Çanakkale’de 534 Uşak’lının Şehidin olduğu belirlendi
Türk tarihinin altın sayfalarından biri olan Çanakkale savaşında 534 Uşak’lının şehit olduğu tespiti bildirildi. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Köstüklü yaptığı araştırmada Uşak merkez ilçeden 118, Eşme’den 224, Banaz’dan 27, Karahallı’dan 14, Sivaslı’dan 1 şehit verildiğinin tespitinin yapıldığı kaydetti.
Çanakkale’de şehit olan Uşaklılarla üzerine yaptığı inceleme neticesinde Uşaklıların önemli bir mevkide olduğunu gösterdiğini ifade eden Köstüklü “Uşaklı şehitlerin isimlerine baktığımızda en fazla Mehmet isminin olduğunu görüyoruz(68 kişi) . Mehmet’ten sonra Ali(49) , Mustafa (47) , Ahmet (35) isimleri daha yoğun bir şekilde görülmektedir.” Dedi.
İsimler Türk kültür ve topluluğunun tercihlerini yansıttığının altını çizen Köstüklü bu isimlere bakarak Tazimatla başlayan batılaşma sürecinin bir etkisi olarak sivilizasyon tesirlerinin Uşakta fazla görülmediğini rahatlıkla söyleyebileceğini kaydetti.
Uşaklı şehitlerin baba adıyla aynı adı taşımasının dikkatini çektiğini vurgulayan Köstüklü “Türk toplumunda babası sağ iken çocuğa aynı ismi adeti koyma adeti yok denecek kadar azdır. Genellikle çocuk doğmadan babası ölmüş ise babasının hürmetine aynı ad çocuğa verilir. Buradan anlaşılıyor ki Çanakkale’de şehit olanların babalarının da daha önce ki Osmanlı Rus savaşı, Trablusgarb ve balkan savaşlarında şehit olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bu şehitlerimize ‘şehit oğlu şehit’ ifadesini kullanabilir” dedi.
Uşaklı şehitlerin yaş durumuna bakıldığında 17 yaşından 46 yaşına kadar hemen hemen her yaşta şahadet mertebesine ulaşıldığını rastlandığını kaydeden Köstüklü bunların yazılı kaynaklar olduğunu, gönüllülerin ve kayda geçmeyenleri düşünülecek olunursa bu yaş sınırının altında ve üstünde örneklere rastlamanın mümkün olduğunu vurguladı.
Bir Amerikan Mandacısı:
Halide Edip Adıvar
[Bu görüşü savunanlar, ABD Başkanı Wilson'un ünlü 14 ilkesinden 12.'sinin Türklerin çoğunlukta bulunduğu topraklarda bağımsız bir Türk devletinin kurulmasına uygun olduğunu savunarak 'Türk-Wilson Cemiyeti' kurdular. Bu dernek, 5 Aralık 1918 tarihinde, Halide Edip Adıvar, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Emin Yalman gibi kişilerin imzalarıyla ABD Başkanı Wilson'a Amerikan mandası istemiyle başvurdu. Mektupta, azınlıkların haklarının güvence altında olacağı, önemli bakanlıklara birer Amerikalı Baş Müsteşar atanacağı, yine Amerikalı Baş Müsteşar Başkanlığı'nda toplanacak bu Müsteşarlar Kurulu'nun ülkeyi geliştirecek reformları saptayıp, uygulamaya koyacağı, reformların yürütülmesi hakkında milletçe güvence verileceği, polis ve jandarmanın bir Amerikalı genel müfettişe bağlanacağı belirtiliyordu.]
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne
Saygıdeğer Efendim,
Memleketin siyasî durumu en son kertesine geldi. Kendimize bir yön çizebilmek için, Türk milletinin zarını atıp olumlu bir durum alma zamanı ise geçmek üzere bulunuyor.
Dış durum İstanbul'da şöyle görünüyor:
Fransa, İtalya, İngiltere, Türkiye'nin mandaterlik meselesini Amerikan Senatosu'na resmen teklif etmiş olmakla birlikte, Senato'nun bu teklifi kabul etmemesi için bütün güçlerini kullanıyorlar. Taksimden pay kaçırmak elbette işlerine gelmiyor.
Suriye'de aradığını bulamayan Fransa, zararını Türkiye'den kapatmak istiyor. İtalya namuslu bir emperyalist olduğundan, savaşa ancak Anadolu'nun bölüşülmesinde pay almak için girdiğini açıktan açığa söylüyor. İngiltere'nin oyunu biraz daha incedir.
İngiltere, Türk'ün birliğini, çağdaşlaşmasını, gerçek bir bağımsızlık kazanmasını, gelecekte bile istemiyor. Yeni imkân ve görüşlerle; tamamen çağdaş ve kuvvetli bir Müslüman-Türk hükümeti başında hilâfet de olursa, İngiltere'nin elindeki müslüman esirleri için kötü bir örnek olur. İngiltere Türkiye'yi bütünü ile ele geçirebilse, kafasını kolunu koparır, birkaç yılda sadık bir sömürge durumuna sokar. Buna, memleketimizde en başta ve özellikle dinî sınıflar çoktan taraftardırlar. Fakat bunu Fransa ile dövüşmeden yapabilmek mümkün olamayacağından taraftar olamaz. Fakat, Türkiye'yi bütün olarak korumak gereği duyulursa, yani bölüşmenin büyük askerî fedakârlıklarla yapılabileceğini anlarsa Lâtinleri sokmamak için Amerikan görüşünü tutar ve destekler. Nitekim İngiliz siyasetçileri arasında zaten bu görüşe eğilimli olanlar vardır. Morisson (Morison) gibi ünlü kimseler Amerika'nın Türkiye'de manda kurmasını istiyorlar.
Başka bir çözüm yolu da, Türkiye'yi Trakya'dan, İzmir'den, Adana'dan, belki de Trabzon'dan ve hele İstanbul'dan yoksun bıraktıktan sonra, eski Kapitülasyonları ve boğulmaya mahkûm iç sınırlarıyla başbaşa bırakmak.
Biz İstanbul'da, kendimiz için, bütün eski ve yeni Türkiye sınırlarını içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz. Dayandığımız noktalar şunlardır:
1- Aramızda, hangi şartlar altında olursa olsun, Hıristiyan azınlıklar kalacaktır. Bunlar hem Osmanlı vatandaşı olma haklarından yararlanacaklar hem de dışarıda bir Avrupa devletine dayanarak karışıklık çıkaracaklar, sürekli olarak müdahaleye yol açacaklar ve zaten göstermelikten ibaret olan bağımsızlığımızdan azınlıklar adına her yıl bir parça daha kaybedeceğiz.
Güçlü bir hükümet ve çağdaş bir idare kurulabilmesi için, patrikhanenin siyasî imtiyazla, azınlıkların kuvvetli devletler vasıtasıyla yaptıkları sürekli tehditler ortadan kalkmalıdır. Küçük ve zayıf bir Türkiye bunu başaramayacaktır.
2 - Biribirini yok eden, çıkar sağlama, hırsızlık, macera ve şöhret için yaşayanların hırsını doyuran bu hükümet anlayışı yerine, milletin refah ve kalkınmasını sağlayabilecek, halkı ve köyleri, sağlığı ve zihniyeti ile çağdaş bir halk durumuna getirebilecek bir hükümet anlayış ve uygulamasına ihtiyacımız var. Bunun için gerekli olan paraya uzmanlığa ve kudrete sahip değiliz. Siyasî dış borçlar, siyasî esareti artırıyor. Taraf tutma, cahillik ve çok konuşmaktan başka olumlu bir sonuç veren yeni bir hayat yaratamıyoruz.
Bugünkü hükümet, adamlarını takdir etmese bile, halkı ve halk hükümeti kurulmasını yararlı gören Filipin gibi vahşî bir memleketi, bugün kendi kendini idareye muktedir çağdaş bir makine haline koyan Amerika, bu konuda çok işimize geliyor. On beş yirmi yıl sıkıntı çektikten sonra yeni bir Türkiye'yi, her ferdi öğrenimi ve zihniyetiyle gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye'yi, ancak yeni dünyanın kabiliyeti yaratabilir.
