Blackburns Takımı'nda oynadığı zamanlarda tanışmıştım, ailecek çok iyi anlaştık... Paranın ve ünün fazla şımartmadığı, zeki ve çok cici bir ailesi olan birisi... Hiçte şabana benzeyen bir tarafı da yoktur... TV gözlerinizi yanıltmasın...
Bir de ilginizi çekerse Ejderha'yı oynayabileceğiniz bir kaç bilgisayar ya da PS2 oyunları da var...
Aklıma gelenler daha doğrusu şimdiye kadar oynadıklarım:
Drakan: Order of the Flame (PC)
Drakan: The Ancients' Gates (PS2)
Dragon Rage (PS2)
Reign of Fıre (PS2)
Bunların içinde Dragon Rage'te direk ejderhayı oynuyorsunuz...
Might and Magic (_Heroes) serileri (özellikle - Heroes Chronicles: Clash of the Dragons)
Warcraft, Dungeon Siege, Everquest serileri vb...
Esasında bunlar direk ejderha oyunları olmadağından fazla saymama gerek yok çünkü çoğu fantezi (frp) oyununda ejderhaları seçip oynayabilirisiniz ya da en azından karşınıza ejderhalar çıkabilir...
Nanenin yararları:
Fiziksel ve ruhsal yorgunluğun ilacı nane. Banyo suyuna ilave edeceğiniz bir avuç nane ile papatya derdinizin çaresi olabilir. Üstelik sıcak banyo sırasında banyonuz bu kokulu bitkilerden dolayı çok hoş kokabilir. Bitkilerin sinirler üzerinde rahatlatıcı bir etkisi de var.
:) lükse bakın, bunlar banyoyu sütle de doldurturlar valla
yine kötülük problemi konusu açılmış, bu konuyu anlamak için 'Hayr ve Şer' konusunu idrak etmek gerekir... Bir önceki yazıma ek olarak bu konuda daha geniş bilgiler veren başka bir yazı daha:
ŞER
Kötülük, fesat, bozukluk, yaramazlık, zulüm, her çeşit günah ve ceza verilmesini gerektiren uygunsuz iş. Kötülükleri arzu etmek, musbet, belâ ve sıkıntı anlamlarına da gelir. Çoğulu; şürûr olup, hayrın ve iyiliğin zıddıdır.
Dinde ve felsefede anlaşılması güç olan problemlerden birisi de şer meselesidir. Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun gerek musbet, belâ, felaket ve sıkıntı anlamlarında olsun şerri de yaratan Allah'tır. Nitekim hayrı yaratan da O'dur. Çünkü her mümkünü ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler) , sıfat ve fiillerinde hiç bir şer yoktur. Şer insanlarda, insanların işlerinde ve insana göre yaratıklardadır. Allah şerri de hikmet ve ilahî adaletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu imtihan âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara, içlerinden peygamberler gönderecek doğru yolu göstermiştir: 'Biz ona (insana) iki yol gösterdik' (el-Beled, 90-10) Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek için deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz' (el-Enbiya, 21/35) . Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: 'Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha ermiştir' (eş-Şems, 7-9) .
Allah, insanlara zorla şer ve kötülük yaptırmasaydı, onların hepsini kendisine inanan, taat ve iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (güdü) ile baldan başkasını yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir iradesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh (nefs-i nâtıka) vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade ile yapılmasındadır. Şuursuz ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan iyiliğin kıymeti yoktur. 'Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi' (Yûnus, 10/99) . Allah böyle yapsaydı, insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak serbest iradeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu; küfür ve şer olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasa idi iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu. Her şeyin kıymeti zıddı ile bilinir: Eğer Nuh (a.s) kavminin küfrü olmasaydı.
Tufân mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi. Helâk mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık delilleri gördükten sonra helâk olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi gördükten sonra iman ettiği için hayat bulmuştur. Ta ki helâk olan apaçık bir delili gördükten sonra helak olsun. Hayat bulan da apaçık bir delili görüp anladıktan sonra hayatta kalsın' (el-Enfal, 8/42) . 'De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen inansın, isteyen küfretsin...' (el-Kehf, 18/29) .
Şerri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan aklını kullanarak iradesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın tahakkuk etmesi için yaratır.
Ancak biz kendi irademizle şerri kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o şerri yaratır. Ancak Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur.
Dünya insan için kimin daha iyi davranacağına delil olması için, imtihan yeri olarak yaratılmıştır. Eğer kölelik olmasaydı nerden anlardı insanlık özgürlüğün tadını... Fakirlik, açlık, yokluk olmasa nerden anlasın nimetlerin önemini.... Savaşlar, zülm olmassa nerden bilsin barışın gerekliliğini... Hayr (iyi) ve Şer (kötü) olmazsa nerden anlasın insan insanlığın değerini!
İşte her zorlukta bir kolaylık var ki geceden sonra gündüz olduğu gibi kötü görünen şerlerde de hikmet görmek bile Allah'ın varlığına delildir. Eğer ortalık güllük gülistanlık olsa, Allah insana görünüp buradayım işte dese yaratılışın ne anlamı kalırdı ki. O zaman cennette dolaşan melekler gibi robot varlıklara dönerdik.
Savaş gibi kötü şeyler iyidir demek istemiyorum. Fakat etrafta olanlara bakıp bunun suçunu Allah'a yüklemeyi de mantıklı bulmuyorum. Çünkü Allah, bozulmuş dinlerin öğretiği gibi sadece iyiliği sembol etmez. O zalimleri cezalandıran da, tuzak kuranlara daha iyi tuzak kuran da ve daha nice niteliklerde en yüce olduğundan da, O'nu sadece hayrda (iyi de) aramak persektif eksikliğidir...
Her şeyin bir nedeni ve anlamı vardır çünkü her şeyi Allah yaratmıştır.
Eğer savaşlara, yoksuluğa bakıp Allah neden bir şey yapmıyor diye bakarsak, öğrencinin ödevini öğretmeninden beklemesi ya da komutanın askerden emir alması veya bebeğin annesine bakmasını bekler gibi insan o zaman otursun oturduğu yerde her işi Allah'a bıraksın. Hayır! insan canının candan çıkıncaya kadar sınanacak ki Allah'ın varlığını her şeyde hissedecek ve O'nun hiç bir şeyden aciz olmadığını bir şekilde anlayacak... Yine de Rabbim insana şah damarından bile daha yakındır ama insan başına bir felaket gelmesi bekler durur ki her saniye değil her salise yapılan uyarıları, yardımları göremesin...
... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum.
Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum.
Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.
... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum.
Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum.
Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.
Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda. Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: Maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikayetsiz.
'Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile.
Denize atılan bir şişe onlar.
Belki dalgalar asırlarca sonra
aşina bir ele tevdi edecek onları...'
Cemil Meriç
Biz, yıllarca bu ülke topraklarında, Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Arnavut’u ve Boşnak’ıyla.. aramızdan su sızmayacak şekilde ve ütopyalardakinin çok üstünde hep birlik ve beraberlik içinde yaşadık. Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, Batı’da bir dönemde ütopyalar yazılıp duruyordu. Osmanlı ise ütopyalarla uğraşmayı düşünmemiş; batının ütopyalarda yakalamak istediği “Güneş Devleti”ni, ortaya koyduğu sistemle tesis ederek bizzat yaşamıştı. Bu baş döndürücü hayat tarzını ve medeniyeti kaldıramayan düşman güçler, Devlet-i Âliye diye adlandırılan Osmanlı cihan devletini götürüp bir bayıra gömdükten sonra, nihayet Misak-ı Millî ile sınırları belirlenmiş şu vatanda dahi Kürt-Türk, Alevî-Sünnî, Lâik-Antilâik kutuplaşmalarıyla insanımızı karşı karşıya getirerek, birbirine düşürebilmişlerdir. Maalesef, içimizdeki birtakım aklı ermezlerle bazı hainler de, düşmanlarımızın bu çirkin ve kirli emellerine alet olmuşlardır.
Bugün, Allah’ın yardım ve keremiyle insanımız, ülke çapında diyalog ve hoşgörü esintileriyle toparlanıp, yeniden bir diriliş sürecine girmiştir. Küçük ve mütevazî sözlerle ama, samîmî ifadelerle ortaya konan bu diyalog düşüncesi, kısa zaman içinde çok büyük mesafeler katederek, geniş çevreler tarafından da hüsn-ü kabul göreceği beklenmektedir. Zira, yıllardır ayrılık ve bölünme endişeleriyle canı dudağına gelmiş kitleler, uzun süredir böyle bir ses ve soluğa muhtaçtı. Türkiye’de hüsn-ü kabul gören, ma’şerî vicdanın (kamuoyu) “evet” dediği bu hoşgörü ve diyalog sesi, Kanada’dan Güney Amerika’ya, Britanya Adaları’ndan Afrika derinliklerine, oradan Asya steplerine kadar dünyanın dört bir bucağında, marjinal bir kesim müstesna, saygıyla karşılanmaktadır. Ve bu ses aynı zamanda, bizi bölüp birbirimize düşürmek isteyen ve bunu “Böl, parçala ve idare et” plânıyla başarılı bir şekilde yürüten hasımlarımızın oyununu bozma adına şayan-ı takdir bir sestir.
