YAZ TATİLİ
Geçip giden yaz tatili zevk vermedi hiç bana. Bir yandan aşırı sıcaklar ve aşırı sıcakların hareketlerimi kısıtlaması yaz tatilimi zehir etti bana. Herhangi bir tatil kültürüne sahip olamamak da cabası. Aileden gelen bu kültür bizde yok. Babam tatil bilmezdi. Yıllık iznini evde geçirirdi. Biraz tembellik yapmak, biraz fazla uyumak ona yeter de artardı bile.
Dedem zaten tatil nedir bilmezdi. O köyde kuran kursunda hocalık yapar, hafta sonlarında eve dönerdi. Kendini tümüyle ibadete vermiş bir Allah adamının tatille ne işi olabilirdi ki. Tatil kelimesi onun lügatinde bile yoktu. Emekli de olmamıştı zaten. Resmi olarak herhangi bir iş yapmamıştı. Çalıştığı kurslarda onun adına SSK yatırılmamıştı. Zaten az bir ücretle çalışır, takdir edilen ücretin bayağı bir kısmını da kuruma bağışlardı.
Babam onun aksine ne yapıp yapıp diyanet kurumuna bağlı bir din adamı hüviyeti kazanmıştı. 25. Yılını doldurur doldurmaz emekli olmuş, emekliliğin tadını çıkaramadan hastalanmış ve çok geçmeden dünyasını değişmişti.
Bense 27. Yılımı çalıştığım halde babamın akıbetine uğramamak için emekli olamıyorum. Oysa dinlenmeye öyle ihtiyacım var ki. Ama emekli günlerimin kabus günlerim olacağı korkusuyla karar veremiyorum.
Bu yaz tatilleri emeklilik günlerinin bir provası niteliğinde oluyor, ama bu provalar bir türlü mükemmelleşemiyor, kötü bir denme olmaktan, emeklilik kararını ertelemekten başka bir şeye yaramıyor.
Düğünden, dost ziyaretleri, özlemli karşılaşma ve toplantılar bana yeterli gelmiyor, öğrencilerimle geçirdiğim o zevkli anların yerini hiç biri tutmuyor. Sabah erken işe gitmek, sınıfa girmek, öğrencilerimin tatlı bakışları, onların sevgi ve sempatisi beni mutlu ediyor.
Geri dönülmez yola girmek bana esrarlı bir yolculuk gibi geliyor, karar vermemi güçleştiriyor, 65 yaşına kadar bu kararsızlığımı sürdüreceğimi sanıyorum. Bu şekilde kararsız bir olarak görevimi sürdürecek, zorunlu emeklilik yaşından sonra ne yapabileceğimi düşünmeye çalışıyorum.
Bu düşüncelerle geçen yaz tatilinden sonra yeni ders yılına hazır psikolojimle emeklilik düşüncesi ve çalışma gayreti arasında gidip geleceğim. Yıllar önce hep 25. Yılımı bekledim. Hiç gelmeyecekmiş gibi düşündüğüm bu 25 yıl bir çırpıda geçip gitmiş, 59 yılı devirmiş, torun torba sahibi olacağım günlere ermişti.
..
KAR KEYFİM KAÇTI
11.01.15
Bir haftalık kar tatili öğrenim zevkimiz ve alışkanlığımızı bozdu. Pazartesi okullar açılıyor. Neredeyse bir yarıyıl tatili yaptık. Her geçen gün bir sonraki gün için tatil beklentisi, öğretmenlerin performans ve yazılı notlarını kaydetme zorunluluğu tatili sıkıntıya boğdu.
Doğru dürüst kartopu bile oynayamadık. Son yılların en soğuk kışı. Kara hasret bu kenti bile kardan usandırdı. Karda eve kapanma zorunluluğu, yolların yürünemez hale geliş bu güzelim kar havasının zevkini kaçırmakta yarıştılar.
Hasılı yıllardır beklediğimiz sevgili kar keyfimizi pek iç açıcı şekilde tadamadık. Gece kar yağışının zevkini doya doya seyredememek ne hazin. Bir yandan soğuk, öbür yandan tatil düşüncesi, diğer yandan bir öğretmen olarak not verme sıkıntısı u yıllarca beklediğimiz en zevkli havamızın tadını kaçırdı.
İnternetin arıza vermesi de cabası. Televizyon yayınlarının aksaması üstüne tuz biber ekiyor, bunca terslik bu kaç yılda bir gelen kar keyfini kaçırıyordu. Etraf hala kar içinde. Dünkü yağmur bile buzlanmış çevreyi açamadı. Erimedi buzlar, açılmadı yollar. Hepsinden beteri aile içinde karı sevmeyen, sürekli dert yanan birinin etrafa saçtığı negatif dalga hayattan ve kardan yeterince keyif ve zevk almamı engelledi. Oysa ben bu karlı havaları ne çok severdim. Yıllar var ki bu kentte kara hasret gidiyordum.
Oysa üniversite yıllarında Erzurum, ilk öğretmenlik yıllarımda Ankara kara doymama, hatta ondan bıkmama yol açmış, çocukluğumun İzmit’inde kendine doyurmadan çekip giden kardan usandırmıştı. Oysa çocukluğumuzda kar yağan gün ve gecelerimizin arkadaşlarla kartopu oynayarak ve bayır yerlerden kayarak geçirdiğimiz, karda yürüdüğümüz günler ne günlerdi.
..
19 Eylül CUMARTESİ
Ne zamandır bu günü iple çekiyorum. Bu buluşmalar stresimizi alıyor. ‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer’ kabilinden. Müthiş bit haz alıyoruz. 40 yıl önceki sıra arkadaşlarımızla buluşmak ne güzel bir şey, ne doyumsuz bir zevk.
Genlik yıllarımızı hatırlıyor, sohbet ve muhabbet ediyoruz. Her toplantı farklı bir yerde oluyor. Kimi içimizden biri bizi ağırlıyor, kimi bir lokantada yemek yiyoruz. Bir dağ lokantası oluyor bazen, bir tatil köyüne atıyoruz kapağı bazen.
Bazen bir yazlık oluyor toplantı mekanımız, yüzüyor eğleniyoruz. Eğlentimiz sohbetten ibaret. Memleket meselelerini konuşuyoruz. Çoğunluk siyaset konuşuyoruz. Bazen de bürokrasi. Bu kez Sapanca’dayız. Emekli bir din dersi öğretmeninin bahçesinde. Her taraf meyve ağaçlarıyla dolu. Masadaki cevizleri kırıp yeme yarışındayız.
Kimi üzüm kimi de elma yiyor. Sonra pideler geliyor. Ev yapımı şerbet içiliyor. Ardından çay. Balcı arkadaşlar bal getirmişler. Balları yiyerek karşılaştırıyor, bal anılarımız anlatıyoruz. Resimler çekiyoruz paylaşmak için. Eski resimlerden kalanları izliyoruz. Nerden nereye geldiğimize bakıyoruz.
Hepimiz fit birer delikanlıymışız daha 10 sene evveline kadar. Bazılarımız göçüp gitmiş bu alemden. Bir bakan, bir genel müdür var aralarında.
Bu toplantılara gelmeyenlerimiz var. 2 profesör, bir belediye başkanı ve milletvekili emeklisi. Bir müftü emeklisi, bir genel müdür emeklisi, bir il müdür emeklisi. Bir müftü yardımcısı, birkaç tüccar, bir kaç işadamı Bir felekten geçmiş, yapmadığı iş kalmamış adam. Bir öğretmen bendeniz, bir öğretmen emeklisi. Bir mezarlıklar müdürü.
Hepsi ağzı laf yapan kişiler bunlar. Memleket sevdalısı her biri. Dünyada tek kişi kalsa kurtarıcı olmaya azmederek yetişmişler. O meşhur okulun ilk öğrencileri. İzmit İmam- Hatip Okulu’nun. Kimi dergi çıkarmış, kimi vakıf kurmuş eğitime adamış kendini, kimi dernekler kurmakta mahir. Kimi şair ve yazar, kimi aktör olacak evsafta. Bir kısmı okula geç gelmiş ağır abi takımı. Hocaları arasında 2 yazar var. Biri romancı Mustafa Miyasoğlu rahmetli, diğeri çevirmen ve yazar Ali Nar. O da yakında katıldı rahmetliler kervanına.
..
ANNEM İÇİN YENİ YAZI
. Biz onun tam bir baş belası olduğunu düşünüyor, onun bu yaptıklarının bizim yaşama sevincimizi gideren bir kötü huyluluk olduğunda karar kılıyorduk.
Önce kardeşimle birlik olmuş, sonra onunla kavgalara başlayarak ayrılmıştı. Kardeşim altta o üstte yaşıyorlardı. Çatı katına çıkmıştı annem. Soba bacası tütüyor evin içine sarıyordu. Kardeşime kesin uyarı veriyor evden çıksın diyordu. Kardeşim bir ev bulup çıktı. Taşınırken yarı tatildi ben annemin etkisiyle taşınmada ona yardım etmemiştim ve bu davranışımın doğru olduğunu düşünüyordum.
Annem onun boşalttığım kata yerleşti. Biz yarıyıl tatilini onunla geçirdik. Tatil bitince onu da alarak Ankara’ya gittik. Ama orda durmadı. Kendini gelip alsın diye Abi’mi çağırdı. Kız kardeşim telefon etmiş annem de huysuzluklar baş göstermişti.
Beş yıl böyle geçti. Kah üst kata taşındı Annem, kah orta kata, bazen de alt katı tercih ediyordu. Biz tatilleri onun yanında geçiriyorduk. Kardeşimi yine çağırmıştı evine. Altlı üstlü oturmaya karar vermişlerdi. Sürekli problem çıkarıyordu. Ne yapsak olmuyor bir türlü rahata kavuştum demiyordu.
Tayini bir çıksa buraya diyordu sen bana bakarsın değil mi? Ama anne diyordum sen benim eşimle de geçinemiyorsun. Susuyordu o zaman. Derin bir suskunluğa gömülüyordu. Ananıza bakmayacaksınız değil mi diyordu. Ana hakkını biliyorsunuz. Anne hakkını helal etmezse cennete gidemezsiniz.
Böyle der dururdu hep. Hep kendisi için yapıyordu zannederdik. Onun yaptığı rolleri anlatır eğlence konusu yapardı. Ölüyorum, ölüyorum, ölemiyorum deyişini yeğenimin kızı diline dolamıştı.
Sonra benim tayinim çıktı. Beraber oturacaktık. Ne yaptı yaptı kardeşimle bir arada oturmaya başladılar. Ben biraz uzak bir yere taşındım. Aradan gelip bende kalıyordu.
..
Ne güzel
Günlerin geçmesi
Ya mevsimlerin
Ardı ardına koşup gitmesi
Kısa günlerden sonra
Upuzun günler
Kısa geceleri
Uzun geceler sürer
Ne güzel
..
Kitap fuarı var. Daha gidemedim. Avni Bey her gün oradayım ben diyor. Okul dönüşü uğruyorum. 10 dakikalık bir yer. Okuldan 4 otobüs gitti. Ben onlarla gidecektim olmadı. Aynı gün bilgi yarışması vardı Süleyman Demirel’de. Bu ismi duymaktan rahatsız oluyorum. En az Kenan Evren ismi kadar. Değişmeli onun ismi verilen yerler. Ben yine de bilgi yarışmasına gittim. Yarışma boyunca strese maruz kalıyor onu yenmek için elimdeki bulmacayı yapıyordum. 2. Olduk. Üzüldüm. 1. Olacağımı zannediyordum. Öğrencilerimiz de 1. Olma zorunluluğunun baskısı altındalardı diye yorum yaptık.
Bu bir yabancı gazetenin deyimiyle 40 yıl ülkesinin aleyhinde çalıştığı halde en yüksek makamlarda oturanların başında geliyor. Bu adam bütün sorunların başında geliyor. Onun adını taşıyan salona gitmek değil ama adını anmak zorunda kalmak bile zoruma gidiyor.
Bu tayin işi benim psikolojimi hakikaten bozuyor. Hâkim arkadaşa telefon ediyorum. İdare mahkemesi başkanı ile seni görüştürürüm diyor. Daha o kula gitmedim bile. Neden gitmedim gitmemekte direniyorum bilmiyorum. Geçinmeye niyetim olmadığı için değil mi?
Akşam Fatih enişte aradı nişana geliyor musunuz diye. Süheyl evleniyor. Sevindim. Büyük bir yük kalktı başımdan. Onun benden beklentisini karşılayamıyor olmam beni zor durumda bırakıyordu.
Bu günlerde sıkıntılarımın çok olduğunu mazeret beyan ederek beni affetmesini istedim. Abim giderse onunla gelirim belki dedim ama o onun gelmeyeceğini söyledi.
Tahir hocam kitaplarınız verin taşıyayım dedi. Olur dedim. Atilla İlhan’ın şiir kitabı ve günlük yazdığım defter de kitaplar arasındaydı bir de plan, öğrenci resimleri, ödev kontrolü ve sözlüler için veri biriktirdiğim listelerle birlikte bazı kâğıtların bulunduğu dosyam vardı. Bir kitap çıkarmadınız hocam dedi. Dua et dedim çıkarayım.
Bu kez kitabımı çıkarmalıyım seneye fuara yetişmeli ama nasıl? Dernek bünyesinde bedelsiz satılmak karşılığında derneğe bağış alınmak suretiyle bassak nasıl olur? Yoksa bir yayınevine gerek duyulacak ki bu da bana çok zor gözüküyor. Dini şiirlerimi mi yayınlamalıyım önce. Açılım İslami İlimleri yayma ve yaşatma derneği olan bir derneğin çatısı altında yayın yapılınca en uygunu bu olur her halde.
Bu gün fuara gitmeliyim. Evde teklif ediyorum kimsede ses yok. O halde ben yalnız giderim. Gitmeliyim muhakkak.
Geçen hafta pek ders yapamadık. Bilim şöleni vardı. Veliler şikâyet ediyor. Haftaya da pek ders görünmüyor. Çünkü Çarşamba 19 Mayıs’ı kutlayacağız okul çapında. Artık okullarda kutlanıyor. İl kutlamaları kaldırıldı. Ama yine pek bir şey fark etmiyor. Gösteri için yapılan hazırlıklar dersleri engelliyor. Perşembe günü şiir şöleni pazartesi zaten tatil, gitti bir hafta daha. Mayıs ayı böyle oluyor. Sıcak bastırınca öğrencide ders çalışma isteği kalmıyor.
..
AİLEDE ÇATIŞMA VE YIKILAN YUVALAR
Artan geçimsizlik ve toplumsal problemler ailelerde büyük bir çatışmaya ve yuvaları yıkmaya, katliam boyutuna varan cinayetler baş göstermekte. Artan gelir düzeyi ve yükselen ekonomik düzey iç çatışmayı ortaya çıkarmış, ayakları üzerinde duran kadının boyun eğme sürecini bitirmiş, koca tahakkümüne son vermiş, sonuç buraya varmıştır.
Maddi kalkınma yanında manevi kalkınmanın aynı hızda ilerlememesi toplumu sarmış, bu sarsılış en çok kendini ailede göstermiştir. Görsel medyanın parlak hayatları özendirmesi, toplumda gelişen lüks tüketim yarışı bu sarsıntıda en büyük rolü oynamıştır.
Egoizmin tavan yaptığı lüks tüketim toplumları ailenin dağılmasına yol açmakta. Kimse kimseye tahammül etmiyor. Kişi bireyi kendi içinde çatışma yaşamakta. Değerler alt üst olmuş. İnsani değerler yerini nefsani istek ve arzulara kurban etmiş. Gelir artışı ihtiyaçları artırmış, ihtiyaçlar masrafları. en iyiyi yemek, en iyiyi giymek, pahalı arabalara binmek, lokanta ve kafelerde tıkınmak, AVM’lerde gezinmek, tatil beldelerine gitmek.
Çocuğunu iyi okullarda okutmak, eğlenmek, gezinmek, özgür olmak, bağımsız olmak, kimseye hesap vermemek, bireylerin tek arzusu olmuş. Tam bir çılgınlık yaşıyoruz. Bu çılgınlık en çok aileyi vurmakta.
Yıllar önce bir bakan eşinden boşanmış, TV’de istediğim kanalı seyrediyorum. Bu anlayış bu gün bütün ailelere sirayet etmiş, aileler önce TV’lerini ayırmış, sonra sofralarını ve en son da hayatlarını. Kadın kocasıyla hiçbir şey paylaşmaz olmuş. Aynı sofraya oturmuyor, aynı TV’yi seyr etmiyor, aynı odada oturmuyor, sohbet etmiyor, beraber hiçbir şey gerçekleştirmiyor. Dünyalar tamamen ayrılmış. Aynı evde ayrı hayat yaşanıyor. En son yatağını terk ediyor kocanın. Gelirler ayrı, masraflar ayrı, yalınız mutfak aynı, giderek o da ayrılıyor. Kadın ayrı bir ev tutup koca evini terk ediyor. Yahut koca ceketini alıp çıkıyor. Başka bir kadın devreye giriyor. Veya başka bir erkek.
Ardından cinayetler işleniyor. Karşılıklı saldırılar ölümle neticeleniyor. Ebeveynin biri hapishaneye diğeri kabre giriyor. Çocuklar perişan oluyor. Önce psikolojileri sarsılıyor, sonra eğitimleri. Ardından aile kuramayan, kursa da sürdüremeyen bireyler meydana geliyor. Bu durum toplumun geleceğini kritik bir noktaya getiriyor. Toplumların sarsılması devletin bekasını zora sokuyor.
Şimdi yapılması gereken ne ve sorumluluk kime düşüyor. Bence devlete ve devleti yönetenlere. Devlet dediğimiz aygıt, hükümeti, belediyesi ve tüm diğer kuruluşlarıyla bir bütün. Belediyelerin kadın sığınma evlerinden daha önemli bir sorumluluğu olmalı. Öncelikle devlet aygıtı aileyi korumak için çareler aramalı, bu konuda çalışmalar, araştırmalar yapılmalı. Aile bakanlığı daha sistemli çalışmalı. Evlenecek bireyler evlenmeden önce evlilik okullarına alınmalı. Okullarda iletişim dersleri verilmeli.
..
DİNİN DOĞRU YAŞANMASI
Sıla-i rahimi hemen hemen terk etmiş bir Müslüman kesimiz. Hepimizin bir takım nedenleri var. Ya iş yoğunluğu, ya aile içi problemler, yahut karşılıklı çekememezlikler.
Yaşlıları ihmal ediyoruz. Onları kendilerine muhtaç olduğumuz zaman hatırlıyoruz. Evlenip ayrılan çekirdek aile, çocukları büyütürken anne babasına ihtiyaç duyuyor, gezmeye giderken bırakacak bir emin yer olarak görüyorlar onları.
Komşularla ilişkimizi ihtiyaçlar belirliyor. O eski komşuluklar yok artık. Apartmanda kimse kimseyi tanımıyor. Kimse kimseye selam vermiyor. Kimse kimseden bir şey beklemiyor, yahut bir şey isteyemiyor. Oysa komşu komşunun külüne muhtaç. Apartman komşuları sık değiştiği için kimse kimseyi tanımıyor.
Komşuya bir tabak çorba gönderen yok. Herkes en güzel şeyi kendi tüketme peşinde. Yardımlaşma kalkmış. Birbirinin hatırını sorma unutulmuş. Bayramlaşma bile unutulmaya başlamış, bayramlar tatil fırsatı olarak görülmekte.
Hasta ziyaretleri azalmış, hepsi bir yasak savma mertebesine inmiş, ölü taziyeleri telefona indirgenmiş, o bile unutuluyor, ihmal ediliyor artık. Zaman hızla geçiyor. Meşguliyetimiz çok fazla.
O eski sohbet ve muhabbetler yok artık, aile ziyaretleri unutulmuş. Herkes televizyon başında, kimi bilgisayarda internetin sanal dünyasında dostluklar kurmakta. Faceden twettere, oradan instegrama atlıyor, resim paylaşıyor, 140 harfle meramımızı anlatıyoruz. Faceden birini dürtüyor, beğeniler ve paylaşımlarla vaktimizi geçiriyoruz.
Hadi gidelim AVM'lere dışında yerimizden kalkmak istemiyoruz. Eğer sinema alışkanlıklarımız varsa film seçiyoruz, lokantalarda yiyoruz, Kafelerde içiyoruz kahvemizi. Bu gün kendime ne alsam, hangi markadan hangi giysiyi seçsem peşindeyiz. İhtiyacımız olup olmadığına bakmıyoruz.
..
İFRATLA TEFRİT ARASINDA KUR’AN’LA İLİŞKİMİZ
Kur’an’la ilişkimizde hep iki uç arasında dolaşıyoruz. Bu iki uç ya ifrat oluyor ya tefrit. Müslüman olarak Kur’an’la doğru bir iletişim kurmakta başarılı olamıyoruz. İslam alemi Kuran’a yabancı. Yıllarca ülkemizde okunması yasaktı bu kitabın. Gizli ve kaçak bir şekilde öğrenilebildi.
Annem bir hoca kızı olmasına rağmen koca evine gelene dek öğrenememişti kutsal kitabımızı okumayı. O da bir hoca olan kayınpederi öğretebildi ona. Ama hiçbir zaman anlamını merak etmedi. Hoş merak etseydi ne fark ederdi. Buna ne imkan ve ne zamanı vardı. Babam müezzin olmasına rağmen anlamından bihaberdi. Dedem anlamını vermekten korkardı. Aslında bilgisi vardı. Bu yüzden o da anlamından uzak kaldı.
Biz çocukken yalnızca vaazlarda birkaç ayetin anlamından haberdar olurduk. Gündüz kurslarında yüzlerce öğrenci arasında yaz tatillerinde okumasını öğrenebildik yalnız. O da her yıl elif bayı bitirir Kur’an’a geçmeden – biz böyle ifade ederdik- tatil biterdi, biz yine Kur’an okumasını öğrenemeden kursa veda ederdik.
Bir yıl boyunca onu unutulmaya terk eder yılsonu tekrar Elif-Ba’larımızı koltuğumuz altına alarak Kur’an Kursu’nun yolunu tutardık. Birkaç sure ezberler, namaz kılmasını öğrenir, bol bol oyun oynardık.
Yıllar böyle geçti. İlkokulu bitirdiğim sene Kur’an okumayı öğrenebilmiştim. Ama anlamına bir türlü sıra gelmemişti. Ne okuduğumuzu bilmezdik, merak da etmezdik. Bu duruma alışmıştık. Dini eğitim alan bir okula gitmiştik. Orada da öğrendiğimiz Arapça ve diğer dersler bize Kur’an’ı anlamakta yardımcı olmadı.
Yıllar sonra meal okuma alışkanlığı edindik ama o da bu kitabı anlamamıza pek yardımcı olmadı. Oysa yüzlerce tefsir vardı. Tefsir sulu derslerinde okuduğumuz yüzlerce tefsir yazarı ve onların birbirinden değerli yüzlerce tefsir kitabı Kur’an’ın anlaşılması için iyi bir anahtar olabilirdi. Ama biz hep bunu erteledik, hala da erteliyoruz. İslam alemi Kur’an’ı okuyor ama anlamıyor. Anlamak için bir çaba da göstermiyor. Art arda tercümeler yapılıyor, yayınlanıyor, bir birinin benzeri, hatta taklidi diyebileceğimiz, belki de bir birinden kopya eserlerle Kur’an’ın manasını anlamakta bir arpa boyu bile gidememişiz.
Yıllar önceydi bir toplantıya gitmiştik de içimizden bir Kur’an’dan kısa bir bölüm, aşır (Bu arada şimdi hatırladım aşır on demek. Demek ki yıllarca aşır aşır deyip ne olduğunu merak etmediğim kelime on sayısının karşılığı ve on ayet anlamına geldiğini bu yazı vesilesiyle akl edebildim) okumuştu. Dinleyenlerden biri ağlamıştı da arkadaşı ona ‘Bu arkadaş anlamını biliyor da onun için ağladı demişti. Aslında bu da doğru değildi. Ben tahmin edebiliyordum. İşte Kur’an’a bakışta tefrit te buydu. Anlamını bilmeden dinlenemez miydi, dinlenip hislenilemez miydi?
İşte biz ya o kutsal kitabın hakikaten mucize olan lafzını anlamadan okuyor, ya da yalnızca tercümesine takılıp kalıyoruz yorumlarını araştırmadan, araştırmaya gerek görmeden yaşayıp gidiyor, o yüce anlamlardan bihaber yaşıyoruz.
..
AHLAKİ YOZLAŞMA 2
Havuzlu Siteler
Şimdilerde moda havuzlu siteler. Eğer apartmanların ortasında kadınlı erkekli yüzmeye müsait havuzlu siteler varsa fiyat birden bire üçe beşe hatta ona katlanıveriyor, 100 binlik bir dairenin fiyatı milyonları buluyor.
Yeni trend bu. Müteahhitler yatırımlarını bu yolda yapıyor. İster dindar olsun, ister liberal, ister solcu-laik, isterse ateist hepsi havuzlu sitelerden yana kullanıyor tercihini. Bu müteahhitler için olsun böyle, müşteriler için de. Hiç bir şey değişmiyor.
Geçenlerde bir hısımımız Cami önünde bana anlatıyor: Evimin önü havuz. Kadınlı erkekli çıplaklar yüzüyorlar, bir de bana laf atıyorlar:(Burada kendi dindarlığına pay çıkarıyor.) ‘Bu Hacı Amca bize kızar ‘diyor ‘Bastonuyla bizi kovalar.’ 100 dönüm arsasını 100 daire karşılığı müteahhide vermiş. Daireleri oğullarına bölüştürmüş. Büyük bir çoğunluğunu da kendine ayırmış. Şimdi şikâyet ediyor. Sakalına bakmadan, utanmadan, arlanmadan, tercihinin inançlarıyla bağdaşıp bağdaşmadığını düşünmeden, tartışmadan, yaptığının yanlış olduğuna en ufak bir tereddüt beslemeden anlatıyor. Sanki günah çıkarıyor huzurumuzda. Sanki dinimiz Hristiyanlık. Sanki biz günah çıkaran papazlarız. Aslında susturduğu vicdanının son ateşlerine kül serpiyor.
Yerini kat karşılığı üç kuruşluk dünya menfaati için böyle ahlaksız yapılaşmaya veren Hacı acaba ahirette bunun hesabını nasıl ereceğini düşünüyor. O çıplakların arasından geçerek Camiye gidip cemaatle namaz kılmakla Cennete girivereceğini mi zannediyor zavallı Müslüman? Bu yapılaşmaya ortak olmakla yerini genele eve bağışlamak arasında ne fark vardır acaba ey hacı efendi? Bunu hiç düşündün mü? Bu kararın için hiçbir Âlim kişiye danıştın mı? O ne gerek var. Sen zaten tüm Âlimleri cebinden çıkarırsın. Kendinden başka dindar kimse de tanımazsın. Cehenneme hiç mi hiç girmeyecek, Cennete bütün kapılardan buyur edilecek tek kişi de sensin. Eee geriye ne kalıyor? Bu durumdan da nefsine pay çıkarmak. En ufak olaydan kendine pay çıkarırsın ya bu olayı da nefsinin fazilet hanesine yaz. Nefsini büyüt, büyüt, büyüt. Dev kadar olsun ve günü gelince seni yutsun. İmanını yok etsin.
Oysa İslam nefsi yok etmek üzere kurulmuştu. Gurur sebebi olan ibadettense üzüntü ve pişmanlık sebebi olan günahı yeğ tutan bir dinin mensubu böyle mi olmalıydı? Ama oldu işte. Günümüz Müslümanı bu. Aynı adama onca mirası bırakan zatın imamın arkasını kapmak için başka bir yaşlıyla kavgasına da şahit olmuştum da hayretler içinde kalmıştım.
İşte dünün Müslümanı işte bu gün onun nesli. İşte Müslümanın acıklı hali. İşte hal-i pür melalimiz. İşte adım adım yuvarlandığımız çukur. Zenginleştikçe duyarlılıklarımız törpüleniyor. Nerede Müslümanlık, nerede İslamcılık. Dünün İslamcıları bu gün modernlikte en önde yarışıyor. Evlerindeki eşyadan tutun, arabaya, yılsonu tatillere, eğlencelere, pikniklere kadar, yazlık edinmelere, tatil köylerine kadar her şey derin bir dünyevileşmenin izlerini taşıyor. Bir de giyim kuşam tarzımızdaki gidişata bakın isterseniz. O alanda da laik ve liberal kesimden bir farkımız kalmamış. Bu gidiş hayra alamet değil. Yalnızca söylemlerimiz farklı. Dün Kudüs’te yerlerini Yahudilere satıp bu gün vatansız kalan Filistinlilere dönmüşüz. Yarın elimizde kalan son toprak parçalarından da kovulacağız. Hoş kovulmasak ne olacak onların kulakları sağır eden ve öz yuvamızı tehdit eden tam tamları yüzünden kaçarak terk edeceğiz yurtlarımızı. Filistinliler kadar bile direnemeyeceğiz.
..
AİLEDE İLETİŞİM
Tam bir iletişim engellisi toplumuz. Kimse kimseyle doğru dürüst iletişim kuramıyor. Aile de aynı vaziyette. Kimse kimseyi anlamıyor, anlamak istemiyor. Bu yüzden de çocukların aile içi eğitimi tam bir faciaya varıyor.
Eğitilmeyen, eğitimi eksik ve yanlış olan bireyler yetiştiriyoruz toplumda. Bu bireyler evlilik yapıyor aile kuruyor, ama iletişim kuramıyor. Bu iletişimsizlik çatışmaya yol açıyor. Çatışma savaş boyutlarına doğru gidiyor, ya yuvalar yıkılıyor, bireyler yalnız hayata mahkum oluyor. Yeni evlilikler yapılıyor; ilk denemeden elde edilenler kullanılarak birliktelik sürdürülmeye çalışılıyor, ya da kadın sığınma evine yerleşiyor veya baba evine. Bir kısmı da yalnız yaşamaya çalışıyor, çocuklarını tek başına yetiştirmeye çalışıyor.
Veya ayrı yaşamalar tercih ediliyor, zina, alkol ve uyuşturucuya doğru yol alınıyor. Yahut ta cinayetler işleniyor, katliamlar başlıyor. Çocuklar perişan oluyor. Büyüyüp yetişen çocuk aile kurmakta zorlanıyor, kursa da sürdüremiyor bu birlikteliği.
Kimse kimseyi dinlemiyor. Ön yargılar, yanlış anlamalar, karşısındakini değiştirme çabaları hayatımızı tam bir işkenceye çeviriyor. Bu işkence büyük bir savaşa dönüşüyor, savaşlar yıkıma yol açıyor. Hayatımız tam bir cehennem.
Bunun nedeni son zamanda toplumun hızlıca değişimi, zenginleşme ve refahın artması, kapitalizmin değerleri erozyona uğratması, yerine yeni değerler konamamasıdır. Medyanın değerleri yok edici etkisi ise olayın boyutlarını tırmandırıcı en büyük etken.
Tam bir anarşizm yaşıyoruz. Buna anomi diyor Cemil Meriç. Değerlerin yok oluşu. Aşırı bencillik ve hazcılık her şeyi yok ediyor. Herkes dünyanın merkezine kendisini koyuyor. Nefisler putlaşıyor. Allah’a tapınma yerini kendine tapınma başlıyor.
Kimsenin kimseye saygısı yok. Herkes karşısındakinden saygı bekliyor ama kimseye saygı göstermek istemiyor.
Herkes çalışmadan kazanmak, bedel ödemeden harcamak istiyor. Çalmak çırpmak meşru hale geliyor. Helal haram karışıyor birbirine.
..
KUTLU GEZİ
4
Gitmek için izin almıştık. Biraz ayak sürterek akşam çorbasına kaldık. Acılı çorbayı yeşil soğanla takviye ederek bir güzel yedik. Çok hoş olmuştu. Hava sıcaktı. Arabanın kalkışını serin bir yerde bekledik.
Dönüyoruz. Akşam namazında Silivri’deyiz. Bir camiye vardık tuvaletleri yok. Namaza daha var. Başka bir cami aramak üzere Silivri’nin merkezine girdik. Tarihi Kurşunlu Camiine vardık. Güzel, mutena bir camii ama onun da yeni tuvaletleri rögardan aşağıda kaldığı için yıkılmış ve yenisi henüz yapılmamış.
Nasrettin Hoca bize oyun yapıyor herhalde. Kızının mezarı karşılıyor biz hamamın hemen yanında. Dualar ettik. Akşam namazını orada kıldık. Yunus Emre’nin de memleketi burası. Onu da hayırla yad ediyoruz. Kaç defa kıyısından geçtiğim ve hep merak ettiğim bu ilçeyi bu iki büyük manevi mimarlarından dolayı çok seviyordum. Sonunda kavuştum. Şirin bir ilçeydi burası. Küçüktü, küçük olduğu kadar sevimliydi. Bazı arkadaşlar şehir efsaneleri üreterek bizi korkutmaya çalıyorlardı. Burada kim vurduya giden insanlar oluyordu güya. Hadi çabuk gidelim diyorlardı. Ben ihtimal vermiyordum.
Güzel bir tarihi çeşmesi vardı. Suyu şarıl şarıl akıyordu. Suyundan içtik. Küçük abdeste sıkışmıştım. Yakındaki diğer camiye vardık. Onun tuvaleti vardı. Cami de küçük mü küçük. İhtiyacımızı giderdik. Bu Camiyi de sevdim. Ben zaten bu küçük camileri çok samimi ve sıcak bulurum oldum olası.
Arkadaşın bir çay içmek istedi ben kabul etmedim o izin alarak gitti. Bayat bir çayla nefsini köreltmişti döndüğünde kendi ifadesine göre. Arabaya doluştuk toplanınca. Acıkmıştık, nevalelerimizi yedik. Abdülbaki köydeki pastaneden börek almıştı. Bana da vermek istiyordu. Sonra dedim. Benim nevalem fazlaydı. Hem dağıtmış hem kendimi doyurmuştum. Kuru yemişleri geri getirmek istemiyordum. Arkadaşlarla paylaşarak afiyetle yedik ve bitirmiştik.
Dönüşte tam da dediğim gibi bayağı geç kalmıştık. Özel taksisiyle gelen arkadaşlardan bazıları bile erken hareket etmişlerdi. Biz şimdi evlerimize nasıl varacağımızı düşünüyorduk. Otobüsün şehrin içine girmesine ve oradan şehrin batısına kadar varması gerektiğine karar verildi. Ben zaten şoförün evinin güzergahında oluğum için sorun etmiyordum.
Koyu bir sohbete daldık. Yol çabuk bitiyordu. Ertesi gün tatil olduğu için sorun etmiyordum. Oğlana telefon ettim beni yol güzergahından alacaktı. Mutluyduk manevi bir yolculuk olmuştu. İyi ki bu yolculuğa çıkmıştık. Ne kadar ihtiyacım vardı. Gitmeden önce kalbimden geçmişti. Zuhurat oldu. Çok uygun bir zamandı.
..
AHLAKİ ÇÖKÜŞ, İNSANIN VE TOPLUMUN EROZYONU
Dünya globalleşti. Biz de küçülen dünyada her türlü etkiye açık hale geldik. Medya, internet dünyayı köy haline getirdi. Şimdi biz değerlerimizi korumakta zorlanıyoruz. Eğer kültür değerlerimizi ihya edip değişen kitle iletişim araçlarıyla dünyaya anlatamazsak kaybolup gideceğiz.
İyi ve kötü güçler tarihin ilk zamanlarından beri savaşıyor. Kabil Habil’i öldürmeye kararlı her zaman. İlahi öğreti her zaman önümüzde dursa da şeytan boş durmuyor. O bize Adem’in çocukları olduğumuz için düşmanlık içinde elbet. Onun lanetlenmesine sebep olan Adem’ olan düşmanlığı hiç bitmeyecek.
Dahası içimizdeki düşman onun en büyük yardımcısı… Bu düşman en büyüğü düşmanların. Bu düşman Peygamber Efendimize bir savaş dönüşü ‘Küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz’ dedirten bu büyük düşmandır. Zaten bu dünyanın da imtihan yeri olmasının nedeni bu. Ama gel gör ki biz bu imtihanı hep kaybediyoruz.
İçki, kumar, faiz yanında, dolandırıcılık, cinsel sapmalar artık dünya çapında bir yayılış gösteriyor. Bu gidişle dünya komple bir çöküşe gidiyor olacak. Pornonun yayılması, çıplaklığın özendirilmesi, serbest yaşamaların artması, Bonzai ve diğer uyuşturucuların yaygınlaşması felaketin boyutlarını gösteriyor.
Ahlaki çöküş aileyi yıkmakta, değerler aşınmakta, lüksün artışı insanların arzularını kamçılamakta, din ve manevi değerler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bebeklik yaşlarından itibaren kültür ve inanç tahribatına uğruyor nesiller artık.
Doğadan ve doğal yaşamdan uzak insan tipi sanal alemde yaşamakta, bu alemin her türlü kirliliğiyle iç içe olmaktadır. Bu sanal dünyanın sınır ve had tanımazlığı insani ve İslami birçok değeri yok etmektedir.
Büyük bir felaketle karşı karşıyadır insanlık. Doğal afetlerden, savaşlardan daha büyük tehlike bu. Doğal afetler yalnızca maddi yıkım yapmakta, manevi tahribatı kadar kazançları da beraberinde getirmektedir. Oysa bu ahlaki çöküş yalnızca maddi yıkıma sebep olmamakta, asıl tesirini insanın ruh dünyası ve toplumların geleceği üzerinde icra etmektedir.
Bu tahribat bizi’ İnandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanırsın’ gerçeğiyle yüz yüze bırakmakta, felaketin daha ileri derecesi de o zaman ortaya çıkmaktadır. Sodom ve Gomore’nin günümüz dünyasında örnekleri boy göstermekte, bir değil onlarca sapkın topluluklar ortaya çıkmaktadır.
..
‘BİR BÖYLE YAŞAMAK GÖRÜLMEMİŞTİR! '
Hayatımız giderek zorlaşıyor. Yahut başka bir deyişle hayatımızı git gide zorlaştırıyoruz. Bu nasıl oluyor, bunu nasıl yapıyoruz onu irdeleyeceğim şimdi.
Evet bir el sanki bizi kıskaca alıyor. Her tarafımızı kuşatıyor. Ölümler, öldürmeler, bombalar,yıkımlar, savaşlar, açlık, kıtlık,yokluk ve hastalıklar. Daha kötüsü insanlar arsında başlayan psikolojik savaş. Hayatı en fazla çekilmez kılan da bu. Bitmeyen istekler, iletişim eksikliği diyemeyeceğim hemen hemen hiç olmaması, bir birini iğnelemeler, saldırganlık, egoistlik. İşte hayatımızı çileye dönüştüren nedenler. İşte intiharların en büyük değilse de ikinci nedeni. Mutsuzluk ve sonucunda hayatına son verme isteği.
İşte hayatın anlamsızlaşması sonucu ona son verme çabası. Bu anlamsızlaşma hayatımızı yanlış kurguladığımızı yüzümüze vuruyor. Aslına olayın temelinde yatan neden bu. Biz niçin yaşadığımızı bilmiyoruz. Evet evet tam da bu noktada düğümleniyor mesele.
O halde meseleyi halletmeye buradan başlamalıyız. Biz kimiz ve bu dünyaya neden geldik? Hadi bakalım bunu tartışalım önce.
Yıllar önce bu soruyu kendime sormuş çok sığ bir cevap almıştım kendimden. Mal, mülk, şan, şöhret, makam, mevkii eledikten sonra kadın fenomenine gelmiş orada takılmıştım. İsmet İnönü o gün ölmüştü. Ölüm merasimini minare şerefsinden takip eden radyo muhabiri onun son günlerinde yabancı mecmualar okuyarak vakit geçirdiğini söylemişti de şok olmuş, onun dine karşı davranışlarını düşünerek hayıflanmıştım. Ama ben de kendime dini bir amaç bulamamıştın. Öğrendiğim din bilgisi imam hatipli olmama rağmen bana bu konuda yol göstermemişti.
Laik eğitimin ne kadar kısır bir dünya görüşü verdiğini o gün fark edememiştim ama yıllar sonra öğretmen olup öğrencileri bu konuda yokladığımda ayni durumu daha vahim bir şekilde tespit etmiştim. Laik eğitim, ladini ve hedonist bir eğitime dönmüştü. Egoist, hazcı, pragmatist ve Makyavelist nesiller yetiştirdiğimizi anlamıştım. Bu yoklamayı hala yapıyorum ancak yine git gide kötüleşen sonuçlarla karşılaşmak beni olağanüstü şekilde umutsuzluğa sevk ediyor bu benim daha büyük bir umutsuzluk girdabına düşmeme neden oluyor.
Önceleri birkaç öğrencinin vatan millet uğruna çalışma ideallerine tanık olsam da şimdilerde bunun düşme giderek yok olma eğilimine girdiğimi müşahade ediyorum. Bu durum a beni daha fazla üzülmeme sebep oluyor. Bu duruma hükümetlerin müdahale etmesi eğitim sistemimizi yeni baştan dizayn etmesinin hayati bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu artık bir varlık ve yokluk meselesidir.
Kendi hayatını üstün ideallere adayan nesil kalmamıştır. Asım’ın Nesli artık yetişmiyor. Yaradılanı yaradan için seven bir insan yetiştirmiyor eğitim sistemimiz. Erdem çöpe atıldı artık. Korkunç bir maddecilik sardı ortalığı. Laik eğitim ladini eğitime dönüşeli beri insan yetişmiyor artık. Rahat bir hayat yaşama, bol para kazanma, uzak ülkelerde tatil yapma, lüks arabalarda seyahat etme, avm’lerde gününü gün etme, serbest hayat sürme heveslisi bir nesil yetişiyor. Bunu aile, çevre, okul ve medya sağlıyor. Başta medya olmak üzere aileyi ve bireyi süfli ideallere zorlayan diğer etmenlerin başında eğitim yer alıyor. Ve şimdi seçmeli din dersleriyle de bunun değiştirilmesi mümkün görünmüyor. Top yekün bir değişime, toplumsal bir konsensüse yeni bir değişim ve dönüşüme ihtiyacımız var.
..
MÜSLÜMANLARIN DÜNYEVİLEŞMESİ
Günümüz Müslümanının dünya ile imtihanı oldukça zorlu. Bir yandan artan refah seviyesi, bir yandan teknolojinin sunduğu imkanlar bu dünyevileşmeyi oldukça kolaylaştırıyor. Kolayca elde edilebilen özel otomobiller, gelir düzeylerinin yükselmesi bu dünyevileşmeyi zorunlu hale getiriyor adeta.
Dün yadırgadığını bugün yapar hale geliyor günümüz Müslümanı. İşten gelince oturuyor TV’nin başına, yemeğini de namazını da TV’ye göre ayarlıyor artık. 3 T kuralı diyor buna bir hocam. Açılımı terlik, takke, televizyon. TV çıktı çıkalı böyle oldu.
Babam TV’ye direndi. O eski kafaydı. Cami görevlisiydi. İlk defa TV’yi evine alan amcamdı. Biz ona gidince aval aval seyreder, ne büyük mutluluk diye imrenirdik. Bir gün bizim de olacak mı diye hayal edere dururdum. Kahvehanelerdeki TV’leri seyretmek için yaşımız pek küçüktü. Ancak dışardan bakabilirdik. Komşunun TV’si pencereden görünürdü, oradan gördüğümüz dünya sihirli masal dünyasıydı sanki.
İlk TV’yi ben aldım Babamın evine. Üniversiteyi bitirmiştim. Eve dönmüş atanmayı bekliyordum. İstanbul’da bekar evimde tek elektronik aletim eski kiracı arkadaşımdan bana evle birlikte kalan teypti. Kasetçalara biz bu adı vermiştik. İki tane kasetim vardı bir Sezen Aksu’ya diğeri
İlk özel dersimden eski siyah beyaz çok kullanılmış bit TV almıştım. Babamı İngilizce çalışacağım diye kandırmıştım. İlk atandığımda ev sahibinin eski TV sini emanet almışım. O renkli TV almıştı. Emanetini kısa süre sonra almış, benim TV keyfim de uzun sürmemişti.
Sonra otomobil devri başladı. Babam sırf iş sahibi olsun diye bir Murat 124 satın aldı. Ticari amaçlı olduğu için binmeye hiç hevesli olmadım. Zaten o zamanlar hep kitap okur nasıl sürüldüğüne hiç aldırmazdım. Bütün kardeşlerim meraklıydı ben hiç oralı olmazdım. Abim bile durumun farkına vardı. Arabayı sürmeyi hiç merak etmiyorsun deyip sürmemi istemiş bense onu istop ettirmiştim.
Yıllar geçti, her kes bisiklet alır gibi araba alıyordu. Sürmeyi bilmedikleri arabaları satın alıyor, sağa sola çarparak sürmeyi öğreniyorlardı. Ben de para biriktirmeyi akıl etmiş, yavaş yavaş hazırlık yapıyordum. Lojmana geçip kiradan kurtulunca biraz tasarruf yapmaya başlamıştım.
Yıllar geçti ben hala arabanın iki tekerinin parasını toplayamamıştım. Ama buna da şükürdü. Ne demiş bir nal bulan adam. 3 nal bir at kaldı. Bizimkisi de o hesap. Memleketime tayin olmuştum. Ama kiralık evlere gücüm yetmiyordu. Sonunda kentin varoşlarında 2 oda bir sofalı eve taşınmıştım. Buraya iki arabayla varıyorduk. İşyerine yayan gidebiliyordum ama Annem ve Kayın Valideme iki arabayla gidebiliyorduk. Bu da bize pahalıya patlıyordu.
..
01.05.2015
Cuma
Günlük yazacağım bu gün. Ne zamandır uzak kaldım bu aziz dostumdan. Bu gün 1Mayıs Dünya işçiler günü. Resmi tatil. 12 Eylül ihtilalinin kaldırdığı tatili bu gün yeniden ihdas eden hükümet 1 Mayıs’ın o ateşli taraftarlarına yine yaranamadı.
Eşim kızına gitti. Ben gelmedim diye kızıyor. Oysa bana sormadan plan yapıyor ve dalgın anımda bana onaylatıyor. Evet demişim.
Hayat bir başka. İşte geldik gidiyoruz. Ben hocalarımın etkisiyle yıllardır günlük yazdım. Aralıklı yazılan bu günlüklerin bir değeri olur mu bilmiyorum. Onları bulup temize çekebilir miyim? Andrei Gide’nin günlüklerini pek beğeniyorum. Onlar gibi yazmayı ne kadar isterdim.
60 yaşına merdiven dayadım hala çalışıyorum. Oysa babam 55inde havlu atmıştı. Ben daha ne kadar dayanırım bilemiyorum. Kendimi ibadete adamak istiyorum. Çalışırken olmuyor. Hayatımın son anlarını Allah’a tam anlamıyla yönelerek geçirmek. Bu ne kadar zor. Hala çocuklarım okuyor. Onları yerleştiremedim
Erken kalkan yol alır atasözü ne kadar doğruymuş. Hem geç kaldım hem de çocuk edinmekte geç kaldım. Çocuklarımın arasındaki fasılalı dünyaya gelişler beni geç bırakan en büyük amil. Ben yazarlığım açısından ömrümün en verimli dönemini, geçiriyorum. Henüz basılı esrim yok ama sanal dünyada epey yerim var. Yayıncılığın da sanal dünyaya kayışı bana umut vermiyor değil. Şiirlerimin tıklanma rekoruna ulaşması, antoloji. com ’un şiirlerime video yapması, bazı şiirlerimin hikayeler.net’te okunası yazılar seçilmesi, bazı şiirlerimin etkinliklerde okunduğunu duymam bana büyük haz veriyor.
Kızımı evlendirmem, ondan bir torun sahibi olma ümidi beni gönendirmiyor değil. Ama onun bana yansıttığı problemler de bir o kadar üzüyor beni. Oğlanın üniversite son sınıfına yaklaşmış olması da rahatlatmıyor değil beni. Ama daha yapılacak çok işim var.
Bu sıra sık karşılaştığım yakın akraba ölümleri sarsıyor beni. Tek katlı ve bahçeli bir evin balkonundan yazıyorum bunu. Hayatta tek istediğim buydu kavuştum ama eşimin bir türlü memnun olmaması bozuyor bu mutluluğu. Şimdi kümes çiti aldım tavuk besleyeceğim. İncir ağacından dallar keserek ektim. Onların yeşerdiğini gördükçe mutlu oluyorum.
Her taraf yemyeşil. Allah’ım ne büyük mutluluk bu. Önüme site yapılacak olması bu mutluluğu bozmuyor değil. Ama daha farkında olamadım. Yanımda büyük bir site yapıldı. Bitti bitecek. Ona buralar şenlenecek diye bakıyorum.
..
EĞİTİM YAZBOZ TAHTASI
Eğitimi yazboz tahtası haline getiren zihniyet hala değişmedi. Bürokrasinin yönetimdeki krallığı eğitimde de sürmekte. Bizim bürokrasimiz yanlışlarını düzeltmez, doğruları aramak gibi bir derde düşmez. Onun varsa yoksa kişisel menfaatleri önemlidir. Her zaman krallığını sürdürmek için bir yol bulur. Eğitimi bugünkü hale getiren ve hala bir yazboz tahtası olarak kullanan zihniyet bu bürokratik hegamonik kesimdir.
Bu hegemonya Batıyla içli dışlıdır. Milletin menfaatleri yerine kendi menfaatlerini düşündüğü için batının azatsız kölesidir. Çünkü kişisel çıkarını orada bulmuştur.
Her iktidar değiştiğinde o elinde dosyalarla gelir, yeni bakanın kafasını karıştırıcı, onu pohpohlar, eğitimde devrim yapacaklarını söyler. Bu şerefin zat-ı alilerine ait olduğunu söyler. Her yeni Bakan’a olduğu gibi bu Bakanı da kendilerinden geçirirler.
Sonra gelsin yeni değişimler, gelsin yeni karıştırmalar. Hiçbir ön araştırma ve uygulaması olmayan projeler, programlar, bazılarını zengin ededursun bazılarını popüler olan öğrenciye olur. Kayıp nesiller birbirini takip eder. Anarşi okullarda yuvalanır, terör bu eğitim sisteminden beslenir. Fitne ve karışıklıklara alet olacak gençlik işte böyle hazır hale getirilir.
Gezi kalkışması da bu eğitim sisteminden beslenmiştir, Bonzaicilere de bu sistem yol açar.Okulda ibadet etme imkânı bulamayan nesiller, Fast-foodla yerinde duramaz hale getirilir, kızlı erkekli öğretimde karşı cins ilgisi kısa teklerle alabildiğine tahrik edilir, bir de buna dindışı, seküler müfredatı ekledin mi al sana her türlü şerre hazır hale getirilmiş kurşun askerler ordusu. Bir de buna her geçen gün değişen ve yazboz tahtası haline getirilen eğitim sistemini ekledin mi al sana patlamaya hazır hale getirilmiş bombalar.
Yıllar önce bir akil adamdan dinlemiştim Ankara’da. Bu işleri bilen, eğitim üzerine kafa yoran bu adam bana şöyle söyledi:’ Beş yılda bir Avrupa’dan yüksek ücretli uzmanlar gelir, her geldiklerinde yeni bir proje, program ve sistemle gelirler, eğitimi Arapsaçına dönüdürler, yüksek ücretlerini, her türlü harcırahlarını milyon dolarla ifade edilen istihkaklarını alır giderler. Eski sistem daha tam değerlendirilmeden, aksayan yanları belirlenmeden toptan rafa kaldırılır, yeni önerdikleri sistem hiçbir ön araştırma ve deneme yapılmadan, amaç ve hedefler belirlenmeden yürürlüğe konulan bu sistemde bir sürü aksaklıklarla yürütülmeye çalışılır, sonunda onun da miadı dolmuş denilir, olmadı sil baştan beş yıl geçmiştir uzmanlar gelmiştir, yen, sistem getirmişlerdir. Hadi sil baştan. Eğitim yazboz tahtası öğrenciler kobay. Öğretmenler zavallı robotlar. Onlara bir şey danışılmaz, saha araştırması yapılmaz, hiç bir değerlendirme ve tartışma yapılmaz hurra.
Bunu duyunca şaşırmıştım. Bunun basit bir getirim elde etme yolu olduğunu kimse söylemesin bana. Bu doğrudan doğruya bir oryantalizm sorunuydu ve tamamen maksatlıydı.Oryantalizm en nemli, en hayati noktaya müdahale ediyor, en korkunç darbeyi eğitimden vuruyordu. Ben bu anlatı sayesinde oryantalizmin çirkin suratını bir kere daha görmüştür.
..
ÖLÜM VE ACI
İki ölüm şiiri yazdım, hatta üç. Sınavda görevliydim. Sıkıntıdan şiirler yazdım. Behey ölüm, Şaban abi bana bunu yapmayacaktın şiirleri onlardandır. Ölümlerin işaretiymiş. Art arda iki ölüm acısı yaşadım. İkisi de genç ölümler. İkisi de hayatlarının baharında.
Birincisi en acı ölümdü. İntihar. Askerlik dönüşü bunalıma düşen çocuk, bunalımdan çıkamıyor. Doktora gidiyor, hap kullanıyor, ama kifayet etmiyor.
İkincisi öz yeğenim. O da askerlik dönüşü. Yine askerlik stresi. Ama bu kez şofben kazası. İntihardan şüphelendik ama değildi. Art arda iki ölüm şok etkisi yarattı bizde.
İzmir’e gidip onu aldık. Ağladım intihar olmadığını öğrenince. Bir sekine geldi çöktü üzerime.
Otopsi yapmışlar. Yüzüne baktım yaralı. Su içinde kalmış, şişmiş. İki gün kalmış banyoda. Sular alt daireye akmış. Öyle fark etmişler. Kapıyı çilingir açmış polisle. Banyo tamamen is olmuş. 2 gün boyunca yanmış şofben. Sönmesi lazımken sönmemiş. Şofben bacasına iki kuş girip ölmüş.
