İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği
için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse,
o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler,
illet olamazlar. (İşarat-ül İ’caz)
Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine,
fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat
ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz. (Kastamonu Lâhikası)
Evet Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır.
Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.
İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise,
o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar.
Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak,
istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda
hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, buna işarettir. (Barla Lâhikası)
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde,
Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair
harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa,
o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin
vird-i zebânı olan duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla
uhuvvetkârâne alâkadar olur. (Mektubat)
Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etme ve hodfuruşluk
etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.
(Şualar)
Acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir
hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise,
Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. (Emirdağ Lâhikası)
Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir.
İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccahtır.
İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden,
şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin
bir hikmeti de bu sır olsa gerek. (Tarihçe-i Hayat)
Muhacirlerin fakirleri Resulullah’a (a.s.m.) gelip dediler ki:
– Servet sahibi Müslümanlar derece ve nimetler bakımından bizi geçtiler… Resulullah da:
– Ne hususta, diye buyurunca, muhacir fakirler:
– Biz namaz kılıyoruz, onlar da kılıyor; biz oruç tutuyoruz, onlar da tutuyorlar; fakat onlar sadaka verdikleri halde biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyorlar,
biz edemiyoruz, dediler.
Bunun üzerine Peygamber (a.s.m.) :
– Size, sizden ilerde bulunanlara yetişebileceğiniz, sizden geride, sizden aşağıda olanları geçebileceğiniz ve sizin yaptığınız gibi yapanlar müstesna, sizden başka kimsenin daha faziletli olamayacağı bir şey öğreteyim mi, buyurdu.
Muhacirlerin fakirleri:
– Evet, öğret, ey Allah’ın Resulü, diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) :
– Her namazın sonunda otuz üçer defa sübhânallah (Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim) , elhamdülillah (hamd Allah’a mahsustur) ,
Allahü Ekber (Allah en büyüktür) deyiniz, buyurdu.
Muhacir fakirler, bir süre sonra Resulullah’a (a.s.m.) gelerek şöyle dediler:
– Mal ve servet sahibi kardeşlerimiz bizim bu yaptığımızı işitip onlar da böyle yaptılar.
Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
– Bu, Allah’ın fazlıdır, dilediğine verir.
her isteyene verilmiyor ama verilenler isteyenlerdir..
her gidenler varamıyor varanlar gidenlerdir..
dertlerden kurtulanlar dertleriyle barışanlardır.
bilmiyorsun dertlerin senden büyük değil…
unutma dertlerin senden büyük değil…
dertlerin de bir varlıktır; esmaya dayanıyor.
karşılığı var; sen de ayinedarlık yapıyorsun.
dert denilen varlıksa, mahluksa esma Allah’tan geliyor;
o zaman şer değil. dertlerin bazı şeylerden sıyrılıp
başka bir şeye alaka duymanın adıdır.
biliyor musun? toprağın taşların ağaçların hayvanların dertleri yoktur;
varsa da bulunduğu mekânla sınırlıdır.
dertlerini tanımıyorsun…
bazı dertler cesede sıkıntı iken, ruhun gıdası olur.
sana şimdi deseler ki istesen de artık dertlerden hiç
etkilenmeyeceksin acaba ister miydin?
dertler bana derman imiş. eğer dertler seni dermana,
dertleri verene götürüyorsa; o dertleri Allah’a taşıyorsa,
Allah’ı tanıttırıyorsa, Allah’a götürmüşse seni o dert dert midir? dermandır…
dokunursa biri ateşe yanar ama o dokunan ateştir; nesini yakar.
o ki dert seni olgunlaştırılmış sen de olgunlaşıp
ateş olursan, ateş ateşi yakar mı? yanan olgunlaşıyor demektir…
Huzur ve gönül genişliğine ulaşmanın en güzel anahtarlarından
biri Kur'an-ı Kerim'i çokca okumaktır. çünkü
Allah (celle celalühü) Teala kitabını “ruhlara şifa, akıllara rehber,
kalplere rahmet” vasfıyla tanımlıyor. “Rahmet” sıfatıyla vasıflandırıyor
'Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa,
müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Ancak Allah
(celle celalühü) 'ın lütuf ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların
(dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır' (Yunus, 57, 58) .
'Biz, Kur'an'dan öyle birşey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve
rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır' (Isra, 82) .
Allah (celle celalühü) dostları Kur’an’a sırtını dönen kişiyi evine giren
güneş ışığını perde çekerek engelleyen hasta bir kimseye benzetmiştir.
Dolayısıyla Kur’an gibi bir şifa kaynağı varken başka yerlerde gönüllere
şifa aramak ne büyük yanılgıdır.
......
İmansız cennete gidemez, fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur.
Ekmeksiz insan yaşayamaz ama meyvesiz yaşayabilir.
Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı islamiye gıdadır.
(Bediüzzaman Said Nursi)
Yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim.
Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar,
o edviye-i kur’aniyeyi arayıp buluyorlar..
(Üstad Bediüzzaman)
Aşk şiddetli bir muhabbettir.
fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit
ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır;
veyahut, o mecazi mahbup o şiddetli muhabbetin fiatına
değmediği için baki bir mahbubu arattırır...
bir çare bulamadım derd-i efganıma
içimdeki iştiyak bilmemki yetermi bana
ceyhun edip gözyaşlarımı ağlasam da
kalbim dayanamaz oldu
senin yokluğuna ya Resulallah
ibadet-ü taatımmı eksik bilmem rabbime karşı
nedir bu hal nasıl arzederim sana aşkı
yaralı bülbül gibi şakı da şakı
ruhum bedende durmaz oldu
senin hasretinden ya Resulallah
keşke cürmümü istiğfarımla yunsaydım
her nameni gönlüme ser levha yapsaydım
ibadetimle bir ihtimal rızana kavuşsaydım
seni düşününce bedenim titrer
yine senin olmayışından ya Resulallah
kalbim bu aht-ü peymanla seni nasıl unutsun
unutursam bu damarlardaki demler kurusun
sıratta bizi kurtaracak birtek sen olursun
ruhumun her zerresinde ve her lahza bir sızı
senin şefaatini ümid etmekten ya Resulallah(sallallahu aleyhi vesellem)
...
Öyle bir Kitap ki, Şân-ı Azîm, Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân!
