Ayşe, Sincaplar, Bay H.ve Romain Gary

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Ayşe, Sincaplar, Bay H.ve Romain Gary

Gökyüzü, kuşların gagaladıkları pembemsi ham kirazları hatırlatan soluk rengiyle halelenip usulca maviye dönerken, İstanbul’dan bir dağ köyüne sürülen Gurbet, sabah ezanına kızıp havlıyor. Onun asabi sesi, çiftliğin gerisindeki mor dağlarda çınlayıp bostanın üzerinde parçalandığında horozlar ötmeye, bülbüller de olanca neşesiyle şakımaya başlıyor. Dantelli perdeyi aralayıp dışarıya bakıyorum. Üzerine çiy düşmüş rengârenk, kokulu büyük güllerle, turuncu zambaklarla, bembeyaz filbahrilerle bezenmiş bahçedeki rüya âlemine eşlik eden sabah, ipekten eflatun bir şal gibi salınıyor. Gün tamamen ağarana kadar yorganımın altında kalıp çocuksu hülyalara dalıyorum. Gözlerimi kapatıp hiç görmediğim dağları, ağaçları, bulutları okşadıktan sonra odama dolan serin rüzgârın kavak yapraklarıyla oynaşmasını dinlerken arkadaşımın sözü geliyor aklıma: “Her yeni gün bir lütuftur aslında.”

Taraçaya doğru yürürken ocakta fokurdayan taze çayın kokusunu duyuyorum. Ayşe, dışarıdaki şömineyi çoktan yakmış. Kahvaltı sofrasında, Narin’in sütüyle yaptığı tereyağı, taze keçi peyniri, bahçeden topladığı maydanoz ve biberlerle süslediği bol limonlu bir salata, kümesten biraz evvel alıp pişirdiği yumurtalar duruyor. Üstü örtülü sepetten sıcak köy ekmeğinin yumuşak buğusu yükseliyor. Esneyerek sofraya oturuyorum. Annem, beni biraz gülümsetebilmek için “Prensesim günaydın, uyandınız mı” diyor. Bir çocuk gibi şımarıp, sabah mahmurluğuyla homurdanıyorum. İçimden “Şu hale bak, bin yaşına da gelsen, anneler hep anne, sen de hep çocukmuşsun ve hep öyle kalacakmışsın gibi sonsuz bir şefkat duygusuyla davranıyorlar. İnsan hem seviniyor, hem utanıyor. Ne acayip, ezici bir his bu” diyorum.

YUMURTALARI ERKEKLER DE KORUYOR

Sonra zaman, çocuksu masumiyetine dönmek için köye ait bir ruhla süzülüp gidiyor. Bir köyde insanların nasıl bu kadar meşgul olabildiklerini anlayamıyorum. Hemen herkes sürekli çalışıyor. Özellikle de Ayşe. Bazen iş programını yaparken kafası karışıyor. Geçen gün bana “Önce inekleri mi sağsam, yoksa çam fidanlarını mı sulasam. Belki de önce ocağı yakıp, balıklar için kömür hazırlamalıyım. Ama daha kızlar yok ortalarda, ben en iyisi çocuklara bakayım, sonra seninle birlikte ekmek yoğururuz” dedi. Kızlar dediği de, “sarı kızlar” diye seslendiği inekleri. Üç köy öteden duyulan soprano sesiyle “sarı kız” diye bağırınca nedense önden büyüğü, arkasından küçüğü (Narin) koşturarak otladıkları yerden dönüveriyor. İki de oğlu var Ayşe’nin. Küçük olanı daha iki yaşında, gün boyu her türlü hayvanın, ağaçların ve otların arasında hiç korkmadan küçük bir serçe gibi zıplayıp duruyor. Özgür on dört yaşında. Birkaç gündür yeni bir bisikleti var. Sabahları onunla gidip gazeteleri alıyor. Geçen gün bana gazetelerdeki asker fotoğraflarını gösterip, “Bu adamlarla ilgili bir sorun var galiba, değil mi” dedi. “Evet, var canım ve maalesef bu ülkede o sorun hiç bitmez. Sen keyfine bak” dedim. Bu aralar, Pal Sokağı Çocukları’nı okuyor. Çocukların adalet duygusuyla ilgili hikâyelerini kalbiyle anlayınca, o apoletlilerin bir kısmının ‘dürüstlük’ anlayışının neye benzediğini de ilerde kendiliğinden hissedecek zaten.

Bunun dışındaki ‘ciddi’ sorunlar genellikle yemek sofrasında konuşuluyor. Mesela, sincaplar güvercinlerin kümesine dadanmış. Uğur Bey, bahçeleri sularken onlara çok dikkat ediyor, konuyla ilgili bana malumat verdi. Yumurtaları erkek kuşlar da koruyormuş, yani yavrular yumurtadan çıkana kadar bu işi dişilerle nöbetleşe yapıyorlarmış. İşte tabiatın bilmediğim bir inceliği daha. Demek ki dişilere, ‘merak etmeyin ben sizi korurum’ deyip, unutmak, yok olmak, daha ziyade bizim türün ‘odun’ erkeklerine mahsus bir özellik.