3 - Yabancı devletlerin Türkiye üzerindeki rekabetlerini ve kuvvetlerini memleketimizden uzaklaştırabilecek bir yardımcıya ihtiyacımız var. Bunu ancak Avrupa dışında ve Avrupa'dan daha güçlü bir elde bulabiliriz.
4 - Bugünkü oldu bittileri ortadan kaldırmak ve davamızı sür'atle dünyaya karşı savunabilmek için, gerekli güce sahip bir devletin yardımını istemek lâzımdır. Yayılma siyaseti güden Avrupa'nın başvurduğu binbir yol ve alçakça siyasetine karşı böyle bir vekil olarak Amerika'yı kendimize kazanarak ortaya atabilirsek, Doğu Meselesi'ni de Türk Meselesi'ni de gelecek için kendimiz çözümlemiş olacağız.
Bu sebeplerden dolayı, bir an önce istememiz gereken Amerikan mandası da, elbette sakıncasız değildir. Haysiyetimizden epeyce fedakârlık etmek mecburiyetinde bulunuyoruz. Yalnız, bazılarının düşündüğü gibi, Amerika'nın resmî sıfatında dinî eğilim ve taraf tutma yoktur. Hıristiyanlara para verecek misyoner kadın Amerika'sı, Amerika'nın yönetim mekanizmasında bir yer tutmaz. Amerika'nın yönetim mekanizması dinsiz ve milliyetsizdir. O, türlü cins ve mezhepten insanları çok uyumlu ve kaynaşmış olarak bir arada tutmanın yolunu biliyor.
Amerika, Doğu'da mandaterlik yapmak Avrupa'da başına dert açmak niyetinde değildir. Fakat onların onur meselesi yaptıkları şey, yöntemleri ve idealleri ile Avrupa'dan daha üstün bir millet olmak iddiasıdır. Bir millet içtenlikle Amerikan milletine başvurursa, Avrupa'ya, girdikleri memleket ve milletin yararına nasıl bir idare kurduklarını göstermek isterler.
Amerikan resmî mahfillerinin önemli şahsiyetleri arasında epey lehimize bir hava oluştu. İstanbul'a Ermeni dostu olarak gelen birçok hatırı sayılı Amerikalı, Türk dostu ve Türk propagandacısı olarak döndüler.
Bu akımı temsil eden resmî ve gayrî resmî Amerikan görüşünün altında yatan gizli düşünce şudur: Türkiye'yi parçalamamak, eski sınırları içinde bir bütün halinde olduğu gibi korumak şartıyla genel ve tek bir mandaya bağlamak. Suriye, Amerikan Komisyonu orada iken, genel bir kongre toplayarak Amerika'yı istemiştir. Suriye'nin bu isteği Amerika'da çok iyi karşılanmıştır.
Amerika, bizim topraklarımız üzerinde Ermenistan kurmaya niyetli görünmüyor. Eğer mandayı alırlarsa, bütün milletleri eşit şartlar altında bir memleket evlâdı olarak kabul edip alacaklarını önemli çevrelerden haber aldım.
Ne var ki, Avrupa, mutlaka bir Ermenistan meselesi ortaya çıkarmak -özellikle İngiltere- Ermenilere tavizler vermek istiyor. Amerikan kamuoyunda zulüm görmüş Ermeniler adına bir oyun oynamaya çalışıyor. Avrupa korkusu bizim fikir adamlarını düşündürüyor. Reşat Hikmet Bey gibi, Câmi Bey gibi, hattâ millî birliğe şekil veren diplomatlarımızın, Ermeni meselesi için bir çözüm yolu tavsiyeleri var. Resmen size yazılıyor.
Çok tehlikeli anlar geçiriyoruz. Anadolu'daki mücadeleyi dikkat ve sevgiyle izleyen bir Amerika var. Hükümet ve İngilizler, bunun Hıristiyanları öldürmek, İttihatçılar getirmek için yapılan bir hareket olduğu düşüncesini Amerika'ya elbirliği ile benimsetmeye çalışıyorlar.
Her an bu Millî Mücadele'yi durdurmak için kuvvet gönderilmesi tasarlanıyor; bunun için İngilizleri kandırmaya çalışıyorlar. Millî Mücadele sür'atle ve olumlu isteklerle kendini ortaya koyarsa ve Hıristiyan düşmanlığı gibi bir rengi de olmazsa Amerika'da hemen destek bulacağını yine çok önemli çevreler garanti ediyorlar.
Sivas Kongresi toplanıncaya kadar, Amerikan komisyonunu alıkoymaya çalışıyoruz. Hattâ, kongreye Amerikalı bir gazeteci göndermeyi de belki başarabileceğiz.
İşte bütün bunlar karşısında, dâvâmızda bize yardımcı olabilmesi için, bu fırsat dakikalarını kaybetmeden, bölüşülme ve çözülme korkusu karşısında, kendimizi Amerika'ya başvurmaya mecbur görüyoruz Vasıf Bey kardeşimizle bu hususta birleştiğimiz noktaları kendisi de ayrıca yazacaktır.
Türkiye'yi azim ve irade sahibi geniş görüşlü bir iki kişi belki kurtarabilir. Macera ve boğuşma devri artık geçmiştir. Gelecek için kalkınma ve birlik savaşı açmaya mecburuz. Sınırlarında bu kadar çok evladı ölen zavallı memleketimizin düşünce ve medeniyet savaşında kaç tane şehidi var. Biz Türkiye'nin hayırlı evlâtlarından, yarının kurucuları olmalarını istiyoruz. Sizin, Rauf Bey kardeşimizle birlikte, temelleri bile çöken zavallı memleketimiz için uzakları görerek düşünüp çalışmanızı bekliyoruz.
Saygılarımı gönderir, başarınıza dua ederim. Millî dâvâda canıyla başıyla çalışanlar arasında, sade bir Türk askerinin alçak gönüllülüğü ile, sizinle birlikte olduğumu ifade ederim.
Mevlana “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.” der (Mesnevi V,3853) . Her şeyden evvel aşkın var olduğunu, yaratılışın aşk ile gerçekleştiğini, dünyanın aşk esası üzerine kurulu bir düzen içinde döndüğünü açıklıyor bu beyit. Ve içinde iki eyleme vurgu yapıyor; yaratılış ve dönüş.
Sufilerin çok önemsediği ve üzerinde durduğu bir kudsî hadis vardır. Bu hadise göre Allah bizimle “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi istedim, kainatı yarattım” diye konuşur. Buradaki sevilme arzusu iradî olup yine sufilerin yorumuna göre “Kün (Ol) ! ” emrinin zuhuruna sebeptir. Bilindiği gibi Allah bir şeyin olmasını dilediği vakit ona yalnızca “Ol! ” der ve o şey derhal olur. (Nahl,40; Yasin,82) Buradaki oluş, “vuku bulma, yaratılma, gerçekleşme, değişme vs.” mutlak iradeye ait bütün fiilleri kuşatmaktadır ve “Ol! ” emrini duyar duymaz kendi iradesiyle açığa çıkar. Her varlık veya hadise oluşun cevherini içinde taşıdığı için birisinin onu düzenlemesine ayrıca ihtiyaç bulunmaz. “Kün! ” emrini duyması, zaten o emre koşarak uymasını gerektirmektedir. O halde müessirin (etkileyen) mukabilinde bir müteessir (etkilenen) olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz ve tekvin (yaratılış) aslında bir etkileyen, bir etkilenen ve bir de etkiden ibaret kalır. Bu da aşkın özünü oluşturan seven, sevilen ve sevgi üçgeninin görüntüsüdür. Burada önemli olan, müessirin müteessiri kendi seçmiş olmasıdır. Yani aşk işinde önce Mâşuk, sonra âşık belli olur. Mâşuk olmazsa âşık nasıl olup da aşkı öğrenebilsin? Mum ışığı yoksa pervane nasıl olup da yanabilsin? Sevgilinin yanağındaki ışığı görmeyen bir âşık sevgiyi nasıl keşfedebilsin? O hâlde, yaratılışın özündeki “Kün” emri de öncelikle Mâşuk’tan (Cemâl–i Mutlak) zuhur ettiğine ve hitap da “Kün Muhammedâ (Muhammed ol!) ” şeklinde kelama döküldüğüne göre insanın sevgi işinde neyi gözetmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Sevilmeyi İsteyen, daha dünyaya “Ol! ” demeden, oluş eylemi henüz maddeye bürünmeden çok çok evvel, ta ezel gününde, bu sevgiyi bizim ruhlarımıza “Elestü bi–Rabbikum (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? ” diyerek teklif ve ilka etti ve Cemal’ini buna karşılık gösterdi. Dünya hayatı, işte o aşkın sınanma meydanıdır, ve ruhlarımız o gün “Kalû belâ (Evet, dediler) ” Şimdi burda başımıza ne geliyorsa, hayatımızda neler oluyorsa, vaktiyle “Bela! ” dediğimizdendir. Bela ki, özü aşktan olunca, yaratılış da aşktan öte bir şeyi ifade etmez. Nitekim insan her şeyden yoksun olabilir; ama sevgiden ve aşktan yoksun olursa bu onun gerçek felaketidir.
Mevlana’nın beytinde vurguladığı ikinci eylem dönüş idi. Dönüş ki aşkın esasıdır; bir cezbedir, cezbeye kapılarak dönüştür. Belli bir merkez etrafında dönüş ve o daireden dışarı çıkamayış... Pergelin sabit ayağı etrafında diğer ayağın çizginip durması gibi hani. Mumun çevresinde pervanelerin, uzay sonsuzluğunda galaksilerin, güneş sisteminde gezegenlerin, kalb (süveyda) merkezinde kanın, çekirdek etrafında atomun dönüşleri, durmadan dönüşleri gibi... Kainatta neye baksanız bir dönüşün cezbesi içinde hep bir merkeze doğru yol almaktadır. Hep aynı noktaya tekrar tekrar yönelme ve hep aynı yere tekrar tekrar ulaşma talebi. İnsanoğlunun, hevalarının ve heveslerinin (masiva ve dünya ilgilerinin) çevresinde dönüp durması da, kendini bu hevadan başka bir makama yönlendirmesi de hep o cezbenin dönüşü; hep o aşkın meşkidir. Âşıka gelince; sevgilinin çevresinde dönmekten gayrı elinden ne gelir ki onun? Sevgilinin bulunduğu yerde dönüp durmaktan başka ne yapabilir? Düşüncesi onun merkez olduğu hayallerde, ayakları onun bulunduğu mahallerde, rüyaları onun renginde, senaryoları onun yönetmenliğinde... Karar ta ezel gününde verilmiş bir kere...
Komünist Türk şairi Nazım Hikmet Ran'ın (1902/1963) , hayatı boyunca komünist ideoloji peşinde koşturarak zikzaklar içinde geçen bir ömür sürmüştür...
Ömrünün son yıllarına doğru, arkadaşı Mustafa Mehmed'e, arayış içinde ve pişmanlık dolu olduğunu ifade ettiğini...Mustafa Mehmedin onunla Romanyadaki beraberlikleri ile alakalı olarak:
1960'lardan önceydi. Nazım Hikmet Romanya'nın davetlisi olarak Bükreş e gelmişti. İsteği üzerine Bilimler Akademisinden beni buldular. Nazım Hikmet'in kaldığı otele gittim. Açık olan radyosundan Türkiye'yi dinliyordu. Sohbet sırasında saatine bakarak bana Bu gece Kadir Gecesi' dedi ve benden kendisini Türklerin bir araya geldikleri camiye götürmemi istedi. Ben o gecenin Kadir Gecesi olduğunun bile farkında değildim. Bir an tereddüt ettim ama Nazım'ın ricası Romanya'da bir emirdi. Rus eşi Vera, ben ve Nazım taksiyle caminin bulunduğu semte yöneldik. Arabayı rica ve minnetle caminin bulunduğu parka sokabildik.
Biz camiye girdiğimizde Türkler mevlid okuyorlardı. Nazım mevlidi dinlerken coştu ve cemaate hitaben bir konuşma yaptı.
Konuşmasında: Ben komünistim ama sizin burada bir araya gelmeniz beni çok duygulandırdı' dedi. O sıralarda kalp yetmezliğinden muzdarip olduğundan ben heyecanlanmasından dolayı bayağı endişelendim. Gerçekten de endişelerim yerindeydi. Konuşmasından sonra kendisini kriz yokladı. Eşi Vera ile ben Nazım'ı dışarıdaki banklardan birinin üzerine yatırdık. Vera yanında bulundurduğu ilaçlardan verdi ve daha sonra koluna girerek güç bela taksiye bindirdik
Ben Nazımın Romanya'da camiye gittiğini şimdiye kadar saklı tuttum. İşte ilk kez anlatıyorum...' diyerek Nazım'ın pişmanlık dolu hikayesini gözler önüne sermiştir...
Vatan hainlerinin değerli olduğu popüler olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çok garip hallere düştük... Çile çeken gerçek şairlerimiz unutuluyor vatan hainlerinin propagandası yapılıyor burada... Nazım hikmet kominist olmasaydı acaba şiirleri kaç para ederdi merak ediyorum...
Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.
Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.
Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.
Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.
İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.
İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.
Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...
İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...
Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...
İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.
Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...
Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.
Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...
Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.
Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...
Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.
(Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...
Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.
Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.
Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”
Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”
Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...
Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”
Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.
Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.
Yaşar Nuri Öztürk sözüm ona entel liboşlara hoş görünmek isteyen zekası aklından fazla olan biri. Kendini bir şey yaptığını sanıyor ama aklı başında olan kimse onu dikkate almıyor. Din cahillerinin akıl hocası...
O kadar da değil canım. Tamam Necip Fazılı Çok severim ama sadece o dediğin zaman. Şairlerimizin sayısını indirmiş olmuyormusunuz. Osmanlı patişahlarının neredeysehemen hemen hepsi bir şairdi. Bir Kanuni'nin Divanı Muhibbisini okuyun bir de ecevit'in sözüm ona şiir saçmalıklarını... Sadece ikisi arasındaki şiir farkı bile yönetimdeki kapasiteleri bile belirliyor. Bu çercevede. Necip fazıl güzel iyi bir şair başka başka güzellerde var...
Necip Fazılı anlayabilmek için kitaplarını okumak gerekir. Haricten gazel okumakla bir kişi övülemez veya eleştirilemez. Necip Fazılı eleştiren kişilerin hangi kitabını okuduğunu çok merak ediyorum. O Türk dilinin en büyük üsdatlarından biridir...
BEDİÜZZAMAN son yüzyılda yetişen en büyük islam alimlerinden biridir. Bir çok gerçek alim gibi çok çile çekmiştir. Bazıları rahat koltuklarda din adına fetva verirken o din adına nasıl çalışılacağını yaşayarak göstermiştir. Allah rahmet eylesin...
Vezin ve kafiyeyi atalım mı?
İSKENDER PALA
Divan şiirinin her çevrede yeniden gündeme gelmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz.
Klasik şairlerin şiirlerini yeniden serbest şiire dönüştürüp söyleme çabaları, çeviri çalışmalarının secili bir üslupla yapılma gayretleri, antolojilerin eskisinden daha güzel hazırlanıp basılmaya başlanması, en azından Divan şiiri kitaplarının eskisinden birkaç misli daha fazla muhatap bulması sevindiricidir. Bunun bir nedeni geleneği arama ve yitik hazineyi bulma gayreti, bir başka nedeni sosyal alanlara yönelmenin gittikçe daha fazla prim yapması ve son nedeni de bu çağa ait söyleyecek sözlerimizin azalmış olmasıdır. Biz bu son neden üzerinde durmak istiyoruz.
Günümüzde maalesef söyleyecek sözleri besleyen kültür ortamı zayıflamış, birikimler gelgeç söylemlere kilitlenmiş, kuşatıcı bilgi ile şiir, yollarını ayırmıştır. Divan şairi için durum bunun tam tersidir. O, rafine bir kültür ve işlenmiş bir dili önemsemiş, söylediklerini bu zenginlik ile kalıcı yapabilmiş ve işte bu yüzden çağımızda yeniden okuyucuya gülümsemeye başlamıştır. Öyle görünüyor ki günümüz Türk şiirinin biçimsellik arayışını henüz tamamlayamamış olması da Divan şiirinin yeniden gündeme gelmesinde önemli bir etkendir. Vezin (ölçü) ve kafiyeden (uyak) uzaklaşan Türk şiiri, biçim olarak gelebileceği yeri hâlâ sorgulamakta ve zaman zaman kaçamaklar yapıp eski tavır üzre ölçülü, uyaklı koçaklama yahut gazeller söyleyebilmektedir. Belki de şairler bunca light şiir içinde vezinli ve kafiyeli şiir söylemeyi, hiç de farkında olmadan taş fırın misaline benzetmekte ve o eski lezzetleri özlemektedirler.
Günümüz Türk şairleri, kendilerini yeni (modern) şiir içinde formatladıkları, yahut öyle bir ortama mahkum oldukları için gelenek şiirini dışlama yoluna gitmekte ve belki de vezin ve kafiyenin dışına çıkmakla kendilerine ayak bağı olabilecek unsurlardan kurtulduklarını sanmaktadırlar. Nitekim vezin ve kafiyenin şiir söyleme konusundaki özgürlükleri kısıtladığını öne süren şairler bile vardır. Onlar, kafiye bağından kurtulan yahut veznin dışına çıkan şairin kendini daha iyi ifade edebileceğini düşünürler. Oysa bana göre her söz kafiyeli söylenebilir, vezin ile ahenkli hale getirilebilir, yeni sözler de, sözlerin en yenisi de kafiye kalıbına sığdırılabilir. Mevlana “Artık yeni şeyler söylemek zamanıdır cancağızım” derken şüphesiz şekli ve kafiyeyi gözardı eden kalıbın (dış yapının) değil, sözü ve mânâyı öne çıkaran ruhun (iç yapının) yeniliğini kastetmekteydi. Bugüne kadar Türk şiirinde Yunus’tan yahut Fuzuli’den daha yeni bir söz söyleyen şairi doğrusu ben görmedim. Bugünün vezinsiz ve kafiyesiz söylenmiş ‘light’ şiiri içinde pek çok söz vardır ki beş yüz yıl önce, yedi yüz yıl önce daha güzelleri vezin ve kafiye ile söylenmiştir. Gökkubbenin altında söylenmedik söz yoktur elbette; ve elbette sonra gelen önce gideni aşmalıdır. O halde bir şiirde yeniliğin ölçüsü tarzın değil, mesajın yeniliği olmalıdır. Madem söylenmedik söz yoktur, o halde bin yıl önceki mesajı bu çağa göre, yeniden söylemektir önemli olan. Eskiler bunu kafiye ve vezin ile başarabilmiş ve sözlerini bu sayede günümüze kadar ulaştırabilmişlerdir.
Bir şair çıkmalı, eskilerin mânâ renklerinden, sevgi desenlerinden, ruh kokularından süzdüğü dizeleri kendi yorumuyla pekiştirip bugünün sözcükleriyle ve çağın düşüncesine uygun olarak özenle dillendirmelidir. Bu şiir, elbette yeni bir şiir olacaktır ve bu şiir serbest olsa da gam değil; ama kafiyeli ve vezinli olursa gelecek zamanlara da hitap edecektir, emin olunuz. Çünki gökkubbe, ahenkli ve kafiyeli (musıkî gibi) sözlere, vezinsiz ve kafiyesiz sözlerden daha munis davranıyor.
Tarıhın dıpnotlari
Bir gönülde iki sevgili
Bir derviş, Basra şehrine giderken susadı. Bir kapıdan bir içim su istedi. O evden bir kız bir bardak su çıkardı. Derviş suyu içerken gözü, kızın cemaline erdi. Gönül kuşu kızın zülfü tuzağına giriftar oldu. Adımını atmağa dermanı kalmadı. Kapıda düştü. Ev ıssı (sahibi) geldi. Gördü ki aşk leşkeri (ordusu) dervişin gönlünü yağmalamış, gözünden yaş revan oldu. Sordu:
–Derviş ne oldun, sana ne geldi? Derviş eydür (söyler) ,
–Ya hoca (Ey efendi) ! Hiç bilmezem ne oldum. Evet o kadar bilirim ki bir kişi işbu evden bir içim su verdi. İçtim. Gönlüm ki “Hû! ” hazinesidir; yağmalandım. Uş (şimdi) banda kaldım (şaşırdım) . Ya hoca! Ben bu pazara razı değilem. İçtiğim suyu ödeyeyim, gönlümü geri versin, gideyim. Hoca evine girdi, sordu.
– Dervişe suyu kim verdi?
Kızı eyitti (söyledi) ,
–Ben verdim.
Hoca sevindi, geri çıktı, eyitti:
–Derviş! Gönlünü hoş tut ki maksadın olacaktır.
Hoca buyurdu, dervişi hamama ilettiler. Dervişin hırkasını çıkardılar, fahir donlar (gösterişli elbiseler) giydirdiler. Kıza nikah ettiler. Dervişi kız ile halvet kıldılar. Çün derviş elini uzattı kızın döşeğine, geri hemen naralandı, düştü. Kıza eyitti:
– Hani benim o eskicek hırkam, sancağım ve asam; bana verin, ben giderim.
Kız sordu:
– Ne oldun?
Derviş eydür:
– Çün senden yana el uzattım, Tanrıdan ün (ses) geldi kulağıma ki; “Ey yalancı derviş! Gözün görmez mi ki Benden geriye bir kez nazar kıldın, teninden salihler donun (giysisini) çıkardım. Bir dahi nazar kılar isen, gönlünden iman hil’atin çıkarırım. Eğer beni diler isen cihandan elini çek. Bu meseldir (atasözüdür ki) ‘İki nesne sevgisi bir gönülde sığmaz’! ..”
(Mustafa Ankaravi’den; XIV. yy.)
Berceste
Eski eş’ârda dûrbîn ile ma’nâ görülür
Yeni eş’ârda ma’nâ diye külfet yoktur
Şair Eşref
Eski şiirde mânâ ancak dürbün ile görülebilecek derecede derinlere gizlenmiş olurdu. Yeni şiirde ise mana diye bir külfet hiç yok! ..
serbest kürsü
07.01.2021 - 15:53Yıllardır bu siteye uğramıyordum.Bir bakayım dedim. Eski mesajlarımı arkadaşlarımı silmişler. Üzüldüm...
5n1k
26.12.2004 - 14:12Habercilikte meşhur kuraldır...
aşk
14.12.2004 - 21:45Rüzgar ateş için neyse, ayrılık da Aşk için odur; Küçük bir aşkı söndürür, büyük bir aşkı daha da güçlendirir.
MEVLANA
aşık olmak
24.11.2004 - 16:50Aşık olmak veya olmamak insanın bazen kendi elinde olmuyor...
bekar yaşamak
24.11.2004 - 16:47Bazen güzelde bazende zor oluyor ya :))
fethullah gülen
10.11.2004 - 18:34İdealist birisi...
kabak tatlısı
09.11.2004 - 22:25PEYGAMBER EFENDİMİZ
'Kabağı çok severdi.'
G.Ahmed Ziyaüddin, Ramuz El Hadis, 2. cilt, Gonca Yayınevi, İstanbul, 1997, 552/7
çanakkale şehitleri
27.02.2004 - 17:48Çanakkale’de 534 Uşak’lının Şehidin olduğu belirlendi
Türk tarihinin altın sayfalarından biri olan Çanakkale savaşında 534 Uşak’lının şehit olduğu tespiti bildirildi. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nuri Köstüklü yaptığı araştırmada Uşak merkez ilçeden 118, Eşme’den 224, Banaz’dan 27, Karahallı’dan 14, Sivaslı’dan 1 şehit verildiğinin tespitinin yapıldığı kaydetti.
Çanakkale’de şehit olan Uşaklılarla üzerine yaptığı inceleme neticesinde Uşaklıların önemli bir mevkide olduğunu gösterdiğini ifade eden Köstüklü “Uşaklı şehitlerin isimlerine baktığımızda en fazla Mehmet isminin olduğunu görüyoruz(68 kişi) . Mehmet’ten sonra Ali(49) , Mustafa (47) , Ahmet (35) isimleri daha yoğun bir şekilde görülmektedir.” Dedi.
İsimler Türk kültür ve topluluğunun tercihlerini yansıttığının altını çizen Köstüklü bu isimlere bakarak Tazimatla başlayan batılaşma sürecinin bir etkisi olarak sivilizasyon tesirlerinin Uşakta fazla görülmediğini rahatlıkla söyleyebileceğini kaydetti.
Uşaklı şehitlerin baba adıyla aynı adı taşımasının dikkatini çektiğini vurgulayan Köstüklü “Türk toplumunda babası sağ iken çocuğa aynı ismi adeti koyma adeti yok denecek kadar azdır. Genellikle çocuk doğmadan babası ölmüş ise babasının hürmetine aynı ad çocuğa verilir. Buradan anlaşılıyor ki Çanakkale’de şehit olanların babalarının da daha önce ki Osmanlı Rus savaşı, Trablusgarb ve balkan savaşlarında şehit olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle bu şehitlerimize ‘şehit oğlu şehit’ ifadesini kullanabilir” dedi.
Uşaklı şehitlerin yaş durumuna bakıldığında 17 yaşından 46 yaşına kadar hemen hemen her yaşta şahadet mertebesine ulaşıldığını rastlandığını kaydeden Köstüklü bunların yazılı kaynaklar olduğunu, gönüllülerin ve kayda geçmeyenleri düşünülecek olunursa bu yaş sınırının altında ve üstünde örneklere rastlamanın mümkün olduğunu vurguladı.
halide edip adıvar
01.12.2003 - 23:16Bir Amerikan Mandacısı:
Halide Edip Adıvar
[Bu görüşü savunanlar, ABD Başkanı Wilson'un ünlü 14 ilkesinden 12.'sinin Türklerin çoğunlukta bulunduğu topraklarda bağımsız bir Türk devletinin kurulmasına uygun olduğunu savunarak 'Türk-Wilson Cemiyeti' kurdular. Bu dernek, 5 Aralık 1918 tarihinde, Halide Edip Adıvar, Yunus Nadi Abalıoğlu, Ahmet Emin Yalman gibi kişilerin imzalarıyla ABD Başkanı Wilson'a Amerikan mandası istemiyle başvurdu. Mektupta, azınlıkların haklarının güvence altında olacağı, önemli bakanlıklara birer Amerikalı Baş Müsteşar atanacağı, yine Amerikalı Baş Müsteşar Başkanlığı'nda toplanacak bu Müsteşarlar Kurulu'nun ülkeyi geliştirecek reformları saptayıp, uygulamaya koyacağı, reformların yürütülmesi hakkında milletçe güvence verileceği, polis ve jandarmanın bir Amerikalı genel müfettişe bağlanacağı belirtiliyordu.]
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ne
Saygıdeğer Efendim,
Memleketin siyasî durumu en son kertesine geldi. Kendimize bir yön çizebilmek için, Türk milletinin zarını atıp olumlu bir durum alma zamanı ise geçmek üzere bulunuyor.
Dış durum İstanbul'da şöyle görünüyor:
Fransa, İtalya, İngiltere, Türkiye'nin mandaterlik meselesini Amerikan Senatosu'na resmen teklif etmiş olmakla birlikte, Senato'nun bu teklifi kabul etmemesi için bütün güçlerini kullanıyorlar. Taksimden pay kaçırmak elbette işlerine gelmiyor.
Suriye'de aradığını bulamayan Fransa, zararını Türkiye'den kapatmak istiyor. İtalya namuslu bir emperyalist olduğundan, savaşa ancak Anadolu'nun bölüşülmesinde pay almak için girdiğini açıktan açığa söylüyor. İngiltere'nin oyunu biraz daha incedir.
İngiltere, Türk'ün birliğini, çağdaşlaşmasını, gerçek bir bağımsızlık kazanmasını, gelecekte bile istemiyor. Yeni imkân ve görüşlerle; tamamen çağdaş ve kuvvetli bir Müslüman-Türk hükümeti başında hilâfet de olursa, İngiltere'nin elindeki müslüman esirleri için kötü bir örnek olur. İngiltere Türkiye'yi bütünü ile ele geçirebilse, kafasını kolunu koparır, birkaç yılda sadık bir sömürge durumuna sokar. Buna, memleketimizde en başta ve özellikle dinî sınıflar çoktan taraftardırlar. Fakat bunu Fransa ile dövüşmeden yapabilmek mümkün olamayacağından taraftar olamaz. Fakat, Türkiye'yi bütün olarak korumak gereği duyulursa, yani bölüşmenin büyük askerî fedakârlıklarla yapılabileceğini anlarsa Lâtinleri sokmamak için Amerikan görüşünü tutar ve destekler. Nitekim İngiliz siyasetçileri arasında zaten bu görüşe eğilimli olanlar vardır. Morisson (Morison) gibi ünlü kimseler Amerika'nın Türkiye'de manda kurmasını istiyorlar.
Başka bir çözüm yolu da, Türkiye'yi Trakya'dan, İzmir'den, Adana'dan, belki de Trabzon'dan ve hele İstanbul'dan yoksun bıraktıktan sonra, eski Kapitülasyonları ve boğulmaya mahkûm iç sınırlarıyla başbaşa bırakmak.
Biz İstanbul'da, kendimiz için, bütün eski ve yeni Türkiye sınırlarını içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz. Dayandığımız noktalar şunlardır:
1- Aramızda, hangi şartlar altında olursa olsun, Hıristiyan azınlıklar kalacaktır. Bunlar hem Osmanlı vatandaşı olma haklarından yararlanacaklar hem de dışarıda bir Avrupa devletine dayanarak karışıklık çıkaracaklar, sürekli olarak müdahaleye yol açacaklar ve zaten göstermelikten ibaret olan bağımsızlığımızdan azınlıklar adına her yıl bir parça daha kaybedeceğiz.
Güçlü bir hükümet ve çağdaş bir idare kurulabilmesi için, patrikhanenin siyasî imtiyazla, azınlıkların kuvvetli devletler vasıtasıyla yaptıkları sürekli tehditler ortadan kalkmalıdır. Küçük ve zayıf bir Türkiye bunu başaramayacaktır.
2 - Biribirini yok eden, çıkar sağlama, hırsızlık, macera ve şöhret için yaşayanların hırsını doyuran bu hükümet anlayışı yerine, milletin refah ve kalkınmasını sağlayabilecek, halkı ve köyleri, sağlığı ve zihniyeti ile çağdaş bir halk durumuna getirebilecek bir hükümet anlayış ve uygulamasına ihtiyacımız var. Bunun için gerekli olan paraya uzmanlığa ve kudrete sahip değiliz. Siyasî dış borçlar, siyasî esareti artırıyor. Taraf tutma, cahillik ve çok konuşmaktan başka olumlu bir sonuç veren yeni bir hayat yaratamıyoruz.
Bugünkü hükümet, adamlarını takdir etmese bile, halkı ve halk hükümeti kurulmasını yararlı gören Filipin gibi vahşî bir memleketi, bugün kendi kendini idareye muktedir çağdaş bir makine haline koyan Amerika, bu konuda çok işimize geliyor. On beş yirmi yıl sıkıntı çektikten sonra yeni bir Türkiye'yi, her ferdi öğrenimi ve zihniyetiyle gerçek bağımsızlığı kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye'yi, ancak yeni dünyanın kabiliyeti yaratabilir.
3 - Yabancı devletlerin Türkiye üzerindeki rekabetlerini ve kuvvetlerini memleketimizden uzaklaştırabilecek bir yardımcıya ihtiyacımız var. Bunu ancak Avrupa dışında ve Avrupa'dan daha güçlü bir elde bulabiliriz.