Evet. Ülkemizi ve milletimizi içten parçalamaya yönelik bu çirkin plân gereği Türk-Kürt, Alevî-Sünnî denilerek insanımız kamplara bölünmeye çalışılmış ve sürekli araya ayrılık ve düşmanlık tohumları saçılmıştır. Biz, Türkü-Kürdü, Alevîsi-Sünnîsiyle yıllarca bu cennet vatanımızda bütün güzellikleri beraber paylaşmış, bütün acı ve ızdırapları müşterek duyup hissetmişizdir. Farz-ı muhal, Çanakkale’deki mezarlar birer birer açılsa, Alevî ile Sünnî’nin veya Türk ile Kürd’ün sarmaş dolaş yan yana yattığı görülecektir. Günümüzde ise, bu birlik ve beraberlik parçalanmış bir kristal gibi sağa-sola saçılıp ve dağılmış gibi bir durum gözlenmektedir. İşte bu hoşgörü ve diyalog esintileri, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi parçaları sağa-sola saçılmış toplumumuzu, yeniden bir araya getirme adına önemli bir hareket olduğu için bundan sonra da düşmanlarımız boş durmayacak ve bizi değişik kamplara ayırıp, bölmeye çalışacaklardır. Zira, ayrılık duygu ve düşüncesi, bir milleti yıkan temel unsurların başında gelmektedir. Nitekim, meşhur bir şairimiz,
'Tefrika girmeden bir millete düşman giremez.
Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez. '
İlahi mesajlar, bir ayet olarak geldiği gibi, birçok ayetten oluşan bir küme halinde de gelmiştir. Örneğin Hz. Peygamber'e ilk gelen vahiy 5 ayetten oluşuyor. Alak suresinin ilk beş ayeti şöyle: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku. İnsanı bir kan pıhtısından yaratmıştır O. Oku... Senin Rabbin sonsuz derecede cömerttir. Öğrettiğini kalemle öğretmiştir O. İnsana bilmediğini öğretmiştir O.'
İkinci olarak inen ayetler ise Kalem suresinin ilk ayetleridir. 'Nun. Kalem'e ve onun satır satır yazdıklarına and olsun...' Görüldüğü gibi, Kuran, mesajlarını okumak, kalem, yazmak, öğretmek ve öğrenmek kavramları üzerine kurmuştur. Son inen ayet ise Maide suresinin 3. ayetidir: 'Bugün sizin için dininizi en mükemmel biçimde tamamladım; üzerinizdeki nimetimi bütünleştirdim ve size din olarak İslam'ı seçtim.'
Kuran'da bulunan ayet, kelime ve harf sayısında, Kuran'ın yazılış biçimlerine ve ayetlerin başlama ve sona ermesi hakkındaki İslam araştırmacılarının kabullerine göre, değişik görüşler var. Genel kabul, Kuran'ın 6666 ayet olduğu şeklinde.
Kuran'da 114 sure bulunuyor. Sure, ayetlerden oluşan belirli bölümlerin adıdır. Resmi sıralamaya göre, bunların ilki Fatiha, sonuncusu Nas suresidir. İniş sırasına göre ise, ilk sure Alak, son sure Nasr suresidir. Surelerin bir kısmı sayfalar uzunluğunda bir kısmı ise sadece 1 satırdır. Ama hiçbir sure, tek ayet değildir. En kısa sureler olan Kevser ve İhlas sureleri birer satır olup, birincisi üç, ikincisi dört ayettir. Buna karşılık, en uzun sure olan Bakara, 286 ayet ve 48 sayfadır. 9. sure olan Tevbe suresi hariç tüm sureler besmele ile başlar. Besmele Kuran'ın ilk cümlesidir. Surelerin adları Kuran'ın metninden değildir. Hz. Peygamber tarafından konmuştur.
İndiriliş Amacı
Kuran-ı Kerim, hikmet, felsefe, sanat ve deneysel bilimlere yer vermesi nedeniyle klasik anlamda bir din kitabı değildir. Kuran, kainatta boşluk, anlamsızlık ve raslantı kabul etmez. Kuran'ın temel konusu tevhit (birlik) tir. Bu, Yaratıcı Kudret'in birliğidir. Kuran bu kudrete, 'Allah' demektedir. Tek Allah inancının (tevhid) adeta yeryüzünden silindiği bir dönemde inerek, insanlığı karanlıktan nura çıkarmak istemiştir.
Kuran'ın en büyük mucizesi üslubunda yatar. Kronolojik ve sistematik bir kitap değildir. Hayatın yeni gerekliliklerini ve şartlarını birer neden olarak göstererek, insanlığa vermek istediklerini parçalar halinde sunmuştur.
Kuran, Allah kelamı olduğu gibi, tertibi de Allah'ın tertibidir. Vahyin Hz. Peygamber'e gelişine aracılık eden Cebrail adlı melek yine Allah'tan aldığı emirle her ayetin konması gereken yeri Hz. Peygamber'e gösteriyordu. Ayrıca her yıl o ana kadar gelmiş bulunan Kuran vahiylerini karşılıklı okuyarak, ayetlerin, olmaları gereken yerde bulunup bulunmadıklarını kontrol ediyorlardı. Bu 'mukabele', Hz. Peygamber'in öldüğü yılda, 2 defa yapılmış; Hz. Peygamber buna bakarak vahyin bitmek üzere olduğunu ve ölümünün yaklaştığını anlamıştır.
Hz. Muhammed'in peygamberlik hayatının bir kısmı Mekke'de bir kısmı da Medine'de geçmiştir. Mekke'de geçen süre boyunca inen ayetlere ve bunların oluşturdukları surelere Mekki, diğerlerine Medeni denir. Mekki vahiyler, genellikle Kuran'ın mesajının Allah, insan, hayat, kainat, ölüm ve ölümötesi gibi en evrensel kavramlarına ağırlık verir. İslam'ın daha çok metafizik yapısının işlendiği Mekki sureler, kısadır. Hitaplar hemen tamamen 'ey insan' veya 'ey insanoğlu' şeklindedir.
Medeni vahiyler ise genellikle toplumun günlük hayatla ilgili ihtiyaçlarını dikkate alır. İslam toplumunun hukuksal yapısının verildiği bu ayetlerde hitaplar genellikle 'ey inananlar' şeklindedir.
Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir: 'Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir' (el-Hac, 22/ 1, 2) .
Kaç yıl oldu saymadım
Köyden geçeli
Mevsimler geldi geçti
Görüşmeyeli
Hiç haber göndermedin
O günden beri
Yoksa bana küstün mü
Unuttun mu beni
Dün yine seni andım
Gözlerim doldu
O tatlı günlerimiz
Bir anı oldu
Ayrılık geldi başa
Katlanmak gerek
Seni çok çok özledim
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Yaban tayları çayırda tepişiyor mu
Çilli horoz kedilerle dövüşüyor mu
Sarıkız minik buzağıyı sütten kesti mi
Kuzularla oğlaklar sevişiyor mu
Uzun kulaklarını son birkez salla
Tüm eski dostlarımdan bir haber yolla
Ayrılık geldi başa
Katlanmak gerek
Seni çok çok özledim
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Putoerestlik olayını iyi araştırmamız lazım, özellikle ateistlerin çünkü Eski Yunan'da ve Roma'da tanrılarına inanmayanlara tanrıtanımaz derlerdi. Tanrıtanımazlık ne kadar modern ateizmin temellerine oluştursa da malesef anlamlar çarpıtılmış ve uzaklaşılmıştır... İşte olayın önemi burda çünkü Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi peygamberlerimiz kavimlerinin tanrılarını tanımayarak sadece putperestliği değil kavminin tanrılarını da İNKAR etmişlerdir ve bu yüzden tanrıtanımaz damgası yiyerek o zamanın toplumu tarafından bir çeşit ateistlikle suçlanmışlardır, özellikle Hz. İsa'yı öldürmek için yahudiler romalılara tanrılarnızı tanımıyor diye kışkırtmaya çalışmışlardır...
Hepsini burada işleyemiyeceğim ama bu tarihsel gerçeklerden çıkartılacak çok dersler var çünkü sorgulama, şüphe etme gibi unsurlar ilk başta Semavi Dinler tarafından akımlaştırılmış ve akıl yoluyla yani ilimle ilerlemeyi öğretmişlerdir. Lakin çağımıza geldiğimizde artık tanrıtanımaz giysisini inananlara giydiremeyen gerçek putperestler artık gerici ve yobaz suçlamaları ile yine karakterlerini sürdürüyorlardır...
Artı olarak Putperestliğe en büyük darbe Mekke Zaferi ile gerçekleştirilmiştir. Bu zaferin altına imza atanlar da bellidir...
Nargile'nin sigaradan zararlı olması tamemen sigara şirketlerinin Türkiye'de nargilenin yeniden yayılmasına engel koymak için medyada uydurdukları propagandadır...
Birincisi Nargile'nin filtrsi sudur, tüm tarı tutar... Tar nedir, o hani simsiyah balgam çıkartırsanız ya ciğerleinizden bazen, işte o... Yani kanser çamuru... Hadi Nargile'de nefes çeke çeke ve biraz nikotinle bir hal olursunuzda, paet paket tarları yuturken günde en fazla bir-iki defa içtiğiniz nargile mi zararlı oluyor.
