Dünyaya geldik, değişik şekillerde yaşayıp, sonunda ölüyoruz. Peki, nedir yaşarken bu kadar çırpınmamız? Çekilen acılar, yapılan savaşlar nedendir? Stuard Mill, ‘’Mutluluktan kasıt hazdır ve acının yokluğudur’’ der. İyi ama mutlu olabiliyor muyuz? Mutlu olamıyorsak neden olamıyoruz?
İnsanın yaşamdaki amacı çeşitlendirilse de, özü hayattan haz almaktır, diye özetlenir. İnsan güzel şeylerden haz alır. İstediği şekilde bir yaşam ve doğa yasalarına uygunluk, derinlikli bir güzellik… Yani güzelliğin ölçüsü olarak yaşamı, yaşamın da en yüksek biçimi olarak insan ve diğer tüm canlıların yaşamı ele alınır. Yaşam amaca uygun olmalıdır. Amaç, yaşamı sürekli güzelleştirmek zenginleştirmek, yaşam standardını yükseltmek… Eskiyi değiştirip geliştirmek ve gelecek kuşaklara daha güzel bir ortam bırakmak… Yani sürekli daha iyiye doğru bir tırmanış…
Mutluluk paylaşılabilir mi?
İnsan tek başına hayat sürebilir mi? İmkansız gibi… O halde yaşam standardının yükselmesi, toplumun da yaşam standardının yükselmesi demek, toplumun genelinin yaşamdan haz alması mutlu olması… İnsan etkinliği de buna göre, insanların iyi bir yaşam standardına cevap verecek şekilde örgütlenip dünyayı yeniden şekillendirmek, sürekli dünyayı değiştirip, daha güzele ulaşmak.
Mutluluğumuzun en azından kısmen başkalarının mutluluğuna bağlı olduğunu kabul etmeliyiz.
Yaşam standardını geliştirmek için de önce kafada projeler geliştirip hayata geçirmekle oluyor. Bu da insanlığın iki ayak üzerinde doğrulmasından bu yana, edinilen bilgileri, hayata uygulaması ile mümkün… Aynen bir inşaatta tuğlaları üst üste koyar gibi, edindiği dersleri de biriktirip, yeni çalışmalarında onlardan yararlanmasıyla mümkün… Biz bu milyonlarca yıllık deneyleri ağızdan ağıza sözlü olarak, yazılı olarak, resim, tiyatro, şiir ve sinema gibi görsel araçlarla elde ediyoruz… Bu deneyleri ve bilgileri en çok biriktiren ve uygulayan en önde ve en etkili duruma yükselir ve toplumun diğer kesimlerini etkiler… Bu dünyada gelişmişlik düzeyi ileri olan ülkelerin okuma oranlarına bakarsak bu çok açık görülür.
OKUMAK
Kitap okumak insanoğlunun kişisel gelişimine katkıda bulunan önemli etkenlerden biridir.
Gelişmemiş ülkelerin çoğunun karşılaştıkları sorunların temelinde ise eğitimsizlik ve kitap okumamak yatar. Yapılan araştırmalara göre, gelişmiş ülke toplumları, edindikleri bilgilerin % 55’ ini kitap okuma kanalıyla kazanmıştır.
Türkiye’nin, kitap okumada dünya sıralamasında 86. Sırada olduğunu yayınlardan öğreniyoruz. Edinilen bu bilgilere göre, ülke olarak günde ortalama 6 saat televizyon izleyip, 4 saat internete girerken kitap okumaya sadece 1 dakikamızı ayırdığımızı öğreniyoruz! Avrupa Birliği ülkelerinde %21 olan kitap okuma oranı ise ülkemizde sadece %0,01(binde bir). Okuyan, öğrenen, kendini geliştiren toplumlar birçok alanda başarı sağlamışlardır. Ya biz?
Geri kalmış toplumların karşılaştıkları sorunların birçoğunun kaynağında eğitimsizlik yer almaktadır.
Dünyanın en zeki insanı olarak kabul edilen ve Nobel ödülü Sahibi olan Einstein’dır. Onu başarılı yapan okuma alışkanlığıydı. Hayatta başarılı olabilmenin en önemli yolu okumaktır.
