soydan, aynı boydan kök bir ya
“Kürt” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Bölününce kurtulacakmış güya
“Yurt” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Gece gündüz Türklüğüme söveni
Sultan ettik, yine, bitmedi kini
Susmadı şam ağız; Alevi-sünni
“Zırt” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Ermeni tohumu veled-i zina
Tüm Güneydoğuyu boyadı kana
Tilki pençe vurdu eski arslana
“Kurt” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Suruçla Siverek Türkmenin hası
Tunceli, Erzincan, Maraş, Sivas’ı
Demokrasi için figanı, yası
“Ört” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Gönül gözüne tüm inmiş de perde
İhanet ruhunda, hinlik var serde
Haine, alçağa, puşta, namerde
“Mert” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Vatan bekçisine kurşun sıktırdı
Usandırdı halkı, candan bıktırdı
Şeytan gibi kalbe nifak sokturdu
“Murt” dedi tutturdu bir kanı bozuk
Türk’e bayram idi eriyen demir
Ergenekon bil ki kırılan zincir
Sinsin, Nevruz, Kutgün, yirmi bir
“Mart” dedi tutturdu bir kanı bozuk
YORULDUM BEN
Hayat ipliğine hülya
Dize dize yoruldum ben
Ekmek atlı ben de yaya
Geze geze yoruldum ben
Felek vurdu gam yükünü
Kuruttu gülün kökünü
Bülbülün gül merakını
Seze seze yoruldum ben
Ömrüm geçti el ilinde
Dile düştüm saz telinde
Ülkü adlı kız yolunda
Toza toza yoruldum ben
Kimler geldi geçti handan
Memnun çıkan yok limandan
Gurbet elde tatlı candan
Beze beze yoruldum ben
Kalmadı hiç hatır gönül
Ahde vefa ara da bul
Akla zarar verir akıl
Yaza yaza yoruldum ben
İdris Nebi halin nice
Kara yasta gündüz gece
Dost muamma, yar bilmece
Çöze çöze yoruldum ben
KIRK MAKAMDAN SEKSEN HAVA
Kırk makamdan seksen hava çalıyor
Mızrap başka telde, tel başka telde.
Baykuş dem sürüyor, murad alıyor
Bülbül başka telde, gül başka telde.
Ayıramadık hiç samanı saptan
Huzurun adını unuttuk toptan
Fitneyi okuduk aynı kitaptan
Yordam başka telde, yol başka telde.
Değişti zihniyet kalmadı fikir
Bal oldu damağa tesçilli zehir
Evvelin yerini alıyor ahir
Asır başka telde, yıl başka telde.
Ferhat’ta kalmadı Şirin’e güven
Zühre’dir Tahir’in bağrını döven
Mecnun mu, Kerem mi Aslı’yı seven
Leyla başka telde, çöl başka telde
Ben beni unuttum yıllarca evvel
Derdine düştüğüm hep verdi zeval
Haram haram değil, helâl da helâl
Sihir başka telde, fal başka telde
Kimisi nalına, kimi mıhına
Vurdukça yakıyor kıçına kına
Aşıklar ordusu çıktı akına
Gönül başka telde, dil başka telde.
Ar gelmezmiş ata, katır çiftesi
Haz verirmiş kurda eşeğin sesi
Sebepsiz değildir it ürümesi
Çanak başka telde, yal başka telde.
Kalmadı yiğidin, erkeğin hası
Bitmedi teb’anın matemi, yası
Kırıldı kafanın tahtası, tası
Tarak başka telde, kıl başka telde.
Kız makyaj derdinde oğlan mankenlik
Şimdi moda oldu eski züppelik
Yıllar var ki cep delik cepken delik
Para başka telde, pul başka telde.
Geçimin derdine düşmüşüz çoktan
Ne evlat anlıyor ne avrat yoktan
Duaya yüzümüz kalmadı Hakk’tan
Melek başka telde, kul başka telde.
Urganın ucunu kaçırmışız hep
İzanı mantığı unuttu Recep
Bu gidişin sonu nereye acep?
Hayal başka telde, hal başka telde
Derdi yok kiminin gerçek hayatta
Almış tapusunu cennetin hatta
Ben böyle dünyanın anasını tâ…
İdris başka telde, el başka telde.
AMPUL
Lamba yaktı imam güneşe karşı
Ampul bildiğimiz ampul değil ki!
AB Pazarına kurdu ya çarşı
ABD’nin biti tombul değil ki!
Yahudi serveti, Coni kasası
Sanki himmet eder Dünya Bankası
İMF kölesi, “Puşt” marabası
Senin yaptıkların makbul değil ki!
Edep, haya nerde? Türklüğün zinhar
Hani Müslüman’dın hani çok dindar?
Ellerim yakanda mahşere kadar
Vatandaş kapında bir kul değil ki!
“Müslüman’ım” deyip papazı tuttun
Türban mürban ile halkı uyuttun
Aytaç_Yimpaş ile hamudu yuttun
Nefis torbası bu cumbul değil ki!
Sıyırdım sıdkımı vallahi senden
Garezin ne Türk’e, ne isten dinden?
İhanet miras mı kaldı dedenden?
Bu millet, memleket çapul değil ki!
“Hâlin ne” diye bir sor vatandaşa
Erzurum, Erzincan, Tokat, Maraş’a…
Fitne fesat ile geçtin ya başa
Keramet kendinden menkul değil ki!
GAVURİSTAN MEKTUBU-1
Dünyanın sonuna kalmışız Osman!
Kubbenin tavanı çöktü çökecek.
Şaşırdım kaç bucak olduğunu ben;
Köşesini şeytan büktü bükecek.
Faiz helâl oldu; Hac, zekât haram;
Camiler kilise, mescitler hamam;
Ağalar esrarkeş, paşalar haham,
Mevlâm Sırat’ını yıktı yıkacak.
Ördek belli değil, kaz belli değil;
Keman belli değil, saz belli değil;
Erkek belli değil, kız belli değil;
İnsanlar boynuzu taktı takacak;
Zam geldi ere, kız ucuzladı;
Kalmadı namusun, edebin tadı;
Öküz buzaladı, katır kunnadı;
Tilki yumurtadan çıktı çıkacak.
Terk etti çoktan deve sanatını;
Katır inadını, Hızır atını;
Donjuan yatını, manken etini;
İsrafil tiğini çekti çekecek:
Mikrobu arıttı sabunun kiri;
Deveyi güldürmüş cambazın biri;
Gün be gün artıyor gözünün feri,
Kör Ali oynaya baktı bakacak.
Ne şekerde tad var, ne zehir acı;
Zehir ki şekerden almış haracı;
Mü’minin yerine akrep duacı;
Yılan beynimizi soktu sokacak.
Cambazın ipini kıl etti felek;
Necaseti bize bal etti felek;
Mü’mini kâfire kul etti felek;
Çıramızı aha yaktı yakacak.
Hiç böyle mi idi Türk’ün durumu;
Kadıya işletti felek cürümü.
Şirretin süsüne verdim sırrımı;
Babam gırtlağımı sıktı sıkacak.
Bahar bahar değil, hazan da hazan;
Zincire vuruldu gerçeği yazan.
Bu nasıl adalet, bu nasıl düzen?
Namert ipimizi çekti çekecek.
Değişti Tanrı’nın koyduğu kural;
Ot, inek, süt, yoğurt, arı, petek, bal…
Adalet, fazilet hepsi martaval
Müslüman canından bıktı bıkacak
İdris Nebi ne der daha bu çağa;
Tükendi güvenim ölüye, sağa;
Alıştı yağmur zamansız yapmağa;
Şimşek veresiye çaktı çakacak.
GAVURİSTAN MEKTUBU-2
Emmim oğlu, hele bi dinle beni!
Dik Burun’u sollamışlar duydun mu?
Bir tavşanın ardı sıra gideni
Kemik ile yalamışlar duydun mu?
İnsanlık kalmadı, itlik artınca
Kimse gitmiyor ki kendi haddince
Mideleri terazide tartınca
Damakları ballamışlar duydun mu?
Babasına satmış kızı boyayıp
Ne ut kalmış, ne utanma, ne ayıp
Namusu, hayayı bir zarfa koyup
Mektup diye pullamışlar duydun mu?
Deli devre konuşturma insanı
Musibet kaplamış zaten dört yanı
Çarmıha gerip de Kara Duran’ı
Mezarını güllemişler duydun mu?
Gidenler ko gitsin, kalanlar kalsın
Kimi mebus olsun, kimi bey olsun
Bu dava yaşıyor bilmeyen bilsin
Onlar kafa tellemişler duydun mu?
Fazla sorup deşeleme yaramı
Üç dört yılda söndürdüler çıramı
Aydan güne düşürdüler saramı
Bizi öldü bellemişler duydun mu?
Bu mektup İdris’ten sana hediye
“Davran” dedim davranacak gün diye
Arslan süsü verdikleri kediye
Fareleri yollamışlar duydun mu?
EYLÜL
Bir fırtına koptu yüreklerde, bir deli rüzgâr esti fidanları deviren,
bir sam yeli ki –sorma- umutları öldüren…
Yapraklar sarı, ağaçlar kuru, çiçekler solgun…
Bitmeyen gecelerin son şarkısı gibi anlatılan;
Avare akşamların okunan son şiiri gibi hayat…
Sanki kalbimize saplanan zehirli mızrak,
sanki beynimize çakılan ilk çelik çivi gibi umutsuzluk…
Kollarımızda değil çelik zincirler,
demir kelepçeler; yüreğimizde…
Nasıl anlatsam bilmem, sararan yaprakları, devrilen fidanları,
kuruyan/solan çiçekleri…
Cevapları girift olan çapraz soruların beynimi nasıl meşgul ettiğini anlatamam ben;
anlatamam beynimi tasından fırlatan kalleş kararları;
yorgun dimağımın hangi sancıları çektiğini…
Bıçak sırtı hükümler isteme benden çaresizliğime kahrettiğim bir anımda…
Yorgun düşen yüreğimin çırpınışları eskisi gibi değil artık…
Bıçaklar açmıyor ağzımızı yıllar var ki…
Kadere kahretmiş Mecnun gibi olduk
düşüne düşüne…
Yusuf yüzlü insanların Kerem gibi yandığını,
taş duvarlara hasret türküleri söylediklerini, darağacına gülümseyerek dimdik gittiklerini sana anlattım mı bilmem…
Bilmem anlattım mı sana, ekmek yerine kurşun yiyenleri aç karnına…
Yoldaşlarımın son yolculuklarında emanet bıraktıkları çocuklarını ben nasıl ederim, düşündün mü hiç!
Şafağın sökme vakti kırıldı umutlarımız;
gün batımı gecelerde kurşuna dizildi duygularımız;
alaca karanlıkta çöktü yüreğimize gam, kasavet Sana anlatmadım mı, sana söylemedim mi güneşin en son battığı yeri,
ufukta sönen yıldızları…
Rengi soluk gökkuşağını sorma benden… Dökme başıma vakitsiz yağmurları, karları…
Ey Eylül!
Sen yağdırdın karı sakalıma;
Sen yoldun saçlarımı;
Sen attın çizgileri gözlerimin altına…
Yırtık ayakkabımız, ütüsüz pantolonlarımız, yakasız gömleklerimiz vardı;
huzur veren, bekle diyen…
Umut kapılarımız açıktı baharı beklerken…
Gözlerimiz çakmak çakmaktı akşam üzeri…
Mırıldandığım son şarkıydı belki “Baharı bekliyorum”;
Belki dudaklarımdan dökülen son mısra idi
“Bir gün mutlaka”…
Umut doluydu korku bilmez yüreklerimiz;
sevda şarkıları söylerdi gönül tellerimiz…
Dikenliydi, çamurdu belki çıktığımız yol;
ama biz gönül erleriydik.
Şafak sökmez, güneş doğmaz,
gündüz olmaz mı hiç hazan mevsiminde?
Geceler bu kadar mı uzundu Eylül’de bilmem…
Tam yirmi yedi yıl, yirmi yedi saat gibi…
Biz Eylül’de çıkmıştık gece yolculuğuna,
biz Eylül’e gömmüştük umutlarımızı karanlığa,
biz Eylül’de ekmiştik sevda tohumlarını
kara toprağa,
biz Eylül’de söylemiştik son şarkımızı insanlığa… Evet biz…
Evet biz, Eylül’de vermiştik gardaşlarımızı kurban…
Bizim ayaklarımıza prangalar,
kollarımıza kelepçeler Eylül’de vurulmuştu
27 yıl evvel…
Belki aşacaktık karlı dağları,
geçecektik çamurlu yolları,
varacaktık “Bahar” denen ülkeye…
Sorma benden, gün bulup gün yediğim gündüzleri,
gün bulup gün içtiğim geceleri…
Hatırlatma bana
akşam güneşinin en son battığı anı…
Aylara, yıllara, mevsimlere dargınım şimdi…
Bu şehirde artık güneş doğmuyor…
Sen kızarttın yanaklarını gökyüzünün,
Sen baktırdın gündüze gece gözüyle yıllar yılı,
Sen dağıttın bulutlarını umutlarımızın,
Sen akıttın zehirli göz yaşlarımızı içimize,
Sen üşüttün yüreğimizi,
Sen çıkardın dumanımızı tepemizden,
Sen gizledin yalnızlığımızı dört duvar arasına,
Sen kattın acıyı şeker diye çayımıza,
Sen kıydın Türkeş adlı beyimize,
Sen yağdırdın karları köyümüze,
Sen kararttın alnımızdaki ak yazıyı,
Sen yetim koydun üç aylık körpe kuzuyu,
Sen vurdurdun umut yelkenimizi karaya…
Eylül hazan, Eylül sam, Eylül solgun çiçek, Eylül gam, Eylül karanlık,
Eylül akşam, Eylül çaresizlik…
Kuşatılmış ülkemizin kurtuluşu için,
yeniden bir olalım, birlik olalım,
sırt sırta verelim…
Omuzlayalım şu mübarek davayı,
çalalım umudun kapısını…
Ey, Ülkü adlı güzelin sevdalısı kara budunun yağız çerileri;
ak alınlı anaların kırk çatal yürekli yiğitleri…
Tanrı Türk’ü kutlu kıldı,
Ocağını mutlu kıldı,
Beylerini atlı kıldı…
Ey ülküdaş!
“Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor;
“Asrın baş eğdi sandığı at şaha kalkıyor.”
Kağan çadırında yas mı var? Nedir bu?
Davranın breh! ...
ÜLKÜCÜ ŞEHİTLER DESTANI
Yiğit mi yiğit, er mi er idi;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil
Aka ak, karaya kara derdi
Bil nesil geldi, geçti bir nesil.
Adı Dursun’du, adı Süleyman;
Soyadlar Gümüş ve Kılıçkıran.
Yağlı ipte Mustafa Pehlivan:
Bir nesil geldi, geçti bir nesil
Kucağımda rahmet-i Rahman’a
Kavuşan ülkü devi Osman’a
Nasıl dayansın ihtiyar ana?
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
İ’lâ-yı Kelimetullah için
Baş kaldırdılar; titredi Maçin.
Sâlâsı okundu Ahmet Koç’un;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Enbiyalar yoldaşı Gün Sazak,
İskender Karyağdı, Cihan Budak..
Koştular Hakk’a Hakk’ı duyarak;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Erdem Arabacı, Adnan Çetin,
Ercüment Yahnici, Fuat Şahin,
Alper Tunga Uytun, Hikmet Tekin…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Adana, Antep, Sivas, Tokatlı;
Kimi Kırşehir, kimi Yozgatlı…
Kemal Fedai, Recep Haşatlı…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Çatal yürekli, ülkü devleri
İnletti göğü, titretti yeri.
Tanrının gönüllü askerleri;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Bayraktı, tuğdu, yıldızdı, aydı;
Arşa mühürü o devler koydu.
Kavruldu, yürekler yasa doydu.
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Tam beşbin şehit dillere kolay;
Şehidini say, gazisini say…
Keskinli Osman, Maraşlı Tuncay…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Bozkurdu avlayınca tazılar,
Çok yol bekledi körpe kuzular.
Onlar Baktemurlar, Önkuzular…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Ne ölümden korktular, ne şerden;
Geçtiler yardan, geçtiler serden…
Gülerek gitti onlar giderken;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Ülkü tuğunu zafer burcunda
Teslim ettiler namlu ucunda.
Ve… Can verdiler darağacında;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Haykır! Ezan susmaz, bayrak inmez.
Kavrulmuş yürek korlanır yanmaz;
Fırlayan ok geriye dönmez
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Onlar… Onlar ki, ruh ve mânâ
Kür Şad’dan Atsız’a, Veli Can’a
Ve bir bir katıldılar kervana;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Mehmet Güneş ki bir delikanlı;
Alnı nişanlı, kefeni kanlı…
Şehitlik mertebesiyle şanlı;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Çiçeği burnunda beşbin yiğit,
Rıza-yı Hak için oldu şehit.
Arıca Osman, Aküzüm Cahit…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Ağlama ey başı yaşmaklı yâr!
Kim demiş ülkü çiçeği solar?
Bir ölür, bin dirilir Bozkurtlar…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Mukaddes dava, bir ulvî savaş;
Can verir Uşak, yas tutar Maraş.
Hangi birini sayayım gardaş;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Çiçek derdiler Türkeş bağında;
Atsız’la Peygamber otağında…
Ve buluştular Tanrı dağı’nda;
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Kızıl zindanlar, taş medreseler
Dile gelip de bir ses verseler
Neler söyler, daha neler neler
Bir nesil geldi, geçti bir nesil
Küçüğü seven, büyüğü sayan;
Allah’tan korkan, kuldan utanan;
İhlaslı, imanlı tam Müslüman
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Metin Olgaç’ı, Alper Demir’i
Öldüren kurşun, Moskof’un emri.
Rüyasında gören Peygamberi
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Bir mukaddes dava için kanı
Sebil ettiler; hayatı, canı…
Son asrın Ulubatlı Hasan’ı
Bir nesil geldi; geçti bir nesil.
Dillerinde hep vatan ve millet
Bursalı Osman, Bingöllü Hikmet
Fatih Koyuncu, Ali Bülent…
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Onlar Mevlâyı secdede buldu
Tevhid nurunda, yundu, pâk oldu.
Hakk’tan şehitlik nişânı aldı
Bir nesil geldi; geçti bir nesil.
Ülkü denen nazlı yâre sâdık
Ve büyük bir aşıkla seven âşık
Kardelen, papatya, sarmaşık…
Bir nesil geldi; geçti bir nesil.
Yola çıkmıştı ki bir kervan
En önde giden Başbuğ Alparslan.
Hazreti Peygamber’den feyz alan
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Bir sevdamız vardı “vatan” diye;
Aşıktık şehre, köleydik köye..
Can bağışladık biz bu ülkeye
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Ağla Nahçıvan, yan Azerbaycan
Gözü yaşlı bekliyor Türkistan
Rehberi Kur’an, hedefi Turan
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Bir Kurumahmutoğlu vardı ya
Durdu namaza, vardı secdeye
Boyun bükmedi paşaya, beye
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
Ve Ravzat’ül İslâma girdiler
Şehâhed güllerini derdiler
Darağaçlarında can verdiler.
Bir nesil geldi; geçti bir nesil.
Ey ülküdaş! Dur, dinle bu sesi;
Bu destan şehitler mersiyesi.
Kimse susturamadı İdris’i
Bir nesil geldi, geçti bir nesil.
KIYIM
Dalından kopartıp bir gonca gülü
Bahara kıydılar bana kıydılar
İcad ettiler Oniki Eylül’ü
Ve Mustafa Pehlivan’a kıydılar
Batılı riyayı, çirkini sevip
İlahi nizamı Hakk’ı terk edip
Güneşi balçıkla, (.) okla sıvayıp
Başbuğumuz Alparslan’a kıydılar
Baba bilirdik biz âlî devleti
Feda ettik ona kemiği, eti
Bilinmedi ülkücünün kıymeti
Canana kıydılar cana kıydılar
Cami duvarına Haç’ı kazdılar
Mescid kapısına yasak yazdılar
Bozdular töreyi, örfü bozdular
Kültür, terbiye irfana kıydılar
Doğruyu, gerçeği eğriden sorup
Haklının boynuna urganı sarıp
Yiğidin hakkını namerde verip
Şu bizim caniler şana kıydılar
YANARIM
Gem vuruldu kıratlarım kişnemez
Uluyan Bozkurtlar sustu yanarım.
Felek dört dümbüğe fırsat verdi de
Yiğitler, civanlar pustu yanarım.
Tilki kral olunca otağımıza
Katır çifte çaldı şakağımıza
Baykuşlar tünedi yatağımıza
Bülbüller sesini kesti yanarım.
Ayaklar baş oldu başlar da ayak;
Korkaklar kahraman, kahraman korkak…
Bir devir geldi ki devranına bak.
Çakallar Bozkurt’u astı yanarım.
Şafak vakti geçti, yaklaştı ahir
Güneşin rengini soldurdu kahır
Yıldızlar Hilal’e püskürdü zehir
Sam yeli tersine eski yanarım.
Daha iflah olmam ben bu yaradan
Böyle bir talihi yazmaz Yaradan
İdris Nebi der ki: koynumda yılan
İrinli zehiri kustu yanarım.