Bir harfine on ecir; sonu sonsuz rıza! Tekrarlanan her âyet-i kerîme,
hıfzı için dökülen her gözyaşı, her ter damlasına paha
biçilmeyen inciler deryası…Dediler ki, şeytan hafızlığın başında,
ortasında dikilir ve oturur doğru yolunun üstüne…
Öyleyse önü Aşk, ortası Aşk, sonu Aşk!
Hıfza gönül vermiş zihinler! Diller, 'gönüllü zihinlere' tercümân sadece…
Ey hâfız, sen artık yürüyen Kur'ân-ı Kerîm'sin!
Gönderilen Gönderen'in kadrince olduğuna göre;
Gönderilen'i yüklendin sen, Gönderen'i sakın unutma! ..
Unutma!
…
O'nu hıfzeden zihnin değil, yalnız gönlündür aslında…
Kalbini başka şeylerle doldurma ki, gönlün her dâim bu şerefli
hazîneye temiz, şanlı bir mahfaza olsun… Ve zihninden,
yüreğinden diline aksın bu hazînenin incileri, mercanları...
İnsanlar da nasiplensin bu hazineden ki, hakkını veresin bu cevherin!
Sırrına denizler mürekkep olup yetişemiyorsa, yüklendiğin yükü
anla da sakın hafif zannedip gönlünü, zihnini boşlama ey hâfız!
Sen hâfızsın, yürüyen Kur'ân-ı Kerîm! Hıfzın yalnız zihninde kalmasın,
önce yüreğine, sonra diline insin inşâallâh!
'Ne yücedir o Allâh ki, bütün alemlere bir uyarıcı olarak
kuluna Furkân'ı (Kur'ân'ı) indirmiştir.' (el-Furkân, 1)
…………..
/ dostum, “elif” olmayı dilemişim sanırım bir vakt-i seherde, bir cesaretle….zor(luğunu) bilmemişim o zamanlarda; dilemişim..
yar’ın huzurunda bir “elif” misali durabilmeyi dilemişim;
oysa şimdilerde dizlerimin bağı çözülür; diz çökerim..
be’ye meylederim; “başlasın bu cümle artık! ” derken yine “elif” misali kalıveririm bir bir’in huzurunda..
yine zorlukla, yalnızca, yalın-ca…/
“elif” olmak zor imiş!
ama her elif’in yanında akvâ olan’ın yardımı, yar’lığı var imiş! !
dostum, bilir misin “elif “ olmaya talip olmak nedir,
bilir misin insan nasıl “elif” olur?
dilersin o’ndan sadece o’nun yar-lığını, dilenirsin…
o’nun kucağından başka mekanlar sana soğuk gelir,
üşürsün bir ağustos sıcağında..yürüdüğün yollar sana yabancı gelir;
bildik mekanlar sıkar seni..
tanımadığın sîmalar sana âşina gelir,
tanımadığın kişiler senin niyazına girer; tanıdıkların ise yabancı
nazarlarla bakarlar sana. hikmetine eremediğin hallerle örülür hayatın;
susmayı seversin; sükûtu seversin;
sükûtu hal edinenleri seversin…
dostum, bilir misin, “elif” bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…
sadece kendinden önceki harfe bağlanır; en önceki’ne belki de..
sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “elif” olmaz adın..sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak;
ama herkes yüklenir üzerine..
yardımsız yar’lar doluşur dünyana..
”yardımıyla gelen yar” gitti diye…
aklımın al(a) madığı hallerin eteğinde gezinir dururum;
belki aklım acziyetiyle susabilmeyi öğrenir diye..
başımı tâ yüreğime kadar eğer, dinlerim o kısık fısıltıyı şimdilerde…
…yüreğim dünyadaki kimsenin isminde titremez; bu belki de lütuftur,
yar’dandır … bu, belki de “elif “olmanın gereğidir.
İnanan bir gönül sürekli “Rabbimi anlatamayacağım
bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi.”
düşünce ve hissini taşır. Zaten O’nu anlatamayacak,
sevip başkalarına sevdiremeyeceksek bu dünyada
yaptığımız herşey abesle iştigaldir. Bunun dışındaki
bütün mülahazaları balyozla vurup kırmak lazım.
Her mümin, “Bu din benim dinim, dinimi anlatmak vazifemdir.”
demeli. Müslüman sadece kendi olarak kalamaz.
Kendiniz olarak kalmaya kalkarsanız bitersiniz.
Ancak meyve verdiğiniz sürece yaşayabilirsiniz.
İnsanlara faydalı olarak Cenab-ı Allah’ın rızasını
kazanma duygusuyla hayırlı hizmetler ardında
koşmuyorsanız pas tutup çürümeniz mukadderdir.
Ayrıca, İslam’dan başka hiçbir sistem ya da ideolojinin
insanlığa verecek birşeyi kalmamıştır. Öyleyse biz,
insanlık için bir ışık olmalıyız; bir mum kadar da olsa
etrafımızı iman nuruyla aydınlatmaya bakmalıyız.
Karanlığı aydınlatmak ancak iyi bir müslümanlıkla mümkündür.
Biz istikamet müslümanları olarak güven vadeden tavırlarımızla
gönüllere akmalıyız. Bugün bazı insanlar bize inanmıyor olabilir;
müslümanlar olarak yapageldiğimiz samimi işlerin ardında
başka gayeler arayabilirler. Bu meselede de, başkalarını
suçlama yerine bizim kendimizi tam ifade edemediğimiz hususu
üzerinde durmalıyız. İnsanlar en az 40 sene bizi seyretmeli;
hiç sapmadan, Cenab-ı Hakk’ın rızası dışında bir beklentiye
girmeden, doğru müslümanlığı yaşamaya çalıştığımızı görmeli.
İşte böyle bir kıvamda olduğunuz zaman göreceksiniz,
insanlık fevç fevç size müracaat edecek ve sizi siz
yapan hakikatlere koşacak.
Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:
'Ben Risale-i Nur'larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır? ' diye sorular yöneltiyordu.
Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.
Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.
Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.
Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.
Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler'in, Sinanlar'ın edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!
'Yanmayan, yakamaz! '
Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü.
Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi.
İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük Celaleddin Rumi Hazretleri:
çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş.
İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı.
Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.
'Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah! ' diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı, alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu yiğit adam.
Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahiseyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.
Hz. Fatıma validemiz, Müslümanlara örnek
olacak bir hayat tarzı yaşadı.Kendisi peygamber
kızı olmasına rağmen oda aynen diğer Müslümanlar
gibi, yarı aç, yarı tok yaşıyordu ve halinden hiç şikayet
etmiyordu.. zira eğer kendisi istese idi, lüks bir hayat
Yaşayabilirdi; fakat o lüksün yerine çileyi seçti.
