Önünden gelip geçenlerin umursamadığı suskun ve yalnız bir iğde ağacının cama yansıyan gölge oyunlarına katılıp geçmişin karanlığına düşmeden sakince mırıldanıyorum. ‘Kimmiş o gelen ya giden kimmiş/Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş/Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan… Sonra şiiri hatırlamama sebep olan öteki mısralar dolaşıyor loş odanın içinde; …Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan/Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan/Kim koparmış dalından bu yabani incirleri… Ah Edip Bey, “sahi ne kalıyor o yaşananlardan”. ‘Bir kere gelmiş bulunduk’ değil mi, ne çıkar bu kadarını anlasak bu hayattan, diyorum. Serum damlaları yılankavi plastik boruların içinden bahar yağmurlarının uysal damlaları gibi tane tane, sessizce dökülüyor.
Anneme bakıyorum, onu eksik bırakan parçasını içinden çıkarıp dünyaya fırlatan kadına. Beni en iyi tanıyan o olmalı. Hüzünlenip içimdeki boşluğa baktığımda, acıyla yüz çizgilerim derinleştiğinde, mutluluğun pırpırlı telaşıyla çıldırdığımda, bu yaşımda hâlâ çocuksu sabırsızlığımı bir silah gibi kendime çevirdiğimde, korkup gizli kovuğuma çekildiğimde, her şeyden ansızın vazgeçiverdiğimde, savaşma gücünü yitirdiğimde beni en iyi o anlar. Bu bir bilgi değil, daha en başında bu sarsıcı kopuşla birbirimizi hissediyoruz. Ama şimdi onu hiç görmeye alışık olmadığım acılı bir ifadeyle ve korkunç ağrılarıyla orada öylece yatıyor. O benim çocuğum olmuş. Elini tutunca ağırlaşan göz kapaklarını kaldırıyor. O gülümsemeyi iyi tanıyorum. Bana kendimi hep biraz suçlu hissettiren ‘yine ne okuyorsun’la karışık ‘ne düşünüyorsun’ bakışı. Sonra o meraklı, kaygılı bakışlar kucağımdaki kitaba çevriliyor.
Kapağında “Bir Evliliğin Öyküsü” yazıyor. Biliyorum, mecali olsa “güzel mi, ne anlatıyor” diye sorardı. Çok yorgun; gözlerini usulca kapatıyor. Rahatlamış, artık hiçbir şeyi fazla kurcalamıyor sanki. Bir gece evvel ameliyata gitmeden evvel konuştuklarımızı hatırlıyorum. “Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyordu. Yok, öyle klişe bir hasta itirafı değil. Onunla, daha bir yaşındayken öldüğü için hiç tanımadığı, birkaç yıl öncesine kadar suretini bile göremediği annesini konuşuyorduk. Her seferinde sanki somut, açık, net bir cevabı olabilirmiş gibi böylesine derin, siyah bir boşluğa doğmanın neye benzediğini sorarım. O da her defasında “Hiç tanımadığın bir insana karşı ne hissedebilirsin ki, annen bile olsa” der, garip bir olgunlukla. Yine aynısı oluyor. Sorular başımızın etrafında vızırdayıp duran sinirli arılar gibi rahatsız ediyor ama susuyoruz. Ben onun içinden çıktım. Hem ona çok benziyorum hem de hiç benzemiyorum. Tabiatın garip yasalarını hatırlamak beni ürpertiyor. O fazla kurcalamaz. Huzurlu bir ‘mutsuzluğu’, ‘mutlu’ bir huzursuzluğa tercih eder. Her ikisini de tecrübe edecek ve seçimini sükûnetten yana kullanacak kadar zorlu mücadelelerden geçti. İyileştiğinde ona eğip bükmeden sormak istiyorum, “Birbirimizi ne kadar tanıyoruz, anne çocuk olmanın ötesinde gerçekten tanıyor muyuz? ”. Cevabını tahmin etmek zor değil. Sonra yine kucağımda uysal yavru bir kedi gibi yatan kitaba dönüyorum.