Kitap okumak kendimizden önceki hayatı devralmak ve katkı yaparak kendimizden sonrakilere aktarmaktır. Bir insan şahsen ulaşamadığı insanlara kitap vasıtasıyla ulaşabilir. Kitap başka hayatları yaşatır. Kitap okumak farklı dünyalara ulaşmaktır.
Nitekim Dünya siyasetini yönlendiren uluslar, en çok kitap okuyan vatandaşlara sahip uluslardır.
Kolay anlaşılır ve samimi üsluptaki kitaplar, okuyan kişilerde çok daha hızlı etki uyandırır. Bu da her okuyan kişinin bilgileri kolay anlamasını ve öğrendiklerinin aklında kalmasını sağlar.
İnsanın özü nasıldır?
İnsan bencildir. Yaşama arzusu her şeyden daha güçlüdür… Bir organizmanın ilk ‘’görevi’’ hayatta kalmaktır. Hayatta kalmak için, ilk bilinçaltı harekete geçer ve kolay olanı yapar…
İnsanlar olumludan çok olumsuz uyarılara karşı duyarlıdır. Onun için barışçıl eylemlere canla başla katılım olmaz, ama şiddet eylemlerine, linç girişimlerine her zaman katılıma hazır bir kitle bulunur.
İnsan kazanma şansını olduğundan büyük, kaybetme şansını ise olduğundan küçük görür.
Kazanmak için piyangoya yatırım yapar, kaybetme şansını düşünmediği için gönüllü asker olur.
İnsan şiddetle ayakta kalmış, bu günlere gelmiştir ve onun için genlerinde, bilinçaltında, çöreklenmiş bir şiddet duygusu, saldırganlık hazır durumda bekler.
Korku insanın kendini koruması için davranışlarına yön veren çok güçlü bir duygudur. Korkaklık insanda saldırganlık olarak da ortaya çıkar.
İnsan bencildir, ama, kendinden çok kalabalıklara güvenir. Kalabalık gruplarda kendini güvende hisseder. Kendi bilincine güvenmeyen, ‘’Bu kadar insan bunu yapıyorsa, demek doğru olan bu…’’ diye düşünüp kalabalıkların kararına uymaya daha yatkın oluyor.
İnsan kendinde olmayanı arar. Güçsüz olunca güçlüyle birleşip bütünleşmek ister… Güce tapar
Kişinin kendini güvende hissetmesi bir ihtiyaçtır. Kendine güvenmeyen güçlü birine sığınma ihtiyacı duyar. Onun için en güçlülerin etrafında daha çok insan takılır…
Merak insanı öğrenmeye iten bir motordur… Merak insanı röntgenci yapar ve edindiği bilgileri kendi çıkarına kullanır. Bu da güçlülerin zayıflar üstünde kontrol kurmasında kullanılır.
İnsanın temel özelliklerinden birisi de zorunlu kalmadıkça çaba harcamaması... Tembeldir. Üretmesi için zorlanması gerekir. Kendi haline bırakıldığında işini hep erteler…
Kişi, otorite aktif olmasını istediği için aktiftir. Zorlama olmayınca üretime katkısı olmaz. Çok az kişi kendi iradesi ile vasat durumun üstünde bir çalışma gösterir.
İnsanın bu zaafları hayatta kalması için gereklidir. Ama, bu gerekliliği iyi kullanabilirse yararlıdır. İyi kullanamadığı takdirde kendine zarar vermeye başlar. Bu atom enerjisini iyi amaçlarla olduğu gibi, kötü amaçlarla da kullanılmasına benzer… Bütün bu özellikler nasıl kullandığımıza bağlıdır. Egemen güçler her imkana sahip oldukları gibi eğitime de sahiptirler. İnsan psikolojisini çok iyi bildiklerinden, insanların bu zaaflarını çok iyi kullanarak, iktidarlarını sağlamlaştırıp sürdürebiliyorlar.
Ezilen, sömürülen ve yönetilen bizler ise zaaflarımızın esiri olarak, bizleri zorlayarak kullanan egemen güçlerin hizmetinde kusur etmezken, kendi zaaflarımızın esiri olup, çıkarlarımıza gerektiği gibi sahip çıkamıyoruz.
