Y-Han - 09 - Şiiri - Habibe Merih Atalay

Habibe Merih Atalay
496

ŞİİR


9

TAKİPÇİ

Y-Han - 09 -

EĞLENCENİN SONA ERDİĞİ ANLAR OLUR... E AMA!

Ve işte bu da o anlardan biri...

Yazarımızın kaderi de kadersizliği de hikayemizi her halükarda sürdürmemizi gerektiriyor ne yazık ki. Yazar da iyi hissetmiyordu kendini demek ki okuyucusu da üzgünmüş onun gibi. Tek yanlı değil bu kez yazarın iletişimi... bu hem sevindirici hem hüzünlendirici.

Okuyucusu da eşlik ediyormuş bu kez yazarına, bu sevindirici olan... ocakların yıkılması, insanların diri diri gömülüşü buna neden oluyorsa işte bu da hüzünlendirici olan. Yine de sevgi bunu gerektiriyor, eğlencede paylaşılan kaderler acılarda da paylaşılmalı elbet.

Hiç cesaretim yoktu klavyenin başına oturmaya ve devam etmeye ama madem okuyucum beni dikkate almış, onun bu cesaretini karşılıksız bırakamazdım, bana da cesaret veren onun üzüntüsünü paylaşmak istiyorum ben de yine onunla. Şimdi... ne diyeceğimi bilemiyorum ve nasıl devam edecek hikaye kaldığı yerden gerçekten bilmiyorum.. ama iyi ki yazdı... iyi ki paylaştı duygusunu bir tek okuyucu da olsa teşekkür etmek gerek. Ve sevmek gerek onu yine de bu yüzden hem de daha çok, daha da çok sevmek gerek. Ve mesut olmak gerek her şeye rağmen cennetin ortasındaysak...

Evet, Türkiye, cennetimin ortası ve yaslı. Manisa'nın Soma ilçesinde, trafo yüzünden çıktığı söylenen maden ocağındaki patlama ve yangın, işçileri toprağa gömüyor bir sıra halinde tek tek. Hikayem de gümledi mi peki bu arada? Tabii ki hayır. Tutarlılığımı koruyacağım, eğlence de bile bütün korkuların üzerine gideceğimi ve yazmanın da başlı başına büyük bir tehlike olduğunu söylemiştim size zaten! Ve yazarın görevlerinden birisidir sosyal hayatın dibe vuran moral düzeylerini yükseltmek ve dengede tutmak. Şimdi şu maden ocağına dalalım birlikte bir cesaret, hadi gelin!

Bir kör-ebe oynayacağız sizinle! Elimde bir atkı var farz edin, bu atkıyla gözlerinizi bağlayacağımı düşünün. Sonra sırayla elinize bir şey tutuşturacağımı ve onu tanımanızı isteyeceğimi; ardından burnunuza bir şey koklatacağımı ve yine aynı şekilde kokuyu tanımlamanızı isteyeceğimi gözünüzün önüne getirin.. ve üçüncü olarak dilinize bir şey vereceğimi ve ağzınızda onu emip, çiğneyip, tadından adını çıkarmanızı ve de bana ne olduğunu söylemenizi isteyeceğimi farz edin yaladığınız, ısırdığınız, çiğneyip, yuttuğunuz şeyin.

Bunları yaparken de bir yandan her bir bilinmezi konuşarak adlandırmanızı ve adlandırırken kendi duyduğunuz sesinize dikkatli bir şekilde kulak vermenizi isteyeceğimi... düşünüyor musunuz? Güzel.

Nasıl bir tını çıkıyor olabilir tanımlarınızdan acaba? Kendi tınınıza kendiniz inanacak mısınız? Yoksa bu dört duyuyla bile tam ve doğru tanıyamayacak, anımsayamayacak ve adlarını duyamayacak mısınız adlandırdıklarınızın? Hep tökezleyecek ve bana mı soracaksınız nedir acaba diye, yazarınıza? Eliniz, refleks olarak sürekli gözünüze gidip o atkıyı söküp atmak mı isteyeceksiniz gözünüzden? Ben size güven vermeye devam edeceğim ama bu arada ve diyeceğim ki hayır gerek yok bunu yapmanıza, bakın ben doğruyu söylüyorum işte bu, budur! İnanmıyor musunuz? Bunun adı şu, şunun ki falan, filanınki de feşmekan; örtüşmüyor mu tadıyla, kokusuyla, dokusuyla söylemim?

Siz yine de benim sesimden duyduklarınıza inanıp güvenecek ve de doğru kabul edebilecek misiniz söylediklerimi? Bütün duyduklarınızı, tattıklarınızı, kokladıklarınızı, dokunduklarınızı ben söylediğim halde, öyle mi bilmeyi tercih edeceksiniz? Kulağınızdaki ses benim sesim, bilginiz benim bilgim, görgünüz benim görgüm olarak yaşamaya mı çalışacaksınız? Öylesine devam mı edeceğiz bu oyuna da? Yoksa içinizde hep bir şüphe mi duyacaksınız bana karşı, kendi gözlerinizle görmeden emin olma duygunuz asla tatmin olmayacak mı? . Sıkılıp, gerçekliği kendi gözleriniz açılmadan tam manasıyla kavrayamam diyerek bırakmak mı isteyeceksiniz bu oyunu? Ne olursa olsun ama ben diyeceğim ki size açın bakın gözlerinizi isterseniz, yalan söylemiyorum. Bir de kendi gözlerinizle görün, bakalım arada ne fark olacak? Ve gözünüzdeki bağı sabırsızca çözüp yeniden bakmaya başlayacaksınız... ve bu sizin bu hayattaki ikinci uyanışınız olacak... hayatınıza... işte bu bakış.

Ne bir dokunuş aynı dokunuş; ne bir koku aynı koku; ne bir tat aynı tat; ne sesler aynı sesler; ne de adları yerli yerine oturtamayacak ve bir türlü gerçeği gözlerinizle gördüğünüz halde onun doyumuna varamayacaksınız bir başınıza. Çünkü kör-ebe oynamak çok daha zevkliydi! Öyle değil mi?

Oynamak... hayattayken hayatı oynamak... bu... bir maden ocağında.. dipte... en dipte... tehlikenin tam da göbeğindeyken bile... tam da! Hem de kim bilir ne büyük bir ustalık isterdi ve en umulmadık onulmaz anlarda bile hayatı kurtarabilirdi. Hayatımızı.

Ve işte bu oyun da... bir oyunun daha sonuna gelindi... Bir oyun oynadık sizlerle uzaktan uzağa ve henüz bilmiyorsunuz bu oyunun çoktan bittiğini. Uzaktan uzağa... en uzağa gittiğimi bilmiyorsunuz.

Bir de kendi gözlerinizle görün bakalım ne farkı var hayatınızın, benim sizinle oynamaya çalıştığım şu oyundan. Sizce, sizinki daha mı gerçek bakın bakalım, benimkinden? Sizinkinin adı daha mı doğru? Sizinkinin tadı daha mı güzel? Sizininkinin dokunuşu daha mı hoş? Sizler daha mı çekicisiniz? Bir oyun arkadaşı olarak ben sizlerle oynamak isterken sizler niye benimle oynamak istemediniz ki?

Niye gözlerinizi emanet etmediniz ki bana? Niye güvenmediniz ki sanki? Henüz vakit varken...

Habibe Merih Atalay
Kayıt Tarihi : 7.10.2014 18:26:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Habibe Merih Atalay