Kadınsı bir tılsımı var…
Amerika’da çok satan kitaplarıyla meşhur olan yazar, daha hikâyesinin en başında onu bu romanı yazmaya iten dürtünün ne olduğunu açıkça hissettiriyor. “Sevdiklerimizi tanıdığımızı sanırız. Kocalarımızı, karılarımızı… Onları tanırız… Bazen onlarızdır; …bir partideyken, birbirimizden uzaklaştığımızda onların fikirlerini, yemek veya müzik zevklerini dillendirdiğimizi, bizim değil, onların başından geçmiş olayları anlattığımızı fark ederiz... Onları tanıdığımızı sanırız. Ama sevdiğimiz şeyin, doğru dürüst bilmediğimiz bir dilden bizzat yaptığımız kötü bir çeviri olduğu ortaya çıkar. Orijinaline ulaşmaya çalışırız ama başaramayız. Her şeyi görmüşüzdür ama aslında ne anlamışızdır? ”
Andrew Sean Greer’i tanımama vesile olan romanı Bir Evliliğin Öyküsü, isminin çağrıştırdığı kadar masum ve sığ değil. Sürprizli hikâyelerle okurunu son ana kadar şaşırtmayı, flört etmeyi, hain bir âşık gibi aldatmayı seven ‘oyuncu’ yazar, belli ki 1950’li yılların savaş sonrası Amerikan toplumunun pek de öyle sanıldığı aile değerlerine bağlı, ‘muhafazakâr’ olmadığını vurgulamak istemiş. Zengin metaforlarıyla hemen tavlayan, epeydir düşünmediğim sorularla başbaşa bırakan yazarı sadece kırılgan anlatımı, anları, sesleri ve renkleri görünür kılan sinematografik dili nedeniyle sevmedim. Çok az erkek yazarın okurun zihnine, yüreğine doğrudan akıtabildiği şeffaf, ‘kadınsı’ bir tılsımı var onun.
Örnek bir ev hanımı olan kahramanı Pearlie’nin, kalbi yanlış yerde olan kocası ve çocuk felci olan oğluyla okyanus kıyısında sakin bir yaşam sürerken, bir yabancının ziyaretiyle güvendiği, emin olduğu her şeyden uzaklaşmasını ve büyük bir sarmalı tamamlar gibi yine aynı yere dönüşünü, kendinizi onun yerine koyarak acı veren bir merakla izliyorsunuz.
Sırları bağışlamak…
Ben bir yazarın edebî başarısını sadece akılla beslenen kurgu oyunlarıyla, zeki buluşlarıyla, hikâyesinin ilginçliğiyle, çağının önüne geçen ‘devrimci’ üslubuyla ölçmem. Eğer kendimi ait hissetmediğim bambaşka bir âlemin içinde beni hiç sıkmadan dolaştırabiliyorsa, anlattığı hikâyenin gerçeği benden ne kadar uzakta olursa olsun, “Evet bu benim de başıma gelirdi ve muhtemelen ben de böyle öfkelenirdim, böyle acı çekerdim, böyle kaybolurdum” dedirtebiliyorsa, insanları birleştiren ortak acının gücüyle hakiki bir yerime dokunmuş demektir. Doğrusu bu sezgisel yeteneği fazlasıyla önemserim ve sırf bu nedenle genç yaşında ‘best-seller’ damgası yiyip haklı şöhrete kavuşan bir yazarı küçümsemem.
İnsanın nadir rastlanan değerli bir taş misali içinde sakladığı sırlara ihtiyaç duyduğunu, onlarsız bu dünyada çırılçıplak kaldığımızı hatırlatan Greer’in kahramanı Pearl, yıllardır kendini kapattığı koğuşunda tedaviyi reddeden ama bütünün içinde gerçeğin küçük kristal parçalarını algılayabilen bir akıl hastası gibi sayıklıyordu: “Sırlarına şaşırdığım kadar sen de benimkilere şaşırıyordun, onları aynı uysallıkla bağışlıyordun. El ele tutuşup birbirini yönlendiren iki peçeli insandık. Belki de evlilik budur! ”
‘Erkek olma mecburiyeti’
Aslında yazarın kitap boyunca politik, ırkçı ve cinsel baskıların da hissedildiği atmosferi tasvir edebilmek için seçtiği ‘evlilik’ kelimesine ve o kurumun temsil ettiği değerlere fazla takılmamak lazım. Eminim bu romanı okuyan hemen herkes benzer soruları soracaktır kendine: Gençken kendini sevdirmek isteyen insanın yakalandığı çaresizlik hastalığını, neden bir türlü ‘o sevilenin’ kendisi olmadığına dair büyüttüğü korkuları, yersiz saplantıları düşünebilirsiniz. Ben yüzüme yayılan müstehzi bir tebessümle düşündüm. Ya da hayatın sillesini herkes kadar yiyen ama bunun neye benzediğini, hakiki zaaflarını hiçbir çağda, hiçbir kültürde rahatça anlatmaya cesaret edemeyen erkeklerin ‘erkek’ olma mecburiyetine üzülebilirsiniz. Ben üzüldüm ama acımadım. Acılarına sahip çıkan kadınların her koşulda ‘hayaletleri sonsuza dek nöbet tutsun diye kale surlarına tuğlalarla gömülen Çinli askerler gibi’ geçmişlerini korumak zorunda olduklarını ışıltılı ve sakin bir cümleyle idrak edebilirsiniz.
Çok iyi tanıdığınızı sandığınız birinin peşine düşüp, sizden sakladığı özelliklerini, alışkanlarını öğrenince kendinizi küçük düşürme pahasına onu utandırmayı hayal etmediniz mi hiç? Greer, sevginin neden içimizde böyle korkunç dürtülere yol açtığını sorup aslında bizi yıkacak bu görüntülerin peşinde koşmamızın asla makul bir açıklaması olamayacağını hatırlatıyor. Ben bilinçli bir ürpertiye hatırladım. Bir kişiyi tek, çarpıcı bir özelliği yüzünden sevebileceğimizi bildiğim bir yaştayım artık… Kendimizden gizleyebildiklerimizin sınırsızlığını, birbirlerine hiç benzemeyen üç karakterin yıllar boyu bastırmak zorunda kaldıkları isyanında gördüm. Onlarla birlikte kendimden bile gizlediğim yakıcı gerçeklerin labirentimsi sokak aralarında dolaştım. Yazarın söylediği gibi, bir sevgilinin ancak parçalar halinde var olduğunu ve kalbimizin o parçaları birleştirerek bir insan yarattığını onun cümleleriyle daha iyi kavrayabilirsiniz: “Eksik parçaların yerlerini hayal gücümüzle doldurduğumuzdan, onun olmasını istediğimiz kişiyi yaratırız. Onun hakkında ne kadar az şey biliyorsak onu o kadar çok severiz elbette. İşte bu yüzden onun bir yabancı olduğu ilk vecdli geceyi her zaman hatırlarız ve bu yüzden o vecd ancak o ölünce geri gelir.”
Yine öyle sever miydiniz?
Hastanenin iki yüz yaşındaki kilisesinde sabahları mum yakıp tanıdığımı sandıklarım, hiç tanıyamayacağım halde hep seveceklerim için dua ederken aslında kimsenin değişmek istemediğini ve ancak böylesine cüretkâr ve inatçı bir direnişle hayata tutunabildiğimizi fark ettim. Hatıralarla vedalaşırken cilveli güneş, kilisenin afrika menekşeleriyle bezeli avlusunda, yüksek taş duvarların pütürlü yüzeyinde, yüzü sert bir büste dönük anlamadığım bir dilde yazı yazan kadın heykelinin sırtında, bankta oturan ihtiyar adamın haritamsı yüzünde dolaşıyordu. Onların yanından geçip hiç acele etmeden huzurevlerine doğru ilerledim. Dev palmiyelerin altında oturup bir sigara yaktım. Hemen arkamdaki asma çardağın yanında ‘acil toplanma bölgesi’ yazıyordu. Bir an orda yaşlıların toplanma ihtimali gönül okşayıcı bir şaka gibi beni gülümsetti. “Sizden bir ömür boyu saklananları bilseniz yine öyle sever miydiniz” diye sormak istedim. İsterler miydi, isteseler bile yapabilirler miydi? Ne çok cevabı olmayan soru var ve edebiyat onları nasıl acımasızca sorup bize gerçekte kim olduğumuzu hatırlatıyor, değil mi?
Hastanedeki son günümüzde, yosun kaplı havuzun başında oturup kırmızı Japon balıklarına eşlik eden fıskiyelerin ipeksi sesiyle gevşediğim kısacık bir an, hatırlamakta zorlandığım mısralar ansızın kopup dağılan inci bir kolyenin parçaları gibi üşüştü zihnime; Şiirler yazdım, kitaplar okudum/Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/Derinlerde kaldım böyle bir zaman/Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları/ Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum…
Kitabı kapatıp annemin yanına döndüm. Onu gözlüklerini takmış gazetesini okurken görünce, “İşte bu benim bildiğim, tanıdığım annem. Kim olursa olsun o benim geçmişim ve geleceğim. Hep öyle olacak” dedim. Şefkatle tebessüm ediyordu. “Yavru kuş nasılsın” dedi. Pencereyi araladık. Serin, taze bir bahar esintisi sızdı odaya. Ona kitaptan aklımda kalan bir cümleyle sarıldım; anne bekle beni biraz ‘hayatla randevum var’.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:07:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/taniyamamanin-huznu-ve-andrew-sean-greer.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!