KARANLIĞIN ŞAFAĞI
Uzun ve ıssız bir gecenin sonunda mıyım ne?
Ne bir el uzandı tutmak için elimden,
ne bir ılık rüzgâr esti okşamak için tenimi…
Bülbüller de şakımıyor artık kuşluk vakti penceremde…
Güneş doğmaya nazlanıyor, rüzgar esmeye,
kuşlar ötmeye…
Şapırtılar, sahile vuran dalgaların sesi değil, yüreğimin…
Yazık… Çok yazık…
Ne dalgalar vuruyor sahile, ne martıların
çığlık çığlığa kavgası var! …
Ezan niye gecikti? Hoca nerede?
Nerede Esselat’ü Hayrünminennevm? …
Beynimi tasından fırlatan şu sigara içenlerin öksürükleri,
simitçi çocukların anlaşılmayan bağırtıları,
sabahın erken saatinde klakson sesleri…
Kızaran tepelerin ardından parlayan bir göz çıkmak üzere…
Karanlık yırtılacak, sis bulutları içindeki silik suretler netleşmeye başlayacak…
Göz gözü görecek…
Karanlığın dondurucu soğuğundan kurtulan tenler,
ılık rüzgârların tebessümüyle kendine gelecek; gam, keder bitecek…
Bitecek gecenin soğuk yüzü…
Gel, gözlerimin içine gün ağırınca bak;
gün ağırınca görürsün yüzümü…
Gün ağarınca çal kapımı…
Ancak gün ağarınca fark edersin
yüzümdeki çizgileri…
Gün ağarınca görürsün saçlarımın
bir gecede nasıl ağardığını…
Asırlara hükmeder gecenin bitimsizliği…
Yalnızlık şarkılarını mırıldanırken
kulağıma rüzgâr,
yüreğimde yine bir onulmaz yara açar.
Açılan her yardan yüreğime kan sızar. Bunalırım… Daralırım… Soluğum kesilir…
Kim demiş horoz vakitsiz öter,
kim demiş gün doğmaz diye…
Biraz sonra duyarsın kuş cıvıltılarını,
horozun çektiği tiği…
Güneş doğusun hele.. Güneş doğusun hele…
İşte o zaman,
çatık kaşlarımın, asık suratımın, yaşlı gözlerimin güldüğünü bak nasıl görürsün…
Pencereme konan beyaz kelebekleri, söğüdün dallarında raks eden serçeleri,
bana en güzel aşk nameleri fısıldayan bülbülleri bak nasıl görürsün o zaman…
Ben böyle yetmişlik ihtiyar mı kalırım?
Bak nasıl yirmisinde genç oluyorum
o zaman gör…
Nisan olsun da gör;
bak, sabah nasıl olacak…
Yorgun ırmakları deli boranlar coşa getirir.
Atı kamçı koşturur, insanı ideal ve iman…
İdeal imanın eseridir;
ırmak derenin, dere tepenin,
tepe başı boz dumanlı dağların…
Dağ yüce olur, dağ yüksek…
dağ bulutların yakın komşusu…
Dağ ağlar… Dağ gözyaşı döker;
iner göz yaşları dereye…
Dere yataktır, dere derer, dere birleştirir,
dere besler ırmağı…
Dağ ve dere…Uçurum ve yar…
Kartal, şahin, atmaca…
Atmacalar uçurum sever…
Uçurum, yalçın kayalıkların kırık çizgisi…
Atmacaların dans ettiği yalçın kayalıkların
granit taşları arasından sızan dağların alın terleri,
sessiz feryadın billur taneleri…
Alın teri aşağı akar, billur taneleri tek tek düşer…
Dağların feryadı ovayadır…
Dere derer, dere toplar…
Salar düz ovaya boz bulanık suları…
Kartalların dansı yüksekte olur…
Atmaca uçurumlarında kurarlar yuvalarını…
Dalışı başkadır şahinin…
Dağlarda kurt olur, kurdun yavrusu da kurt…
Kurt dağların tek hakimi…
Kurdun dolaştığı dağlarda çakal barınamaz;
Tilkiler o dağlara selâm veremez…
Kurdun uluması titretir dağları…
Dağ ve kurt… Kurt ve Türk… Türk ve Cenk…
Türk ve Sulh…
Dağları Türk’ün önünde secde ettiren kurttur…
Hani bozular ya Dadaloğlu:
“Aşağıdan Yusuf Paşam gelirken
“Bileğine güvenenler mert olur.