Benim doktor arkadaşımda karşı çıkıyor ama doktorluğu bahane, o aklınca arap kültürüne karşı çıkıyormuş yahu git sen Kluks Klan'ın sigarlarını iç iç kollarını kestir benim atalarımın içtiği nargiliye dil uzat pes doğrusu, yakında aşure yerine salyongaz yedirecekler...
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzünü tanımaz olur.”
Yetmişli yılların başı. Rize Öğretmen Okulu’na yeni gelmişim. Gurbetteyim; çünkü ailemden uzağım. Bir evde yalnız kalıyorum. Yağmurlu ve kasvetli bir gün. Odanın içinde bir o yana, bir bu yana debelenip duruyorum. Canım bir şeyler okumak istiyor, ama okuyacak pek bir şey de yok. Televizyon mu? O zaman Rize’de tek televizyon bile yok. Nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyoruz. Radyonun bile lüks olduğu günler. O da yok!
Yağmur yağıyor. Damlalar camdan aşağı süzülüyor. Komşu evin penceresi açık. Oradan, o zaman daha yeni şöhret olmuş Mine Koşan döktürüyor: “Yağmurun sesine bak/Aşka davet ediyor! ” Bu türkü, on sekizindeki bir delikanlının dünyasına melankolik bir iniş yapmaz mı?
Canım çok sıkkın. Kese kâğıdıyla eve getirdiğim erikleri yemek için mutfağa giriyorum. (O zaman naylon poşetler yoktu, gazete kâğıtlarından poşet yapılır ve buna “kese kâğıdı” denilirdi.) Kese kâğıdına, erik almak için elimi sokarken, gazetedeki bir şiire odaklanıp kalıyorum. Şiirin adı: “Bu yağmur.” Bir çırpıda okuyorum. Bir daha, bir daha okuyorum! Zaman, mekân, şiir o kadar iç içe ki, uçan halıdayım ve yere inmek istemiyorum! .. Yazarını merak ediyorum! Biraz yapışık duruyor, ama aralayıp bakıyorum. (Kese kâğıtlarının dip kısmı hamurla yapıştırılırdı ve hamur fazlaca kullanılarak bir kese kâğıdının yüz gram gelmesi sağlanırdı. Hırsızlığın tarihi yoktur.) İşte şiirin yazarı: “Necip Fazıl Kısakürek! ” Kim bu adam? Bu soru, bana Üstad’ı tanımamda bütün kapıları açtı, yıllardır. O kese kâğıdıyla meğer eve ben erik getirmemişim, erik bahane, o kese kâğıdıyla bey ruhumu poşetlemişim!
Yıl 1974. Mart ayı. Toprakta az da olsa kar var. Pazar’dan kalkıp, elli kilometre mesafedeki vilayete, Rize’ye gidiyorum. Üç saatimi alıyor. O zamanki yollar asfalt değil, stabilize. Vilayetiniz bile size gurbet gibi geliyor. Bir şiirden bir dize hatırlıyorum: “Eskiden gurbet idi karşı dağın arkası/Şimdi bir komşu evi iki kıta arası.” Tam da o dönemi anlatıyor. Rize’ye kitap okumaya gidiyorum. Rahmetli kitapçı Ali Karali her türlü sıkıntımızı çekiyor. Yeni çıkan kitapları bile tavsiye ediyor. O gün de, “Evlât” demişti bana, “Sen okuyorsun, bu kitap yeni çıktı, yazarını da tanıyorum, çok kaliteli bir insan. Al oku, ben ölürsem arkamdan rahmet yollarsın.” Kitabı heyecanla elime alıyorum. Kitabın adı: “Bu ülke.” Yazarı: Cemil Meriç. İstanbul, Ötüken Yayınevi tarafından basılmış. Baskı tarihi 1974 (demek ki yeni basılmış) Anda Dağıtım tarafından piyasaya sürülmüş. Fiyatı 12.5 lira. Biraz pahalı, ama olsun. (Beş porsiyon döner fiyatına) 170 sayfalık kitabı hiç açmadan paketletiyorum. Yolda, kitap hakkında heyecanlanmak en büyük hobim. Akşam, büyük bir aşkla evde açacağım ve kitabın sihirli dünyasına dalacağım. Köyde yapacak bir şeyim yok, tek işim, kitap okumak, notlar almak.
O güne kadar “Cemil Meriç” adını hiç duymamış değildim; ama nereden, nasıl duyduğumu şimdi hatırlamıyorum. Her çeşit dergi okurdum, onlardan birinde veya birkaçında bu isme rastlamış olabilirdim.
Akşam köydeki evime geldim. (Tütüncüler Köyü) Dışarıda yer yer kar var. Yatma zamanı bekâr odama çekildim. O zamanki evimiz ahşap ev. Tavan ve döşeme tahtadan yapılmış. Odada soba yok. Hatta evde (köyde) henüz elektrik de yok. Gaz lâmbasını yakıyorum ve soyunuyorum. Ardınan pijamalarımı giyeceğim, yatağıma gireceğim ve isli lâmbanın ışığıyla “Bu Ülke”yi okumaya başlayacağım. Fakat düşündüğüm gibi olmuyor; üstümü çıkarıyorum, ama daha pijamalarımı giymeden ayak üstü, “Bu Ülke”yi açıyorum. Aman Allah’ım! Bu ne böyle? “Kavga, insanla KADER arasında değil artık, insanla KELİME arasında. Rüyaları bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime; semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.”
Evet, ben, ayaküstü 170 sayfalık kitabı hiç kapatmadan ve kendimden geçerek okuyorum. Kitap bittiği zaman uyanıyorum, ama soğuk iliklerime işlemiş durumda. Uyuyamadan sabahlıyorum! Öğleye doğru bir karın sancısına tutuluyorum ki, anlatılır gibi değil. Adeta bütün vücudum uyuşuyor. Köydeki tek kamyonla hastaneye kaldırılıyorum; iğne, serum, atlatıyorum sancıyı. Fakat o günden beri “Cemil Meriç” adı ve eserleri sürekli beynimi sancıtıyor. Üstad N.Fazıl’ın: “İç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver” dediği Cemil Meriç, fildişi kulesinde hep münzevi yıldız olarak kalacaktır.
Ülkemizin fikir hayatını yoğuran her iki üstada da rahmetler diliyorum.
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzünü tanımaz olur.”
Yetmişli yılların başı. Rize Öğretmen Okulu’na yeni gelmişim. Gurbetteyim; çünkü ailemden uzağım. Bir evde yalnız kalıyorum. Yağmurlu ve kasvetli bir gün. Odanın içinde bir o yana, bir bu yana debelenip duruyorum. Canım bir şeyler okumak istiyor, ama okuyacak pek bir şey de yok. Televizyon mu? O zaman Rize’de tek televizyon bile yok. Nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyoruz. Radyonun bile lüks olduğu günler. O da yok!
Yağmur yağıyor. Damlalar camdan aşağı süzülüyor. Komşu evin penceresi açık. Oradan, o zaman daha yeni şöhret olmuş Mine Koşan döktürüyor: “Yağmurun sesine bak/Aşka davet ediyor! ” Bu türkü, on sekizindeki bir delikanlının dünyasına melankolik bir iniş yapmaz mı?
Canım çok sıkkın. Kese kâğıdıyla eve getirdiğim erikleri yemek için mutfağa giriyorum. (O zaman naylon poşetler yoktu, gazete kâğıtlarından poşet yapılır ve buna “kese kâğıdı” denilirdi.) Kese kâğıdına, erik almak için elimi sokarken, gazetedeki bir şiire odaklanıp kalıyorum. Şiirin adı: “Bu yağmur.” Bir çırpıda okuyorum. Bir daha, bir daha okuyorum! Zaman, mekân, şiir o kadar iç içe ki, uçan halıdayım ve yere inmek istemiyorum! .. Yazarını merak ediyorum! Biraz yapışık duruyor, ama aralayıp bakıyorum. (Kese kâğıtlarının dip kısmı hamurla yapıştırılırdı ve hamur fazlaca kullanılarak bir kese kâğıdının yüz gram gelmesi sağlanırdı. Hırsızlığın tarihi yoktur.) İşte şiirin yazarı: “Necip Fazıl Kısakürek! ” Kim bu adam? Bu soru, bana Üstad’ı tanımamda bütün kapıları açtı, yıllardır. O kese kâğıdıyla meğer eve ben erik getirmemişim, erik bahane, o kese kâğıdıyla bey ruhumu poşetlemişim!
Yıl 1974. Mart ayı. Toprakta az da olsa kar var. Pazar’dan kalkıp, elli kilometre mesafedeki vilayete, Rize’ye gidiyorum. Üç saatimi alıyor. O zamanki yollar asfalt değil, stabilize. Vilayetiniz bile size gurbet gibi geliyor. Bir şiirden bir dize hatırlıyorum: “Eskiden gurbet idi karşı dağın arkası/Şimdi bir komşu evi iki kıta arası.” Tam da o dönemi anlatıyor. Rize’ye kitap okumaya gidiyorum. Rahmetli kitapçı Ali Karali her türlü sıkıntımızı çekiyor. Yeni çıkan kitapları bile tavsiye ediyor. O gün de, “Evlât” demişti bana, “Sen okuyorsun, bu kitap yeni çıktı, yazarını da tanıyorum, çok kaliteli bir insan. Al oku, ben ölürsem arkamdan rahmet yollarsın.” Kitabı heyecanla elime alıyorum. Kitabın adı: “Bu ülke.” Yazarı: Cemil Meriç. İstanbul, Ötüken Yayınevi tarafından basılmış. Baskı tarihi 1974 (demek ki yeni basılmış) Anda Dağıtım tarafından piyasaya sürülmüş. Fiyatı 12.5 lira. Biraz pahalı, ama olsun. (Beş porsiyon döner fiyatına) 170 sayfalık kitabı hiç açmadan paketletiyorum. Yolda, kitap hakkında heyecanlanmak en büyük hobim. Akşam, büyük bir aşkla evde açacağım ve kitabın sihirli dünyasına dalacağım. Köyde yapacak bir şeyim yok, tek işim, kitap okumak, notlar almak.
O güne kadar “Cemil Meriç” adını hiç duymamış değildim; ama nereden, nasıl duyduğumu şimdi hatırlamıyorum. Her çeşit dergi okurdum, onlardan birinde veya birkaçında bu isme rastlamış olabilirdim.
Akşam köydeki evime geldim. (Tütüncüler Köyü) Dışarıda yer yer kar var. Yatma zamanı bekâr odama çekildim. O zamanki evimiz ahşap ev. Tavan ve döşeme tahtadan yapılmış. Odada soba yok. Hatta evde (köyde) henüz elektrik de yok. Gaz lâmbasını yakıyorum ve soyunuyorum. Ardınan pijamalarımı giyeceğim, yatağıma gireceğim ve isli lâmbanın ışığıyla “Bu Ülke”yi okumaya başlayacağım. Fakat düşündüğüm gibi olmuyor; üstümü çıkarıyorum, ama daha pijamalarımı giymeden ayak üstü, “Bu Ülke”yi açıyorum. Aman Allah’ım! Bu ne böyle? “Kavga, insanla KADER arasında değil artık, insanla KELİME arasında. Rüyaları bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime; semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.”
Evet, ben, ayaküstü 170 sayfalık kitabı hiç kapatmadan ve kendimden geçerek okuyorum. Kitap bittiği zaman uyanıyorum, ama soğuk iliklerime işlemiş durumda. Uyuyamadan sabahlıyorum! Öğleye doğru bir karın sancısına tutuluyorum ki, anlatılır gibi değil. Adeta bütün vücudum uyuşuyor. Köydeki tek kamyonla hastaneye kaldırılıyorum; iğne, serum, atlatıyorum sancıyı. Fakat o günden beri “Cemil Meriç” adı ve eserleri sürekli beynimi sancıtıyor. Üstad N.Fazıl’ın: “İç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver” dediği Cemil Meriç, fildişi kulesinde hep münzevi yıldız olarak kalacaktır.
Ülkemizin fikir hayatını yoğuran her iki üstada da rahmetler diliyorum.
new scientiest'de yanılmıyorsam tam tersini iddia edip buldukları insan fosiline Eve adı takarak tek bir kadından ürediğimizi ortaya atmıştı...
Tabi biliminiz bu ya; o kadar kolay ki kanıtlamadan etmeden, bir teoriyle işi götürüyorsunuz da, sanki bilimsel kanıt getirsek inanacaksınız...
Hem kitabımızdaki Hz. Havva ve Hz. Adem olayında inasanların mı, yoksa insanlığın mı Havva ve Adem'den geldiği alimler arasında tartışılır. Bir kesim insan soyunun geldiği belirtirken, diğer kesim hayvan gibi yaşayan insan toplulukların arasından insanlığı (insan gibi yaşamayı) getirecek Hz. Adem'in elçi olarak indirildiği söylenir...
Daha da açayım isterseniz... Kitabımızda Allah ile melekler arasında geçen diyalogların birisinde, Allah insanı yeryüzünde halife yapacağını söylediğinde Melekler '''Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın? ' dediler'' diye bir konuşma geçer... Bazı alimler ve meallerde ''fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak'' gelecek zaman yerine ''fesat çıkaran ve kanlar akıtan'' geniş zamanı kullanırlar. Bu bir çelişki ya da hata değildir, tamamen persektif olayıdır ki kişinin bakış açısına göre değişir... Mesela Sülayman Ateş geniş zamanı belirterek yeryüzünde zaten insanların var olduğunu ama hayvan gibi yaşadıklarını Hz. Adem'inde onlara insanlığı yani insan gibi yaşamayı getirdiğini belirtir... Zaten Cebrail (a.s.) Hz. Ademe tarla sürmesini, ya da Allah'ın Hz. Adem'e eşyaların ismini öğretmesi konusuna bu görüş daha uyar...
Uzun sözün kısası, tek bir insandan geldiğimiz ya da yukarda söylediklerim görüştür, tersi bile ispatlşansa Allah kelamı olan Kuran'ın geniş ve evrensel anlamına zarar vermez...
Siz akıllılar daha Kuran'la ya da peygamberle uğraştığınızı sanıyorsunuz ama farklı insanların yorumlarıyla uğraşmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz; hedefini şaşırmış ok gibi ya da serseri kurşunu gibi oradan oraya uçuyorsunuz... Eğer Allah kelamı ile uğraşacaksanız davanızı burada değil içinizde verin önce...
bir ses duyulsa...koşsam sesin geldiği yere...katılsam o seslere...o sesleri çıkarsam...duyulsa seslerimiz...katılsa bütün sesler...ah keşke bir olsa sesler sessizliğin içinde de...bir ses duyulsa...sessizliği bozsak
hakan şükür
29.07.2004 - 17:11Blackburns Takımı'nda oynadığı zamanlarda tanışmıştım, ailecek çok iyi anlaştık... Paranın ve ünün fazla şımartmadığı, zeki ve çok cici bir ailesi olan birisi... Hiçte şabana benzeyen bir tarafı da yoktur... TV gözlerinizi yanıltmasın...
ejderha
29.07.2004 - 16:59Bir de ilginizi çekerse Ejderha'yı oynayabileceğiniz bir kaç bilgisayar ya da PS2 oyunları da var...
Aklıma gelenler daha doğrusu şimdiye kadar oynadıklarım:
Drakan: Order of the Flame (PC)
Drakan: The Ancients' Gates (PS2)
Dragon Rage (PS2)
Reign of Fıre (PS2)
Bunların içinde Dragon Rage'te direk ejderhayı oynuyorsunuz...
Might and Magic (_Heroes) serileri (özellikle - Heroes Chronicles: Clash of the Dragons)
Warcraft, Dungeon Siege, Everquest serileri vb...
Esasında bunlar direk ejderha oyunları olmadağından fazla saymama gerek yok çünkü çoğu fantezi (frp) oyununda ejderhaları seçip oynayabilirisiniz ya da en azından karşınıza ejderhalar çıkabilir...
nane
29.07.2004 - 15:13Nanenin yararları:
Fiziksel ve ruhsal yorgunluğun ilacı nane. Banyo suyuna ilave edeceğiniz bir avuç nane ile papatya derdinizin çaresi olabilir. Üstelik sıcak banyo sırasında banyonuz bu kokulu bitkilerden dolayı çok hoş kokabilir. Bitkilerin sinirler üzerinde rahatlatıcı bir etkisi de var.
:) lükse bakın, bunlar banyoyu sütle de doldurturlar valla
allah (c.c)
29.07.2004 - 15:06yine kötülük problemi konusu açılmış, bu konuyu anlamak için 'Hayr ve Şer' konusunu idrak etmek gerekir... Bir önceki yazıma ek olarak bu konuda daha geniş bilgiler veren başka bir yazı daha:
ŞER
Kötülük, fesat, bozukluk, yaramazlık, zulüm, her çeşit günah ve ceza verilmesini gerektiren uygunsuz iş. Kötülükleri arzu etmek, musbet, belâ ve sıkıntı anlamlarına da gelir. Çoğulu; şürûr olup, hayrın ve iyiliğin zıddıdır.
Dinde ve felsefede anlaşılması güç olan problemlerden birisi de şer meselesidir. Gerek fenalık ve kötülük anlamında olsun gerek musbet, belâ, felaket ve sıkıntı anlamlarında olsun şerri de yaratan Allah'tır. Nitekim hayrı yaratan da O'dur. Çünkü her mümkünü ve her işi yaratan Allah'tır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Zâtı ekmel olup mutlak kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğu için Allah'ın zat, esmâ (isimler) , sıfat ve fiillerinde hiç bir şer yoktur. Şer insanlarda, insanların işlerinde ve insana göre yaratıklardadır. Allah şerri de hikmet ve ilahî adaletin bir gereği olarak yaratmıştır.
Yüce Allah, insanı bu dünyaya akıl ve irade vererek imtihan etmek için getirmiştir. Bu imtihan âleminde şerrin bulunmaması, dünyanın ve içindeki insanın yaratılış hikmetine aykırı düşerdi. Allah bu âlemde insanlara, içlerinden peygamberler gönderecek doğru yolu göstermiştir: 'Biz ona (insana) iki yol gösterdik' (el-Beled, 90-10) Ve sizleri şer ve hayır (yolları) ile imtihan etmek için deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz' (el-Enbiya, 21/35) . Üstelik insanın ruhuna şerden sakınmanın ve şerri tanımanın bilgilerini koymuş ve ilham etmiştir: 'Her bir nefse (insan ruhuna) ve onu düzenleyene, sonra da ona kötülüğün (ne olduğunu) ve bundan sakınmayı ilham edene and olsun ki onu (nefsini = ruhunu günah ve şerden) temizleyen felaha ermiştir' (eş-Şems, 7-9) .
Allah, insanlara zorla şer ve kötülük yaptırmasaydı, onların hepsini kendisine inanan, taat ve iyilikte bulunan kimseler yapsaydı, daha iyi olmaz mıydı? Allah, böyle yapsaydı, insanın arıdan veya herhangi bir hayvandan farkı kalmazdı. Arı, Allah'ın nefsine (canına) koyduğu bir ilham (güdü) ile baldan başkasını yapamaz. Onun ne aklı ne de hür bir iradesi vardır. Fakat Allah, insana akıl, şuur, bilgi edinme ve irade özellikleri olan bir ruh (nefs-i nâtıka) vererek onu hayvanlardan üstün kılmış ve yeryüzünde halifesi yapmıştır. İyilik ve hayrın kıymeti zorlayarak değil, şuur ve serbest bir irade ile yapılmasındadır. Şuursuz ve serbest bir ihtiyar ile yapılmayan iyiliğin kıymeti yoktur. 'Eğer Rabbim dileseydi, yeryüzünde bulunan bütün insanların hepsi iman ederlerdi' (Yûnus, 10/99) . Allah böyle yapsaydı, insanların akıllarını kullanarak, vicdanlarına tabi olarak serbest iradeleriyle hürriyet içinde iman ve hayrı seçmeselerdi, imanın küfre karşı ne değeri olurdu; küfür ve şer olmasaydı irade ve istekle iman ve hayır uğrunda çekilen meşakkatin ne kıymeti kalırdı? Küfrün bilfiil varlığı olmasa idi iman ve kelimetullah nasıl bu kadar yüce ve değerli olurdu. Her şeyin kıymeti zıddı ile bilinir: Eğer Nuh (a.s) kavminin küfrü olmasaydı.
Tufân mucizesi, meydana gelmezdi ve diğer peygamberlere iman etmeyen kavimlerde helâk âyetleri kendini göstermezdi. Helâk mucizeleri ile helâk olan milletler apaçık delilleri gördükten sonra helâk olmuştur. Hayatta kalan da apaçık beyyineyi gördükten sonra iman ettiği için hayat bulmuştur. Ta ki helâk olan apaçık bir delili gördükten sonra helak olsun. Hayat bulan da apaçık bir delili görüp anladıktan sonra hayatta kalsın' (el-Enfal, 8/42) . 'De ki hak Rabbindendir. O halde isteyen inansın, isteyen küfretsin...' (el-Kehf, 18/29) .
Şerri yaratmak şer değildir. Fakat şerri kazanıp şer ile vasıflanmak şerdir. İnsan aklını kullanarak iradesini şerre yöneltip kudretini buna sarf ederse, Allah da bunu yaratır. Her şey, Allah'ın dileyip yaratmasıyla vukua geldiği için, kulun iradesini yöneltip kudretini sarf ederek işlediği işi de sırf husûle gelmesi ve imtihanın tahakkuk etmesi için yaratır.
Ancak biz kendi irademizle şerri kazanırız; Allah da bizim irade ve seçimimize göre o şerri yaratır. Ancak Allah'ın şerre yardımı ve rızası yoktur.
Muhiddin BAĞÇECİ
Yazının Tümü: http://www.kuranikerim.com/islam_ansiklopedisi/S2/23.htm
allah (c.c)
29.07.2004 - 14:51Dünya insan için kimin daha iyi davranacağına delil olması için, imtihan yeri olarak yaratılmıştır. Eğer kölelik olmasaydı nerden anlardı insanlık özgürlüğün tadını... Fakirlik, açlık, yokluk olmasa nerden anlasın nimetlerin önemini.... Savaşlar, zülm olmassa nerden bilsin barışın gerekliliğini... Hayr (iyi) ve Şer (kötü) olmazsa nerden anlasın insan insanlığın değerini!
İşte her zorlukta bir kolaylık var ki geceden sonra gündüz olduğu gibi kötü görünen şerlerde de hikmet görmek bile Allah'ın varlığına delildir. Eğer ortalık güllük gülistanlık olsa, Allah insana görünüp buradayım işte dese yaratılışın ne anlamı kalırdı ki. O zaman cennette dolaşan melekler gibi robot varlıklara dönerdik.
Savaş gibi kötü şeyler iyidir demek istemiyorum. Fakat etrafta olanlara bakıp bunun suçunu Allah'a yüklemeyi de mantıklı bulmuyorum. Çünkü Allah, bozulmuş dinlerin öğretiği gibi sadece iyiliği sembol etmez. O zalimleri cezalandıran da, tuzak kuranlara daha iyi tuzak kuran da ve daha nice niteliklerde en yüce olduğundan da, O'nu sadece hayrda (iyi de) aramak persektif eksikliğidir...
Her şeyin bir nedeni ve anlamı vardır çünkü her şeyi Allah yaratmıştır.
Eğer savaşlara, yoksuluğa bakıp Allah neden bir şey yapmıyor diye bakarsak, öğrencinin ödevini öğretmeninden beklemesi ya da komutanın askerden emir alması veya bebeğin annesine bakmasını bekler gibi insan o zaman otursun oturduğu yerde her işi Allah'a bıraksın. Hayır! insan canının candan çıkıncaya kadar sınanacak ki Allah'ın varlığını her şeyde hissedecek ve O'nun hiç bir şeyden aciz olmadığını bir şekilde anlayacak... Yine de Rabbim insana şah damarından bile daha yakındır ama insan başına bir felaket gelmesi bekler durur ki her saniye değil her salise yapılan uyarıları, yardımları göremesin...
kitap
29.07.2004 - 14:01... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum.
Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum.
Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.
Kitap, istikbale yollanan mektup...
Cemil Meriç - Bu Ülke, 9. Baskı, İst./1998, sh. 21 - 100.
bu ülke
29.07.2004 - 14:00... Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum.
Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum.
Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Anlıyorum ki, zalim ve
kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.
Kitap, istikbale yollanan mektup...
Cemil Meriç - Bu Ülke, 9. Baskı, İst./1998, sh. 21 - 100.
islamiyet
29.07.2004 - 13:01İnananlar Kardeştir
Bu ülkenin bütün ırklarını, tek ırk, tek kalp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İster siyah derili, ister sarı... inananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için ölmek ve yaşamak. Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya, yani irşâda. Altı yüzyıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa kalbeden meşûm bir salgın: Maddecilik. Tarihin dışına çıkan Anadolu, tarihin ve hayatın. Heyhat, bu çöküşte kıyametlerin ihtişamı da yok, şiirsiz ve şikayetsiz.
Cemil Meriç
(Bu Ülke - S. 142)
cemil meriç
29.07.2004 - 12:22'Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile.
Denize atılan bir şişe onlar.
Belki dalgalar asırlarca sonra
aşina bir ele tevdi edecek onları...'
Cemil Meriç
http://www.antoloji.com/grup/meric-okurlari-kahvesi
türk-kürt kardeştir
29.07.2004 - 00:50Biz, yıllarca bu ülke topraklarında, Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Arnavut’u ve Boşnak’ıyla.. aramızdan su sızmayacak şekilde ve ütopyalardakinin çok üstünde hep birlik ve beraberlik içinde yaşadık. Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi, Batı’da bir dönemde ütopyalar yazılıp duruyordu. Osmanlı ise ütopyalarla uğraşmayı düşünmemiş; batının ütopyalarda yakalamak istediği “Güneş Devleti”ni, ortaya koyduğu sistemle tesis ederek bizzat yaşamıştı. Bu baş döndürücü hayat tarzını ve medeniyeti kaldıramayan düşman güçler, Devlet-i Âliye diye adlandırılan Osmanlı cihan devletini götürüp bir bayıra gömdükten sonra, nihayet Misak-ı Millî ile sınırları belirlenmiş şu vatanda dahi Kürt-Türk, Alevî-Sünnî, Lâik-Antilâik kutuplaşmalarıyla insanımızı karşı karşıya getirerek, birbirine düşürebilmişlerdir. Maalesef, içimizdeki birtakım aklı ermezlerle bazı hainler de, düşmanlarımızın bu çirkin ve kirli emellerine alet olmuşlardır.
Bugün, Allah’ın yardım ve keremiyle insanımız, ülke çapında diyalog ve hoşgörü esintileriyle toparlanıp, yeniden bir diriliş sürecine girmiştir. Küçük ve mütevazî sözlerle ama, samîmî ifadelerle ortaya konan bu diyalog düşüncesi, kısa zaman içinde çok büyük mesafeler katederek, geniş çevreler tarafından da hüsn-ü kabul göreceği beklenmektedir. Zira, yıllardır ayrılık ve bölünme endişeleriyle canı dudağına gelmiş kitleler, uzun süredir böyle bir ses ve soluğa muhtaçtı. Türkiye’de hüsn-ü kabul gören, ma’şerî vicdanın (kamuoyu) “evet” dediği bu hoşgörü ve diyalog sesi, Kanada’dan Güney Amerika’ya, Britanya Adaları’ndan Afrika derinliklerine, oradan Asya steplerine kadar dünyanın dört bir bucağında, marjinal bir kesim müstesna, saygıyla karşılanmaktadır. Ve bu ses aynı zamanda, bizi bölüp birbirimize düşürmek isteyen ve bunu “Böl, parçala ve idare et” plânıyla başarılı bir şekilde yürüten hasımlarımızın oyununu bozma adına şayan-ı takdir bir sestir.
Evet. Ülkemizi ve milletimizi içten parçalamaya yönelik bu çirkin plân gereği Türk-Kürt, Alevî-Sünnî denilerek insanımız kamplara bölünmeye çalışılmış ve sürekli araya ayrılık ve düşmanlık tohumları saçılmıştır. Biz, Türkü-Kürdü, Alevîsi-Sünnîsiyle yıllarca bu cennet vatanımızda bütün güzellikleri beraber paylaşmış, bütün acı ve ızdırapları müşterek duyup hissetmişizdir. Farz-ı muhal, Çanakkale’deki mezarlar birer birer açılsa, Alevî ile Sünnî’nin veya Türk ile Kürd’ün sarmaş dolaş yan yana yattığı görülecektir. Günümüzde ise, bu birlik ve beraberlik parçalanmış bir kristal gibi sağa-sola saçılıp ve dağılmış gibi bir durum gözlenmektedir. İşte bu hoşgörü ve diyalog esintileri, bağı kopmuş tesbih taneleri gibi parçaları sağa-sola saçılmış toplumumuzu, yeniden bir araya getirme adına önemli bir hareket olduğu için bundan sonra da düşmanlarımız boş durmayacak ve bizi değişik kamplara ayırıp, bölmeye çalışacaklardır. Zira, ayrılık duygu ve düşüncesi, bir milleti yıkan temel unsurların başında gelmektedir. Nitekim, meşhur bir şairimiz,
'Tefrika girmeden bir millete düşman giremez.
Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez. '
diyerek, bu önemli konuyu vurgular.
http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/prizma/aktuel/a782.html.
çay ve sigara
29.07.2004 - 00:33LAGARA LUGARA
Bir sürü kisi...
Sanki bir uykuda...
Korkunç bir uğultu vardı,
Uyutucu, uyutucu.
Oturmuslar kalkmıyorlar,
Her zaman bile bile.
Hep aynı sekilde,
Hep aynı hep aynı.
Lagara lugara
Lagara lugara lagara
Sigara sigara çay sigara.
Lagara lugara
Lagara lugara lagara
Sigara sigara çay sigara.
Bense bak,
Kaçacam buradan birazdan.
Bense bak,
Kaçacam buradan birazdan.
Bilmeyi istemeden,
Ve bilmekten korkarak...
Zaman önemsiz miydi sanki?
Hep aynı hep aynı.
Bulutsuzluk Özlemi
şeytan
28.07.2004 - 18:14Şeytanla dansedersen şeytan değişmez, seni değiştirir. (Max California/8mm filminden)
kuran-ı kerim
28.07.2004 - 16:43Kalem'e yemin eden Kitap!
İlahi mesajlar, bir ayet olarak geldiği gibi, birçok ayetten oluşan bir küme halinde de gelmiştir. Örneğin Hz. Peygamber'e ilk gelen vahiy 5 ayetten oluşuyor. Alak suresinin ilk beş ayeti şöyle: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku. İnsanı bir kan pıhtısından yaratmıştır O. Oku... Senin Rabbin sonsuz derecede cömerttir. Öğrettiğini kalemle öğretmiştir O. İnsana bilmediğini öğretmiştir O.'
İkinci olarak inen ayetler ise Kalem suresinin ilk ayetleridir. 'Nun. Kalem'e ve onun satır satır yazdıklarına and olsun...' Görüldüğü gibi, Kuran, mesajlarını okumak, kalem, yazmak, öğretmek ve öğrenmek kavramları üzerine kurmuştur. Son inen ayet ise Maide suresinin 3. ayetidir: 'Bugün sizin için dininizi en mükemmel biçimde tamamladım; üzerinizdeki nimetimi bütünleştirdim ve size din olarak İslam'ı seçtim.'
Kuran'da bulunan ayet, kelime ve harf sayısında, Kuran'ın yazılış biçimlerine ve ayetlerin başlama ve sona ermesi hakkındaki İslam araştırmacılarının kabullerine göre, değişik görüşler var. Genel kabul, Kuran'ın 6666 ayet olduğu şeklinde.
Kuran'da 114 sure bulunuyor. Sure, ayetlerden oluşan belirli bölümlerin adıdır. Resmi sıralamaya göre, bunların ilki Fatiha, sonuncusu Nas suresidir. İniş sırasına göre ise, ilk sure Alak, son sure Nasr suresidir. Surelerin bir kısmı sayfalar uzunluğunda bir kısmı ise sadece 1 satırdır. Ama hiçbir sure, tek ayet değildir. En kısa sureler olan Kevser ve İhlas sureleri birer satır olup, birincisi üç, ikincisi dört ayettir. Buna karşılık, en uzun sure olan Bakara, 286 ayet ve 48 sayfadır. 9. sure olan Tevbe suresi hariç tüm sureler besmele ile başlar. Besmele Kuran'ın ilk cümlesidir. Surelerin adları Kuran'ın metninden değildir. Hz. Peygamber tarafından konmuştur.
İndiriliş Amacı
Kuran-ı Kerim, hikmet, felsefe, sanat ve deneysel bilimlere yer vermesi nedeniyle klasik anlamda bir din kitabı değildir. Kuran, kainatta boşluk, anlamsızlık ve raslantı kabul etmez. Kuran'ın temel konusu tevhit (birlik) tir. Bu, Yaratıcı Kudret'in birliğidir. Kuran bu kudrete, 'Allah' demektedir. Tek Allah inancının (tevhid) adeta yeryüzünden silindiği bir dönemde inerek, insanlığı karanlıktan nura çıkarmak istemiştir.
Kuran'ın en büyük mucizesi üslubunda yatar. Kronolojik ve sistematik bir kitap değildir. Hayatın yeni gerekliliklerini ve şartlarını birer neden olarak göstererek, insanlığa vermek istediklerini parçalar halinde sunmuştur.
Kuran, Allah kelamı olduğu gibi, tertibi de Allah'ın tertibidir. Vahyin Hz. Peygamber'e gelişine aracılık eden Cebrail adlı melek yine Allah'tan aldığı emirle her ayetin konması gereken yeri Hz. Peygamber'e gösteriyordu. Ayrıca her yıl o ana kadar gelmiş bulunan Kuran vahiylerini karşılıklı okuyarak, ayetlerin, olmaları gereken yerde bulunup bulunmadıklarını kontrol ediyorlardı. Bu 'mukabele', Hz. Peygamber'in öldüğü yılda, 2 defa yapılmış; Hz. Peygamber buna bakarak vahyin bitmek üzere olduğunu ve ölümünün yaklaştığını anlamıştır.
Hz. Muhammed'in peygamberlik hayatının bir kısmı Mekke'de bir kısmı da Medine'de geçmiştir. Mekke'de geçen süre boyunca inen ayetlere ve bunların oluşturdukları surelere Mekki, diğerlerine Medeni denir. Mekki vahiyler, genellikle Kuran'ın mesajının Allah, insan, hayat, kainat, ölüm ve ölümötesi gibi en evrensel kavramlarına ağırlık verir. İslam'ın daha çok metafizik yapısının işlendiği Mekki sureler, kısadır. Hitaplar hemen tamamen 'ey insan' veya 'ey insanoğlu' şeklindedir.
Medeni vahiyler ise genellikle toplumun günlük hayatla ilgili ihtiyaçlarını dikkate alır. İslam toplumunun hukuksal yapısının verildiği bu ayetlerde hitaplar genellikle 'ey inananlar' şeklindedir.
www.ilkayet.net
belagat
28.07.2004 - 15:09Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir: 'Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir' (el-Hac, 22/ 1, 2) .
üç şey
28.07.2004 - 13:09Üç Hürel dendi mi acep...
ayrılık şarkıları
28.07.2004 - 12:18ARKADAŞIM EŞEK
Kaç yıl oldu saymadım
Köyden geçeli
Mevsimler geldi geçti
Görüşmeyeli
Hiç haber göndermedin
O günden beri
Yoksa bana küstün mü
Unuttun mu beni
Dün yine seni andım
Gözlerim doldu
O tatlı günlerimiz
Bir anı oldu
Ayrılık geldi başa
Katlanmak gerek
Seni çok çok özledim
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Yaban tayları çayırda tepişiyor mu
Çilli horoz kedilerle dövüşüyor mu
Sarıkız minik buzağıyı sütten kesti mi
Kuzularla oğlaklar sevişiyor mu
Uzun kulaklarını son birkez salla
Tüm eski dostlarımdan bir haber yolla
Ayrılık geldi başa
Katlanmak gerek
Seni çok çok özledim
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Arkadaşım eş arkadaşım şek
Arkadaşım eşek
Barış Manço
:) :) :)
porsche
28.07.2004 - 12:12Volkswagen'i de yapan Fredinand Porsche'un Hitler sayesinde dunyaya tanıttığı araba...
ayrıca bkz. Volswagen başlığına...
putperestlik
28.07.2004 - 12:08Putoerestlik olayını iyi araştırmamız lazım, özellikle ateistlerin çünkü Eski Yunan'da ve Roma'da tanrılarına inanmayanlara tanrıtanımaz derlerdi. Tanrıtanımazlık ne kadar modern ateizmin temellerine oluştursa da malesef anlamlar çarpıtılmış ve uzaklaşılmıştır... İşte olayın önemi burda çünkü Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed gibi peygamberlerimiz kavimlerinin tanrılarını tanımayarak sadece putperestliği değil kavminin tanrılarını da İNKAR etmişlerdir ve bu yüzden tanrıtanımaz damgası yiyerek o zamanın toplumu tarafından bir çeşit ateistlikle suçlanmışlardır, özellikle Hz. İsa'yı öldürmek için yahudiler romalılara tanrılarnızı tanımıyor diye kışkırtmaya çalışmışlardır...
Hepsini burada işleyemiyeceğim ama bu tarihsel gerçeklerden çıkartılacak çok dersler var çünkü sorgulama, şüphe etme gibi unsurlar ilk başta Semavi Dinler tarafından akımlaştırılmış ve akıl yoluyla yani ilimle ilerlemeyi öğretmişlerdir. Lakin çağımıza geldiğimizde artık tanrıtanımaz giysisini inananlara giydiremeyen gerçek putperestler artık gerici ve yobaz suçlamaları ile yine karakterlerini sürdürüyorlardır...
Artı olarak Putperestliğe en büyük darbe Mekke Zaferi ile gerçekleştirilmiştir. Bu zaferin altına imza atanlar da bellidir...
nargile
27.07.2004 - 16:04Nargile'nin sigaradan zararlı olması tamemen sigara şirketlerinin Türkiye'de nargilenin yeniden yayılmasına engel koymak için medyada uydurdukları propagandadır...
Birincisi Nargile'nin filtrsi sudur, tüm tarı tutar... Tar nedir, o hani simsiyah balgam çıkartırsanız ya ciğerleinizden bazen, işte o... Yani kanser çamuru... Hadi Nargile'de nefes çeke çeke ve biraz nikotinle bir hal olursunuzda, paet paket tarları yuturken günde en fazla bir-iki defa içtiğiniz nargile mi zararlı oluyor.
Benim doktor arkadaşımda karşı çıkıyor ama doktorluğu bahane, o aklınca arap kültürüne karşı çıkıyormuş yahu git sen Kluks Klan'ın sigarlarını iç iç kollarını kestir benim atalarımın içtiği nargiliye dil uzat pes doğrusu, yakında aşure yerine salyongaz yedirecekler...
nargile
27.07.2004 - 15:58nargile nargile nargilesiyem
anamın atamın bir danesiyem...
diye kızılırmak'ın seslendiği güzel bir anonim türkümüz var...
cemil meriç
27.07.2004 - 15:44Necip Fazıl ve Cemil Meriç'e dair
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzünü tanımaz olur.”
Yetmişli yılların başı. Rize Öğretmen Okulu’na yeni gelmişim. Gurbetteyim; çünkü ailemden uzağım. Bir evde yalnız kalıyorum. Yağmurlu ve kasvetli bir gün. Odanın içinde bir o yana, bir bu yana debelenip duruyorum. Canım bir şeyler okumak istiyor, ama okuyacak pek bir şey de yok. Televizyon mu? O zaman Rize’de tek televizyon bile yok. Nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyoruz. Radyonun bile lüks olduğu günler. O da yok!
Yağmur yağıyor. Damlalar camdan aşağı süzülüyor. Komşu evin penceresi açık. Oradan, o zaman daha yeni şöhret olmuş Mine Koşan döktürüyor: “Yağmurun sesine bak/Aşka davet ediyor! ” Bu türkü, on sekizindeki bir delikanlının dünyasına melankolik bir iniş yapmaz mı?
Canım çok sıkkın. Kese kâğıdıyla eve getirdiğim erikleri yemek için mutfağa giriyorum. (O zaman naylon poşetler yoktu, gazete kâğıtlarından poşet yapılır ve buna “kese kâğıdı” denilirdi.) Kese kâğıdına, erik almak için elimi sokarken, gazetedeki bir şiire odaklanıp kalıyorum. Şiirin adı: “Bu yağmur.” Bir çırpıda okuyorum. Bir daha, bir daha okuyorum! Zaman, mekân, şiir o kadar iç içe ki, uçan halıdayım ve yere inmek istemiyorum! .. Yazarını merak ediyorum! Biraz yapışık duruyor, ama aralayıp bakıyorum. (Kese kâğıtlarının dip kısmı hamurla yapıştırılırdı ve hamur fazlaca kullanılarak bir kese kâğıdının yüz gram gelmesi sağlanırdı. Hırsızlığın tarihi yoktur.) İşte şiirin yazarı: “Necip Fazıl Kısakürek! ” Kim bu adam? Bu soru, bana Üstad’ı tanımamda bütün kapıları açtı, yıllardır. O kese kâğıdıyla meğer eve ben erik getirmemişim, erik bahane, o kese kâğıdıyla bey ruhumu poşetlemişim!
Yıl 1974. Mart ayı. Toprakta az da olsa kar var. Pazar’dan kalkıp, elli kilometre mesafedeki vilayete, Rize’ye gidiyorum. Üç saatimi alıyor. O zamanki yollar asfalt değil, stabilize. Vilayetiniz bile size gurbet gibi geliyor. Bir şiirden bir dize hatırlıyorum: “Eskiden gurbet idi karşı dağın arkası/Şimdi bir komşu evi iki kıta arası.” Tam da o dönemi anlatıyor. Rize’ye kitap okumaya gidiyorum. Rahmetli kitapçı Ali Karali her türlü sıkıntımızı çekiyor. Yeni çıkan kitapları bile tavsiye ediyor. O gün de, “Evlât” demişti bana, “Sen okuyorsun, bu kitap yeni çıktı, yazarını da tanıyorum, çok kaliteli bir insan. Al oku, ben ölürsem arkamdan rahmet yollarsın.” Kitabı heyecanla elime alıyorum. Kitabın adı: “Bu ülke.” Yazarı: Cemil Meriç. İstanbul, Ötüken Yayınevi tarafından basılmış. Baskı tarihi 1974 (demek ki yeni basılmış) Anda Dağıtım tarafından piyasaya sürülmüş. Fiyatı 12.5 lira. Biraz pahalı, ama olsun. (Beş porsiyon döner fiyatına) 170 sayfalık kitabı hiç açmadan paketletiyorum. Yolda, kitap hakkında heyecanlanmak en büyük hobim. Akşam, büyük bir aşkla evde açacağım ve kitabın sihirli dünyasına dalacağım. Köyde yapacak bir şeyim yok, tek işim, kitap okumak, notlar almak.
O güne kadar “Cemil Meriç” adını hiç duymamış değildim; ama nereden, nasıl duyduğumu şimdi hatırlamıyorum. Her çeşit dergi okurdum, onlardan birinde veya birkaçında bu isme rastlamış olabilirdim.
Akşam köydeki evime geldim. (Tütüncüler Köyü) Dışarıda yer yer kar var. Yatma zamanı bekâr odama çekildim. O zamanki evimiz ahşap ev. Tavan ve döşeme tahtadan yapılmış. Odada soba yok. Hatta evde (köyde) henüz elektrik de yok. Gaz lâmbasını yakıyorum ve soyunuyorum. Ardınan pijamalarımı giyeceğim, yatağıma gireceğim ve isli lâmbanın ışığıyla “Bu Ülke”yi okumaya başlayacağım. Fakat düşündüğüm gibi olmuyor; üstümü çıkarıyorum, ama daha pijamalarımı giymeden ayak üstü, “Bu Ülke”yi açıyorum. Aman Allah’ım! Bu ne böyle? “Kavga, insanla KADER arasında değil artık, insanla KELİME arasında. Rüyaları bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime; semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.”
Evet, ben, ayaküstü 170 sayfalık kitabı hiç kapatmadan ve kendimden geçerek okuyorum. Kitap bittiği zaman uyanıyorum, ama soğuk iliklerime işlemiş durumda. Uyuyamadan sabahlıyorum! Öğleye doğru bir karın sancısına tutuluyorum ki, anlatılır gibi değil. Adeta bütün vücudum uyuşuyor. Köydeki tek kamyonla hastaneye kaldırılıyorum; iğne, serum, atlatıyorum sancıyı. Fakat o günden beri “Cemil Meriç” adı ve eserleri sürekli beynimi sancıtıyor. Üstad N.Fazıl’ın: “İç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver” dediği Cemil Meriç, fildişi kulesinde hep münzevi yıldız olarak kalacaktır.
Ülkemizin fikir hayatını yoğuran her iki üstada da rahmetler diliyorum.
D. Ali Taşcı
Vakit gazetesi:
necip fazıl kısakürek
27.07.2004 - 15:43Necip Fazıl ve Cemil Meriç'e dair
“Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzünü tanımaz olur.”