(kendisine Annesi Hz. Hatice’den miras kalmasına rağmen hepsini
İslam yolunda, Allah için efendimize vermiş ve diğer
Müslümanların çektiği Sıkıntıları kendiside aynen çekmiştir.)
Hz. fatıma validemiz,
bütün ev işlerini kendisi yapar idi; yardımcısı yoktu. tabi
eskiden ev işleri şimdiki gibi kolay değil idi. evin bütün su ihtiyacını
gidermek için kuyulardan su taşırlardı.. yedikleri ekmeğin
unu’nu el değirmeniyle değirirlerdi, Peygamberin kızı olan
Hz. Fatıma validemizin un değirmekten elleri nasır
tutmuştu; fakat o bütün sıkıntılara rağmen şikâyet etmiyordu…
düşünebiliyor musunuz acaba bunu şimdi hangimiz
yapabiliriz merak ediyorum? Hiçbirimiz yapamayız. Öyle
değil mi? Evet, Hz. fatıma validemiz, giyim kuşamıyla da
bizlere tam bir örnekti; onun kısa yaşantısında gösterişe,
giyim kuşama, eşyaya ayıracak zamanı
olmadı. Onun gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü
sağlayacak bir örtüden ibaretti. işte çilelerle dolu bir hayat; fakat onlar
için öyle değil… zira onlar hallerinden hiç şikayet etmiyorlardı…
şimdi en ufak bir sıkıntıda pes eden, biz gençler için onları örnek
almak, onlar gibi olmaya çalışmak; olamasak ta en azından çaba
göstermek çok mühimdir...
Hz. Ali, Fatıma’yı istemek üzere Peygamberimiz
(s.a.s) ’in huzuruna gitti. Ancak,
söyleyeceklerini sanki unutmuştu, neredeyse dili tutulmuştu.
Hz Peygamber (s.a.s.) “ Her halde Fatıma’yı istemeye geldin”
diyerek ona yardımcı oldu. Hz. Ali sevinç içinde “ evet “ dedi.
Ancak, verecek mehri yoktu.
Bu konuda da Peygamberimiz (s.a.s.)
yardımcı oldu. Zırhın mehir olarak değerlendirebileceğini hatırlattı.
Fakat bir de düğün yemeği vermek lazımdı. Ashabtan bir zat,
Hz. Ali’ye bir borç verdi. Ensar da aralarında mısır topladılar,
düğün yemeği hazırlandı. Peygamberimiz (s.a.s.)
Hz. Ali ve Fatıma’ya
“ Allah’ım, ikisini mesut et, onlar hakkında evliliklerini hayırlı kıl”
diye dua etti. Hz. Ali’nin evinde eşya olarak bir hasır, yastık,
içi lif dolu bir yatak, çömlek ve testi gibi şeyler vardı.
Bunları da zırhını satarak elde ettiği para ile almıştı.
O paranın bir kısmı ile de Hz. Fatima için ziynet almıştı.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Fatima’ya çeyiz olarak
“Bir kumaş yaygı, bir kırba (su testisi) ,
yastık, içi ot dolu bir yatak” hazırlamıştı.
..... Avukat Bekir Berk, korkuyu korkutmuştu... Hayatı boyunca başta Bediüzzaman Said Nursi olmak üzere bütün 163. madde maznunlarını savundu. Her türlü imkânsızlığı, yokluğu, engeli aşıp mahkemeden mahkemeye koştu. Mazlumların avukatı Bekir Berk'i işte bu koşuşturmaları sırasında tanıdım...
..............
Tanıdığım an, engin ufkuna ve istikbale yönelik ümidine hayran oldum.
Onun şahsında yalnız hizmeti değil, insanları sevdim. 'Davada fani olma'nın anlamını çözdüm. Her biri 'Yürek insan' olan hizmet insanlarıyla buluştum. Ve bir gün kader beni köyevinden alıp o insanlara mesai arkadaşı yaptı.
Yıllarca rahmetli Bekir Berk'le aynı gazetede yazdık. Aynı sevinçleri ve üzüntüleri paylaştık.
İnsanın başını döndüren, insanı koşturup coşturan bir enerjisi vardı. İmkânsızlıkları bahane ettiğine, imkânsızlıklara teslim olduğuna hiç şahit olmadım.
………………..
Çemberlitaş'taki yazıhanesinde herkese göre iş vardı. Kim uğrarsa ona bir işverir, koştururdu. Kimseyi boş oturtmazdı. Onun yanında gereksiz şeyler konuşamazdınız. İnsanları çekiştiremezdiniz. Geçmişe dönük hasret solukları alamazdınız. Hep geleceğe bakar, gelecek hakkındaki düşüncelerinden, projelerinden söz ederdi. Etkilenir, bitmez tükenmez enerjisine hayran kalırdınız.
***
....................
Durup düşünmek lazım, çünkü Bekir Berk bir boşanma, ya da miras avukatı değildi. Yok, belki de miras avukatıydı; ecdadın aziz mirası olan 'İ'layı Kelimetullah'ı ve şimdilerde çürük elmaya dönüştürülen 'kızılelma'yı savunuyordu. Hem de bütün imkânsızlıklara rağmen, canı pahasına...
Zaman oldu bir duruşmaya yetiştirmek için katırla Zigana Dağları'nı aştı, zaman oldu yolu kesen sel sularına atladı. İspanya fethi sırasında karşısına okyanus çıkınca atını denize sürerek 'Beni durduramazsın' diye bağıran Tarık bin Ziyad'a benziyordu.
Trabzon'da bir duruşma sırasında neden cübbesinin eski olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım. Sonra yağmurlu bir günde arkasında yürürken ayakkabılarının birinin delik olduğunu farkettim. Oysa tanıdığım herkesten fazla çalışıyordu. Aynı enerjiyi dünyaya hasretse kuşkusuz Türkiye'nin en zengin avukatı olabilirdi. Fakat o dünya malını seçmedi.
İngiltere'ye kanser tedavisine gittiğinde ben Almanya'da idim. Türkiye'ye dönüşünde, yıllar sonra ilk defa görüştük. Tanıdığım Bekir Berk'ten geriye ateşli bakışları ve secde izi bulunan geniş alnı kalmıştı. Ama bir süre sonra toparlanacak, iki seneyi aşkın bir zaman daha hizmete koşacaktı. Gırtlak kanseriydi. Biraz uzun konuşsa ağzından kan geliyordu. Buna rağmen defalarca Anadolu'yu dolaştı, sayısız konferans verdi, seminerlere katıldı.