4 - Bugünkü oldu bittileri ortadan kaldırmak ve davamızı sür'atle dünyaya karşı savunabilmek için, gerekli güce sahip bir devletin yardımını istemek lâzımdır. Yayılma siyaseti güden Avrupa'nın başvurduğu binbir yol ve alçakça siyasetine karşı böyle bir vekil olarak Amerika'yı kendimize kazanarak ortaya atabilirsek, Doğu Meselesi'ni de Türk Meselesi'ni de gelecek için kendimiz çözümlemiş olacağız.
Bu sebeplerden dolayı, bir an önce istememiz gereken Amerikan mandası da, elbette sakıncasız değildir. Haysiyetimizden epeyce fedakârlık etmek mecburiyetinde bulunuyoruz. Yalnız, bazılarının düşündüğü gibi, Amerika'nın resmî sıfatında dinî eğilim ve taraf tutma yoktur. Hıristiyanlara para verecek misyoner kadın Amerika'sı, Amerika'nın yönetim mekanizmasında bir yer tutmaz. Amerika'nın yönetim mekanizması dinsiz ve milliyetsizdir. O, türlü cins ve mezhepten insanları çok uyumlu ve kaynaşmış olarak bir arada tutmanın yolunu biliyor.
Amerika, Doğu'da mandaterlik yapmak Avrupa'da başına dert açmak niyetinde değildir. Fakat onların onur meselesi yaptıkları şey, yöntemleri ve idealleri ile Avrupa'dan daha üstün bir millet olmak iddiasıdır. Bir millet içtenlikle Amerikan milletine başvurursa, Avrupa'ya, girdikleri memleket ve milletin yararına nasıl bir idare kurduklarını göstermek isterler.
Amerikan resmî mahfillerinin önemli şahsiyetleri arasında epey lehimize bir hava oluştu. İstanbul'a Ermeni dostu olarak gelen birçok hatırı sayılı Amerikalı, Türk dostu ve Türk propagandacısı olarak döndüler.
Bu akımı temsil eden resmî ve gayrî resmî Amerikan görüşünün altında yatan gizli düşünce şudur: Türkiye'yi parçalamamak, eski sınırları içinde bir bütün halinde olduğu gibi korumak şartıyla genel ve tek bir mandaya bağlamak. Suriye, Amerikan Komisyonu orada iken, genel bir kongre toplayarak Amerika'yı istemiştir. Suriye'nin bu isteği Amerika'da çok iyi karşılanmıştır.
Amerika, bizim topraklarımız üzerinde Ermenistan kurmaya niyetli görünmüyor. Eğer mandayı alırlarsa, bütün milletleri eşit şartlar altında bir memleket evlâdı olarak kabul edip alacaklarını önemli çevrelerden haber aldım.
Ne var ki, Avrupa, mutlaka bir Ermenistan meselesi ortaya çıkarmak -özellikle İngiltere- Ermenilere tavizler vermek istiyor. Amerikan kamuoyunda zulüm görmüş Ermeniler adına bir oyun oynamaya çalışıyor. Avrupa korkusu bizim fikir adamlarını düşündürüyor. Reşat Hikmet Bey gibi, Câmi Bey gibi, hattâ millî birliğe şekil veren diplomatlarımızın, Ermeni meselesi için bir çözüm yolu tavsiyeleri var. Resmen size yazılıyor.
Çok tehlikeli anlar geçiriyoruz. Anadolu'daki mücadeleyi dikkat ve sevgiyle izleyen bir Amerika var. Hükümet ve İngilizler, bunun Hıristiyanları öldürmek, İttihatçılar getirmek için yapılan bir hareket olduğu düşüncesini Amerika'ya elbirliği ile benimsetmeye çalışıyorlar.
Her an bu Millî Mücadele'yi durdurmak için kuvvet gönderilmesi tasarlanıyor; bunun için İngilizleri kandırmaya çalışıyorlar. Millî Mücadele sür'atle ve olumlu isteklerle kendini ortaya koyarsa ve Hıristiyan düşmanlığı gibi bir rengi de olmazsa Amerika'da hemen destek bulacağını yine çok önemli çevreler garanti ediyorlar.
Sivas Kongresi toplanıncaya kadar, Amerikan komisyonunu alıkoymaya çalışıyoruz. Hattâ, kongreye Amerikalı bir gazeteci göndermeyi de belki başarabileceğiz.
İşte bütün bunlar karşısında, dâvâmızda bize yardımcı olabilmesi için, bu fırsat dakikalarını kaybetmeden, bölüşülme ve çözülme korkusu karşısında, kendimizi Amerika'ya başvurmaya mecbur görüyoruz Vasıf Bey kardeşimizle bu hususta birleştiğimiz noktaları kendisi de ayrıca yazacaktır.
Türkiye'yi azim ve irade sahibi geniş görüşlü bir iki kişi belki kurtarabilir. Macera ve boğuşma devri artık geçmiştir. Gelecek için kalkınma ve birlik savaşı açmaya mecburuz. Sınırlarında bu kadar çok evladı ölen zavallı memleketimizin düşünce ve medeniyet savaşında kaç tane şehidi var. Biz Türkiye'nin hayırlı evlâtlarından, yarının kurucuları olmalarını istiyoruz. Sizin, Rauf Bey kardeşimizle birlikte, temelleri bile çöken zavallı memleketimiz için uzakları görerek düşünüp çalışmanızı bekliyoruz.
Saygılarımı gönderir, başarınıza dua ederim. Millî dâvâda canıyla başıyla çalışanlar arasında, sade bir Türk askerinin alçak gönüllülüğü ile, sizinle birlikte olduğumu ifade ederim.
10.8.1919
Halide Edip
hristiyanlık
12.09.2003 - 17:31HRİSTİYANLARIN CEHALETİNE BAKIN;
ASILMIŞ BİR TANRI'DAN MEDET UMUYORLAR! ..
(MEVLÂNÂ)
osmanlı imparatorluğu
12.09.2003 - 17:26Bu çoğrafyada osmanlı kadar ayakta duran dünyada bir başka devlet daha gelmedi...
aşk
10.09.2003 - 17:25Aşk evveldir
İskender PALA
Mevlana “Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.” der (Mesnevi V,3853) . Her şeyden evvel aşkın var olduğunu, yaratılışın aşk ile gerçekleştiğini, dünyanın aşk esası üzerine kurulu bir düzen içinde döndüğünü açıklıyor bu beyit. Ve içinde iki eyleme vurgu yapıyor; yaratılış ve dönüş.
Sufilerin çok önemsediği ve üzerinde durduğu bir kudsî hadis vardır. Bu hadise göre Allah bizimle “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi ve sevilmeyi istedim, kainatı yarattım” diye konuşur. Buradaki sevilme arzusu iradî olup yine sufilerin yorumuna göre “Kün (Ol) ! ” emrinin zuhuruna sebeptir. Bilindiği gibi Allah bir şeyin olmasını dilediği vakit ona yalnızca “Ol! ” der ve o şey derhal olur. (Nahl,40; Yasin,82) Buradaki oluş, “vuku bulma, yaratılma, gerçekleşme, değişme vs.” mutlak iradeye ait bütün fiilleri kuşatmaktadır ve “Ol! ” emrini duyar duymaz kendi iradesiyle açığa çıkar. Her varlık veya hadise oluşun cevherini içinde taşıdığı için birisinin onu düzenlemesine ayrıca ihtiyaç bulunmaz. “Kün! ” emrini duyması, zaten o emre koşarak uymasını gerektirmektedir. O halde müessirin (etkileyen) mukabilinde bir müteessir (etkilenen) olmayınca hiçbir eser ortaya çıkmaz ve tekvin (yaratılış) aslında bir etkileyen, bir etkilenen ve bir de etkiden ibaret kalır. Bu da aşkın özünü oluşturan seven, sevilen ve sevgi üçgeninin görüntüsüdür. Burada önemli olan, müessirin müteessiri kendi seçmiş olmasıdır. Yani aşk işinde önce Mâşuk, sonra âşık belli olur. Mâşuk olmazsa âşık nasıl olup da aşkı öğrenebilsin? Mum ışığı yoksa pervane nasıl olup da yanabilsin? Sevgilinin yanağındaki ışığı görmeyen bir âşık sevgiyi nasıl keşfedebilsin? O hâlde, yaratılışın özündeki “Kün” emri de öncelikle Mâşuk’tan (Cemâl–i Mutlak) zuhur ettiğine ve hitap da “Kün Muhammedâ (Muhammed ol!) ” şeklinde kelama döküldüğüne göre insanın sevgi işinde neyi gözetmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Sevilmeyi İsteyen, daha dünyaya “Ol! ” demeden, oluş eylemi henüz maddeye bürünmeden çok çok evvel, ta ezel gününde, bu sevgiyi bizim ruhlarımıza “Elestü bi–Rabbikum (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? ” diyerek teklif ve ilka etti ve Cemal’ini buna karşılık gösterdi. Dünya hayatı, işte o aşkın sınanma meydanıdır, ve ruhlarımız o gün “Kalû belâ (Evet, dediler) ” Şimdi burda başımıza ne geliyorsa, hayatımızda neler oluyorsa, vaktiyle “Bela! ” dediğimizdendir. Bela ki, özü aşktan olunca, yaratılış da aşktan öte bir şeyi ifade etmez. Nitekim insan her şeyden yoksun olabilir; ama sevgiden ve aşktan yoksun olursa bu onun gerçek felaketidir.
Mevlana’nın beytinde vurguladığı ikinci eylem dönüş idi. Dönüş ki aşkın esasıdır; bir cezbedir, cezbeye kapılarak dönüştür. Belli bir merkez etrafında dönüş ve o daireden dışarı çıkamayış... Pergelin sabit ayağı etrafında diğer ayağın çizginip durması gibi hani. Mumun çevresinde pervanelerin, uzay sonsuzluğunda galaksilerin, güneş sisteminde gezegenlerin, kalb (süveyda) merkezinde kanın, çekirdek etrafında atomun dönüşleri, durmadan dönüşleri gibi... Kainatta neye baksanız bir dönüşün cezbesi içinde hep bir merkeze doğru yol almaktadır. Hep aynı noktaya tekrar tekrar yönelme ve hep aynı yere tekrar tekrar ulaşma talebi. İnsanoğlunun, hevalarının ve heveslerinin (masiva ve dünya ilgilerinin) çevresinde dönüp durması da, kendini bu hevadan başka bir makama yönlendirmesi de hep o cezbenin dönüşü; hep o aşkın meşkidir. Âşıka gelince; sevgilinin çevresinde dönmekten gayrı elinden ne gelir ki onun? Sevgilinin bulunduğu yerde dönüp durmaktan başka ne yapabilir? Düşüncesi onun merkez olduğu hayallerde, ayakları onun bulunduğu mahallerde, rüyaları onun renginde, senaryoları onun yönetmenliğinde... Karar ta ezel gününde verilmiş bir kere...
En evvel aşk idi; hâlâ ki aşktır...
Aşk ki yaratılıştır; geriye ne kalır! ? ..
nazım hikmet
11.08.2003 - 17:54Komünist Türk şairi Nazım Hikmet Ran'ın (1902/1963) , hayatı boyunca komünist ideoloji peşinde koşturarak zikzaklar içinde geçen bir ömür sürmüştür...
Ömrünün son yıllarına doğru, arkadaşı Mustafa Mehmed'e, arayış içinde ve pişmanlık dolu olduğunu ifade ettiğini...Mustafa Mehmedin onunla Romanyadaki beraberlikleri ile alakalı olarak:
1960'lardan önceydi. Nazım Hikmet Romanya'nın davetlisi olarak Bükreş e gelmişti. İsteği üzerine Bilimler Akademisinden beni buldular. Nazım Hikmet'in kaldığı otele gittim. Açık olan radyosundan Türkiye'yi dinliyordu. Sohbet sırasında saatine bakarak bana Bu gece Kadir Gecesi' dedi ve benden kendisini Türklerin bir araya geldikleri camiye götürmemi istedi. Ben o gecenin Kadir Gecesi olduğunun bile farkında değildim. Bir an tereddüt ettim ama Nazım'ın ricası Romanya'da bir emirdi. Rus eşi Vera, ben ve Nazım taksiyle caminin bulunduğu semte yöneldik. Arabayı rica ve minnetle caminin bulunduğu parka sokabildik.
Biz camiye girdiğimizde Türkler mevlid okuyorlardı. Nazım mevlidi dinlerken coştu ve cemaate hitaben bir konuşma yaptı.
Konuşmasında: Ben komünistim ama sizin burada bir araya gelmeniz beni çok duygulandırdı' dedi. O sıralarda kalp yetmezliğinden muzdarip olduğundan ben heyecanlanmasından dolayı bayağı endişelendim. Gerçekten de endişelerim yerindeydi. Konuşmasından sonra kendisini kriz yokladı. Eşi Vera ile ben Nazım'ı dışarıdaki banklardan birinin üzerine yatırdık. Vera yanında bulundurduğu ilaçlardan verdi ve daha sonra koluna girerek güç bela taksiye bindirdik
Ben Nazımın Romanya'da camiye gittiğini şimdiye kadar saklı tuttum. İşte ilk kez anlatıyorum...' diyerek Nazım'ın pişmanlık dolu hikayesini gözler önüne sermiştir...
nazım hikmet
08.08.2003 - 20:10Vatan hainlerinin değerli olduğu popüler olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Çok garip hallere düştük... Çile çeken gerçek şairlerimiz unutuluyor vatan hainlerinin propagandası yapılıyor burada... Nazım hikmet kominist olmasaydı acaba şiirleri kaç para ederdi merak ediyorum...
sevip de sevilmemek
15.07.2003 - 20:25YAŞAYAN ANLAR...
necip fazıl kısakürek
18.06.2003 - 09:51DOĞUNUN BATIYA BAKIŞI
Necip Fazıl
Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.
Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.
Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.
Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.
İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.
İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.
Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...
İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...
Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...
İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.
Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.
necip fazıl kısakürek
18.06.2003 - 09:49BATININ DOĞU’YA BAKIŞI
Necip Fazıl
Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...
Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.
Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...
Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.
Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...
Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.
(Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...
Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.
Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.
Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”
Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”
Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...
Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”
Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.
Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.
yaşar nuri öztürk
11.06.2003 - 18:03Yaşar Nuri Öztürk sözüm ona entel liboşlara hoş görünmek isteyen zekası aklından fazla olan biri. Kendini bir şey yaptığını sanıyor ama aklı başında olan kimse onu dikkate almıyor. Din cahillerinin akıl hocası...
necip fazıl kısakürek
08.06.2003 - 16:45O kadar da değil canım. Tamam Necip Fazılı Çok severim ama sadece o dediğin zaman. Şairlerimizin sayısını indirmiş olmuyormusunuz. Osmanlı patişahlarının neredeysehemen hemen hepsi bir şairdi. Bir Kanuni'nin Divanı Muhibbisini okuyun bir de ecevit'in sözüm ona şiir saçmalıklarını... Sadece ikisi arasındaki şiir farkı bile yönetimdeki kapasiteleri bile belirliyor. Bu çercevede. Necip fazıl güzel iyi bir şair başka başka güzellerde var...
necip fazıl kısakürek
06.06.2003 - 20:39Necip Fazılı anlayabilmek için kitaplarını okumak gerekir. Haricten gazel okumakla bir kişi övülemez veya eleştirilemez. Necip Fazılı eleştiren kişilerin hangi kitabını okuduğunu çok merak ediyorum. O Türk dilinin en büyük üsdatlarından biridir...
tayyip erdoğan
31.05.2003 - 15:27Türkiyenin uzun zamandır beklediği genç bir başbakan...
necip fazıl kısakürek
31.05.2003 - 15:22Aşk Korkusu
Ask korkuya perdedir, korku da aska perde;
Allah'tan nasil korkmaz insan O'nu sever de...
bediüzzaman said nursi
28.05.2003 - 14:40BEDİÜZZAMAN son yüzyılda yetişen en büyük islam alimlerinden biridir. Bir çok gerçek alim gibi çok çile çekmiştir. Bazıları rahat koltuklarda din adına fetva verirken o din adına nasıl çalışılacağını yaşayarak göstermiştir. Allah rahmet eylesin...
necip fazıl kısakürek
28.05.2003 - 11:56Necip Fazıl'ın Şiirlerini andırıyor yazı...