Yetmişli yılların başı. Rize Öğretmen Okulu’na yeni gelmişim. Gurbetteyim; çünkü ailemden uzağım. Bir evde yalnız kalıyorum. Yağmurlu ve kasvetli bir gün. Odanın içinde bir o yana, bir bu yana debelenip duruyorum. Canım bir şeyler okumak istiyor, ama okuyacak pek bir şey de yok. Televizyon mu? O zaman Rize’de tek televizyon bile yok. Nasıl bir şey olduğunu dahi bilmiyoruz. Radyonun bile lüks olduğu günler. O da yok!
Yağmur yağıyor. Damlalar camdan aşağı süzülüyor. Komşu evin penceresi açık. Oradan, o zaman daha yeni şöhret olmuş Mine Koşan döktürüyor: “Yağmurun sesine bak/Aşka davet ediyor! ” Bu türkü, on sekizindeki bir delikanlının dünyasına melankolik bir iniş yapmaz mı?
Canım çok sıkkın. Kese kâğıdıyla eve getirdiğim erikleri yemek için mutfağa giriyorum. (O zaman naylon poşetler yoktu, gazete kâğıtlarından poşet yapılır ve buna “kese kâğıdı” denilirdi.) Kese kâğıdına, erik almak için elimi sokarken, gazetedeki bir şiire odaklanıp kalıyorum. Şiirin adı: “Bu yağmur.” Bir çırpıda okuyorum. Bir daha, bir daha okuyorum! Zaman, mekân, şiir o kadar iç içe ki, uçan halıdayım ve yere inmek istemiyorum! .. Yazarını merak ediyorum! Biraz yapışık duruyor, ama aralayıp bakıyorum. (Kese kâğıtlarının dip kısmı hamurla yapıştırılırdı ve hamur fazlaca kullanılarak bir kese kâğıdının yüz gram gelmesi sağlanırdı. Hırsızlığın tarihi yoktur.) İşte şiirin yazarı: “Necip Fazıl Kısakürek! ” Kim bu adam? Bu soru, bana Üstad’ı tanımamda bütün kapıları açtı, yıllardır. O kese kâğıdıyla meğer eve ben erik getirmemişim, erik bahane, o kese kâğıdıyla bey ruhumu poşetlemişim!
Yıl 1974. Mart ayı. Toprakta az da olsa kar var. Pazar’dan kalkıp, elli kilometre mesafedeki vilayete, Rize’ye gidiyorum. Üç saatimi alıyor. O zamanki yollar asfalt değil, stabilize. Vilayetiniz bile size gurbet gibi geliyor. Bir şiirden bir dize hatırlıyorum: “Eskiden gurbet idi karşı dağın arkası/Şimdi bir komşu evi iki kıta arası.” Tam da o dönemi anlatıyor. Rize’ye kitap okumaya gidiyorum. Rahmetli kitapçı Ali Karali her türlü sıkıntımızı çekiyor. Yeni çıkan kitapları bile tavsiye ediyor. O gün de, “Evlât” demişti bana, “Sen okuyorsun, bu kitap yeni çıktı, yazarını da tanıyorum, çok kaliteli bir insan. Al oku, ben ölürsem arkamdan rahmet yollarsın.” Kitabı heyecanla elime alıyorum. Kitabın adı: “Bu ülke.” Yazarı: Cemil Meriç. İstanbul, Ötüken Yayınevi tarafından basılmış. Baskı tarihi 1974 (demek ki yeni basılmış) Anda Dağıtım tarafından piyasaya sürülmüş. Fiyatı 12.5 lira. Biraz pahalı, ama olsun. (Beş porsiyon döner fiyatına) 170 sayfalık kitabı hiç açmadan paketletiyorum. Yolda, kitap hakkında heyecanlanmak en büyük hobim. Akşam, büyük bir aşkla evde açacağım ve kitabın sihirli dünyasına dalacağım. Köyde yapacak bir şeyim yok, tek işim, kitap okumak, notlar almak.
O güne kadar “Cemil Meriç” adını hiç duymamış değildim; ama nereden, nasıl duyduğumu şimdi hatırlamıyorum. Her çeşit dergi okurdum, onlardan birinde veya birkaçında bu isme rastlamış olabilirdim.
Akşam köydeki evime geldim. (Tütüncüler Köyü) Dışarıda yer yer kar var. Yatma zamanı bekâr odama çekildim. O zamanki evimiz ahşap ev. Tavan ve döşeme tahtadan yapılmış. Odada soba yok. Hatta evde (köyde) henüz elektrik de yok. Gaz lâmbasını yakıyorum ve soyunuyorum. Ardınan pijamalarımı giyeceğim, yatağıma gireceğim ve isli lâmbanın ışığıyla “Bu Ülke”yi okumaya başlayacağım. Fakat düşündüğüm gibi olmuyor; üstümü çıkarıyorum, ama daha pijamalarımı giymeden ayak üstü, “Bu Ülke”yi açıyorum. Aman Allah’ım! Bu ne böyle? “Kavga, insanla KADER arasında değil artık, insanla KELİME arasında. Rüyaları bayraklaştırıyor. Yığınlar onun için yaşıyor, onun için dövüşüyor, onun için ölüyorlar. Mukaddeslerin rengine bürünen bir bukalemun kelime; semavi kitapların şeytanı. Ve en tehlikelileri, toprağımızda doğmayanlar. Sol’la sağ, bu karanlık kafilenin öncülerinden ikisi.”
Evet, ben, ayaküstü 170 sayfalık kitabı hiç kapatmadan ve kendimden geçerek okuyorum. Kitap bittiği zaman uyanıyorum, ama soğuk iliklerime işlemiş durumda. Uyuyamadan sabahlıyorum! Öğleye doğru bir karın sancısına tutuluyorum ki, anlatılır gibi değil. Adeta bütün vücudum uyuşuyor. Köydeki tek kamyonla hastaneye kaldırılıyorum; iğne, serum, atlatıyorum sancıyı. Fakat o günden beri “Cemil Meriç” adı ve eserleri sürekli beynimi sancıtıyor. Üstad N.Fazıl’ın: “İç gözü daha iyi görsün diye dış gözünü kapattığı sahici münevver” dediği Cemil Meriç, fildişi kulesinde hep münzevi yıldız olarak kalacaktır.
Ülkemizin fikir hayatını yoğuran her iki üstada da rahmetler diliyorum.
D. Ali Taşcı
Vakit gazetesi
allah (c.c)
27.07.2004 - 14:46new scientiest'de yanılmıyorsam tam tersini iddia edip buldukları insan fosiline Eve adı takarak tek bir kadından ürediğimizi ortaya atmıştı...
Tabi biliminiz bu ya; o kadar kolay ki kanıtlamadan etmeden, bir teoriyle işi götürüyorsunuz da, sanki bilimsel kanıt getirsek inanacaksınız...
Hem kitabımızdaki Hz. Havva ve Hz. Adem olayında inasanların mı, yoksa insanlığın mı Havva ve Adem'den geldiği alimler arasında tartışılır. Bir kesim insan soyunun geldiği belirtirken, diğer kesim hayvan gibi yaşayan insan toplulukların arasından insanlığı (insan gibi yaşamayı) getirecek Hz. Adem'in elçi olarak indirildiği söylenir...
Daha da açayım isterseniz... Kitabımızda Allah ile melekler arasında geçen diyalogların birisinde, Allah insanı yeryüzünde halife yapacağını söylediğinde Melekler '''Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın? ' dediler'' diye bir konuşma geçer... Bazı alimler ve meallerde ''fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak'' gelecek zaman yerine ''fesat çıkaran ve kanlar akıtan'' geniş zamanı kullanırlar. Bu bir çelişki ya da hata değildir, tamamen persektif olayıdır ki kişinin bakış açısına göre değişir... Mesela Sülayman Ateş geniş zamanı belirterek yeryüzünde zaten insanların var olduğunu ama hayvan gibi yaşadıklarını Hz. Adem'inde onlara insanlığı yani insan gibi yaşamayı getirdiğini belirtir... Zaten Cebrail (a.s.) Hz. Ademe tarla sürmesini, ya da Allah'ın Hz. Adem'e eşyaların ismini öğretmesi konusuna bu görüş daha uyar...
Uzun sözün kısası, tek bir insandan geldiğimiz ya da yukarda söylediklerim görüştür, tersi bile ispatlşansa Allah kelamı olan Kuran'ın geniş ve evrensel anlamına zarar vermez...
Siz akıllılar daha Kuran'la ya da peygamberle uğraştığınızı sanıyorsunuz ama farklı insanların yorumlarıyla uğraşmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz; hedefini şaşırmış ok gibi ya da serseri kurşunu gibi oradan oraya uçuyorsunuz... Eğer Allah kelamı ile uğraşacaksanız davanızı burada değil içinizde verin önce...
Adaptation / Tersyüz
26.07.2004 - 22:45Spike Jonze'nin yönetip Nicolas Cage'in Donald Kaufman rölüyle
Meryl Streep gibi baba isimlerin oynadığı 2002 yapımı filmin adı...
Bir de Adaptatziya '''Adaptation'' 1982 yapımı bir film daha var.
İzlemediğimden fazla bilgi veremiyeceğim :)
Toplam 2591 mesaj bulundu