İKİ KEZ GONCOURT ALAN TEK YAZAR...

Benim sorunumsa çok büyük. Kitabımı tam nerede okuyacağıma karar veremiyorum. İki yüz yıllık meşeyle cevizin arasında okusam, tıkır tıkır koşturan sincaplarla konuşabiliyorum ama geniş yapraklı iri dallar güneşimi kapatıyor. Huş ağacının altında hava birden çok sıcak oluyor. Ihlamurların çevresinde genellikle kalabalık bir kaz sürüsü dolaşıyor. Erik ağaçlarının dallarının atına saklanıp, olmamış yeşil erikleri kemirerek okusam Gurbet, bağırmaya başlıyor. Saçlarını sessiz bir peri kızı gibi sarkıtan salkımsöğütlerin dibine uzanmak iyi fikir ama bu defa da hemen yanından geçen derede yüzmek isteyen ördekler dikkatimi dağıtıyor. Bir de sürekli sopayla kovaladığım bir arkadaş var ki, o benim kâbusum işte. Çiftliğin tek erkek hindisi ve samimiyetle söylüyorum, gördüğüm en korkunç yaratık. Sürekli kibirle kabarıp, leopar desenli çirkin tüylerini göstererek insanlara saldırdığı yetmiyormuş gibi, epeyce de aptal. Güzel bir dişisi var ama onunla gezmek yerine, kendisini yakışıklı sanan tombul bir horoz ve bazı çirkin tavuklarla takılıyor. Onu görür görmez uygun bir isim buldum tabii. Bazen arkasından bağırıyorum, “Bay H, sevdiklerinize böyle acımasızca davranırsanız kendinizi birkaç ay sonra düdüklü tencerede bulursunuz”.

Ve bütün bu ‘önemli’ sorunlar arasında Romain Gary’nin bir romanını okuyorum. Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı. Asıl adı Romain Kacew olan, Emil Ajar ismiyle de yazan romancı, edebiyat tarihinde iki kez Goncourt ödülünü alan tek yazardı. Acıtan mizah duygusunu edebiyatta keskin bir bıçak gibi kullanan yazarı okumak beni her zaman çok eğlendirdi. Çocukluğunu, annesiyle yaşadığı o buruk ilişkiyi, gençlik hayallerini, kırgınlıklarını, yazarlığın ne olduğunu her zamanki ironik üslubuyla anlattığı bu romanın kendi hikâyesi olduğunu bilmiyordum. Bir ara, “hiç aksamadan şıkır şıkır akan bu güzel Türkçe kimin” diye bakıyorum, “Alev Er” yazıyor üstünde. Nedense yolda eski bir dostu görmüş gibi seviniyorum.

ÇOCUKLUĞUN ŞAFAĞINDAKİ YEMİNLER...

Bir annenin oğluna duyduğu aşka benzer hayranlığın, insanı ne hale getirdiğini okurken her meraklı okur gibi anlattıklarının ne kadarını uydurduğunu, ne kadarını yaşadıklarından süzerek yazıya dönüştürdüğünü merak ediyorum. Ama biliyorum ki hiçbir gerçeklik yaşandığı o saf haliyle aktarılamaz. Hikâye edildiği andan itibaren o an, artık kendi hakikatine bürünür.

Annem, “Hadi, gel yavrum yemek hazır” diye seslendiğinde şu satırları okuyorum: “Bunu ancak kırk yaşlarına varınca anlamaya başladım. Böylesine genç, böylesine küçükken, bu kadar çok sevilmek hiç iyi bir şey değil. İnsanda kötü alışkanlıklara yol açıyor. Her şeyi yaşadığınızı, her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ve olanlar size sıradan şeylermiş gibi geliyor. Gözünüzü daha yukarılara dikiyor, doyumsuz oluyorsunuz. Gözlüyor, umut ediyor, bekliyorsunuz. Böyle bir anne sevgisiyle donanınca, hayat, size daha çocukluğunuzun şafağında bazı şeyler üzerine yemin ettiriyor ve bu yemini tutamıyorsunuz.”

Gökyüzü bakır rengine keserken dağlar iyice gölgeleniyor. Uzaklardan bu coğrafyada büyüyen herkesin bildiği keskin bir kızartma kokusu geliyor. Çocukluğun değişmeyen yaz yemeği; maydanozlu anne köftesi, patates, patlıcan ve kabak kızartması... Eve dönmek isteyemeyen çocukların hırçın ruh haliyle duymamış gibi yapıp okumaya devam ediyorum: “Annem, mutlu bir geleceğe ulaşacağıma her zamankinden fazla inanıyordu. Ve ben onun bu inancını yıkamaz, onun çaresizlik ve umutsuzlukla gölgelenmiş yüzünü görmeye katlanamazdım. En zor anlarımda bile, tehlikenin üstüne garip bir yenilmezlik duygusuyla yürümüşümdür. Bana hiçbir şey olmazdı; çünkü ben onun Mutlu Son’uydum.

Ertesi gün daracık orman yollarında bisikletle dolaşırken romanın son cümlesini sayıklayıp duruyorum: “Yaşadım ben...”

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:10:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan