Y-Han - 08 - Şiiri - Habibe Merih Atalay

Habibe Merih Atalay
496

ŞİİR


9

TAKİPÇİ

Y-Han - 08 -

BU OYUNDAN SIKILDIM ARTIK NE YAPACAKSAK YAPALIM!

Bu önemli bir cümle. Önemli ve güçlü. Kaç günde gelindi bu cümleye? 7. gün. Tam bir haftada! Süper değil mi? Böylelikle kaldı önümüzde 358 gün!

Gün boyu sürdürdüğüm bu çaba da neyin nesi? Niye oturduk masa başına yine? . Bu kez neyin içine ha düştük ha düşeceğiz? Ne yapmak istiyoruz? Ne yapmak istiyorsak yapalım artık!

-Bu oyundan sıkıldım, n'apacaksak yapalım artık!

Onlar gibi olup, şu cılız ve seçkin kütüphanemdeki değerli yazarlar gibi, kendimin de onların arasında bir yer edinebileceğimi sanmam ve sanki etrafımı teselli etmek için sarmışlarcasına, onlarla sohbet edip, dertleştiğimi ve zırıl zırıl ağlamam, sanki sırtımı okşuyorlarmış gibi teselli bulmam kendi sesimden, gözünüzde ne acınası bir profil canlandırıyordur kim bilir? Evet. Bu her şeyi bitirir işte. İşte şimdi öldürmüş oluyorum esas beni. Bu ölümcül darbeden de sağ salim çıkabilir miyim dersiniz ey okuyucu? Hıh! . Sanmıyorum. Bakın işte sesim kısılıyor iyice ve soluğum kesiliyor... Son nefesimi vermem sizin için de en hayırlısı olurdu... öleyim ve susayım artık en iyisi.

-Sesini ver bana. Nefesini ver. Yüzüne üflemek istiyorum soluğumu. Üfürmek istiyorum seni ağlayan kadın!

Bir sanatçıyı sanatçı yapan, sanatçı olarak belirleyen şey nedir? 'Şey'! Atomik bir parça. Bir sanatçı neden kendi kendini zehirler, hançerler, kıyarcasına canına kast eder? Bir böcek, arı kendi kendini sokar mı? Bir köpek ısırır mı, parçalar mı bir Dragon kendi bedenini? Köklü bir ağaç vaz geçirir mi kendini toprağından suyundan, kökleyip koca bedenini ürümeyi bırakıp, çürümeye terk eder mi? Cem Garipoğlu musun ki, kesip biçip başını testereyle öldürdükten sonra lise öğrencisi Münevver Karabulut'un cesedini Etiler'de bir çöp konteynerine attığı gibi, ayırıp yaprak yaprak dönüştürür mü bir yazar defterine kendi kendini yazarak? Hangi rüzgar kendi kendine eser de kendi kendine esmeyi keser? Hepsinin bir vurdurucusu bir kestiricisi yok mudur bir estiricisi? Hepsinin bir nedeni yok mudur? Her şeyin ortak bir nedeni, bu medeniyette? Bu ortak nedeni bulduğunda ortaya büyüleyici bir eser çıkar hma. Ortak neden nedir hma bu eserdeki? Seni bu topluma bağlayan ortak nedenin ne, ey ağlayan kadın?

-Özgüven?
-Gün geçtikçe gözüme güzel gözüküyorsun, gün geçtikçe. Daha bir güzelleşiyor musun yoksa bana mı öyle geliyor?
-Gün geçtikçe güzelleşiyorum çünkü gözüne gözükmüyorum... çünkü yokum. Varlıklar gün geçtikçe yok olarak güzelleşebilirler. Yokluk belki de varlıkları güzelleştiren.
-Tam bir yokluk diyemeyiz ama öyle değil mi? Her gün gözümüzün önünde olan ve gözümüze gözükmeyen hiç çarpmayan bir şey diyelim. Ama aradığımız da o şey. 'Şey' O atomik parça. O orada bir yerde ve gün geçtikçe güzelleşiyor... olabilir mi? Bana bütün varlığınla kendini ver. Her şeyinle ver bana kendini. İyi ve kötü her şeyinle. Güzel çirkin her şeyinle. Olumlu olumsuz her şeyinle. Başka türlü doyuma ulaşmam mümkün değil. Olası görünmüyor.

Kimden bahsediyoruz burada? Soyut bir varlıktan mı yoksa belli bir kişiden mi? Mesela Y-Han mı? O mu mesele hâlâ? Öyle birşey ki, öyle bir 'şey' ki bu -yani- Ağrı Dağı'nın yerinden oynatılmaya çalışılmasına dönüşüyor giderek. Yani bu kadar zor olmamalıydı insanlar arasındaki iletişim ve ilişkiler. Hayır. Hayır yani... hiçbir ilişki bu kadar zor olmamalı. Ben istiyorum o beni istemiyor, belli ki bu böyle. Yapılacak bir şey yok. Günde 5 fasıl arardı istese insan. İstese haftada 1 veyahut 2, ne yapar yapar gelirdi yanına. Arzu etse çok ama çok arzu etse bulur buluştururdu ve birlikte yaşamanın çarelerini üretir ürettirirdi! Değil mi?

Neymiş? Demek ki ben olmayacak bir şey istiyormuşum! Ben olmayacak bir şey istiyorum evet. Yazar olmak istiyorum! Olmayacak bir şey bu benim için. 'Şey'! Atomik bir parça ve ben o parçaya sahip değilim! Hassiktir! Yazarlığım da böyle işte küfürbaz. Olmayacak bir şey istemek. Kaf Dağı'nın ardı! Olmayacak bir şey işte! Bir masalın, hatta bir aşk masalının gerçek olması! Al işte olmayacak bir şey! Ve istiyorum!

Türkiye bir zarftır benim için. Kalbi İç Anadolu için atar bu zarfın. İç Anadolu da atar. Gözü, Marmara’da dır, Marmara da açılmıştır çünkü bütün gönül gözü. Arzusu tüm coşkularıyla akan bir Şelale'ye dönüşür Akdeniz'de. Zarfın sol üst köşesi İstanbul'dur, gözleridir zarfımın ve görür, gösterir insana kendini ve buldurur insana kendini. Ortası kırmızı mühürlü bir kalptir Ankara da tık tık tık atar. Doğurganlığı, döl yolu Antalya'dır... Antalya... ana rahim... döl yatağım... su kesem -amniom'umdur Akdeniz...

Zarfın gözleri, İstanbul'da açılmış kırpışmaya başlamıştır bu gözler masum masum, çipil çipil; ikinci doğumudur Türkiye'min İstanbul. Ortasındaki mührü Ankara açmıştır, özgürleştirmiştir Ankara Türkiye'yi. Antalya yürütmektedir Türkiye'yi. Gezdirmektedir deniz aşırı yüzdürmekte uçurmakta zıplatıp hoplatıp yeni yeni Türkiye bebecikleri doğurtmaktadır. Antalya Türkiye'nin karnı burnunda gelincikleridir.

Bu üç nokta kompozisyonundan üçgen bir açı çizer bu zarf haritası Türkiye'm de. Bu üçgeni karşı doğrultusunda ayna yansı simülasyonuyla çoğalttığımızı ya da Rorschach testi gibi mürekkebi katladığımızda sayfanın ortasından karşımıza kan kırmızı bir yaka çıkar ortasında gümüş bir ay-yıldızın parladığı. Yakanın yansıyan sağ ucu Mersin'den teşvik alıp ki Mersin'de çiçeklenmiştir bütün devrimci baharlarımın aşk tohumları, yine aynı yakanın sağ üst bağlantısı da Rize'ye uzanır, Çamlıhemşin'e. Oradan tüm Karadeniz'i boğaz yapar bu zarf beyin kendine ve Rusya kıyılarından iz sürerek İstanbul'dan geçip yine tam ortada gelir yerleşir düğmenin birleştiği yere ve düğümlenir...

Zarfımın bütün zihinsel suyu kara bir deniz gibi çalkantılı, bütün döl yollarından kıvrım kıvrım ve ateşli Akdeniz'e boşalır. Kolunun batı kanadında Ege suları terlemektedir gün boyu, doğu kanadındaysa Kayserili-Tomarzalılar, yontmakta ve yontulmaktadırlar Türkiye zarfımın içinde ellerinde kazma kürek, çapa, kalem, silgi, defter...

Her gün evden çıkıyorsun ve denize doğru yürüyorsun. Bir taş alıp fırlatıyorsun denize ve dönüp geliyorsun evine ey zarf. Her gün denize, 365 gün boyunca, bir taş atıyorsun düşüncende, düşünsene 365 taş atıyorsun yani denize. Kıbrıs'a nerdeyse denizden yol döşüyorsun. Her gün bir masaya oturup yazıyorsun içini dışını dolduruyorsun yazdıklarınla. Her gün 365 gün yazıyorsun. Her gün kitap oluyorsun okunuyorsun. 365 günlük -y-asin gibi üfürülüyorsun...

Dönelim yine bu U dan... 4 Mayıs 2013'e... mi? 365 gün öncemiz... 27 Mayıs.

-Hayatı ben mahvediyorum. Katil benim. Böyle düşünerek nereye varabiliriz ki? Kelimelerimizi değiştirirsek... hayat çok güzel aslında ama kabahat kendimizde... yine de bağışlıyorum kendimizi... bağışlıyorum... hatalar daha iyi olmamızı sağlayacaktır muhakkak... daha iyi olacağız... çok daha iyi olacağız...

Ne düşüneceğimi bilemiyorum şu an. Bir yıl önceden beri ve ondan da önceden bu yana her gün bu masaya oturtulduk ve bu konuşmalarımızı yaptık karşılıklı kendi kendimizle. Bundan sonrasında da yapmaya devam edeceğiz muhtemelen ama gerçekten değiştirdiğimiz ne? Kim? Her gün denize yürüyüp bir taş atmakla da denizi doldurmuyoruz kuşkusuz ancak neye faydası oluyor olabilirdi? Acaba? Bu yürüyüşlerin ve bu taşların?

Bu sıkıştırıyor ruhumuzu işte, bu düşünce. Acaba! Bunları düşünmek düşündürmek beynini sıkıştırıyor Türkiye zarfının da. Her gün bu saçma şeyi yapmış olsaydınız, denize doğru yürüyüp bir taşı yerinden kaldırıp fırlatabilseydiniz denizin göbeğine, bu gün neler olabileceğini görebilirdiniz belki ama yapmadınız. Yapmadık. Ne ben yaptım ne sizler! Biz yapmadık. Peki biz ne yaptık? Yani ben, oturduk bu masanın başına, bu sayfalardaki boşlukları doldurduk. Vitrindeki ele geçirilmeyi bekleyen şu malum kitabın sayfalarına harfler kazıdık, kelimeler döşedik, cümleleri yerleştirip şekillendirip form verdik. Ne işimize yaradığını da görmemiz gerekmez miydi artık...

365 gün sonra, mutfağımda çalınmış pembe bir gül var sadece. Gül yetiştirenler olmadık gül çalan olduk. Yetişmiş- yetiştirilmiş- başka emellerce, gülleri çalan hırsızlar olduk. Bu mu işe yarayışımız? Budur.

Hayır. Elbette hayır. Sil şu kara tahtayı!
Ne olacak peki? Kalan 358 gün boyunca ne değişecek? Neyi değiştireceğiz? Kendimizi bile değiştiremedikten sonra... neyi? Kimi? Kimleri değiştirebilir ki bu eylemsizlik eylemi?

Doğru. 365 gün... geçen sene bu zamanlar... şu defterler de olmasa sanki hiç yaşanmamışlar... gibi. Üzerimizde hiç mi etkisi olmuyor şu eylem dizgelerinin? Şu dizilerin bile daha büyük bir etkisi varken üzerimizde saçma sapan? Öyle değil mi?

Bu gerçekten kaçamayız öyle değil mi? Kaçamıyoruz. Hiçbir yere kaçamıyoruz. Ve bu yakıcı vıcık vıcık gerçekle kavruluyoruz. Tütüne sarılmak istiyoruz. Çikolataya dürülmek istiyoruz. Hayatın uyutan uyuşturan tatlarına kokularına bulanmak bölenmek gömülmek istiyoruz bu gerçek karşısında. Çünkü bizi hiçbir yere ulaştırmayan batağa saplanıp kalmış bu kurtuluş donanmasından atlayamıyoruz kurtuluşumuza! Nihaii kararımızla bu hayal gemisinden!

