Hz.Ömer, 584'te Mekke'de doğdu, Kureyş kabilesindendir. Okuma yazma bilen, ticaretle meşgul olan, güçlü kuvvetli, astığı astık, kestiği kestik bir insandı. Putperestti, kız çocuğunu diri diri toprağa gömmüştü. 26 yaşında Müslüman olduğunda, Müslümanların sayısı kırka yükseldi, açıktan Kabe'de namaz kıldı. Peygamber'e en yakın sahabilerden biriydi.
Müşrikler ona ilişemez, eziyet edemezdi. Hicret edeceğini gizlemedi, kimse de mani olamadı. Savaşların bütününe katıldı, ilmiyle, servetiyle İslam'a hizmet etti. Kızı Hafsa Peygamber ile evliydi.
Hz.Ebu Bekir halife olduğunda daima onun yanındaydı. Hastalanınca imamet vazifesini Hz.Ömer'e devretti. O da onbeş gün imamlık yaptı. Son günlerinde buyurdu ki:
- ' Ömer akrabam değildir, onu halife seçtim razımısınız? ' orada
bulunanlar razı olup Hz.Ömer'e biat ettiler.
Prof. Dr. Mehmet Aydın'la Hz.İbrahim hakkında söyleşi:
Patikalar: Hz. İbrahim'in(a.s) üç büyük din açısından da çok önemli bir figür olduğunu, üç dinin de temelinde yer aldığını, üç dinin de babası olduğunu görüyoruz. Bu anlamda bakacak olursak, dinler arası diyalog çabalarında da çok önemli bir sembol görevi üstleniyor.Hz. İbrahim'i(a.s) bu denli önemli yapan nedir?
Prof. Dr. Mehmet Aydın: Hz. İbrahim(a.s) çok önemli bir semboldür. Sembol derken kişi, peygamber değil demek istemiyorum. Kişi, inancımıza göre bir peygamber; fakat daha da ötesinde bir sembol. Böylece daha geniş bir anlam dünyasına hitap etmiş oluyorum. Tarihi bir kişilik olarak hakkında fazla bilgimiz mevcut değil. Kutsal metinlere dayalı olarak, şifâen bize ulaşmış bilgilere sahibiz. Yaklaşımınız çok doğru, Hz. İbrahim(a.s) , dinler arası diyalog çalışmalarının da sembolü vaziyetindedir. İngilizce ifadesiyle 'symbol of interreligious cultures' İslam geleneğinde de çok önemli bir yere sahip. Beş altı sene evvel düzenlenen, bilimsel tarafını benim üstlendiğim ve diğer işlerin de bir sivil toplum kuruluşu tarafından yapıldığı 'Barış, Uzlaşma ve Diyalog Sembolü Olarak Hz. İbrahim(a.s) ' adlı bir sempozyum gerçekleşmişti. Üç büyük din mensubundan da eşit sayıda davet edilerek Harran'da olmuştu. Harran, bu anlamda çok sembolik bir yerdi; çünkü birçok rivayete göre Hz. İbrahim'in(a.s) doğum yeri Harran. Hatta giderseniz, kültürel kalıntılar görürsünüz. Hiç unutmam, sivil, yaşlı bir adam Farşça ağız ile 'şah-u enbiya- diye haykırmıştı. Yani peygamberlerin şahı. Zaten bu önem fark edildiği için Hz. İbrahim(a.s) adını taşıyan ve dinler arası diyalog çalışmaları yapan sivil toplum örgütleri var. Sadece Avrupa'da beş altı tane olduğunu ben biliyorum. Gerçekten de çok önemli ve barış istikametindeki çalışmaların sembolü oldu Hz.İbrahim(a.s) .
Patikalar: Bu sempozyumdaki tebliğler aynı zamanda kitaplaştırılmıştı. Bu kitabın önsözünü de siz yazmıştınız.
M.Aydın: Evet. Aynı zamanda 1970 yılında benim tercüme ettiğim, benim de hocalarımdan olan Watt'ın Modern Dünya'da Kur'an Vahyi isimli kitabı vardır. Bu kitabın bir bölümü bu konuyu işliyor. İbrahimi dinler kardeştirler diyordu. Yani üç semavi din içinde ortak bir sembol. Mesela Hz. İsa(a.s) böyle değil. Bizim için Hz. İsa(a.s) da bir peygamberdir ama Yahudiler bunu kabul etmez. Fakat üç dini bir arada düşünürsek Hz. İbrahim(a.s) bu ihtiyacı karşılıyor.
Bu toplantı yapıldıktan sonra bilinçli ya da bilinçsiz olarak yanlış değerlendirildi. Bizimkisi kültürler arası bir çalışmaydı. Fakat buradan diğer din mensuplarının bizi aldatmaya çalıştıkları gibi sonuçlar çıkardılar. Biraz İslam, biraz Yahudilik, biraz Hıristiyanlık alıp yeni bir İbrahimi din ortaya çıkarmaya çalıştığımızı bile iddia edenler oldu. Bu olabilecek bir proje midir? Yani bir Müslüman için olabilecek iş midir bu? ! Namazı birinden duayı birinden mi alacağız? Elbette hayır, bu dinler ayrı ayrı dinlerdir.
Biz sadece şunu diyoruz: Hz İbrahim üç semavi dinin de buluştuğu önemli bir şahsiyettir. Yani Hz. İbrahim(a.s) öyle tesadüfen seçilmiş değil. Bunu kesinlikle derme çatma bir dinle karıştırmamak gerekir. Ki böyle bir şey hele hele bir Müslüman için imkansızdır. Zaten böyle bir şey din olmaz, cambazlık olur.
Patikalar: Peki Hz. İbrahim(a.s) ile yola çıkmak bizi nereye götürür?
M.Aydın: Zaten yola buradan çıkmanın ilk uçları Kur'an'dadır. Bunları diğer din mensuplarıyla tartışıyoruz. Şöyle bir ayet-i kerime var. 'İbrahim, ne bir Hıristiyan ne bir Yahudidir. O, hanif bir Müslümandır.' Watt'da kitabında bu ayeti kullanıyor. Yani Hz. İbrahim'de(a.s) tevhid birleşiyor, düğümleniyor. Diğer kitaplarda bu anlatı yok; Watt, bu anlatıyı Kur'an'da buluyor. Yani Yahudilik ve Hıristiyanlık sonradandır, o bir muvahhiddir. Buradan işin derinine doğru hareket edebiliriz. Kur'an açısından Hz. İbrahim tevhidin tezahür ettiği bir şahsiyettir. Bu bizim çok önemli; çünkü İslam tevhid dinidir, bütün peygamberler tevhidi telkin etmişlerdir. Bu tevhid dininin ameli hayata yönelik adına İslam denir. Yani insanın ilahi iradeye, bir bakıma kendi fıtratına, kendi özüne teslim olmasıdır.
Patikalar: Kur'an'ın bize anlattığı Hz. İbrahim(a.s) nasıldır?
M. Aydın: Kur'an açısından Hz. İbrahim(a.s) çok dikkat çekici bir rasyonelliği temsil ediyor. Buradaki rasyonel kelimesini tırnak içine almalı elbette. Kur'an bize gözünüzü kapatın ve iman edin demiyor. Tam tersine aklınızı kullanın, tefekkür edin diyor. Yani aklın bilfiil durumundan bahsediyor. Nazari olarak, yeti olarak aklı öne çıkarmıyor. Zaten akıl olarak geçmez; hep fiil halde kullanılmıştır. Bundan amaç aktif akıldır. Sadece akla sahip olmak değil faal bir akla sahip olmaktır. Bunun da temsili yine Hz. İbrahim'dir.(a.s)
Patikalar: Bu kıssaları ve bu kıssalar altında yapılan temsilleri açabilir misiniz? Bu kıssalar hangileridir ve bunların anlatılmasından murat sizce nedir?
M. Aydın: Birincisi Allah'ı arama noktasındadır. Birinci basamak, bir insanın, bir sonlunun kendi sonlu imkan ve kabiliyetlerini idrak etmesidir. Ben sonluyum, ben kendi kendime yeterli değilim. Büyük imkanlarım var ama sınırlı. Buradan yola çıkınca yani insanın kendi özünü anlama imkanı olunca çıkışa varmak elbette daha kolay oluyor. Kendi kendimin var kılıcısı değilsem, beni dirilten, yaşatan varlık kim? Dikkat ederseniz beşeri tecrübeden yola çıkan bir arayıştır bu. Burada bize Kur'an'ın duygu ve anlam yüklü arayış anlatısı yardımcı oluyor. İlk bakışta basit gibidir; fakat bir hakikat basitçe anlatılıyorsa bu daha da güzeldir. Önce yıldıza bakıyor Hz.İbrahim(a.s) . Gökte başlaması elbette manidar; çünkü o dönemde Tanrı denince gök anlaşılıyor. Dünyaya göre parlak, ışık kaynağı, temiz ve güzel. Bu rabbim olabilir diyor. Bir defa Rab kelimesi çok enteresan. Burada felsefi bir arayış yok. Çünkü felsefi arayışta ilk sebep aranır, metafizik bir arayış vardır. İnsanın özünden çıkan aramadaysa metafizik bir ilkeden ziyade, bizi varlıkta tutan, esirgeyen, bağışlayan, rab kelimesinin büyüten, yetiştiren manasındaki o kaynak aranmaktadır. Yıldız somut bir kaynaktır. Yıldız sönünce Hz.İbrahim'in(a.s) özellikle benim çok üzerinde durduğum bir reaksiyonu var: 'Ben böyle sönüp gidenleri sevmem! ' Yani Tanrı kabul edeceksek sönüp gitmemeli. Yani duru bir imandan öte bir şeyler arıyor. Aynı zamanda muhabbetle bağlanılan, sevilen, dayanılan, dost olunan bir varlık. İmanda sevgi vardır. Hanefi- Maturudi gelenekte sevgi, imanın meyveleri arasındadır. Eğer Allah'a inanıyorsak orada sevgi hakimdir. Ayet-i kerimede Allah şöyle buyuruyor: 'İman edenler, Allah'ı sevmede de üstün olanlardır.' Kendi faniliğinizi fark edip, böyle olmayan bir varlıkla bir bağ, bir ünsiyet kuruyorsanız bu sevgidir. Sizin bütün yokluklarınızı telafi edendir. Güneş ve aya karşı da aynı tepki var. Buna benzer bir akıl yürütme put hikayesinde de var. Hikaye malum zaten.Çok enteresan bir ikna yöntemi var. Madem işe yaramıyor, kendini korumaktan dahi aciz, ne faydası var ne de zararı, neden tapıyorsunuz? Sizin eksikliğinizi gideremez ki putlar! Bu noktalardan bakarsak İslam'daki akli tebliğin babası sayılır. Rasyonel arayışla başlayıp akıl ve muhabbeti birleştiriyor.
İkinci olarak şu anlatılır. Hz. İbrahim(a.s) Allah'a sorar: Ölüler nasıl dirilir? Allah ona inanmıyor musun diye sorunca da 'inanıyorum ama kalbimin mutmain olmasını istiyorum' der. Allah söyledi inanayım. Burası tamam. Fakat kalbim mutmain olsun. Çok derin bir tecrübem olsun. Allah ölüleri diriltir önermesinin kalpten geçmesi, kalbin huzura ermesi var. İlk örnekte iç alemden dışa doğru bir arayış varken, şimdi dıştaki bir bilginin özümsenmesi, kalpten kanallanması, içselleştirilmesi var. Yani böylece imanın yakîni iman haline gelmesi var. Bu iki örnek gerçekten çok önemlidir.
Patikalar: Galiba burada 'kurban' meselesine de değinmek gerekiyor. Modern zamanların içinde en çok anlam boşaltması yaptığı bir kavram kurban. Daha da ilginci Hz.İbrahim'i(a.s) ortak zemin olarak algılamak hususunda ciddi problemler doğuruyor. Çünkü kurban mevzusunda dinler çok farklı şeyler söylüyorlar. Diyalog içinde olmak için ortak bir zemin gerekiyor, ve bu zemin kurban meselesinde kaypaklaşıyor sanki biraz.
M. Aydın: Haklısınız. Kurban meselesinde bizim kültürümüzle özelikle Hıristiyan kültürü arasında ciddi farklar var. Kur'an, Hz. İbrahim'in şahsında insan kurban edilmesine son vermiştir. Hıristiyan teolojisi biraz daha farklı. Aslına bakarsanız hangi oğlun kurban edilmesinin istendiği bile ihtilaflıdır. Mesela ünlü Danimarkalı filozof Kierkegaard buradan sorgusuz sualsiz teslim olmanın iman anlamına geleceğini söylüyor. Kendi ifadesiyle 'inanç sıçraması' yaşanmalıdır. Akıl ve mantıkla bir yere kadar gidersin; sonra kendini uçuruma salarsın, bunu göze almazsan mü'min olmazsın. Her şeye rağmen iman. Akılla destekleyemesen de geleneklerle karşı karşıya gelmek zorunda kalsan da iman. Kurban hadisesi buna örnektir. Normalde bir babanın vazifesi çocuğuna bakmaktır; oysa Hz. İbrahim'den(a.s) oğlunu kurban etmesi istenmiştir. Geleneklere çok ters bir olaydır bu. Hz. İbrahim(s.a) ise emri hiç savsaklamıyor. Hz. İbrahim(s.a) bir mantıkçı gibi düşünebilirdi. Mesela şunu söylerdi: Bu ses Allah'ın sesi. Allah zaman ve mekandan münezzeh olduğuna göre belki bir sürü İbrahim var ve bu ses onlara hitap ediyor. Nereden bilebilirim ki bu İbrahim'in ben olduğunu deyip savsaklayabilirdi. Başka bir örnek olarak şu söylenebilir. Kurban yaklaşmak demektir. Demek ki Allah benden oğlumla beraber O'na yaklaşmamı istiyor. İlle de kes demek istemiyor olabilir. Hz. İbrahim(s.a) bunu da yapmıyor. Yani hesap kitap yaparsanız mü'min değilsiniz. Hıristiyan geleneği belki buna elverişli ama Kur'an için bu kadar anlam çok dardır. Kur'an da bilgece bir arayış öne çıkarken Hıristiyanlıkta tam tersi mevcuttur. Mesela bu konu tartışılabilecek çok güzel bir konudur. Hıristiyanlık genelindeki bu teslimiyet anlayışı mı yoksa İslam'ın imanı aynı zamanda bir marifet sayan anlayışı mı bizi Hz. İbrahim'i(s.a) daha iyi anlamaya götürür? Bu çok önemlidir. İslam'da iman bir marifettir, daha doğrusu içinde marifetin de olduğu bir arayıştır.
Fakat bu farklar Hz. İbrahim'in(s.a) üç din için de 'büyük büyüğü' olduğu gerçeğini değiştirmez.
Patikalar: Peki dinler arası diyalog çalışmaları hangi ihtiyaçlara binaen ortaya çıktı? Modern zamanların böyle bir hastalığı var. Bazı dertlere deva olsun diye üretilen kavramlar, sonradan kendileri başlı başına problematik haline geliyorlar. Sizin bir felsefeci olmanızdan da hareketle öncelikle bir tanıma ihtiyacımız var galiba. Yoksa tanımında anlaşamadığımız bir konu hakkında konuşmak pek de sağlıklı olmuyor.
M. Aydın: Bir kere dinler arası diyalog kavramı çok da yerine oturan bir ifadeye sahip değil. Bence din mensupları arası diyalog demek daha doğru olur. Fakat artık insanlar da bunu anlıyorlar. Elbette üç dini bir araya getirip ortak bir teoloji oluşturma çabası yok.
Bu üç din tarih boyunca birbirleriyle mücadele etmiş, kanlı sahnelere tanık olmuşlardır. Böyle tarihi evveliyat varken bazı sorunların olmasını normal karşılamak gerekir. Bu çalışmalar 1960'lı yılların başında başladı. Bu çalışmalar da teolojik bir ihtiyaçtan ziyade sosyo-politik ihtiyaçtan doğmuştur.
Patikalar: Yani dinler arası diyalog çalışmaları sütten çıkmış ak kaşık kadar masum mu?
M. Aydın: Elbette hayır. Ne yazık ki bu çalışmaların misyonerlik amaçları için araç haline geldiği de olmuştur. Diyalog korunmalıdır; çünkü ancak bu sayede dinimi empoze edebilirim diyenler yok değildir. Özellikle Katolik Hıristiyan aleminde 'diyalog misyondan ibarettir' şeklinde anlayışa sahip kesimler vardır.
Patikalar: Özellikle bu noktada siz şahsınıza yönelik birçok eleştiriyle yüz yüze geldiniz.
M. Aydın: Bu eleştirilerin çok genelleşmesi, işin içinde olanların niyetlerinden şüphe edilmesi, açık olmak gerekirse son derece rahatsızlık uyandırıcı. Bir kısım eleştiri elbette doğru. Misyonerlik amaçları hiç mi yok yani? Elbette var, saflığa lüzum yok; fakat olsa bile siz bundan kaçacak mısınız, yoksa bu anlayıştaki yanlışlığı mı anlatacaksınız? Ben, en az üç dört tane toplantıda bu konuyu işlemişimdir. Dürüst biçimde diyalog çalışması yapacak isek misyonerlik gibi niyetleriniz olmamalı demişimdir.
Patikalar: Peki sağlıklı bir dinler arası diyalog çalışması hangi süreçleri takip etmeli, ne gibi özellikler göstermelidir?
M. Aydın: Burada benim ortaya attığım üç aşama var. Bu tanımlama sadece yurt içinde değil uluslararası alanda da çok tutmuştur. Bu aşamalar şöyledir: 1- Enformatik(descriptiv) aşama 2- Eleştirel aşama 3- Varoluşsal aşama
Patikalar: Bu aşamalardan tam olarak ne anlamamız gerekiyor?
M. Aydın: Bakın amaç pekala şu şekilde olabilir. Biz de böyle bir diyalog şekli için çok hazırlıklı olmalıyız. İnsanlar kendi dinlerini anlatırlar. Mesela İslam hakkında çok yanlış kanaatler hatta iftiralar vardır. Bizler eğer bu dünyada birlikte yaşayacaksak din mensupları olarak birbirimize dinlerimizi anlatalım. Adamlar İslam'ı bilmiyorlar. Bakın bir örnek vereyim. Belçika'da bir belediye beni konferansa çağırmıştı. O yörede çok fazla Türk olduğu için nasıl sağlıklı ilişkiler geliştirebiliriz endişesini taşıyorlardı. Ben ayet okudum: 'ben kendi üzerime rahmeti yazdım. 'Ben Rahmet Allah'ıyım. Beni rahmetim her şeyi kuşatmıştır.' Belediye başkanı sordu: Bu Kur'an'da mı var? Evet dedim, ayeti gösterdim. Çok şaşırdı. Adamın normalde inandığı şuydu: Hıristiyanlık Allah'ı sevgi, İslam Allah'ı da adalet Allah'ıdır. Fakat bunu eksik olduğunu gördü. Ben her akşam yabancı bir heyetle yemek yiyorum. Bir keresinde İslam'da bireysellik önemlidir dedim. Biri hemen tepki gösterdi. İslam cemaat dini, ümmet dinidir dedi. Adamın söylediği doğru ama eksik; çünkü herkes kendi yaptığından yargılanacaktır. Bu bilgiler bizim için yeni değil, ama adamlar için yeni. Bizler dinimizi anlatma imkanlarını bulmalıyız. Biz de semavi olsun ya da olmasın onları dinlemeliyiz. İşte bu bilgilendirme (enformatik) aşamasıdır.
Patikalar: Tarihte böyle bir yaklaşıma tanıklık etmiş miyiz?
M. Aydın: Gazneli Mahmud döneminde Biruni Hintlileri dinlemiş, hayatlarını incelemiş ve onlar hakkında bir eser yazmış. Tek Allah'a inandıklarını yazmış. Oysa savaş döneminde bunu yazmasa savaşın seyri daha iyi olabilirdi. Bunun nedenini de kitabının başına yazmış. Allah, Kur'an'da doğru sözlü olmak gerektiğini söylüyor. Düşmanın hakkında dahi.
Patikalar: Peki daha sonraki aşamalarda bizi neler bekliyor?
M.Aydın: Bilgilendirmeyle yetinelim mi? Elbette hayır, birbirimizi eleştirelim ve bu da ikinci aşama olsun. Tabi burada daha ziyade din mensuplarının eleştirisi var. Benim dinimi ben buradayken eleştirsinler, akıllarına uymayanları burada söylesinler. Karşılıklı tutumlarımız hakkında konuşalım. Mesela bize desinler ki neden siz bu kadar tembelsiniz, üretken değilsiniz ya da neden temizlik bu kadar önemliyken şehirleriniz bu kadar kir pas içinde? Biz de onlara diyelim ki şu anki yaygın aile modeliniz, kendi hayat standardınız için milyarlarca insanı süründürmek, başka ülkelerin kaynaklarını sömürmek, sizin kitaplarınız neresinde yazıyor? Eleştiri Allah'ın verdiği en büyük nimetlerden biridir.
Üçüncü aşama olan varoluşsal aşamada şu soruya cevap aramalıyız: Hayatımıza birbirimizden ne katabiliriz? Burada din ayrıdır, din mensupları olarak bizler ayrıyızdır. Watt da kitabında buna işaret ediyor. Hıristiyanlar Müslümanlardan çok şey öğrenebilir diyor. Mesela sıradan bir köylünün iman konusundaki eminliğinden çok şey öğrenilebilir diyor. Bizim tarafımıza geçelim. Genelleme yaparak ve bütün genellemelerin gücünün sınırlı olduğunu hatırda tutarak Hıristiyanların papaz yetiştirmede çok iyi olduğunu görüyoruz. Hitabetleri çok iyidir, güler yüzlüdürler, sabırlıdırlar. Gelin biz de bundan bir şekilde istifade edelim. Din görevlilerimiz ne yazık ki çok katıdır. Çocuk kısa pantolonla geliyor, çocuğu kovuyor. Allah sana nur gibi çocuğu göndermiş, senin yaptığına bak. Mesela Hıristiyanlar teolojiyi çok dikkate almışlardır, çok iyi vaaz hazırlarlar, papazlar kendi dillerini birinci sınıf konuşurlar. Bu yöntemler paylaşılabilir. Burası bilme değil olma aşamasıdır.
Patikalar: Sosyal yaşantı anlamında edinilmiş olan tecrübe ortak olarak kullanılabilir yani.
M. Aydın: Evet. Bu örnekler sosyal hayatla ilgili örneklerdir. Fakat bizi eleştirenler bizim ortak bir teoloji oluşturma çabası içinde olduğumuzu söylüyorlar. Bunlar deli saçması. Tekrar etmekte fayda var: Dinler arası diyalog çalışmaları bir ilahiyat ihtiyacından doğmamıştır. Sosyal, siyasal problemlerin çözümünde din mensupları olarak bizler ne yapabiliriz?
Bu sabah engellilerle ilgili bir toplantı yaptık. 7 milyon engellimiz var. Bu insanlar Müslüman, onların dinlerini daha iyi yaşamaları için bir şeyler yapmalı. Görme engelliler için Kur'an bastırdık. İşitme engelliler için de vaazın aynı zamanda işaret diliyle de anlatıldığı cami projemiz var. Avrupa'da kilise mensuplarının bu konuda çalışmaları vardır. Bunlar objektif çalışmalardır, bunlardan yararlanılabilir. Mesela üç büyük dinde engellilik konulu uluslararası bir toplantı düzenlenebilir. Bu teolojik bir çalışma değildir, sosyal bir yaraya üç din açısından çözüm bulmaya çabalamaktır. Mesela yoksullukla ilgili, kadın haklarıyla ilgili toplantılara katılmışımdır. Bunlara dünya siyaseti diyenlere ben evet, diyorum, dünya siyaseti. Ortadoğu'da barış konulu sempozyumlar teşvik edilse ve dikkate alınsa fena mı olur? Amerika'da kiliseler Irak Savaşı hakkında ne dediler sorusu önemsiz midir? Savaş ve Ahlak konusu işlense, son Irak Savaşı'ndan da hareketle savaşta yalan söylemeye dinler nasıl bakıyor sorusu işlense fena mı olur? bir araya gelinirse güzel şeyler konuşulur. Benim hakkımda gerçekten hak etmediğim, doğru olmayanlar ithamlar üretilmiştir. Oysa ben katıldığım hiçbir toplantıda mesela Hıristiyanlık propagandası yaptırmamışımdır, Başıma böyle bir şey gelmez, gelirse de gereğini yaparım. Öyle diplomatik dil falan da kullanmam. Siz benim gibi adamı çağıracaksınız ve Katolikliği empoze etmeye çabalayacaksınız. Kıyamet kopar. Fakat eleştirilerin bir de neymiş efendim bizim dinimiz en yüce din olduğunu söylemiyor muşum gibi bir yönü var. İyi de toplantının konusu bu değil ki!
Patikalar: Peki dinler arası diyalog çalışmalarını şu anki seyri nasıl gidiyor?
M. Aydın: Aslına bakarsanız biraz kendini tüketmeye başladı. Mesela benim için bilgiler bayatladı. Vakit kaybı oluyor. Malum meslek değiştirip siyasete girince artık pek de ilgilendiğimi söyleyemem. Zaten her kavram gibi dinler arası diyalog da hızını azaltmıştır. Yine de şunu söylemeli: Dinler arası diyalog, çok akıllı Müslüman gençlerin yetişmesine sebep olmuştur. Şimdi onlar gidiyor. Zamanında kimse bulunmazken şimdi işin uzmanı kişiler katılıyor. Dolayısıyla bunlar bizi kandırır gibi ya da acaba ortak bir din çabası mı var gibi korkulara gerek yok.
Patikalar: Fakat şöyle bir nokta var. Niteliksizliği belli olan medyamızdaki dinler arası diyalog 'çığırtkanlarına' bakarsanız hiç de hoş imaja sahip insanlar değiller. Sorgusuz sualsiz evet diyenleri kastediyoruz. Durum böyle olunca ister istemez bu işte bir bit yeniği var diye düşünüyor insan. Ne bileyim, ortak bir din çabası mesela. Malum, çağımız komplo teorileri çağı artık.
M. Aydın: Burada kimlerle çalıştığınız çok önemli tabi. Doğru kişilerle çalışırsanız bu işin önü açılacaktır. 1980'lerde katıldığım bir toplantıda üç dört tane Türk vardı. Bunlar iyi Türklerdi, fakat İslam'ı bilmiyorlardı. Bir tanesi aslında bizim dinimizde de ibadet önemli değildir gibi bir şey söylemişti. Ne demek ibadet önemli değil! İbadet, İslam'ın kulluk merkezinde olan bir kavramdır. Açıkçası benim dinler arası diyalog sempozyumlarına katılma nedenlerimden birisi de budur. Siz gitmezseniz bu adamlar gidiyor, bunun da engellenmesi gerekiyor. Gerçekten işini bilen, kaliteli, profesyonel, hem kendi dinini hem de diğerlerini iyi bilen, çok iyi yabancı dili olan ve en önemlisi iyi niyetli kişilerin orada olması gerekir.
Bana üç vakit namaz olur mu diye soranlara ben şaka yollu olarak 'yarın namaza başlayacaksan fetvayı ona göre vereyim' diyorum. Bu soruyu soranlar namaz kılmayıp da namaz kılanların dertlerini düşünüyorlar sanki.
Patikalar: Çok benzer bir durum tabi. Dinler arası diyalog tartışmaları da böyle. Din ile diyanetle ilgisi olmayanlar bu işi en yobaz haliyle savunanları oluşturuyorlar. Bu da ister istemez bir deformasyona uğratma çabasını akla düşürüyor.
M. Aydın: Yine de gençler, her uluslar arası ilişkiye ayrı bir özen göstermek gerekir. Bunlar suiistimale açık ortamlardır. Kötüye kullanma çabaları olmuştur, hatta bunda başarılı olanlar da olmuştur. Kiminle oturduğunu, kiminle konuştuğunu bilecek, düşünecek ve buna göre proje üretecek insanlara ihtiyaç var.
Ben daha başında da söyledim. Benim dahi bu tür tereddütlerim var. Kendi katıldıklarımdan olmaz; çünkü orada ben varım. Ama zaman zaman acaba İslam'ı iyi bilmeyenlerin ya da kötü niyetlilerin katıldıkları toplantılarda, dinim nasıl anlatılıyor, eleştiriler nasıl yanıtlanıyor gibi sorular akla düşünce endişe sahibi olmamak elde değil. Tekrarlamakta fayda var. Bu alan misyonerliğe alet edilmeye açık bir alandır. Bu durumu göz önünde tutmalı ve gerekli tüm tedbirler alınmalıdır.
Patikalar: Peki özellikle 11 Eylül sonrası gerilen ortamda dinler arası diyalog çalışmaları olumlu bir sonuç çıkarmaya elverişli midir?
M. Aydın: 11 Eylül'den sonra dinler arası diyalog çalışmalarının fazla aksadığını söyleyebiliriz. Hem nicel olarak hem de benim katıldığım kabul ve yeterlilikte toplantılar olmadı. Fakat hükümetler bu konuyla ilgilenmeye başladı, bu iş devlet işi olmaya başladı. 2003'ün Ocak ayında İngiltere başkanı Tony Blair Londra'da böyle bir çalışma yaptı. 15 Müslüman ve 15 Hıristiyan ve beni saymayın her biri son derece mümtaz şahsiyetlerden oluşan bir ekiple üç gün boyunca 11 Eylül sonrası yaşanılanlar konuşuldu. İslam'a yönelik hücumlar, Müslümanların durumu, etnik ayrımlar gibi sorunlar hakkında çok iyi analizler yapıldı. Bu tür toplantılar da bir ihtiyaç haline geldi. Hükümetlerin politikalarını açıklaması, ve bu politikaların masaya yatırılması çok önemli.
11 Eylül'ün işi zorlaştırdığı aşikar. Sizi dinleyenler arasında önyargılı insan sayısı iyice fazlalaştı. Amerikalı biri Müslümanları suçlar, Müslüman da 11 Eylül'ü ben mi yaptım diye tepki verir.. Dolayısıyla konuyu işlemek zorlaştı biraz.
Ben meslek değiştirdiğim için fazla gidemiyorum artık. Fakat artık devletler de bu işe çok önem veriyor. Müslümanlar o toplantıda tehlikenin bütün boyutlarını sergilediler. 11 Eylül'ü bütün İslam alemine yıkarsanız bundan sadece uluslar arası bir felaket doğacaktır.
Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden beri insanlar arasında belli olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye devri Arapları 'Nesî' dedikleri usûl ile bazan hac mevsimlerini değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin aslını tesbit edip iyice yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının onuna kadar olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil olduğunu açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir rüknü olan ziyaret tavafı bu gün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin girişi ile, haccının geçmiş olacağını düşünerek bu günü hac vaktinden saymamıştır.
İmam Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en az miktarı üçtür diye Zilhiccenin hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in görüşüdür. Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin görüşü, örf ve adete aykırıdır. Şu hâlde haccın vakti, bilinen bu iki ay on gündür. Üçüncü aydan bir kısmının hac vaktinde dahil olması, cem'i kıllet ile 'eşhür aylar' denmesine yeterli görülmüştür. Hac fiilleri, bir taraftan namaz vakitleri gibi zarfa, bir taraftan da oruç vakti olan gün gibi ölçüye benzeyen bu vakit içinde yapılır. Cahiliye devri Araplarının yaptığı gibi bu vakti değiştirmek caiz olamaz. Acaba haccın önceki şartlarından birine, yani ihrama da bu vakitten önce başlanamaz mı? Şâfiî: 'Hayır, böyle bir ihram, ancak umre olur.' demiştir. Fakat bütün Hanefiler, İmam Mâlik, Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce gerek umre ve gerekse hac için ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad, gerek temettu' ve gerekse kıran şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar içinde yapılmasının lazım geldiği görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac ihramı, haram değil; sünnete aykırı olduğundan mekruhtur. 'Ey Muhammed! Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanların vakitle ilgili işleri ve hac için zaman ölçüleridir.' (Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret vardır ki geniş açıklaması, 'Ahkâm'ül-Kur'ân'da ve fıkıh kitaplarındadır.
(Elmalılı tefsirinden..)
'Doğrusu biz Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. ' (Kadir sûresi, 97/ 1-5)
Maide 38.ayetin hemen ardındann gelen ayetler de gözden kaçırılmamalıdır:
38-Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadın, suçları sabitleşince, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından kelepçek (caydırıcı bir ceza olmak üzere) ellerini kesin. Allah, güçlüdür, hikmet sahibidir.
39-Böyle iken her kim de yaptığı zulmün ardından tevbe edip dürüstlüğe dönerse, Allah elbette tevbesini kabul eder, çünkü gerçekten Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.
40-Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini azaba çeker, dilediğinin günahını bağışlar. Allah herşeye gücü yetendir.
Maide suresinin sadece 33.ayetini çekip alıp okursanız, belki korkutucu bir manzarayla karşılaşabilirsiniz.Ama önceki ve sonraki ayetleriyle birlikte okuyunca...
32- İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, resullerimiz onlara açık-seçik kanıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan birçoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sapmaktadır.
33- Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler, yahut asılırlar, yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir, yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır.
34- Ancak onları gücünüz altına almadan önce tövbe edenler olursa biliniz ki, Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
35- Ey iman edenler! Allah'ın buyruğuna ters düşmekten sakının; O'na varmaya vesîle arayın. O'nun yolunda gayret gösterin ki, kurtuluşa erebilesiniz
Secde suresinin 5. ve Mearic suresinin 4. ayetleri hem zamanın izafiyetine işaret etmekte, hem de 'yevm' kelimesinin anlamının doğru anlaşılmasını sağlamaktadır. Arapça 'yevm' kelimesi 'gün' olarak çevrildiği gibi, aynı zamanda 'devir' olarak da çevrilebilmektedir. Yani Arapça 'yevm' deyince sadece 24 saatlik gündüz ve geceden oluşan bir devir olan 'gün' anlaşılmaz, aynı zamanda genel anlamda 'devir' de 'yevm' kelimesiyle kastedilmiş olabilir. Söz konusu iki ayette bir 'yevm'in bin senelik bir 'yevm'e veya elli bin senelik bir 'yevm'e eşit olabildiğinin söylenmesi bunun bir delilidir.
Bu açıklamanın iyi anlaşılması Evren’in ve yeryüzünün altı 'yevm'de yaratıldığını söyleyen Kuran ayetlerinin doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlar. (Bakın 7-Araf Suresi 54, 11-Hud Suresi 7, 10-Yunus Suresi 3, 25-Furkan Suresi 59, 32-Secde Suresi 4, 57-Hadid Suresi 4) . Evren ve Dünya yaratılmadan önce gece ve gündüzden oluşan anlamda 'gün' de yoktu. Bu yüzden altı 'yevm'de yaratılmadan bahsedilen ayetlerde altı 'devir'de yaratılmadan bahsedildiğini anlamak gerekir.
Böylece Kuran’ın 'yevm' kelimesini kullanış tarzı Yahudilerin, Hıristiyanların da altı günde yaratılmadan neyi anlamaları gerektiğini açıklamakta, onların da anlayışlarına katkıda bulunmaktadır. Uzay fiziğindeki tüm bulgular, Evren’in ve Dünya’mızın ayrı devirlerden, aşamalardan geçip yaratıldığını ortaya koymaktadırlar. Gaz bulutlarından galaksilere, Dünya’mızda ilk Atmosfer’in oluşumundan, suların, madenlerin oluşumuna kadar hep değişik aşamalar, değişik devreler geçmiştir. Bu noktada Evren’in farklı 'devreler'den geçip yaratıldığının söylenmesi de Kuran’ın bir mucizesidir. Bu devrelerin nasıl altı devre bölünüp incelenebileceğini başka bir yazımıza bırakıyoruz. Fakat Evren’in ayrı devirlerden geçip oluştuğu hiç kimsenin itiraz edemediği bir gerçektir.
Eski Mısır, Çin, Hint uygarlıklarının Evren hakkındaki görüşlerini inceleyelim. Kimisi Evren’i kaplumbağaların sırtına oturtmuş, kimisi Evren sonsuzdan beri varmış gibi açıklamalarda bulunmuştur. Tüm bu uygarlıklardan hiçbiri Evren’in değişik devirlerden geçip oluştuğu gibi önemli bir noktanın altını çizmemişlerdir. Kuran böylece önemli bir noktaya işaret etmekte ve Yahudilerin, Hıristiyanların 'gün' kavramını doğru yorumlamalarına yardımcı olmaktadır. Ayrıca Yahudilerin, 'Allah altı günde Evren’i ve yeryüzünü yarattı, yedinci günde ise dinlendi.' izahını Kuran düzeltmekte ve Allah için yorgunluğun söz konusu olmadığını söylemektedir.
Andolsun Evren’i, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları altı devirde(yevm) yarattık, hiçbir yorgunluk da duymadık.
'Kültürel islamcı' çizgiye yakın edebiyat dergisi. Uzun yıllardır çizgisini ve kalitesini bozmadan yayına devam etme başarısı göstermekte. İsmet Özel'in de sık sık şiirlerini yayınlattığı dergi, İslami kanattan pek çok yetenekli şairi de edebiyata kazandırdı.
Kuran-ı kerim de adları bildirilen peygamberler:
Adem
İdris
Nuh
Hud
Salih
İbrahim
Lut
İsmail
İshak
Yakub
Yusuf
Eyyüb
Şuayb
Musa
Harun
Davud
Süleyman
İlyas
Elyesa
Yunus
Zülkifl
Zekeriyya
Yahya
İsa
Muhammed
Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn'in peygamberlikleri ise ihtilaflıdır.
Hz.Muhammed'in miraca çıkması kendisine bütün kainatın gosterilmesi sonrasında 'Döndüğünde yatağı hala sıcaktı' seklinde bahsedilir bazı kaynaklarda, Tayyı Mekan kavramı ile içiçedir
Gercek adı Ahmed bin İsmail olan, kökeni Suriye'ye dayanan dönemin alimi. Molla Yegan'ın 2.Murat han'a tavsiyesi üzerine, merkeze çektirilir ve oglu Mehmet(Fatih) 'in egitimi görevi verilir. Fatih, sultan olduktan sonra kendisini vezir yapmak ister ama kabul etmez, bir ara Mısır'a gider ve orda kalmasi icin kendisine teklifte bulunulur ama Fatih Sultan Mehmet'le olan gönül bağını bahane ederek istanbul'a geri döner. Bursa'da uzun seneler kadılık yaptıktan sonra 1480'de Şeyhülislamlık makamına getirilir, 1488'de vefat eder.
Molla Gurani nin Fatih Sultan Mehmet i disipline sokmak için bir keresinde falakaya bile yatırdığı söylenir.
16. ve 17. yüzyıllarda Anadolu'da yaşamış olan evliyâdan.
Bayramiyye yolunun Melâmiyye koluna mensuptur. İsmi Ali'dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye bilinir. Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için İdris, kendi hallerini ve yakınlarını insanlardan gizlediği için Muhtefî lakaplarıyla anılmıştır. Aslen Rumeli'deki Tırhala'dandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı'nın Haliç Tersânesi'ne bakan kısmındadır.
Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi. Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerinden Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söylenince, terzilerin pîri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbetle ona İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbetinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İstanbul'a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketlere gitti. Gittiği yerlerdeki âlim ve evliyâ zâtların sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda yükseldi. Defâlarca hac vazîfesini yapmak için Hicaz'a gitti. Oradan Yemen'e gitti. Son zamanlarında ticâreti bırakıp İstanbul Fâtih Çarşamba'da Mehmed Ağa Câmii yakınındaki evinde ikâmet etti. Ticâreti, emrinde bulunan kimseler yürüttüler. Çevresinde Hacı Ali Bey diye meşhûr olan bu zât, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bunları insanlardan gizledi. Bu sebeple gizleyen mânâsına 'Muhtefî' lakabıyla anılmaya başlandı.
Sözleri, halleri ve yaşayışıyla İslâmiyetin emrettiği gibi olmasına rağmen onu çekemeyen bâzı kimseler aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Onu küfürle ve sapıklıkla ithâm edenler oldu. Hattâ hakkındaki ileri geri konuşmalar zamânın pâdişâhına kadar ulaştı. Pâdişâh, hakkında araştırma yapılıp, söylenilenler doğru ise cezâlandırılmasını emretti. Fakat halk arasında Hacı Ali Bey diye meşhûr olduğu için 'İdris-i Muhtefî' isminde kimseyi bulamıyorlardı. Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen tercüman Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; 'Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu? ' dedi.
Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; 'Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı? ' diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara 'Hayır' diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; 'O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir? İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris'tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır? ' deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; 'Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm.' dedi. Hacı Ali Bey; 'O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin.' dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.
İdris-i Muhtefî diye anılan Hacı Ali Bey birçok talebe yetiştirdi. Tanınmış âlimler ve edipler onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerlediler. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kasımpaşa'da Kulaksız Câmiinin karşısında Okmeydanı'nın Tersâneye bakan tarafında defnedildi. Arûz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı mecmuaları vardır. Yûnus Emre'nin Şathiyesi tarzında yazdığı hece vezniyle ve on beş dörtlük hâlinde yazdığı Şathiye'si meşhurdur.
Bu mantiğın temeli 'tüm kainat Allah tandır ve Allah her yerdedir. Ben de bu kainatin bir parçasıysam Allah benim de içimdedir, bende de Allahtan bir parça vardır. Bu durumda ben Allahın bir parçasıyım' fikridir. ancak buradaki anlam inceliğini anlayamayan söz konusu devrin yöneticileri bu dervişleri derhal idam ettirmişlerdir.
Bakınız: Hallacı Mansur
hz.ömer
18.08.2004 - 15:24Hz.Ömer, 584'te Mekke'de doğdu, Kureyş kabilesindendir. Okuma yazma bilen, ticaretle meşgul olan, güçlü kuvvetli, astığı astık, kestiği kestik bir insandı. Putperestti, kız çocuğunu diri diri toprağa gömmüştü. 26 yaşında Müslüman olduğunda, Müslümanların sayısı kırka yükseldi, açıktan Kabe'de namaz kıldı. Peygamber'e en yakın sahabilerden biriydi.
Müşrikler ona ilişemez, eziyet edemezdi. Hicret edeceğini gizlemedi, kimse de mani olamadı. Savaşların bütününe katıldı, ilmiyle, servetiyle İslam'a hizmet etti. Kızı Hafsa Peygamber ile evliydi.
Hz.Ebu Bekir halife olduğunda daima onun yanındaydı. Hastalanınca imamet vazifesini Hz.Ömer'e devretti. O da onbeş gün imamlık yaptı. Son günlerinde buyurdu ki:
- ' Ömer akrabam değildir, onu halife seçtim razımısınız? ' orada
bulunanlar razı olup Hz.Ömer'e biat ettiler.
İbrahim (A.S.)
18.08.2004 - 12:18”İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrahim'in dinine uyandan daha güzel dinli kimdir? ..” (Nisa Suresi, 125)
İbrahim (A.S.)
18.08.2004 - 12:15Hem İslamiyet de, hem Musevilik te, hem de Hristıyanlık ta, kabul gören, büyük saygı duyulan peygamber.
İbrahim (A.S.)
18.08.2004 - 12:12Prof. Dr. Mehmet Aydın'la Hz.İbrahim hakkında söyleşi:
Patikalar: Hz. İbrahim'in(a.s) üç büyük din açısından da çok önemli bir figür olduğunu, üç dinin de temelinde yer aldığını, üç dinin de babası olduğunu görüyoruz. Bu anlamda bakacak olursak, dinler arası diyalog çabalarında da çok önemli bir sembol görevi üstleniyor.Hz. İbrahim'i(a.s) bu denli önemli yapan nedir?
Prof. Dr. Mehmet Aydın: Hz. İbrahim(a.s) çok önemli bir semboldür. Sembol derken kişi, peygamber değil demek istemiyorum. Kişi, inancımıza göre bir peygamber; fakat daha da ötesinde bir sembol. Böylece daha geniş bir anlam dünyasına hitap etmiş oluyorum. Tarihi bir kişilik olarak hakkında fazla bilgimiz mevcut değil. Kutsal metinlere dayalı olarak, şifâen bize ulaşmış bilgilere sahibiz. Yaklaşımınız çok doğru, Hz. İbrahim(a.s) , dinler arası diyalog çalışmalarının da sembolü vaziyetindedir. İngilizce ifadesiyle 'symbol of interreligious cultures' İslam geleneğinde de çok önemli bir yere sahip. Beş altı sene evvel düzenlenen, bilimsel tarafını benim üstlendiğim ve diğer işlerin de bir sivil toplum kuruluşu tarafından yapıldığı 'Barış, Uzlaşma ve Diyalog Sembolü Olarak Hz. İbrahim(a.s) ' adlı bir sempozyum gerçekleşmişti. Üç büyük din mensubundan da eşit sayıda davet edilerek Harran'da olmuştu. Harran, bu anlamda çok sembolik bir yerdi; çünkü birçok rivayete göre Hz. İbrahim'in(a.s) doğum yeri Harran. Hatta giderseniz, kültürel kalıntılar görürsünüz. Hiç unutmam, sivil, yaşlı bir adam Farşça ağız ile 'şah-u enbiya- diye haykırmıştı. Yani peygamberlerin şahı. Zaten bu önem fark edildiği için Hz. İbrahim(a.s) adını taşıyan ve dinler arası diyalog çalışmaları yapan sivil toplum örgütleri var. Sadece Avrupa'da beş altı tane olduğunu ben biliyorum. Gerçekten de çok önemli ve barış istikametindeki çalışmaların sembolü oldu Hz.İbrahim(a.s) .
Patikalar: Bu sempozyumdaki tebliğler aynı zamanda kitaplaştırılmıştı. Bu kitabın önsözünü de siz yazmıştınız.
M.Aydın: Evet. Aynı zamanda 1970 yılında benim tercüme ettiğim, benim de hocalarımdan olan Watt'ın Modern Dünya'da Kur'an Vahyi isimli kitabı vardır. Bu kitabın bir bölümü bu konuyu işliyor. İbrahimi dinler kardeştirler diyordu. Yani üç semavi din içinde ortak bir sembol. Mesela Hz. İsa(a.s) böyle değil. Bizim için Hz. İsa(a.s) da bir peygamberdir ama Yahudiler bunu kabul etmez. Fakat üç dini bir arada düşünürsek Hz. İbrahim(a.s) bu ihtiyacı karşılıyor.
Bu toplantı yapıldıktan sonra bilinçli ya da bilinçsiz olarak yanlış değerlendirildi. Bizimkisi kültürler arası bir çalışmaydı. Fakat buradan diğer din mensuplarının bizi aldatmaya çalıştıkları gibi sonuçlar çıkardılar. Biraz İslam, biraz Yahudilik, biraz Hıristiyanlık alıp yeni bir İbrahimi din ortaya çıkarmaya çalıştığımızı bile iddia edenler oldu. Bu olabilecek bir proje midir? Yani bir Müslüman için olabilecek iş midir bu? ! Namazı birinden duayı birinden mi alacağız? Elbette hayır, bu dinler ayrı ayrı dinlerdir.
Biz sadece şunu diyoruz: Hz İbrahim üç semavi dinin de buluştuğu önemli bir şahsiyettir. Yani Hz. İbrahim(a.s) öyle tesadüfen seçilmiş değil. Bunu kesinlikle derme çatma bir dinle karıştırmamak gerekir. Ki böyle bir şey hele hele bir Müslüman için imkansızdır. Zaten böyle bir şey din olmaz, cambazlık olur.
Patikalar: Peki Hz. İbrahim(a.s) ile yola çıkmak bizi nereye götürür?
M.Aydın: Zaten yola buradan çıkmanın ilk uçları Kur'an'dadır. Bunları diğer din mensuplarıyla tartışıyoruz. Şöyle bir ayet-i kerime var. 'İbrahim, ne bir Hıristiyan ne bir Yahudidir. O, hanif bir Müslümandır.' Watt'da kitabında bu ayeti kullanıyor. Yani Hz. İbrahim'de(a.s) tevhid birleşiyor, düğümleniyor. Diğer kitaplarda bu anlatı yok; Watt, bu anlatıyı Kur'an'da buluyor. Yani Yahudilik ve Hıristiyanlık sonradandır, o bir muvahhiddir. Buradan işin derinine doğru hareket edebiliriz. Kur'an açısından Hz. İbrahim tevhidin tezahür ettiği bir şahsiyettir. Bu bizim çok önemli; çünkü İslam tevhid dinidir, bütün peygamberler tevhidi telkin etmişlerdir. Bu tevhid dininin ameli hayata yönelik adına İslam denir. Yani insanın ilahi iradeye, bir bakıma kendi fıtratına, kendi özüne teslim olmasıdır.
Patikalar: Kur'an'ın bize anlattığı Hz. İbrahim(a.s) nasıldır?
M. Aydın: Kur'an açısından Hz. İbrahim(a.s) çok dikkat çekici bir rasyonelliği temsil ediyor. Buradaki rasyonel kelimesini tırnak içine almalı elbette. Kur'an bize gözünüzü kapatın ve iman edin demiyor. Tam tersine aklınızı kullanın, tefekkür edin diyor. Yani aklın bilfiil durumundan bahsediyor. Nazari olarak, yeti olarak aklı öne çıkarmıyor. Zaten akıl olarak geçmez; hep fiil halde kullanılmıştır. Bundan amaç aktif akıldır. Sadece akla sahip olmak değil faal bir akla sahip olmaktır. Bunun da temsili yine Hz. İbrahim'dir.(a.s)
Patikalar: Bu kıssaları ve bu kıssalar altında yapılan temsilleri açabilir misiniz? Bu kıssalar hangileridir ve bunların anlatılmasından murat sizce nedir?
M. Aydın: Birincisi Allah'ı arama noktasındadır. Birinci basamak, bir insanın, bir sonlunun kendi sonlu imkan ve kabiliyetlerini idrak etmesidir. Ben sonluyum, ben kendi kendime yeterli değilim. Büyük imkanlarım var ama sınırlı. Buradan yola çıkınca yani insanın kendi özünü anlama imkanı olunca çıkışa varmak elbette daha kolay oluyor. Kendi kendimin var kılıcısı değilsem, beni dirilten, yaşatan varlık kim? Dikkat ederseniz beşeri tecrübeden yola çıkan bir arayıştır bu. Burada bize Kur'an'ın duygu ve anlam yüklü arayış anlatısı yardımcı oluyor. İlk bakışta basit gibidir; fakat bir hakikat basitçe anlatılıyorsa bu daha da güzeldir. Önce yıldıza bakıyor Hz.İbrahim(a.s) . Gökte başlaması elbette manidar; çünkü o dönemde Tanrı denince gök anlaşılıyor. Dünyaya göre parlak, ışık kaynağı, temiz ve güzel. Bu rabbim olabilir diyor. Bir defa Rab kelimesi çok enteresan. Burada felsefi bir arayış yok. Çünkü felsefi arayışta ilk sebep aranır, metafizik bir arayış vardır. İnsanın özünden çıkan aramadaysa metafizik bir ilkeden ziyade, bizi varlıkta tutan, esirgeyen, bağışlayan, rab kelimesinin büyüten, yetiştiren manasındaki o kaynak aranmaktadır. Yıldız somut bir kaynaktır. Yıldız sönünce Hz.İbrahim'in(a.s) özellikle benim çok üzerinde durduğum bir reaksiyonu var: 'Ben böyle sönüp gidenleri sevmem! ' Yani Tanrı kabul edeceksek sönüp gitmemeli. Yani duru bir imandan öte bir şeyler arıyor. Aynı zamanda muhabbetle bağlanılan, sevilen, dayanılan, dost olunan bir varlık. İmanda sevgi vardır. Hanefi- Maturudi gelenekte sevgi, imanın meyveleri arasındadır. Eğer Allah'a inanıyorsak orada sevgi hakimdir. Ayet-i kerimede Allah şöyle buyuruyor: 'İman edenler, Allah'ı sevmede de üstün olanlardır.' Kendi faniliğinizi fark edip, böyle olmayan bir varlıkla bir bağ, bir ünsiyet kuruyorsanız bu sevgidir. Sizin bütün yokluklarınızı telafi edendir. Güneş ve aya karşı da aynı tepki var. Buna benzer bir akıl yürütme put hikayesinde de var. Hikaye malum zaten.Çok enteresan bir ikna yöntemi var. Madem işe yaramıyor, kendini korumaktan dahi aciz, ne faydası var ne de zararı, neden tapıyorsunuz? Sizin eksikliğinizi gideremez ki putlar! Bu noktalardan bakarsak İslam'daki akli tebliğin babası sayılır. Rasyonel arayışla başlayıp akıl ve muhabbeti birleştiriyor.
İkinci olarak şu anlatılır. Hz. İbrahim(a.s) Allah'a sorar: Ölüler nasıl dirilir? Allah ona inanmıyor musun diye sorunca da 'inanıyorum ama kalbimin mutmain olmasını istiyorum' der. Allah söyledi inanayım. Burası tamam. Fakat kalbim mutmain olsun. Çok derin bir tecrübem olsun. Allah ölüleri diriltir önermesinin kalpten geçmesi, kalbin huzura ermesi var. İlk örnekte iç alemden dışa doğru bir arayış varken, şimdi dıştaki bir bilginin özümsenmesi, kalpten kanallanması, içselleştirilmesi var. Yani böylece imanın yakîni iman haline gelmesi var. Bu iki örnek gerçekten çok önemlidir.
Patikalar: Galiba burada 'kurban' meselesine de değinmek gerekiyor. Modern zamanların içinde en çok anlam boşaltması yaptığı bir kavram kurban. Daha da ilginci Hz.İbrahim'i(a.s) ortak zemin olarak algılamak hususunda ciddi problemler doğuruyor. Çünkü kurban mevzusunda dinler çok farklı şeyler söylüyorlar. Diyalog içinde olmak için ortak bir zemin gerekiyor, ve bu zemin kurban meselesinde kaypaklaşıyor sanki biraz.
M. Aydın: Haklısınız. Kurban meselesinde bizim kültürümüzle özelikle Hıristiyan kültürü arasında ciddi farklar var. Kur'an, Hz. İbrahim'in şahsında insan kurban edilmesine son vermiştir. Hıristiyan teolojisi biraz daha farklı. Aslına bakarsanız hangi oğlun kurban edilmesinin istendiği bile ihtilaflıdır. Mesela ünlü Danimarkalı filozof Kierkegaard buradan sorgusuz sualsiz teslim olmanın iman anlamına geleceğini söylüyor. Kendi ifadesiyle 'inanç sıçraması' yaşanmalıdır. Akıl ve mantıkla bir yere kadar gidersin; sonra kendini uçuruma salarsın, bunu göze almazsan mü'min olmazsın. Her şeye rağmen iman. Akılla destekleyemesen de geleneklerle karşı karşıya gelmek zorunda kalsan da iman. Kurban hadisesi buna örnektir. Normalde bir babanın vazifesi çocuğuna bakmaktır; oysa Hz. İbrahim'den(a.s) oğlunu kurban etmesi istenmiştir. Geleneklere çok ters bir olaydır bu. Hz. İbrahim(s.a) ise emri hiç savsaklamıyor. Hz. İbrahim(s.a) bir mantıkçı gibi düşünebilirdi. Mesela şunu söylerdi: Bu ses Allah'ın sesi. Allah zaman ve mekandan münezzeh olduğuna göre belki bir sürü İbrahim var ve bu ses onlara hitap ediyor. Nereden bilebilirim ki bu İbrahim'in ben olduğunu deyip savsaklayabilirdi. Başka bir örnek olarak şu söylenebilir. Kurban yaklaşmak demektir. Demek ki Allah benden oğlumla beraber O'na yaklaşmamı istiyor. İlle de kes demek istemiyor olabilir. Hz. İbrahim(s.a) bunu da yapmıyor. Yani hesap kitap yaparsanız mü'min değilsiniz. Hıristiyan geleneği belki buna elverişli ama Kur'an için bu kadar anlam çok dardır. Kur'an da bilgece bir arayış öne çıkarken Hıristiyanlıkta tam tersi mevcuttur. Mesela bu konu tartışılabilecek çok güzel bir konudur. Hıristiyanlık genelindeki bu teslimiyet anlayışı mı yoksa İslam'ın imanı aynı zamanda bir marifet sayan anlayışı mı bizi Hz. İbrahim'i(s.a) daha iyi anlamaya götürür? Bu çok önemlidir. İslam'da iman bir marifettir, daha doğrusu içinde marifetin de olduğu bir arayıştır.
Fakat bu farklar Hz. İbrahim'in(s.a) üç din için de 'büyük büyüğü' olduğu gerçeğini değiştirmez.
Patikalar: Peki dinler arası diyalog çalışmaları hangi ihtiyaçlara binaen ortaya çıktı? Modern zamanların böyle bir hastalığı var. Bazı dertlere deva olsun diye üretilen kavramlar, sonradan kendileri başlı başına problematik haline geliyorlar. Sizin bir felsefeci olmanızdan da hareketle öncelikle bir tanıma ihtiyacımız var galiba. Yoksa tanımında anlaşamadığımız bir konu hakkında konuşmak pek de sağlıklı olmuyor.
M. Aydın: Bir kere dinler arası diyalog kavramı çok da yerine oturan bir ifadeye sahip değil. Bence din mensupları arası diyalog demek daha doğru olur. Fakat artık insanlar da bunu anlıyorlar. Elbette üç dini bir araya getirip ortak bir teoloji oluşturma çabası yok.
Bu üç din tarih boyunca birbirleriyle mücadele etmiş, kanlı sahnelere tanık olmuşlardır. Böyle tarihi evveliyat varken bazı sorunların olmasını normal karşılamak gerekir. Bu çalışmalar 1960'lı yılların başında başladı. Bu çalışmalar da teolojik bir ihtiyaçtan ziyade sosyo-politik ihtiyaçtan doğmuştur.
Patikalar: Yani dinler arası diyalog çalışmaları sütten çıkmış ak kaşık kadar masum mu?
M. Aydın: Elbette hayır. Ne yazık ki bu çalışmaların misyonerlik amaçları için araç haline geldiği de olmuştur. Diyalog korunmalıdır; çünkü ancak bu sayede dinimi empoze edebilirim diyenler yok değildir. Özellikle Katolik Hıristiyan aleminde 'diyalog misyondan ibarettir' şeklinde anlayışa sahip kesimler vardır.
Patikalar: Özellikle bu noktada siz şahsınıza yönelik birçok eleştiriyle yüz yüze geldiniz.
M. Aydın: Bu eleştirilerin çok genelleşmesi, işin içinde olanların niyetlerinden şüphe edilmesi, açık olmak gerekirse son derece rahatsızlık uyandırıcı. Bir kısım eleştiri elbette doğru. Misyonerlik amaçları hiç mi yok yani? Elbette var, saflığa lüzum yok; fakat olsa bile siz bundan kaçacak mısınız, yoksa bu anlayıştaki yanlışlığı mı anlatacaksınız? Ben, en az üç dört tane toplantıda bu konuyu işlemişimdir. Dürüst biçimde diyalog çalışması yapacak isek misyonerlik gibi niyetleriniz olmamalı demişimdir.
Patikalar: Peki sağlıklı bir dinler arası diyalog çalışması hangi süreçleri takip etmeli, ne gibi özellikler göstermelidir?
M. Aydın: Burada benim ortaya attığım üç aşama var. Bu tanımlama sadece yurt içinde değil uluslararası alanda da çok tutmuştur. Bu aşamalar şöyledir: 1- Enformatik(descriptiv) aşama 2- Eleştirel aşama 3- Varoluşsal aşama
Patikalar: Bu aşamalardan tam olarak ne anlamamız gerekiyor?
M. Aydın: Bakın amaç pekala şu şekilde olabilir. Biz de böyle bir diyalog şekli için çok hazırlıklı olmalıyız. İnsanlar kendi dinlerini anlatırlar. Mesela İslam hakkında çok yanlış kanaatler hatta iftiralar vardır. Bizler eğer bu dünyada birlikte yaşayacaksak din mensupları olarak birbirimize dinlerimizi anlatalım. Adamlar İslam'ı bilmiyorlar. Bakın bir örnek vereyim. Belçika'da bir belediye beni konferansa çağırmıştı. O yörede çok fazla Türk olduğu için nasıl sağlıklı ilişkiler geliştirebiliriz endişesini taşıyorlardı. Ben ayet okudum: 'ben kendi üzerime rahmeti yazdım. 'Ben Rahmet Allah'ıyım. Beni rahmetim her şeyi kuşatmıştır.' Belediye başkanı sordu: Bu Kur'an'da mı var? Evet dedim, ayeti gösterdim. Çok şaşırdı. Adamın normalde inandığı şuydu: Hıristiyanlık Allah'ı sevgi, İslam Allah'ı da adalet Allah'ıdır. Fakat bunu eksik olduğunu gördü. Ben her akşam yabancı bir heyetle yemek yiyorum. Bir keresinde İslam'da bireysellik önemlidir dedim. Biri hemen tepki gösterdi. İslam cemaat dini, ümmet dinidir dedi. Adamın söylediği doğru ama eksik; çünkü herkes kendi yaptığından yargılanacaktır. Bu bilgiler bizim için yeni değil, ama adamlar için yeni. Bizler dinimizi anlatma imkanlarını bulmalıyız. Biz de semavi olsun ya da olmasın onları dinlemeliyiz. İşte bu bilgilendirme (enformatik) aşamasıdır.
Patikalar: Tarihte böyle bir yaklaşıma tanıklık etmiş miyiz?
M. Aydın: Gazneli Mahmud döneminde Biruni Hintlileri dinlemiş, hayatlarını incelemiş ve onlar hakkında bir eser yazmış. Tek Allah'a inandıklarını yazmış. Oysa savaş döneminde bunu yazmasa savaşın seyri daha iyi olabilirdi. Bunun nedenini de kitabının başına yazmış. Allah, Kur'an'da doğru sözlü olmak gerektiğini söylüyor. Düşmanın hakkında dahi.
Patikalar: Peki daha sonraki aşamalarda bizi neler bekliyor?
M.Aydın: Bilgilendirmeyle yetinelim mi? Elbette hayır, birbirimizi eleştirelim ve bu da ikinci aşama olsun. Tabi burada daha ziyade din mensuplarının eleştirisi var. Benim dinimi ben buradayken eleştirsinler, akıllarına uymayanları burada söylesinler. Karşılıklı tutumlarımız hakkında konuşalım. Mesela bize desinler ki neden siz bu kadar tembelsiniz, üretken değilsiniz ya da neden temizlik bu kadar önemliyken şehirleriniz bu kadar kir pas içinde? Biz de onlara diyelim ki şu anki yaygın aile modeliniz, kendi hayat standardınız için milyarlarca insanı süründürmek, başka ülkelerin kaynaklarını sömürmek, sizin kitaplarınız neresinde yazıyor? Eleştiri Allah'ın verdiği en büyük nimetlerden biridir.
Üçüncü aşama olan varoluşsal aşamada şu soruya cevap aramalıyız: Hayatımıza birbirimizden ne katabiliriz? Burada din ayrıdır, din mensupları olarak bizler ayrıyızdır. Watt da kitabında buna işaret ediyor. Hıristiyanlar Müslümanlardan çok şey öğrenebilir diyor. Mesela sıradan bir köylünün iman konusundaki eminliğinden çok şey öğrenilebilir diyor. Bizim tarafımıza geçelim. Genelleme yaparak ve bütün genellemelerin gücünün sınırlı olduğunu hatırda tutarak Hıristiyanların papaz yetiştirmede çok iyi olduğunu görüyoruz. Hitabetleri çok iyidir, güler yüzlüdürler, sabırlıdırlar. Gelin biz de bundan bir şekilde istifade edelim. Din görevlilerimiz ne yazık ki çok katıdır. Çocuk kısa pantolonla geliyor, çocuğu kovuyor. Allah sana nur gibi çocuğu göndermiş, senin yaptığına bak. Mesela Hıristiyanlar teolojiyi çok dikkate almışlardır, çok iyi vaaz hazırlarlar, papazlar kendi dillerini birinci sınıf konuşurlar. Bu yöntemler paylaşılabilir. Burası bilme değil olma aşamasıdır.
Patikalar: Sosyal yaşantı anlamında edinilmiş olan tecrübe ortak olarak kullanılabilir yani.
M. Aydın: Evet. Bu örnekler sosyal hayatla ilgili örneklerdir. Fakat bizi eleştirenler bizim ortak bir teoloji oluşturma çabası içinde olduğumuzu söylüyorlar. Bunlar deli saçması. Tekrar etmekte fayda var: Dinler arası diyalog çalışmaları bir ilahiyat ihtiyacından doğmamıştır. Sosyal, siyasal problemlerin çözümünde din mensupları olarak bizler ne yapabiliriz?
Bu sabah engellilerle ilgili bir toplantı yaptık. 7 milyon engellimiz var. Bu insanlar Müslüman, onların dinlerini daha iyi yaşamaları için bir şeyler yapmalı. Görme engelliler için Kur'an bastırdık. İşitme engelliler için de vaazın aynı zamanda işaret diliyle de anlatıldığı cami projemiz var. Avrupa'da kilise mensuplarının bu konuda çalışmaları vardır. Bunlar objektif çalışmalardır, bunlardan yararlanılabilir. Mesela üç büyük dinde engellilik konulu uluslararası bir toplantı düzenlenebilir. Bu teolojik bir çalışma değildir, sosyal bir yaraya üç din açısından çözüm bulmaya çabalamaktır. Mesela yoksullukla ilgili, kadın haklarıyla ilgili toplantılara katılmışımdır. Bunlara dünya siyaseti diyenlere ben evet, diyorum, dünya siyaseti. Ortadoğu'da barış konulu sempozyumlar teşvik edilse ve dikkate alınsa fena mı olur? Amerika'da kiliseler Irak Savaşı hakkında ne dediler sorusu önemsiz midir? Savaş ve Ahlak konusu işlense, son Irak Savaşı'ndan da hareketle savaşta yalan söylemeye dinler nasıl bakıyor sorusu işlense fena mı olur? bir araya gelinirse güzel şeyler konuşulur. Benim hakkımda gerçekten hak etmediğim, doğru olmayanlar ithamlar üretilmiştir. Oysa ben katıldığım hiçbir toplantıda mesela Hıristiyanlık propagandası yaptırmamışımdır, Başıma böyle bir şey gelmez, gelirse de gereğini yaparım. Öyle diplomatik dil falan da kullanmam. Siz benim gibi adamı çağıracaksınız ve Katolikliği empoze etmeye çabalayacaksınız. Kıyamet kopar. Fakat eleştirilerin bir de neymiş efendim bizim dinimiz en yüce din olduğunu söylemiyor muşum gibi bir yönü var. İyi de toplantının konusu bu değil ki!
Patikalar: Peki dinler arası diyalog çalışmalarını şu anki seyri nasıl gidiyor?
M. Aydın: Aslına bakarsanız biraz kendini tüketmeye başladı. Mesela benim için bilgiler bayatladı. Vakit kaybı oluyor. Malum meslek değiştirip siyasete girince artık pek de ilgilendiğimi söyleyemem. Zaten her kavram gibi dinler arası diyalog da hızını azaltmıştır. Yine de şunu söylemeli: Dinler arası diyalog, çok akıllı Müslüman gençlerin yetişmesine sebep olmuştur. Şimdi onlar gidiyor. Zamanında kimse bulunmazken şimdi işin uzmanı kişiler katılıyor. Dolayısıyla bunlar bizi kandırır gibi ya da acaba ortak bir din çabası mı var gibi korkulara gerek yok.
Patikalar: Fakat şöyle bir nokta var. Niteliksizliği belli olan medyamızdaki dinler arası diyalog 'çığırtkanlarına' bakarsanız hiç de hoş imaja sahip insanlar değiller. Sorgusuz sualsiz evet diyenleri kastediyoruz. Durum böyle olunca ister istemez bu işte bir bit yeniği var diye düşünüyor insan. Ne bileyim, ortak bir din çabası mesela. Malum, çağımız komplo teorileri çağı artık.
M. Aydın: Burada kimlerle çalıştığınız çok önemli tabi. Doğru kişilerle çalışırsanız bu işin önü açılacaktır. 1980'lerde katıldığım bir toplantıda üç dört tane Türk vardı. Bunlar iyi Türklerdi, fakat İslam'ı bilmiyorlardı. Bir tanesi aslında bizim dinimizde de ibadet önemli değildir gibi bir şey söylemişti. Ne demek ibadet önemli değil! İbadet, İslam'ın kulluk merkezinde olan bir kavramdır. Açıkçası benim dinler arası diyalog sempozyumlarına katılma nedenlerimden birisi de budur. Siz gitmezseniz bu adamlar gidiyor, bunun da engellenmesi gerekiyor. Gerçekten işini bilen, kaliteli, profesyonel, hem kendi dinini hem de diğerlerini iyi bilen, çok iyi yabancı dili olan ve en önemlisi iyi niyetli kişilerin orada olması gerekir.
Bana üç vakit namaz olur mu diye soranlara ben şaka yollu olarak 'yarın namaza başlayacaksan fetvayı ona göre vereyim' diyorum. Bu soruyu soranlar namaz kılmayıp da namaz kılanların dertlerini düşünüyorlar sanki.
Patikalar: Çok benzer bir durum tabi. Dinler arası diyalog tartışmaları da böyle. Din ile diyanetle ilgisi olmayanlar bu işi en yobaz haliyle savunanları oluşturuyorlar. Bu da ister istemez bir deformasyona uğratma çabasını akla düşürüyor.
M. Aydın: Yine de gençler, her uluslar arası ilişkiye ayrı bir özen göstermek gerekir. Bunlar suiistimale açık ortamlardır. Kötüye kullanma çabaları olmuştur, hatta bunda başarılı olanlar da olmuştur. Kiminle oturduğunu, kiminle konuştuğunu bilecek, düşünecek ve buna göre proje üretecek insanlara ihtiyaç var.
Ben daha başında da söyledim. Benim dahi bu tür tereddütlerim var. Kendi katıldıklarımdan olmaz; çünkü orada ben varım. Ama zaman zaman acaba İslam'ı iyi bilmeyenlerin ya da kötü niyetlilerin katıldıkları toplantılarda, dinim nasıl anlatılıyor, eleştiriler nasıl yanıtlanıyor gibi sorular akla düşünce endişe sahibi olmamak elde değil. Tekrarlamakta fayda var. Bu alan misyonerliğe alet edilmeye açık bir alandır. Bu durumu göz önünde tutmalı ve gerekli tüm tedbirler alınmalıdır.
Patikalar: Peki özellikle 11 Eylül sonrası gerilen ortamda dinler arası diyalog çalışmaları olumlu bir sonuç çıkarmaya elverişli midir?
M. Aydın: 11 Eylül'den sonra dinler arası diyalog çalışmalarının fazla aksadığını söyleyebiliriz. Hem nicel olarak hem de benim katıldığım kabul ve yeterlilikte toplantılar olmadı. Fakat hükümetler bu konuyla ilgilenmeye başladı, bu iş devlet işi olmaya başladı. 2003'ün Ocak ayında İngiltere başkanı Tony Blair Londra'da böyle bir çalışma yaptı. 15 Müslüman ve 15 Hıristiyan ve beni saymayın her biri son derece mümtaz şahsiyetlerden oluşan bir ekiple üç gün boyunca 11 Eylül sonrası yaşanılanlar konuşuldu. İslam'a yönelik hücumlar, Müslümanların durumu, etnik ayrımlar gibi sorunlar hakkında çok iyi analizler yapıldı. Bu tür toplantılar da bir ihtiyaç haline geldi. Hükümetlerin politikalarını açıklaması, ve bu politikaların masaya yatırılması çok önemli.
11 Eylül'ün işi zorlaştırdığı aşikar. Sizi dinleyenler arasında önyargılı insan sayısı iyice fazlalaştı. Amerikalı biri Müslümanları suçlar, Müslüman da 11 Eylül'ü ben mi yaptım diye tepki verir.. Dolayısıyla konuyu işlemek zorlaştı biraz.
Ben meslek değiştirdiğim için fazla gidemiyorum artık. Fakat artık devletler de bu işe çok önem veriyor. Müslümanlar o toplantıda tehlikenin bütün boyutlarını sergilediler. 11 Eylül'ü bütün İslam alemine yıkarsanız bundan sadece uluslar arası bir felaket doğacaktır.
www.patikalar.net
hac
18.08.2004 - 12:01Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden beri insanlar arasında belli olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli ayları değiştirmemiş, fakat cahiliye devri Arapları 'Nesî' dedikleri usûl ile bazan hac mevsimlerini değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin aslını tesbit edip iyice yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde ayları ile Zilhicce ayının onuna kadar olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer, Nehaî, Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil olduğunu açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir rüknü olan ziyaret tavafı bu gün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin ancak dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban kesme günü olan onuncu günü, imsak vaktinin girişi ile, haccının geçmiş olacağını düşünerek bu günü hac vaktinden saymamıştır.
İmam Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en az miktarı üçtür diye Zilhiccenin hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in görüşüdür. Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin görüşü, örf ve adete aykırıdır. Şu hâlde haccın vakti, bilinen bu iki ay on gündür. Üçüncü aydan bir kısmının hac vaktinde dahil olması, cem'i kıllet ile 'eşhür aylar' denmesine yeterli görülmüştür. Hac fiilleri, bir taraftan namaz vakitleri gibi zarfa, bir taraftan da oruç vakti olan gün gibi ölçüye benzeyen bu vakit içinde yapılır. Cahiliye devri Araplarının yaptığı gibi bu vakti değiştirmek caiz olamaz. Acaba haccın önceki şartlarından birine, yani ihrama da bu vakitten önce başlanamaz mı? Şâfiî: 'Hayır, böyle bir ihram, ancak umre olur.' demiştir. Fakat bütün Hanefiler, İmam Mâlik, Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce gerek umre ve gerekse hac için ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad, gerek temettu' ve gerekse kıran şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar içinde yapılmasının lazım geldiği görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac ihramı, haram değil; sünnete aykırı olduğundan mekruhtur. 'Ey Muhammed! Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanların vakitle ilgili işleri ve hac için zaman ölçüleridir.' (Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret vardır ki geniş açıklaması, 'Ahkâm'ül-Kur'ân'da ve fıkıh kitaplarındadır.
(Elmalılı tefsirinden..)
kadir gecesi
18.08.2004 - 11:40'Doğrusu biz Kur'ân'ı Kadir gecesinde indirmişizdir. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Cebrail o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için inerler. O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir. ' (Kadir sûresi, 97/ 1-5)
kuran-ı kerim
18.08.2004 - 11:08Maide 38.ayetin hemen ardındann gelen ayetler de gözden kaçırılmamalıdır:
38-Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadın, suçları sabitleşince, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından kelepçek (caydırıcı bir ceza olmak üzere) ellerini kesin. Allah, güçlüdür, hikmet sahibidir.
39-Böyle iken her kim de yaptığı zulmün ardından tevbe edip dürüstlüğe dönerse, Allah elbette tevbesini kabul eder, çünkü gerçekten Allah, bağışlayan ve merhamet edendir.
40-Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini azaba çeker, dilediğinin günahını bağışlar. Allah herşeye gücü yetendir.
kuran-ı kerim
18.08.2004 - 11:04Maide suresinin sadece 33.ayetini çekip alıp okursanız, belki korkutucu bir manzarayla karşılaşabilirsiniz.Ama önceki ve sonraki ayetleriyle birlikte okuyunca...
32- İşte bu yüzden biz, İsrailoğulları üzerine şunu yazdık: Kim bir kişiyi, bir kişiye karşılık yahut yeryüzünde bir fesat sebebiyle olmaksızın öldürürse, insanları toptan öldürmüş gibidir. Ve kim bir kişiye hayat verirse insanlara toptan hayat vermiş gibidir. Andolsun, resullerimiz onlara açık-seçik kanıtlar getirmişlerdir. Ama onlardan birçoğu bunun ardından da yeryüzünde zulüm ve azgınlığa sapmaktadır.
33- Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler, yahut asılırlar, yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir, yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır.
34- Ancak onları gücünüz altına almadan önce tövbe edenler olursa biliniz ki, Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
35- Ey iman edenler! Allah'ın buyruğuna ters düşmekten sakının; O'na varmaya vesîle arayın. O'nun yolunda gayret gösterin ki, kurtuluşa erebilesiniz
hz.muhammed
18.08.2004 - 10:35'En iyi insanlar, başkalarına yararlı olanlardır.'(Hz.Muhammed)
kuran-ı kerim
18.08.2004 - 10:32Secde suresinin 5. ve Mearic suresinin 4. ayetleri hem zamanın izafiyetine işaret etmekte, hem de 'yevm' kelimesinin anlamının doğru anlaşılmasını sağlamaktadır. Arapça 'yevm' kelimesi 'gün' olarak çevrildiği gibi, aynı zamanda 'devir' olarak da çevrilebilmektedir. Yani Arapça 'yevm' deyince sadece 24 saatlik gündüz ve geceden oluşan bir devir olan 'gün' anlaşılmaz, aynı zamanda genel anlamda 'devir' de 'yevm' kelimesiyle kastedilmiş olabilir. Söz konusu iki ayette bir 'yevm'in bin senelik bir 'yevm'e veya elli bin senelik bir 'yevm'e eşit olabildiğinin söylenmesi bunun bir delilidir.
Bu açıklamanın iyi anlaşılması Evren’in ve yeryüzünün altı 'yevm'de yaratıldığını söyleyen Kuran ayetlerinin doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlar. (Bakın 7-Araf Suresi 54, 11-Hud Suresi 7, 10-Yunus Suresi 3, 25-Furkan Suresi 59, 32-Secde Suresi 4, 57-Hadid Suresi 4) . Evren ve Dünya yaratılmadan önce gece ve gündüzden oluşan anlamda 'gün' de yoktu. Bu yüzden altı 'yevm'de yaratılmadan bahsedilen ayetlerde altı 'devir'de yaratılmadan bahsedildiğini anlamak gerekir.
Böylece Kuran’ın 'yevm' kelimesini kullanış tarzı Yahudilerin, Hıristiyanların da altı günde yaratılmadan neyi anlamaları gerektiğini açıklamakta, onların da anlayışlarına katkıda bulunmaktadır. Uzay fiziğindeki tüm bulgular, Evren’in ve Dünya’mızın ayrı devirlerden, aşamalardan geçip yaratıldığını ortaya koymaktadırlar. Gaz bulutlarından galaksilere, Dünya’mızda ilk Atmosfer’in oluşumundan, suların, madenlerin oluşumuna kadar hep değişik aşamalar, değişik devreler geçmiştir. Bu noktada Evren’in farklı 'devreler'den geçip yaratıldığının söylenmesi de Kuran’ın bir mucizesidir. Bu devrelerin nasıl altı devre bölünüp incelenebileceğini başka bir yazımıza bırakıyoruz. Fakat Evren’in ayrı devirlerden geçip oluştuğu hiç kimsenin itiraz edemediği bir gerçektir.
Eski Mısır, Çin, Hint uygarlıklarının Evren hakkındaki görüşlerini inceleyelim. Kimisi Evren’i kaplumbağaların sırtına oturtmuş, kimisi Evren sonsuzdan beri varmış gibi açıklamalarda bulunmuştur. Tüm bu uygarlıklardan hiçbiri Evren’in değişik devirlerden geçip oluştuğu gibi önemli bir noktanın altını çizmemişlerdir. Kuran böylece önemli bir noktaya işaret etmekte ve Yahudilerin, Hıristiyanların 'gün' kavramını doğru yorumlamalarına yardımcı olmaktadır. Ayrıca Yahudilerin, 'Allah altı günde Evren’i ve yeryüzünü yarattı, yedinci günde ise dinlendi.' izahını Kuran düzeltmekte ve Allah için yorgunluğun söz konusu olmadığını söylemektedir.
Andolsun Evren’i, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları altı devirde(yevm) yarattık, hiçbir yorgunluk da duymadık.
50-Kaf Suresi 38
melamilik (Melametilik)
18.08.2004 - 10:22Ekmek Teknesi' dizisinde de bu oluşum canlandırılıyormuş diyorlar.
dergah
18.08.2004 - 10:20İslam Alimlerinin büyükleri tarafından öğrencilerine, tasavvuf yani islam ahlakı ve diğer dini ilimlerin ve zamanın fen ilimlerinin okutulduğu yer..
dergah
18.08.2004 - 10:19'Kültürel islamcı' çizgiye yakın edebiyat dergisi. Uzun yıllardır çizgisini ve kalitesini bozmadan yayına devam etme başarısı göstermekte. İsmet Özel'in de sık sık şiirlerini yayınlattığı dergi, İslami kanattan pek çok yetenekli şairi de edebiyata kazandırdı.
peygamber
18.08.2004 - 10:02Kuran-ı kerim de adları bildirilen peygamberler:
Adem
İdris
Nuh
Hud
Salih
İbrahim
Lut
İsmail
İshak
Yakub
Yusuf
Eyyüb
Şuayb
Musa
Harun
Davud
Süleyman
İlyas
Elyesa
Yunus
Zülkifl
Zekeriyya
Yahya
İsa
Muhammed
Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn'in peygamberlikleri ise ihtilaflıdır.
tayy-ı zaman
18.08.2004 - 09:57Hz.Muhammed'in miraca çıkması kendisine bütün kainatın gosterilmesi sonrasında 'Döndüğünde yatağı hala sıcaktı' seklinde bahsedilir bazı kaynaklarda, Tayyı Mekan kavramı ile içiçedir
tayy-ı zaman
18.08.2004 - 09:56Tasavvufta bir kişinin yaşadığı zamanın dışına çıkarak daha önce yasanmış olayların yaşandığı yere gitmesidir.
molla gurani
18.08.2004 - 09:52Gercek adı Ahmed bin İsmail olan, kökeni Suriye'ye dayanan dönemin alimi. Molla Yegan'ın 2.Murat han'a tavsiyesi üzerine, merkeze çektirilir ve oglu Mehmet(Fatih) 'in egitimi görevi verilir. Fatih, sultan olduktan sonra kendisini vezir yapmak ister ama kabul etmez, bir ara Mısır'a gider ve orda kalmasi icin kendisine teklifte bulunulur ama Fatih Sultan Mehmet'le olan gönül bağını bahane ederek istanbul'a geri döner. Bursa'da uzun seneler kadılık yaptıktan sonra 1480'de Şeyhülislamlık makamına getirilir, 1488'de vefat eder.
Molla Gurani nin Fatih Sultan Mehmet i disipline sokmak için bir keresinde falakaya bile yatırdığı söylenir.
idris-i muhtefi
18.08.2004 - 09:4416. ve 17. yüzyıllarda Anadolu'da yaşamış olan evliyâdan.
Bayramiyye yolunun Melâmiyye koluna mensuptur. İsmi Ali'dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye bilinir. Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için İdris, kendi hallerini ve yakınlarını insanlardan gizlediği için Muhtefî lakaplarıyla anılmıştır. Aslen Rumeli'deki Tırhala'dandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı'nın Haliç Tersânesi'ne bakan kısmındadır.
Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi. Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerinden Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu. Terzilik mesleğiyle uğraştığı söylenince, terzilerin pîri olarak kabûl edilen İdris aleyhisselâma nisbetle ona İdris lakabını verdi. Ali Efendiyi hizmetine ve talebeliğe kabûl etti. Bir müddet Hüsâm Efendinin hizmetinde ve sohbetinde bulunan Ali Efendi, tasavvuf yolunda ilerledi. Daha sonra İstanbul'a gelen Ali Efendi, ticâretle meşgûl oldu. İlk zamanlar ticâret sebebiyle Belgrad, Filibe, Sofya, Edirne, Gelibolu gibi memleketlere gitti. Gittiği yerlerdeki âlim ve evliyâ zâtların sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda yükseldi. Defâlarca hac vazîfesini yapmak için Hicaz'a gitti. Oradan Yemen'e gitti. Son zamanlarında ticâreti bırakıp İstanbul Fâtih Çarşamba'da Mehmed Ağa Câmii yakınındaki evinde ikâmet etti. Ticâreti, emrinde bulunan kimseler yürüttüler. Çevresinde Hacı Ali Bey diye meşhûr olan bu zât, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Bir çok halleri ve kerâmetleri görüldüğü halde bunları insanlardan gizledi. Bu sebeple gizleyen mânâsına 'Muhtefî' lakabıyla anılmaya başlandı.
Sözleri, halleri ve yaşayışıyla İslâmiyetin emrettiği gibi olmasına rağmen onu çekemeyen bâzı kimseler aleyhinde dedikodu etmeye başladılar. Onu küfürle ve sapıklıkla ithâm edenler oldu. Hattâ hakkındaki ileri geri konuşmalar zamânın pâdişâhına kadar ulaştı. Pâdişâh, hakkında araştırma yapılıp, söylenilenler doğru ise cezâlandırılmasını emretti. Fakat halk arasında Hacı Ali Bey diye meşhûr olduğu için 'İdris-i Muhtefî' isminde kimseyi bulamıyorlardı. Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen tercüman Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; 'Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu? ' dedi.
Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; 'Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı? ' diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara 'Hayır' diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; 'O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir? İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris'tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır? ' deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; 'Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm.' dedi. Hacı Ali Bey; 'O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin.' dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.
İdris-i Muhtefî diye anılan Hacı Ali Bey birçok talebe yetiştirdi. Tanınmış âlimler ve edipler onun sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerlediler. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kasımpaşa'da Kulaksız Câmiinin karşısında Okmeydanı'nın Tersâneye bakan tarafında defnedildi. Arûz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı mecmuaları vardır. Yûnus Emre'nin Şathiyesi tarzında yazdığı hece vezniyle ve on beş dörtlük hâlinde yazdığı Şathiye'si meşhurdur.
hallac-ı mansur
18.08.2004 - 09:35ayrıca bakınız enel hak
enel hakk
18.08.2004 - 09:34Bu mantiğın temeli 'tüm kainat Allah tandır ve Allah her yerdedir. Ben de bu kainatin bir parçasıysam Allah benim de içimdedir, bende de Allahtan bir parça vardır. Bu durumda ben Allahın bir parçasıyım' fikridir. ancak buradaki anlam inceliğini anlayamayan söz konusu devrin yöneticileri bu dervişleri derhal idam ettirmişlerdir.
Bakınız: Hallacı Mansur
enel hakk
18.08.2004 - 09:31Arapça 'Ben Tanrıyim' anlamına gelen cümle.
berat kandili
18.08.2004 - 09:29Kuran'da olmayan, kutlanması emredilmeyen bir gece.Geleneksel..
derviş
18.08.2004 - 09:27farsça: Fakir
hugo chavez
18.08.2004 - 09:262 gün önce, yönetimde kalıp kalmaması için yapılan referandumda halkın yüzde 58'inin onayını alan sosyalist devlet başkanı.
Toplam 1733 mesaj bulundu