Bir gün hayatını belgesel film yapmaya karar verdik. Kendisine açtığımızda şöyle dedi: 'Eğer hizmete vesile olacaksa ben davamın figüranlığına bile razıyım kardeşim.'
Film çekildi. Bir gün sonra da hastahaneye kaldırıldı. Son ziyaretlerimin birinde can çekişiyordu. Çok halsizdi Elimi tuttu. 'Allahüekber hücum' diye fısıldadı Önüme bir defter uzattılar. İntibalarımı yazmamı istediler. Şöyle yazdığımı hatırlıyorum:
'Sevgili Ağabey. Bana yaşarken hizmeti sevdirdin, ölürken de ölümü sevdiriyorsun.' Bundan sonrasını yazmak benim açımdan çok zor: Dimağ yorgun, şuur yorgun, gönül yorgun... Söz yorgun, göz yorgun, beden yorgun...
Bir 'ebedi abide' daha göçtü gözlerimin önünde. 'Ah sen-i takvim' sırrına mazhar bir 'eşref-i mahlük' daha gitti.
Bu hicran demi karşısında varla yok arası yaşayan eski köy çocuğu nasıl kendini tutsun? Bir 'aziz davanın' hukuk cephesini tek başına omuzlayan fedakârlığın toprağa düşmesine nasıl ağlamasın?
....................
Ona mı, kendine mi? Köy çocuğu, Bekir Berk'ten alması gereken ihlas dersini, sadakat dersini, sebat dersini, fedakarlık dersini yeterince alamadığı için, belki kendine ağlıyor.
'Muhammed' ismi ne güzel bir isimdir; efendimiz (s.a.v) ’in ismidir.
peygamber efendimize (s.a.v) ,
Muhammed ismi ile beraber; Ahmed, Mahmud ve
Mustafa da deniliyor; hepsi de güzel isimlerdir..
Zaten bu isimleri de efendimiz (s.a.v) güzelleştiriyor..
Muhammed isminin anlamı ise 'tekrar tekrar övülmüş'
anlamına gelmektedir..
'Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl? '
risale-i nur
13.10.2008 - 13:17Risale-i Nur'da İhlas...
İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği
için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse,
o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler,
illet olamazlar. (İşarat-ül İ’caz)
Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ve müfritane âlî makam vermek yerine,
fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritane irtibat
ve ihlâs lâzımdır. Onda terakki etmeliyiz. (Kastamonu Lâhikası)
Evet Rıza-yı İlâhî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır.
Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez.
İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işte, böyle amel-i uhrevîde illet ise,
o ameli iptal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlâsı kırar.
Eğer müşevvik ise saffetine izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak,
istemeyerek, Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda
hüsn-ü tesîri namına kabul etmek güzeldir ki, buna işarettir. (Barla Lâhikası)
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde,
Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair
harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa,
o vakit mânen âlem-i İslâmın herbir ferdinin
vird-i zebânı olan duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla
uhuvvetkârâne alâkadar olur. (Mektubat)
Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etme ve hodfuruşluk
etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.
(Şualar)
Acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir
hodfuruşluk olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise,
Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. (Emirdağ Lâhikası)
Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir.
İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman amele müreccahtır.
İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden,
şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin
bir hikmeti de bu sır olsa gerek. (Tarihçe-i Hayat)
Tesbihat
12.10.2008 - 11:44Tesbihatın önemi
Muhacirlerin fakirleri Resulullah’a (a.s.m.) gelip dediler ki:
– Servet sahibi Müslümanlar derece ve nimetler bakımından bizi geçtiler… Resulullah da:
– Ne hususta, diye buyurunca, muhacir fakirler:
– Biz namaz kılıyoruz, onlar da kılıyor; biz oruç tutuyoruz, onlar da tutuyorlar; fakat onlar sadaka verdikleri halde biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyorlar,
biz edemiyoruz, dediler.
Bunun üzerine Peygamber (a.s.m.) :
– Size, sizden ilerde bulunanlara yetişebileceğiniz, sizden geride, sizden aşağıda olanları geçebileceğiniz ve sizin yaptığınız gibi yapanlar müstesna, sizden başka kimsenin daha faziletli olamayacağı bir şey öğreteyim mi, buyurdu.
Muhacirlerin fakirleri:
– Evet, öğret, ey Allah’ın Resulü, diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) :
– Her namazın sonunda otuz üçer defa sübhânallah (Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim) , elhamdülillah (hamd Allah’a mahsustur) ,
Allahü Ekber (Allah en büyüktür) deyiniz, buyurdu.
Muhacir fakirler, bir süre sonra Resulullah’a (a.s.m.) gelerek şöyle dediler:
– Mal ve servet sahibi kardeşlerimiz bizim bu yaptığımızı işitip onlar da böyle yaptılar.
Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
– Bu, Allah’ın fazlıdır, dilediğine verir.
Namazı Yaşayanlar/Said Demirtaş/Nesil Yayınları
dua
12.10.2008 - 11:34Dua ubudiyetin ruhudur.Ve halis bir imanın neticesidir.(mektubat)
Abdulbasit Abdussamed
17.09.2008 - 11:28O, benim Üstadım. en çok dinlediğim Hafız-ı Kur-an...
okuyuşu beni o kadar etkiliyor ki...
Hafızlık yapmama vesile oldu, Allah ondan razı olsun.
efendim
11.08.2008 - 18:14...