Bir yıl daha beklemeye gerek var mı artık? Nasıl olsa aynı şeyler olmayacak mı? Ya şimdi değişir ve değiştirirsin bu sistemi ya da hiç hma! Ya şimdi yaparsın ya da hiçbir zaman yapamazsın!

Ben bir roman kahramanıyım. Aklına zekasına güvenen bir roman kahramanı. Yazarım da hem, bu romanın kahramanlığını yazan bir roman kahramanıyım. Aynı anda her ikisini de başarmam ne kadar kolay ne kadar zor, aklıma eseni yazabilir ve yapabilirim belki ama hiçbir heykeltıraş kendi heykelini kendi yontmamıştır. Kendi sakalını bıyığını kendi saçını kendisi şekillendirebilen berber olabilir belki ama bir heykeltıraş heykeltıraşlığını başkalarının heykellerini yontarak kendini kanıtlar. Berber de başkalarını tıraş ederek berber kişiliğini kazanır. Ben de yazar olarak kendimi, kendi kahramanlığımı yazarak kendi yazarlığımı ortaya koyabileceğimi düşünmüyorum elbette. Bu doğru olmazdı.

Bunlar çok can sıkıcı sorunlardır benim için de herkes içinde. Bana bir sigara yaktırıyor yine mesela. Fırlayıp balkona koşturuyor ve yüzümü rüzgara kamçılattırıyor. Elimden kalemi bırakıp bırakıp bir parça nefes için açık havaya kaçırtıyor çünkü nefessiz bırakıyor bu elzem soru ve sorun beni. Bu esaslı soruyu sormak zorundayım yine de: ben sanatçı mıyım ve niçin varım ve var tutuluyorum hâlâ?

Başım dönüyor. Kötü bir şey yapmaktan korkuyorum kendime. Nasıl bir çetrefil işe bulaştırmışım elimi? Nasıl bir bokun içine batmışım? Nasıl bir çöplüğe daldırmış karıştırmaktayım işe yarar bir bütün, bir kaynak, bir atomik parça, 'şey' aramaktayım kendi çöplüğümü darmaduman ederek hem de. Ne bulmayı ümit ediyorum ki? Acaba!

Haydi konuş benimle konuşamayan ve ağlamayan adam! Haykır! Aç ağzını da tek bir anlamlı cümle kur bana! Y-Han! Hiç sesin çıkmıyor artık bakıyorum. Hiçbir tını duyulmuyor -niye! ?

Saate bakıyorsun hep, durmadan dakikaları kovalıyor saniyeleri süzüyor gözün. Sadece bu tık tıklar dolduruyor kulağını. Zaman işlemeyi çark dönmeyi çıkrık inip inip çıkmayı sürdürüyor ama boş... boşluk... bir kova dolusu boşunalık var kovanda susuzluğumu giderebilecek hiçbir gerçek edimin yok. Bir damlacık bile. Bir damlacık göz damlası olsa kuruyan gözlerime kamaşan karıncalanan gözlerime şifa olabilirdi. Haydi git dinlen artık, git oyalan... oyna kimsesizlik oyununu yalnızlıkların Kralı olarak ve yönet şu buzdan ülkeni.

Yine de teşekkür ederim ama! Sen çok iyisin! Çok çok iyi! Duyuyor musun beni? Y-Han! Duyuyor musun? Çok teşekkür ederim sana. Sen gerçekten çok ama çok iyisin! Teşekkür ederim. Bütün yardımların için teşekkür ederim. Bakış açımı değiştirdin teşekkür ederim. Gerçekten değiştirdin. Gerçekten! Bambaşka bir çerçeve koydun önüme. Evet. Hiç böyle düşünmemiştim. Ben hiç böyle düşünememiştim senden önce. Evet. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi, beynim zonkluyor ve midem yanıyor. Derinden sarstın beni bu gün... çok derinden sarstın.

-Ver elini!
-Tut beni! D ü ş ü y o r u m!

Habibe Merih Atalay
Kayıt Tarihi : 7.10.2014 18:27:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Habibe Merih Atalay