20 yıl kiracı oldukları yerde yaşamışlar. Yeğen ölüme gitmiş adeta. Abisi ona daire kiralamış. 3 aylık ödemesini yapmış. Doğalgazını, suyun, elektriğini açmış. O da elektriği, suyu olmayan bu evi benimseyememiş. İntihar eden akrabamız namazında, niyazında, tarikat ehli bir genç. O da askerden yeni gelmiş. Her ikisi de hayatın baharında.
Bu sömestr bana zehir oldu. Nerden yazdım ben ölüm şiirlerini. Yazmaz olaydım. Peş peşe gelen bu iki acı beni sarstı. Onlarla bir kere daha öldüm, bir kere daha acılarımla dirildim. Bu tatil bana zehir oldu.
..
16*08*13
Öbür gün köye taşınacağız. Aslında yarın taşınacaktık, bir gün öteye attık. Yarın kızım damatla beraber el öpmeye gelecek. Mutlu günümüz bu bizim. Erol abinin dediği gibi hoş bir yorgunluk bu. Ev yapmak ve düğün her ikisi de mutlu telaşlardan.
Bu Erol abi hikmetli bir adam. Hani akil adam derler ya cinsten. Size onun bilgeliklerini anlatmak istiyorum: 4, 5 yıl önceydi; onu bu cami önünde tezgâh açmaya başladığı yıllar. Bana meyve ilaçlama makinesi satmak istedi ucuzundan. 25 lira. Ne yapayım ben onu dedim bağım yok bahçem yok. Dua et dedim bir bahçem olsun o zaman düşünürüz. Çok geçmedi bir arsa aldım içinde meyve ağaçları. Ama ne ben ilaçlama aleti alma ihtiyacı hissettim ne o bir daha bana o aletten satmak istedi.
Kombiyi alma anlaşmasını yaptım. 12 taksit. Yarın getirecekler. Amcaoğlu kamyon gönderecek. Benim tansiyonum düşüyor. Ben artık yarım adamım. Hiçbir işe katkım olamaz. Düğün günü tansiyonumun güzel olmasına şaşırdım. Aksi olsaydı fena olurdum.
Şimdi düğüne gelmeyenleri merak ediyoruz eşimle. Adamın tüm çocuklarının düğününe gitmişiz daha o ilk düğünümüzde çamura yatıyor. Allah Allah. Sen belki çocukları savdın, kimseye minnetin yok, ama cenazene de kimseyi beklemeyecek misin, o zaman benim işim çıkmayacağını kim garanti edebilir. Bazıları arayıp mazeret beyan ediyorlar, ama mazeretleri kabahatlerinden büyük. Bir şey demiyorum ama içim buruk. Demek insanlık ölçüleri bu o kişilerin. Bir de bir mesajla kalkıp geleni görünce mahcup oluyorum. Diyecek bir şey bulamıyorum.
Sakal bıraktım tatil sakalı. Aslında kendimi alıştırıyorum seneye emekli olursam sakal bırakacağım. Sakalla barışabilecek miyim bilmiyorum ona alışabilecek miyim daha doğrusu. Çok sert oluyor. Her halde her gün sıcak su ve sabunla yumuşatmalıyım onu. Berbere düzelttirmeli, taramalıyım. Temiz tutmalıyım onu. Dedelik yakışacak bana her halde.
Hocam yazımı istemiş e maille. Herhalde gönderimi alamadılar. Telefon ettim ve tekrar gönderdim. Mustafa Miyasoğlu hakkında yazı. Derginin yeni sayısı yayınlanacak ama eski sayısı hala elime geçmedi. İnternet sayfasına da koymamış. Kitabım için de bir ilerleme kaydedemiyorum. Oysa antoloji. com ’da bölümlenmiş vaziyette hazır. Aşk Kitabı, Gizli Kapı, Sevgili Sultan Sarayım, Hayat Kitabı, Ölüm Kitabı gibi. Meraklısına notlar yazmalı mıyım? Belki de. Okuyucuya şiir üzerine fikir verir, şiirin üzerinde düşünme yolunu açacağını düşünüyorum da Atilla İlhan’ın doğru bir iş yaptığını düşünüyorum ve aynı yoldan belki de değişik bir tarzda gitmeliyim diyorum.
Kemal Kahraman ve Hasan Olgaç, Ali Nar beyin yanındaymışlar. Hocalarını unutmamışlar. Mustafa Miyasoğlu rahmetlinin taziyesini yapıyorlar. Hasan Olgaç romanını yayınlamış. O romanı ilim dergisi Bengisu Sanat sayfalarında yayınladık. Kitabı daha göremedim ama yayınlanması beni sevindirdi kendi kitabımın yayınlanması gibi. Kemal Dolmabahçe müdürüymüş ona saygı göstermeliymişim. Olabilir dedim ama ben ondan büyüğüm. Düşündüm keşke anlı şanlı Dolmabahçe müdürü olmasa da küçük bir kasabada memur olsa ve edebi eserler üretse. Maalesef birçok yetenek böyle kayboluyor. Benim birçok tanıdığım genç yetenek böyle bazı makamların kurbanı oldu. Hikâyeleri Yaşar Kaplan’ın Aylık Dergi’ de yayınlamaya layık bulduğu Ömer Hazer küçük bir beldenin belediye başkanlığına kurban gitti. Kendisini ziyaret edip hikâyelerini yayınlamak üzere istediğimde annem yaktı onları diyerek geminin o limandan edebiyat limanından ayrılıp siyaset limanına gittiğini ima ediyordu. Nitekim kısa bir zaman sonra onu bir partinin ilçe başkanı olarak görmüştüm. Oysa onunla ne kadar ilgilenmiş bu alana kanalize olması için gayret sarf etmiştim. Yıllar önce bir yurtta müdürken rastladığım bir öğrencim çok güzel hikâyelerini bir daire başkanlığına feda etmişti. Hala yazıklanırım. Keşke o da basit bir memur, ya da öğretmen olsaydı da hikâyeci kalsaydı. Hikâyelerine yeni hikâye katsaydı.
..
20.01.13
Bu çocuk bizi tahfif ediyor. Onurumuzu korumalıyız herkese karşı. Anlaşılan aynı dili konuşmuyoruz. Anlayış ve kültür farkı.
İyi bir araba prestij sebebi. Bence bir şey olmayanlar arabayla bir şey olduklarını zannediyorlar. Oğlum özünde bir şey yoksa bir hiçsin sen. Dışardan hiçbir aksesuar sana bir şey katamaz …
Hafızlar kamp yapacaklarmış. Eyvah Yunus yandı. Tatili dört gözle bekleyen adam düş kırıklığı yaşayacak. Ne yapacağız şimdi. Hocamız 'bir hafta tatil yaparlar' diyor.
O yaşta çocuğa şiddet uyguluyor. 'Suratıma vuruyorsunuz 'diyor. 'Suratım domates tarlası gibi kızarıyor.' Dosyasından okuyorum. Hoca bir güzel bayanla konuşuyor. Oğluma soruyorum 'hafif hafif vuruyor değil mi? ' diyorum 'elimize de cetvelle vuruyor' diyor. 'Siz de yaramazlık yapıyorsunuz değil mi? ' diyorum. İnkâr etmiyor.
Onaylamıyorum ama bilmek beni mutlu ediyor.
10 kişilik sınıfta şiddetin adı bile edilmez aslında. Ama kişinin yetişme tarzı gündeme getiriyor şiddeti. Ya ailede ya okulda şiddet görmüş çocuk eninde sonunda aynı yola başvuruyor.
Mavuş konuşuyor babasının sigara ile ilgili bir anekdotunu aktarıyor. 'Seni çivilerim kulağından tavana' deyişini. Doğrudan onu suçlamayıp arkadaşını öne çıkarmasını.
..