Sana geldim efendim…
Bilmem kaçıncı ağlayışım yapayalnız gecelerde
Sana salat ve selamlar gece gündüz hecelerde
Şu gönlüm sensizlikten her an bocalarda
Ben çaresizce yine hüzne şayan bir şekilde
Bu gece içimdeki sıkıntılarım ve tüm dertlerimle
Ben
Ben sana geldim efendim…
Sana geldim efendim…
İstiyorum ki kalbim çıksın yerinden ve dile gelsin
Yüreğim sökülüp ta canevinden sana salat ve selam getirsin
Bu aşk beni bende daha fazla çoğalmadan bitirsin
Divane gönlüm yansın da şu aklını yitirsin
Ben kaybolayım ani çığıkların boz bulanık nidalarında
Volkanların köpüklü kaynayan sularında
Yansam yanmazdım yandığım kadar böyle
Halim, ahvalim bu iken
Bense sana geldim efendim…
Sana geldim efendim…
Bendim şehrin soğuk sokaklarında inleyen aşkından
Mecnun misali çölleri karış karış arşınlayan
Ve bir sevda ateşi yakıp büyük bir sevinçle ateşe atlayan
Meczup bir görüntüyü işleyip nakış nakış yüreğime
Her soruşumda büyüdü mü içindeki aşk diye kendi kendime
Sürünerek ismin dudağımda iken yesrip çöllerinde
Sensizliğe muzdarip bu yaban ellerinde
Seni her an soluyup yasatarak aciz kaderimde
Bütün sözler istemeden tıkanırken biçare genizimde
Bir de baktım ki ben kaybolmusum engin bir vuslat denizinde
Bir baktım ki ben sana gelmişim efendim…
Bir baktım ki sana gelmişim efendim…
Bir baktım ki sana gelmişim…
dert
11.08.2008 - 17:56Dertlerimi seviyorum…
her isteyene verilmiyor ama verilenler isteyenlerdir..
her gidenler varamıyor varanlar gidenlerdir..
dertlerden kurtulanlar dertleriyle barışanlardır.
bilmiyorsun dertlerin senden büyük değil…
unutma dertlerin senden büyük değil…
dertlerin de bir varlıktır; esmaya dayanıyor.
karşılığı var; sen de ayinedarlık yapıyorsun.
dert denilen varlıksa, mahluksa esma Allah’tan geliyor;
o zaman şer değil. dertlerin bazı şeylerden sıyrılıp
başka bir şeye alaka duymanın adıdır.
biliyor musun? toprağın taşların ağaçların hayvanların dertleri yoktur;
varsa da bulunduğu mekânla sınırlıdır.
dertlerini tanımıyorsun…
bazı dertler cesede sıkıntı iken, ruhun gıdası olur.
sana şimdi deseler ki istesen de artık dertlerden hiç
etkilenmeyeceksin acaba ister miydin?
dertler bana derman imiş. eğer dertler seni dermana,
dertleri verene götürüyorsa; o dertleri Allah’a taşıyorsa,
Allah’ı tanıttırıyorsa, Allah’a götürmüşse seni o dert dert midir? dermandır…
dokunursa biri ateşe yanar ama o dokunan ateştir; nesini yakar.
o ki dert seni olgunlaştırılmış sen de olgunlaşıp
ateş olursan, ateş ateşi yakar mı? yanan olgunlaşıyor demektir…
kuran-ı kerim
06.07.2008 - 18:31Gönlüne Şifa Arıyorsan Kur'an-ı Kerim
Huzur ve gönül genişliğine ulaşmanın en güzel anahtarlarından
biri Kur'an-ı Kerim'i çokca okumaktır. çünkü
Allah (celle celalühü) Teala kitabını “ruhlara şifa, akıllara rehber,
kalplere rahmet” vasfıyla tanımlıyor. “Rahmet” sıfatıyla vasıflandırıyor
'Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa,
müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Ancak Allah
(celle celalühü) 'ın lütuf ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu onların
(dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır' (Yunus, 57, 58) .
'Biz, Kur'an'dan öyle birşey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve
rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır' (Isra, 82) .
Allah (celle celalühü) dostları Kur’an’a sırtını dönen kişiyi evine giren
güneş ışığını perde çekerek engelleyen hasta bir kimseye benzetmiştir.
Dolayısıyla Kur’an gibi bir şifa kaynağı varken başka yerlerde gönüllere
şifa aramak ne büyük yanılgıdır.
......
Altınoluk Dergisi/A.Yasin Demirci
tasavvuf
02.07.2008 - 12:55İmansız cennete gidemez, fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur.
Ekmeksiz insan yaşayamaz ama meyvesiz yaşayabilir.
Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı islamiye gıdadır.
(Bediüzzaman Said Nursi)
bediüzzaman said nursi
02.07.2008 - 12:52Yazdığım hakaik-ı imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitab etmişim.
Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar,
o edviye-i kur’aniyeyi arayıp buluyorlar..
(Üstad Bediüzzaman)
aşk
02.07.2008 - 12:49Aşk şiddetli bir muhabbettir.
fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit
ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır;
veyahut, o mecazi mahbup o şiddetli muhabbetin fiatına
değmediği için baki bir mahbubu arattırır...
peygamber
13.06.2008 - 12:27kalbim dayanmaz oldu
bir çare bulamadım derd-i efganıma
içimdeki iştiyak bilmemki yetermi bana
ceyhun edip gözyaşlarımı ağlasam da
kalbim dayanamaz oldu
senin yokluğuna ya Resulallah
ibadet-ü taatımmı eksik bilmem rabbime karşı
nedir bu hal nasıl arzederim sana aşkı
yaralı bülbül gibi şakı da şakı
ruhum bedende durmaz oldu
senin hasretinden ya Resulallah
keşke cürmümü istiğfarımla yunsaydım
her nameni gönlüme ser levha yapsaydım
ibadetimle bir ihtimal rızana kavuşsaydım
seni düşününce bedenim titrer
yine senin olmayışından ya Resulallah
kalbim bu aht-ü peymanla seni nasıl unutsun
unutursam bu damarlardaki demler kurusun
sıratta bizi kurtaracak birtek sen olursun
ruhumun her zerresinde ve her lahza bir sızı
senin şefaatini ümid etmekten ya Resulallah(sallallahu aleyhi vesellem)
Abdullah Demir
hâfız
12.06.2008 - 11:58Yürüyen Kur'an-ı Kerim
...
Öyle bir Kitap ki, Şân-ı Azîm, Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân!
Bir harfine on ecir; sonu sonsuz rıza! Tekrarlanan her âyet-i kerîme,
hıfzı için dökülen her gözyaşı, her ter damlasına paha
biçilmeyen inciler deryası…Dediler ki, şeytan hafızlığın başında,
ortasında dikilir ve oturur doğru yolunun üstüne…
Öyleyse önü Aşk, ortası Aşk, sonu Aşk!
Hıfza gönül vermiş zihinler! Diller, 'gönüllü zihinlere' tercümân sadece…
Ey hâfız, sen artık yürüyen Kur'ân-ı Kerîm'sin!
Gönderilen Gönderen'in kadrince olduğuna göre;
Gönderilen'i yüklendin sen, Gönderen'i sakın unutma! ..
Unutma!