Vezin ve kafiyeyi atalım mı?
İSKENDER PALA
Divan şiirinin her çevrede yeniden gündeme gelmeye başladığı bir dönemi yaşıyoruz.
Klasik şairlerin şiirlerini yeniden serbest şiire dönüştürüp söyleme çabaları, çeviri çalışmalarının secili bir üslupla yapılma gayretleri, antolojilerin eskisinden daha güzel hazırlanıp basılmaya başlanması, en azından Divan şiiri kitaplarının eskisinden birkaç misli daha fazla muhatap bulması sevindiricidir. Bunun bir nedeni geleneği arama ve yitik hazineyi bulma gayreti, bir başka nedeni sosyal alanlara yönelmenin gittikçe daha fazla prim yapması ve son nedeni de bu çağa ait söyleyecek sözlerimizin azalmış olmasıdır. Biz bu son neden üzerinde durmak istiyoruz.
Günümüzde maalesef söyleyecek sözleri besleyen kültür ortamı zayıflamış, birikimler gelgeç söylemlere kilitlenmiş, kuşatıcı bilgi ile şiir, yollarını ayırmıştır. Divan şairi için durum bunun tam tersidir. O, rafine bir kültür ve işlenmiş bir dili önemsemiş, söylediklerini bu zenginlik ile kalıcı yapabilmiş ve işte bu yüzden çağımızda yeniden okuyucuya gülümsemeye başlamıştır. Öyle görünüyor ki günümüz Türk şiirinin biçimsellik arayışını henüz tamamlayamamış olması da Divan şiirinin yeniden gündeme gelmesinde önemli bir etkendir. Vezin (ölçü) ve kafiyeden (uyak) uzaklaşan Türk şiiri, biçim olarak gelebileceği yeri hâlâ sorgulamakta ve zaman zaman kaçamaklar yapıp eski tavır üzre ölçülü, uyaklı koçaklama yahut gazeller söyleyebilmektedir. Belki de şairler bunca light şiir içinde vezinli ve kafiyeli şiir söylemeyi, hiç de farkında olmadan taş fırın misaline benzetmekte ve o eski lezzetleri özlemektedirler.
Günümüz Türk şairleri, kendilerini yeni (modern) şiir içinde formatladıkları, yahut öyle bir ortama mahkum oldukları için gelenek şiirini dışlama yoluna gitmekte ve belki de vezin ve kafiyenin dışına çıkmakla kendilerine ayak bağı olabilecek unsurlardan kurtulduklarını sanmaktadırlar. Nitekim vezin ve kafiyenin şiir söyleme konusundaki özgürlükleri kısıtladığını öne süren şairler bile vardır. Onlar, kafiye bağından kurtulan yahut veznin dışına çıkan şairin kendini daha iyi ifade edebileceğini düşünürler. Oysa bana göre her söz kafiyeli söylenebilir, vezin ile ahenkli hale getirilebilir, yeni sözler de, sözlerin en yenisi de kafiye kalıbına sığdırılabilir. Mevlana “Artık yeni şeyler söylemek zamanıdır cancağızım” derken şüphesiz şekli ve kafiyeyi gözardı eden kalıbın (dış yapının) değil, sözü ve mânâyı öne çıkaran ruhun (iç yapının) yeniliğini kastetmekteydi. Bugüne kadar Türk şiirinde Yunus’tan yahut Fuzuli’den daha yeni bir söz söyleyen şairi doğrusu ben görmedim. Bugünün vezinsiz ve kafiyesiz söylenmiş ‘light’ şiiri içinde pek çok söz vardır ki beş yüz yıl önce, yedi yüz yıl önce daha güzelleri vezin ve kafiye ile söylenmiştir. Gökkubbenin altında söylenmedik söz yoktur elbette; ve elbette sonra gelen önce gideni aşmalıdır. O halde bir şiirde yeniliğin ölçüsü tarzın değil, mesajın yeniliği olmalıdır. Madem söylenmedik söz yoktur, o halde bin yıl önceki mesajı bu çağa göre, yeniden söylemektir önemli olan. Eskiler bunu kafiye ve vezin ile başarabilmiş ve sözlerini bu sayede günümüze kadar ulaştırabilmişlerdir.
Bir şair çıkmalı, eskilerin mânâ renklerinden, sevgi desenlerinden, ruh kokularından süzdüğü dizeleri kendi yorumuyla pekiştirip bugünün sözcükleriyle ve çağın düşüncesine uygun olarak özenle dillendirmelidir. Bu şiir, elbette yeni bir şiir olacaktır ve bu şiir serbest olsa da gam değil; ama kafiyeli ve vezinli olursa gelecek zamanlara da hitap edecektir, emin olunuz. Çünki gökkubbe, ahenkli ve kafiyeli (musıkî gibi) sözlere, vezinsiz ve kafiyesiz sözlerden daha munis davranıyor.
Tarıhın dıpnotlari
Bir gönülde iki sevgili
Bir derviş, Basra şehrine giderken susadı. Bir kapıdan bir içim su istedi. O evden bir kız bir bardak su çıkardı. Derviş suyu içerken gözü, kızın cemaline erdi. Gönül kuşu kızın zülfü tuzağına giriftar oldu. Adımını atmağa dermanı kalmadı. Kapıda düştü. Ev ıssı (sahibi) geldi. Gördü ki aşk leşkeri (ordusu) dervişin gönlünü yağmalamış, gözünden yaş revan oldu. Sordu:
–Derviş ne oldun, sana ne geldi? Derviş eydür (söyler) ,
–Ya hoca (Ey efendi) ! Hiç bilmezem ne oldum. Evet o kadar bilirim ki bir kişi işbu evden bir içim su verdi. İçtim. Gönlüm ki “Hû! ” hazinesidir; yağmalandım. Uş (şimdi) banda kaldım (şaşırdım) . Ya hoca! Ben bu pazara razı değilem. İçtiğim suyu ödeyeyim, gönlümü geri versin, gideyim. Hoca evine girdi, sordu.
– Dervişe suyu kim verdi?
Kızı eyitti (söyledi) ,
–Ben verdim.
Hoca sevindi, geri çıktı, eyitti:
–Derviş! Gönlünü hoş tut ki maksadın olacaktır.
Hoca buyurdu, dervişi hamama ilettiler. Dervişin hırkasını çıkardılar, fahir donlar (gösterişli elbiseler) giydirdiler. Kıza nikah ettiler. Dervişi kız ile halvet kıldılar. Çün derviş elini uzattı kızın döşeğine, geri hemen naralandı, düştü. Kıza eyitti:
– Hani benim o eskicek hırkam, sancağım ve asam; bana verin, ben giderim.
Kız sordu:
– Ne oldun?
Derviş eydür:
– Çün senden yana el uzattım, Tanrıdan ün (ses) geldi kulağıma ki; “Ey yalancı derviş! Gözün görmez mi ki Benden geriye bir kez nazar kıldın, teninden salihler donun (giysisini) çıkardım. Bir dahi nazar kılar isen, gönlünden iman hil’atin çıkarırım. Eğer beni diler isen cihandan elini çek. Bu meseldir (atasözüdür ki) ‘İki nesne sevgisi bir gönülde sığmaz’! ..”
(Mustafa Ankaravi’den; XIV. yy.)
Berceste
Eski eş’ârda dûrbîn ile ma’nâ görülür
Yeni eş’ârda ma’nâ diye külfet yoktur
Şair Eşref
Eski şiirde mânâ ancak dürbün ile görülebilecek derecede derinlere gizlenmiş olurdu. Yeni şiirde ise mana diye bir külfet hiç yok! ..
Toplam 42 mesaj bulundu