İlk insandan, modern insana geçiş, tecrübelerle elde edilen bilgilerden, yani kitaplar vasıtasıyla bize aktarılan deneyler sayesinde insanlaşma yolunda ilerleyebiliriz…
Bir kısmı daha çok mutlu olabilmek için, diğerlerinin mutsuzluğuna sebep olabiliyor…
Ezenler/yönetenler ve ezilenler/yönetilenler arasındaki farklılık…
Dünyada insanların ezenler ve ezilenler olarak ayrıştığı hepimizin malumu, bunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sadece en zengin %20 ile en fakir %20 arasındaki fark çok fazladır. Aslında, dünyayı yöneten 50 firmadır. 50 firma dünyanın %60-65’ini kontrolü altında tuttuğuna göre en zenginle en fakir arasındaki farkın çok büyük bir uçurum olduğunu düşünebilirsiniz. Basit bir örnek bunu daha da net açıklayabilir. Dünya gıda örgütlerinin araştırmaları ve hesaplamalarına göre, sadece silaha yapılan yatırımların %3’ü civarındaki bir bütçenin ayrılması bile dünyadaki açlık sorununu çözmeye yeterli olduğu açıklanmaktadır…
Bu ezen ve ezilen taraflara bir göz attığımızda görürüz ki, okumayan kesimler ezilmekte okuyan kesimler yönetmekte ve refah içinde yaşamaktalar.
1700’lü yıllarda aydınlanma (Rönesans) hareketini kendilerine kılavuz alanlar bu gün dünyaya hükmediyorlar, ama inanç sistemini kılavuz almakta, yani okumak yerine inanmakta direnenler ise bu gün ezilen ve sömürülen ülkeler durumda… Savaşanlar da onlar, savaş alanları da o ülkeler…
Bunu çok güzel açıklayan bir söz var; ‘’batılılar bize İncil’le geldiler, bize İncil’i bırakıp yiyeceklerimizi ve özgürlüğümüzü aldılar.’’ Bir Kızılderili sözü olarak biliyorum.
Burada önemli olan bir avuç insan milyonlarca insanı nasıl kandırıp da zenginleşiyor, yönetebiliyor?
İşte bu, yukarda saydığımız insanların zaafları kullanılarak yapılıyor. İnsanlar kendilerini zorlamak istemiyor, kendileri adına başkalarının karar vermesine razı oluyor. Bu da sömürünün dozunu artırıyor. İnsanlar bundan dolayı neler kaybettiklerini fark edemiyor… Bölünmüşlük, güçsüzlük, tembellik, özgüven kaybına sebep oluyor ve güçlülere teslim olunuyor… Kendileri adına karar vermek için bir saatlik zaman ayırmak istemeyince, çok daha fazlasını yönetenlerin baskısıyla, yönetenlere vermek zorunda kalıyorlar.
Milyarlarca insan olarak kendi pasifliğimiz ve bu pasiflikten kaynaklanan güçsüzlüğümüzden dolayı bir avuç insanın kölesi olmaktan kurtulamıyoruz. Birleştiğimizde ne kadar güçlü olduğumuzun farkına varabiliriz, ama zaaflarımızdan dolayı bunu başaramıyoruz.
Okumak
Günümüzde teknolojiye ve sosyal medyaya olan bağımlılığımız, şüphesiz kitap okuma alışkanlığımızı olumsuz etkileyen en önemli faktörlerden biri olarak öne çıkıyor.
Sigara nasıl ciğerlerimizi tıkayıp nefes almamızı zorlaştırırsa, okumamak da beynimizin paslanması ve işlemez hale gelmesi demektir…
Sokrates’in ‘’okudukça öğrendiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir!’’ sözünü tersten okursak, ‘’okumadığımız için çok şey biliyoruz!’’ dememiz gerekiyor. Hem de o kadar çok şey biliyoruz ki, pek çok insan karşısındakinin konuşmasını bitirmesini bile bekleyemiyor, hemen sözü almaya çalışıyor.
Bundan da anlaşılıyor ki okuyan insanın ufku o kadar çok genişliyor ki, önüne öğrenmesi gereken çok daha fazla bilinmeyenlerle karşılaşıyor… İnsan ne kadar çok bilgi edinirse manyetik alanı da o kadar çok genişler. Diğer insanları etkileyerek çevresinde toplayabilir.
Aydınların görevi
Liberalizm allanıp pullanıp hayatımıza sokuldu. Liberalizm deyince, bant usulü üretim şekliyle limon gibi sıkılan işçilerin aklına bu sıkılığa son verilecek diye düşündüler ve uygulama hayatımıza girince, yani taşeronluk sistemine geçince iş güvencelerimizin ellerimizden alındığında ve ücretlerimizin düştüğünü nice sonra anlayabildik. Küçük esnaf mum gibi eriyeceğini değil, piyasada pazarda daha rahat edeceğini düşündü… Kısacası her kesim kendi işine geleni aklına getirdi. Akıllara kaybetmek değil, kazanmak geldi. Siz, kendinize yarayanı düşünüyorsunuz da, bu liberal sistemi piyasaya sokmak için yapılan reklamları, konferansları yapanlar sizlerin çıkarları için mi masrafa girdiler? Bunu düşünenlerin sayısı çok azdı. ‘’Dışı seni yakar, içi beni yakar!’’ işte böyle… Empati yapmayı öğrenmek lazım… Kim kimin karına borazanlık yapar ki?
Liberalizmin ‘’Esnek Üretim Şekli’’ diye yağlayıp ballayıp piyasaya kabul ettirdiği bu üretim şeklinden acıdan başka ne çıktı? Tekelleri sapasağlam birleştiren, üreticileri ise paramparça eden bu sistem… İşyerleri büyüdükçe ve işçi sayısı arttıkça, işçi örgütlerinin güçlenip daha fazla sosyal haklar ve özgürlükler elde etme umuduna vurulan büyük bir darbe. Ne yazık ki bu sistemin piyasaya sokulmasında egemen güçler en çok aydınlardan yararlandı… 80’li yıllara kadar toplumcu gerçekçi aydınlar, toplumun güvenini kazandı. Önemli eserler bıraktı. Daha sonra egemen güçler, değişik yöntemlerle, kendi kuyrukçuluğunu yapan yığınla yayın soktu piyasaya, gerçekçi ve onurlu olanlar bu arada toz duman arasında kaybolup gitti. Sanat ve edebiyat, ticari bir araç olarak hayatımıza sokuldu. Ödüllerle sisteme zarar getirmeyecek eserleri ön plana çıkarıldı. Toplumcu ve gerçekçi yazarlar ölümle yüz yüze bırakıldı. Son yıllarda da Üniversitelerden ayıklandı, cezaevlerine tıkandı.
Sosyolog Ulrich Beck, ‘’ileri modernitede zenginliğin toplumsal üretimiyle, risklerin toplumsal üretimi sistematik bir biçimde el ele gider’’ diyor.
Esnek üretim şeklinde iş, sürekli saksısı değişen bir çiçek, işçi de bununla uğraşan bahçıvana benzetirsek, Esnek organizasyonlarda ne çiçek sağlıklı olur, ne de işçi başarılı olur.
İnsanlar sürekli baştan başlamak, her gün kendini yeniden kanıtlamak zorunda kalır. Bu şekilde sürekli riske maruz kalmak, karakter duygumuzu iyice aşındırır.
İşsizlik oranı arttıkça, yönetenlerin yalanları arttıkça, yalan söylemek de sıradanlaştı, işsizlik oranı artıkça, hırsızlık oranları da arttı, hırsızlık sıradanlaştı… İnsanları karakterleri de iyice aşındı…
Bu esnek sistem de en fazla geri kalmış ülkelerde uygulanmakta, kendi ülkelerini, geri kalmış ülkelerin sırtından besleyen gelişmiş ülkeler, kendi ülkelerindeki işçileri de, geri kalmış ülkelerin ucuz iş gücü ile tehdit edebiliyor…
Esnek sistem ‘’kazanan hepsini alır’’ piyasası aracılığıyla eşitsizliği artırır. (Richard Sennett K.A)
Çalışanların işbirliği yaptığı masalı, şirketin doymak bilmez üretkenlik artırma çabasına hizmet ediyor. Burada otorite işçilerin birbirine karşı yöneticilik taslamasıyla güç kazanmaktadır… İşçiler olsun, küçük esnaf ve memurlar olsun kendi aralarındaki küçük farklılıklar için sürtüşürken, sömürenlerin kendi sırtlarından kazandıklarını görememekte, sömürenlere karşı birlik olamamakta… Bu parçalanmışlık da yöneten durumdaki egemenlerin işini kolaylaştırmakta.