…
O'nu hıfzeden zihnin değil, yalnız gönlündür aslında…
Kalbini başka şeylerle doldurma ki, gönlün her dâim bu şerefli
hazîneye temiz, şanlı bir mahfaza olsun… Ve zihninden,
yüreğinden diline aksın bu hazînenin incileri, mercanları...
İnsanlar da nasiplensin bu hazineden ki, hakkını veresin bu cevherin!
Sırrına denizler mürekkep olup yetişemiyorsa, yüklendiğin yükü
anla da sakın hafif zannedip gönlünü, zihnini boşlama ey hâfız!
Sen hâfızsın, yürüyen Kur'ân-ı Kerîm! Hıfzın yalnız zihninde kalmasın,
önce yüreğine, sonra diline insin inşâallâh!
'Ne yücedir o Allâh ki, bütün alemlere bir uyarıcı olarak
kuluna Furkân'ı (Kur'ân'ı) indirmiştir.' (el-Furkân, 1)
Elif
21.05.2008 - 15:52…………..
/ dostum, “elif” olmayı dilemişim sanırım bir vakt-i seherde, bir cesaretle….zor(luğunu) bilmemişim o zamanlarda; dilemişim..
yar’ın huzurunda bir “elif” misali durabilmeyi dilemişim;
oysa şimdilerde dizlerimin bağı çözülür; diz çökerim..
be’ye meylederim; “başlasın bu cümle artık! ” derken yine “elif” misali kalıveririm bir bir’in huzurunda..
yine zorlukla, yalnızca, yalın-ca…/
“elif” olmak zor imiş!
ama her elif’in yanında akvâ olan’ın yardımı, yar’lığı var imiş! !
dostum, bilir misin “elif “ olmaya talip olmak nedir,
bilir misin insan nasıl “elif” olur?
dilersin o’ndan sadece o’nun yar-lığını, dilenirsin…
o’nun kucağından başka mekanlar sana soğuk gelir,
üşürsün bir ağustos sıcağında..yürüdüğün yollar sana yabancı gelir;
bildik mekanlar sıkar seni..
tanımadığın sîmalar sana âşina gelir,
tanımadığın kişiler senin niyazına girer; tanıdıkların ise yabancı
nazarlarla bakarlar sana. hikmetine eremediğin hallerle örülür hayatın;
susmayı seversin; sükûtu seversin;
sükûtu hal edinenleri seversin…
dostum, bilir misin, “elif” bağlanmaz kendisinden sonraki harfe…
sadece kendinden önceki harfe bağlanır; en önceki’ne belki de..
sen, dünyana sonradan girenlere sıkıca bağlandığın vakit “elif” olmaz adın..sanırsın ki o zaman üzerindeki zorluklar kalkacak;
ama herkes yüklenir üzerine..
yardımsız yar’lar doluşur dünyana..
”yardımıyla gelen yar” gitti diye…
aklımın al(a) madığı hallerin eteğinde gezinir dururum;
belki aklım acziyetiyle susabilmeyi öğrenir diye..
başımı tâ yüreğime kadar eğer, dinlerim o kısık fısıltıyı şimdilerde…
…yüreğim dünyadaki kimsenin isminde titremez; bu belki de lütuftur,
yar’dandır … bu, belki de “elif “olmanın gereğidir.
/Allahu a’lem…/
“elif” olmayı dileten de “var”imiş dostum;
“yar” olmayı dileyen imiş…..
fethullah gülen
30.09.2007 - 10:38GEL EFENDİM
Ah efendim şu gurbetlik tez bitsin
Seven gönül bilsen ne çok özlüyor
Nağmeler hüzünlü, mızrabım kırık
Sevenlerin hep yolunu gözlüyor
Aman gurbet n'olur üç gün ara ver
Al selamım götür aziz dosta ver
Üç günden fazlası zulüm gurbetin
Bir adım ötesi ölüm gurbetin
Dostun dosta muhabbeti derindir
Gel efendim sohbetimiz şenlensin
Biz vuslatın sevinciyle coşalım
Şu ayrılık varsın biraz dinlensin.
fethullah gülen
21.09.2007 - 12:57Hedef ve İstikamet
İnanan bir gönül sürekli “Rabbimi anlatamayacağım
bir dünyada yaşamaktansa ölürüm daha iyi.”
düşünce ve hissini taşır. Zaten O’nu anlatamayacak,
sevip başkalarına sevdiremeyeceksek bu dünyada
yaptığımız herşey abesle iştigaldir. Bunun dışındaki
bütün mülahazaları balyozla vurup kırmak lazım.
Her mümin, “Bu din benim dinim, dinimi anlatmak vazifemdir.”
demeli. Müslüman sadece kendi olarak kalamaz.
Kendiniz olarak kalmaya kalkarsanız bitersiniz.
Ancak meyve verdiğiniz sürece yaşayabilirsiniz.
İnsanlara faydalı olarak Cenab-ı Allah’ın rızasını
kazanma duygusuyla hayırlı hizmetler ardında
koşmuyorsanız pas tutup çürümeniz mukadderdir.
Ayrıca, İslam’dan başka hiçbir sistem ya da ideolojinin
insanlığa verecek birşeyi kalmamıştır. Öyleyse biz,
insanlık için bir ışık olmalıyız; bir mum kadar da olsa
etrafımızı iman nuruyla aydınlatmaya bakmalıyız.
Karanlığı aydınlatmak ancak iyi bir müslümanlıkla mümkündür.
Biz istikamet müslümanları olarak güven vadeden tavırlarımızla
gönüllere akmalıyız. Bugün bazı insanlar bize inanmıyor olabilir;
müslümanlar olarak yapageldiğimiz samimi işlerin ardında
başka gayeler arayabilirler. Bu meselede de, başkalarını
suçlama yerine bizim kendimizi tam ifade edemediğimiz hususu
üzerinde durmalıyız. İnsanlar en az 40 sene bizi seyretmeli;
hiç sapmadan, Cenab-ı Hakk’ın rızası dışında bir beklentiye
girmeden, doğru müslümanlığı yaşamaya çalıştığımızı görmeli.
İşte böyle bir kıvamda olduğunuz zaman göreceksiniz,
insanlık fevç fevç size müracaat edecek ve sizi siz
yapan hakikatlere koşacak.
fethullah gülen
18.09.2007 - 10:20kıymetini bilmediler...
gençlik
15.09.2007 - 09:48Arkadaşlar beni öldürün! .