“Şahin kocasa da vermez avını
“Aslı kurttur kurt yavrusu kurt olur.”
İşte öylece…
TÜRKÇE
Bir ülke ki milleti Türk;
İnsanı Türkçe konuşur.
Azerbaycan, Kırım, Kerkük…
Soydanı Türkçe konuşur.
Yaylaları,ovaları…
Çiçek açar sarı sarı.
Cana can katan baharı,
Hazanı Türkçe konuşur.
Bahçesi Türk,bağları Türk;
Ovası Türk, dağları Türk;
Devir, dönem, çağları Türk;
Zamanı Türkçe konuşur.
Ormanında her ağacı
Meyve verir; can ilacı.
Emmi, dayı, gardaş, bacı…
Yareni Türkçe konuşur.
Bu ülkenin insanı hür;
Özgür doğar, özgür büyür.
Soydaşı ve daha öbür
Hayranı Türkçe konuşur.
Kafkas, Ural başında da,
Sibirya’nın kışında da,
Millî sınır dışında da
Kalanı Türkçe konuşur.
Türk’ün dileği, duası,
Feryadı, figanı, yası,
Gülmesi, ağlaması…
İrfanı Türkçe konuşur.
Harar, heybe, halı, kilim…
Destan okur dilim dilim.
Kırık sazım, kopuk telim…
Figanı Türkçe konuşur.
Bu dildedir millî çare,
İdris Nebi hemen ara.
Beyit beyit, sıra sıra
Ozanı Türkçe konuşur.
BENİ ANLAT
Son ümidim! Yazıp oku!
Dilim olup beni anlat.
İnce eğir, sıkça doku
Halım olup beni anlat.
Ben bir Türk’üm sığmam kaba
Zamanı hiç etme heba
Fizik, kimya vur hesaba
Bilim olup beni anlat
Adet, töre, kültür, sanat
İlim irfan, edebiyat
Yıldızlara açıp kanat
Yolum olup beni anlat.
Kimim, neyim, nerden geldim?
Neler yapıp nerde kaldım?
Çağ devirip unvan aldım
Yılım olup beni anlat.
De ki: “Ben bir asil ırkım
Bine bedel otuz, kırkım
Tanrı’nın kılıcı Türk’üm…”
Salim olup beni anlat.
Benden olsun bana bakış
Türkçe olsun türkü yakış
İplik, iplik nakış nakış
Kilim olup beni anlat
Fatih, Yavuz, Süleyman’ım
Cami, sebil, saray, hanım
Türk’e canan hem de canım
Dolusu olup beni anlat.
YOLCU
Umut yelkeninde beklenen yolcu
Sahilden karaya çıkınca ağlar
Dokuz ay bekler de bir garip hancı
Açıp gözlerini bakınca ağlar
Aslı iki damla pıhtılaşmış su
Bilinmez alemde suyun tortusu
Ondan önce aynı yolun yolcusu
Çatıp kaşlarını yıkınca ağlar
Bir garip mutluluk bir garip heves
Yolcunun verdiği o bambaşka ses
Tükenmeye başlar ilk günden nefes
Yürekte şimşekler çakınca ağlar
Kim var etti böyle yolcuyu yoktan
Kimin gücü yeter başkaca Hakk’tan
Ömür ağacından düşen yapraktan
Cehenneme ateş yakınca ağlar
İster yedi, ister yetmiş yıl yaşa
Verdiğin tüm emek hep gider başa
Gör ki neler gelir bu garip başa
Tiksinip hayattan bıkınca ağlar
İyi, kötü, acı, tatlı, gam, keder…
Pamuk ipliğine bağlamış kader
Bu dünya bir handır gelenler gider
Azrail pençeyi takınca ağlar
Dört omuzda son yolculuk başlar da
Bir yas doğar yarenlerde eşlerde
Hüvel baki yazar mermer taşlarda
Sapıtma bedeni sıkınca ağlar
İdris Nebi yürür yeni bir yolda
Hep umut çıktı ya baktığı falda
Ne sırlar gizlidir dört kollu salda
Kapının birinden çıkınca ağlar.
Kayıt Tarihi : 25.12.2009 10:39:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İdris Nebi Karakuş](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/12/25/yolcu-303.jpg)
bu ülkü ışığı sönmeyecek
bu bayrak hep dalgalanacak
yüreğinize sağlık
TÜM YORUMLAR (1)