‘’Hepimizin zamanın ve mekanın kurbanı,’’ ya da ‘’Hepimizin aynı geminin yolcuları’’ olduğumuzu söyleyen yönetici, en kurnaz kişidir. Böylece kendilerinin de risk altında olduklarını, yani kaderlerin ortak olduğunu ima ederler. Ama bu cilalı sözleri kazıyınca altından çıkana bakmak lazım…
Milyonlar dökerek seçimlere katılan ve bunun için sermaye sahiplerinden borç alan politikacılar, bu borçlarına karşı mecliste onlar lehine oylarını kullanırlar. Sözde halk temsilcileri olarak görülürler ama gerçekte, kendilerini meclise sokan egemenlerin paralarıdır. Seçildikten sonra da dolaylı olarak onların denetimi altındadırlar… Bundan dolayıdır ki:
İşçi, emekçi, ezilen ve sömürülenler lehine yasa çıkarmak çok zordur hatta imkansızdır.
Politikacılar, yoksul işçileri göçe zorlayan ya da onların sefaletinden faydalanan güçlü kuruluşlara değil, bizzat küresel emek piyasasının içinde dolaşan güçsüz yoksullara saldırır…
Refah devletine yönelik saldırı yapanlar, devlete bağımlı olan kişileri yardıma muhtaç insanlar olarak değil, sosyal parazitler olarak görüyor.
Yani emekçiler, çalışanlar, bütün kötülüklerin kaynağı gibi gösterilir.
Zayıf ve bağımlı bir kişilikle güçlü ve bağımsız bir kişilik arasındaki tezat-ı neredeyse hiç düşünmeden onaylarız. Ancak, başarı ve başarısızlık arasındaki tezat gibi, bu zıtlık da gerçekleri çarpıtır.
Bu gün içinde bulunduğumuz liberalist sistem (esnek kapitalizm), daha bütüncül ve kayıtsızlık yayan bir sistem olduğu için çevreye de kayıtsızlık yaymaktadır. Bu kayıtsızlık kişiseldir.
Kendine ihtiyaç duyulmadığını hisseden kişi, doğal olarak, çevresine tepkisiz hale gelir. Çalışma hayatının yorucu olması, çalışanların kendilerine ayıracak zamanın olmayışı, belki kendi çıkarlarını düşünemedikleri söylenebilir. Ama yaşanan pratik o kadar somut ki… Bu mazeret de geçerli olamaz. Ancak, STK’larının, sendikaların ve işçi ve emekçi haklarını savunan sosyalist partilerin, emekçilerin birlik ve beraberliklerini sağlayacak yeterli çalışmayı yapamamaları, mücadeleyi ve birliği sağlama konusunda yeterli güveni veremiyor olmalı… Birlik ve mücadele çalışmaları geniş tabana yayılmalı ve sürekliliği sağlanmalıdır.
Yüzeysel ‘’biz’’ duygularını derinleştirmek, her açıdan bizim yararımıza olacaktır. İnsanca paylaşılan bir mücadele anlatısı ve dolayısıyla ortak bir kader yok. (işçiler ve emekçiler kendi küçük çelişkileri arasında boğuşturulmakta, hiçbir grup diğerinin yardımına koşma ihtiyacını hissetmiyor) Bu koşullar da birlik ve beraberlik çalışmalarında, karakter aşınmasından kaynaklanan güvensizliklerin bir sonucu olduğunu düşündürüyor.
İnsanları birbiri için kaygılanmaz hale getiren bu rejim ve bu rejimin eseri aşınma, bizler bilinçli ve inançlı olarak bir araya geldiğimizde meşruiyetini uzun sure koruyamaz.
Modern toplumların kontrol edilemez trajik koşulları göz önünde bulundurulduğunda, her bireyin, hatta adımlarını daha kontrollü atan bir aydının bile eylemleriyle kastetmediği, hesaplamadığı başka güçlere hizmet edebileceği açıktır.
Aydınlar görevini ne kadar yapıyor?