Benim yerime;
hyperactiv, görev bilincine ve
mesuliyet duygusuna sahip bir
genç yetiştirin! .
Benim yerime; günün 24 saati, her saatin 60
dakikası, her dakikanın 60 saniyesi Allah'ı düşünen bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
Allah için yaşayan, iyiliği emreden,
kötülüğü yasaklayan bir
genç yetiştirin! .
Benim yerime;
kapı kapı dolaşıp Allah'ı anlatan,
davasını anlatan, yılmadan
yıkılmadan koşan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
ailesine, akrabalarına, komşularına, is
arkadaşlarına, tüm çevresine Allah’ı anlatan ve
bununla da yetinmeyip, deniz ötesi, okyanus ötesi diyarlara gidip
davasını anlatan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
namazını tam ve doğru kılan, teheccüd
ve evvabin namazını
kaçırmayan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
geceleri Allah'a dua dua yalvaran,
seccadesini göz yaşları ile
yıkayan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
haram nedir bilmeyen, virdini dilinden
eksik etmeyen bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
işinde çok iyi olan bol rızık kazanan
ve kazandığının tamamını
Allah yolunda harcayan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
az ile yetinen, kirada oturan
bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
Allah'ı, Resulullah'ı ve davasını;
annesinden, babasından, ailesinden, çocuğundan çok seven bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
Kurban denince, her şeyini kurban eden,
o da yetmeyince kendini
kurban eden bir genç yetiştirin! .
benim yerime gazetem, dergim, bursum,
himmetim diyen
bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
cömert olan bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
'Biz nice hayvanlar yarattık
rızıklarını yanlarında taşımazlar'
ayetini anladığını,
kazandığını biriktirmeyip dağıtarak gösteren
bir genç yetiştirin! .
Benim yerime;
aç gezen, çok gezen bir genç
Yetiştirin! .
Benim yerime;
Allah dostları zulüm altında iken tatil yapmayan,
eğlenceye gitmeyen,
televizyon seyretmeyen,
………
Bir genç yetistirin! ..
Benim yerime;
Allah dostu bir genç yetistirin! .
……………….
Alıntı
necip fazıl kısakürek
11.09.2007 - 15:48“Anladım işi; Sanat Allah’ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış.
üstad necip fazıl’a göre; Şiir bir iman işi olmadıktan sonra,
çocukların çelik çomak oynamaları değerinde bir oyalanıştır..
zübeyir gündüzalp
06.09.2007 - 08:50Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara:
'Ben Risale-i Nur'larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda 'kara sevda' hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır? ' diye sorular yöneltiyordu.
Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.
Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.
Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.
Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.
Bahtsız insanların, Kur'an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler'in, Sinanlar'ın edası içinde, İstanbul'daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki... bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!
'Yanmayan, yakamaz! '
Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü.
Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi.
İstanbul-Süleymaniye'nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid'in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı. Hazret-i Mevlânâ'nın veciz bir ifadesini duymuştum. Büyük Celaleddin Rumi Hazretleri:
çok büyük bir gerçeği veciz şeklinde ifade buyurmuş.
İşte, Kafkasları'ın bu alperen insanı, Kafkas insanın Mücahid ruhunu alan bu insan inandığı kesin hakikatın Kur'ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle konuştuğu kimseleri hemen yakardı.
Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur'ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.
'Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah! ' diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı, alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp'iydi bu yiğit adam.
Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahiseyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun 'Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur'ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.
risale-inur.org
zübeyir gündüzalp
06.09.2007 - 08:39Bir alp eren..
Nur'un kumandanı...
hz. fatıma
05.09.2007 - 08:11Hz. Fatıma validemiz, Müslümanlara örnek
olacak bir hayat tarzı yaşadı.Kendisi peygamber
kızı olmasına rağmen oda aynen diğer Müslümanlar
gibi, yarı aç, yarı tok yaşıyordu ve halinden hiç şikayet
etmiyordu.. zira eğer kendisi istese idi, lüks bir hayat
Yaşayabilirdi; fakat o lüksün yerine çileyi seçti.
(kendisine Annesi Hz. Hatice’den miras kalmasına rağmen hepsini
İslam yolunda, Allah için efendimize vermiş ve diğer
Müslümanların çektiği Sıkıntıları kendiside aynen çekmiştir.)
Hz. fatıma validemiz,
bütün ev işlerini kendisi yapar idi; yardımcısı yoktu. tabi
eskiden ev işleri şimdiki gibi kolay değil idi. evin bütün su ihtiyacını
gidermek için kuyulardan su taşırlardı.. yedikleri ekmeğin
unu’nu el değirmeniyle değirirlerdi, Peygamberin kızı olan
Hz. Fatıma validemizin un değirmekten elleri nasır
tutmuştu; fakat o bütün sıkıntılara rağmen şikâyet etmiyordu…
düşünebiliyor musunuz acaba bunu şimdi hangimiz
yapabiliriz merak ediyorum? Hiçbirimiz yapamayız. Öyle
değil mi? Evet, Hz. fatıma validemiz, giyim kuşamıyla da
bizlere tam bir örnekti; onun kısa yaşantısında gösterişe,
giyim kuşama, eşyaya ayıracak zamanı
olmadı. Onun gözünde giyim, iffeti koruyacak, tesettürü
sağlayacak bir örtüden ibaretti. işte çilelerle dolu bir hayat; fakat onlar
için öyle değil… zira onlar hallerinden hiç şikayet etmiyorlardı…
şimdi en ufak bir sıkıntıda pes eden, biz gençler için onları örnek
almak, onlar gibi olmaya çalışmak; olamasak ta en azından çaba
göstermek çok mühimdir...
hz.ali
04.09.2007 - 11:30Hz. Ali, Fatıma’yı istemek üzere Peygamberimiz
(s.a.s) ’in huzuruna gitti. Ancak,
söyleyeceklerini sanki unutmuştu, neredeyse dili tutulmuştu.
Hz Peygamber (s.a.s.) “ Her halde Fatıma’yı istemeye geldin”
diyerek ona yardımcı oldu. Hz. Ali sevinç içinde “ evet “ dedi.
Ancak, verecek mehri yoktu.
Bu konuda da Peygamberimiz (s.a.s.)
yardımcı oldu. Zırhın mehir olarak değerlendirebileceğini hatırlattı.
Fakat bir de düğün yemeği vermek lazımdı. Ashabtan bir zat,
Hz. Ali’ye bir borç verdi. Ensar da aralarında mısır topladılar,
düğün yemeği hazırlandı. Peygamberimiz (s.a.s.)
Hz. Ali ve Fatıma’ya
“ Allah’ım, ikisini mesut et, onlar hakkında evliliklerini hayırlı kıl”
diye dua etti. Hz. Ali’nin evinde eşya olarak bir hasır, yastık,
içi lif dolu bir yatak, çömlek ve testi gibi şeyler vardı.
Bunları da zırhını satarak elde ettiği para ile almıştı.
O paranın bir kısmı ile de Hz. Fatima için ziynet almıştı.
Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Fatima’ya çeyiz olarak
“Bir kumaş yaygı, bir kırba (su testisi) ,
yastık, içi ot dolu bir yatak” hazırlamıştı.
bekir berk
24.08.2007 - 08:04Lügatinde yılmak ve durmak yoktu
..... Avukat Bekir Berk, korkuyu korkutmuştu... Hayatı boyunca başta Bediüzzaman Said Nursi olmak üzere bütün 163. madde maznunlarını savundu. Her türlü imkânsızlığı, yokluğu, engeli aşıp mahkemeden mahkemeye koştu. Mazlumların avukatı Bekir Berk'i işte bu koşuşturmaları sırasında tanıdım...
..............
Tanıdığım an, engin ufkuna ve istikbale yönelik ümidine hayran oldum.
Onun şahsında yalnız hizmeti değil, insanları sevdim. 'Davada fani olma'nın anlamını çözdüm. Her biri 'Yürek insan' olan hizmet insanlarıyla buluştum. Ve bir gün kader beni köyevinden alıp o insanlara mesai arkadaşı yaptı.
Yıllarca rahmetli Bekir Berk'le aynı gazetede yazdık. Aynı sevinçleri ve üzüntüleri paylaştık.
İnsanın başını döndüren, insanı koşturup coşturan bir enerjisi vardı. İmkânsızlıkları bahane ettiğine, imkânsızlıklara teslim olduğuna hiç şahit olmadım.
………………..
Çemberlitaş'taki yazıhanesinde herkese göre iş vardı. Kim uğrarsa ona bir işverir, koştururdu. Kimseyi boş oturtmazdı. Onun yanında gereksiz şeyler konuşamazdınız. İnsanları çekiştiremezdiniz. Geçmişe dönük hasret solukları alamazdınız. Hep geleceğe bakar, gelecek hakkındaki düşüncelerinden, projelerinden söz ederdi. Etkilenir, bitmez tükenmez enerjisine hayran kalırdınız.
***
....................
Durup düşünmek lazım, çünkü Bekir Berk bir boşanma, ya da miras avukatı değildi. Yok, belki de miras avukatıydı; ecdadın aziz mirası olan 'İ'layı Kelimetullah'ı ve şimdilerde çürük elmaya dönüştürülen 'kızılelma'yı savunuyordu. Hem de bütün imkânsızlıklara rağmen, canı pahasına...
Zaman oldu bir duruşmaya yetiştirmek için katırla Zigana Dağları'nı aştı, zaman oldu yolu kesen sel sularına atladı. İspanya fethi sırasında karşısına okyanus çıkınca atını denize sürerek 'Beni durduramazsın' diye bağıran Tarık bin Ziyad'a benziyordu.
Trabzon'da bir duruşma sırasında neden cübbesinin eski olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım. Sonra yağmurlu bir günde arkasında yürürken ayakkabılarının birinin delik olduğunu farkettim. Oysa tanıdığım herkesten fazla çalışıyordu. Aynı enerjiyi dünyaya hasretse kuşkusuz Türkiye'nin en zengin avukatı olabilirdi. Fakat o dünya malını seçmedi.
İngiltere'ye kanser tedavisine gittiğinde ben Almanya'da idim. Türkiye'ye dönüşünde, yıllar sonra ilk defa görüştük. Tanıdığım Bekir Berk'ten geriye ateşli bakışları ve secde izi bulunan geniş alnı kalmıştı. Ama bir süre sonra toparlanacak, iki seneyi aşkın bir zaman daha hizmete koşacaktı. Gırtlak kanseriydi. Biraz uzun konuşsa ağzından kan geliyordu. Buna rağmen defalarca Anadolu'yu dolaştı, sayısız konferans verdi, seminerlere katıldı.
Bir gün hayatını belgesel film yapmaya karar verdik. Kendisine açtığımızda şöyle dedi: 'Eğer hizmete vesile olacaksa ben davamın figüranlığına bile razıyım kardeşim.'
Film çekildi. Bir gün sonra da hastahaneye kaldırıldı. Son ziyaretlerimin birinde can çekişiyordu. Çok halsizdi Elimi tuttu. 'Allahüekber hücum' diye fısıldadı Önüme bir defter uzattılar. İntibalarımı yazmamı istediler. Şöyle yazdığımı hatırlıyorum:
'Sevgili Ağabey. Bana yaşarken hizmeti sevdirdin, ölürken de ölümü sevdiriyorsun.' Bundan sonrasını yazmak benim açımdan çok zor: Dimağ yorgun, şuur yorgun, gönül yorgun... Söz yorgun, göz yorgun, beden yorgun...
Bir 'ebedi abide' daha göçtü gözlerimin önünde. 'Ah sen-i takvim' sırrına mazhar bir 'eşref-i mahlük' daha gitti.
Bu hicran demi karşısında varla yok arası yaşayan eski köy çocuğu nasıl kendini tutsun? Bir 'aziz davanın' hukuk cephesini tek başına omuzlayan fedakârlığın toprağa düşmesine nasıl ağlamasın?
....................
Ona mı, kendine mi? Köy çocuğu, Bekir Berk'ten alması gereken ihlas dersini, sadakat dersini, sebat dersini, fedakarlık dersini yeterince alamadığı için, belki kendine ağlıyor.
***
Aksiyon/ Yavuz Bahadıroğlu
muhammed
20.08.2007 - 08:36'Muhammed' ismi ne güzel bir isimdir; efendimiz (s.a.v) ’in ismidir.
peygamber efendimize (s.a.v) ,
Muhammed ismi ile beraber; Ahmed, Mahmud ve
Mustafa da deniliyor; hepsi de güzel isimlerdir..
Zaten bu isimleri de efendimiz (s.a.v) güzelleştiriyor..
Muhammed isminin anlamı ise 'tekrar tekrar övülmüş'
anlamına gelmektedir..
'Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl? '
Toplam 27 mesaj bulundu