Başta, insanlığın hedefi, daha ileri bir yaşam, daha mutlu bir hayat, yaşamdan haz almak ve gelecek kuşaklara daha güzel bir ortam bırakmak olduğunu yazmıştık, aydınların görevi de, bu yolda, toplumun önündeki engelleri aşmak için, yolu aydınlatmak toplumları bilgilendirmek ve bilinçlendirmek olmalı…
Aydınla (yazarla, sanatçıyla, bilim adamıyla, siyasetçiyle sendikacıyla) toplum arasında bir bağ olmalı ve vardır. Aydınlarla, okuyucu/seyircinin arasındaki bu bağ anlatılan ve anlaşılan ikilemi ile sağlanır. Okuyan/seyirci anlatılanı anlamıyorsa bu bağ kurulamaz… Aydının görevi hitap ettiği hedef kitleye göre, en iyi nasıl anlatabilirim olmalı… Kim anlamadığı bir romanı sonuna kadar okuyabilir, ya da anlamadığı bir filmi sonuna kadar izleyebilir?
Sanatçı/aydın/yazar/politikacı/sendikacı kendi için değil toplum için, seçtiği hedef kitle için çalışmalıdır, kendini öne çıkarmak yerine, anlatmak istediği konuyu öne çıkarmalıdır.
Sanatçıların önce, karnı aç insanların sanatla ilgilenemeyeceğini öğrenmesi lazım. Yani önce aç insanların sorunlarıyla ilgilenmesi gerekir… Bunu kendilerine dert etmiyorlarsa, kişisel çıkarları ön plana çıkıyorsa, düzenin elinde oyuncak olarak kullanıma girerler. O zaman da yaratıcı olmaktan vazgeçmek zorunda kalırlar… İlah olamazlar.
Aydınlar da sıradan insanlar gibi ‘’Bu millet layık olduğunu seçer’’ deyip işin içinden sıyrılmaya başlarsa, geleceğimiz çok daha uzun sure karanlıkta kalacak demektir. Aydınlar, ezilen ve sömürülenler arasında birleştirici unsur olamazlarsa, kimlere güvenebiliriz ki… Bütün suçu sıradan insanlara yıkıp işin içinden sıyrılmak ne anlama gelir. Siz bu toplumun bir parçası değil misiniz? Kimi suçluyorsunuz? Kendinde suç aramak ve hatalarından dolayı özeleştiri yapmaya alışmamış bir toplumun aydınları suçsuz mudur? Ne yazık ki, görevden alınanlar için, göreve alınmayanlar için kılını kıpırdatmayanlar ( dar bir grup istisna) kendilerine sıra gelince gözleri destek arayacak. Ama ne ektin ki ne biçeceksin?
Edebiyat, sanat ‘’normal şartlarda söylenemeyenleri söylemek için hayatımıza girmiş’’… Krallar kendilerine muhalefet eden şairleri arenalarda aslanların önüne atarken, dobra dobra yazamazlardı…
Paranın piyasada dolaşımı sağlamak, ticareti kolaylaştırmak için hayatımıza girip sonra birilerinin elinde biriktikçe, paranın insanları kullandığı gibi, sanat ve edebiyat da yön değiştirmiş, egemen güçlerin ödül ve reklam olanakları ile satış yapma olanaklarını elde etmek için, anlaşılır olmaktan ziyade anlaşılmaz hale gelmiştir. Gerekçesi de çok basit ‘’sanat gizemli olur!’’, ‘’sanatın dili özeldir!’’, ‘’sanatın dilini anlamak için kültürlü olmak gerekir!’’ vs. Okuyucu veya izleyici ‘’anlamıyorum!’’ diyorsa ona tepeden bakarak ‘’anlamıyorsa suç benim mi?’’ diyebiliyorlar. Ama sorarsan, hepsi toplumsal konuları işliyorlar… Suç anlamayanlarda oluyor. Peki, anlatamayanda hiç suç yok mu? Bilinç, anlamak, insanda doğuştan gelen bir şey mi? El gibi, kol gibi bir parça mı? Sonradan öğrenilmiyor mu? Bunu düşünemeyen, ama aydınım diye kendini topluma lanse edenler… Bir parça kendinizle hesaplaşın.
Okuma oranının çok düşük olduğu bir toplumda sanatçının birinci görevi, bu okuma alışkanlığını aşılamak ve geliştirmek olmalı. İkinci olarak okuma oranının yükseltilmesini hedef edinmeli… Bu görevler için de hedef kitlenin anlayabileceği şekilde yazmaya/izlenmeye özen göstermeli…
Ezenlerle/yönetenlerle, yönetilenler/ezilenler arasında ciddi bir mücadele var. Yönetenler kesiminin elinde her türlü imkan var ve bu imkanlarla kendilerine karşı direnecek toplum değil, boyun eğecek toplum için seferber olmuş durumda, artık bunu o kadar açıktan söylüyorlar ki ‘’biz okumuşu değil, cahili seviyoruz!’’ diyebiliyorlar. Bütün araçları geniş kitleleri uyutmak için, eğitimler (dar bir elit tabaka hariç) yine engellenmekte, uyuşturucu bilgilerle dolu… Bunlara karşı toplumcu düşünceye sahip olanların, popülizm için değil, toplumun gelişmesini ön plana alarak sanat icra etmeleri gerekir. Bu da anlaşılır, doğru, zevkle okunabilecek eserlerle olabilir… Elbette her düzeyde kitleye hitap edecek eserler olmalı ama, bu geniş kitleleri unutma derecesinde olmamalı…
Bütün yayınlar dar bir kitleye hitap ederse ve geniş kitleler bu eserleri anlamıyorsa, aydınlar toplumla kaynaşabilir mi? Toplumdan kopuk bir aydınlanma olabilir mi?
A (Dar tabanlı sivri bir üçgen) B (Geniş tabanlı üçgen)
Şekil A’ daki gibi, dar bir kitleye hitap eder. Şekil B geniş kitlelere hitap eder.
Geniş kitlelerin anlayabileceği, beğenisini kazanacak eserler, hem okuma alışkanlığını geliştirir hem de daha fazla okunur ve geleceğimizin güzel olacağına dair umutlarımız artar, mücadelemiz güç kazanır, refah düzeyimiz, yaşama sevincimiz de artar. Altın oran iki üçgen arasında da dikkate alınmalı… Böylece geniş kitlelere hitap eden aydınlar, egemen kesime çömezlik yapmaktan da kurtulmuş olur. Bileğinin hakkını alır… Bunların örnekleri de var. Okunuyorlar…
Ülkemizde bir avuç yazar/çizer/sanatçı ne yazık ki ürettiği eserlerle zor geçinmekte, okuma alışkanlığı olmayan toplumda, bu üreticilerin de değeri bilinmiyor ve yarı aç yarı tok yaşamak zorundalar. Bu durum da egemen güçler tarafından iyi kullanılarak toplumsal yararları içeren eserlerden ziyade, anlaşılmayan, masalımsı eserlere ödül vererek, reklamlarını yaparak, anlaşılmayan ve sisteme zarar vermeyecek eserleri ön plana çıkarıyorlar. Bu da aydınlanmanın önünde önemli bir engel…
Evde rahatlığı sağlanan kişi de demokrasiyi küçümser. Bu nedenler birçok insan demokrasi mücadelesini küçümsüyor. Hemen devrim olsun da refaha kavuşalım istiyor, ama kim ve nasıl yapacak o devrimi? Kitlelerden kopuk, sloganla mı? İnternet başında mı? Yoksa emperyalist dediğimiz ülkelerin, çıkarları için, kendilerine bir üs elde edinceye kadar verdikleri desteğe bel bağlayarak mı?
Geniş kitlelere güvenmeyen aydın, geniş kitlelere nasıl yol gösterebilir? İşte toplumsal mücadeledeki çıkmazlarımız, sakatlıklarımız…
Hayat bize gösterdi ki önce kendi sakatlıklarımızı gidermek için kendi kendimizin doktoru olacağız, sonra destek arayacağız. Bizim kendimize faydamız yoksa kimsenin bize faydası olamaz. Kurtuluşumuz için gözlerimiz kendimizden başkasını aramamalı kendi gücümüze güvenmeliyiz. Mücadelemizi geniş kitlelere yaymalı ve sürekliliği sağlanmalıdır.
NOT:
Yazıyı hazırlarken,
1. Richard Sennett’in karakter aşınması kitabından ve
2. Çernişevski’nin, sanatın gerçeklikle estetik ilişkileri, adlı kitaplardan yararlanılmıştır.
Mehmet Halil
Kayıt Tarihi : 15.7.2018 23:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!