Ben babaannemi hiç görmedim. Teninin kokusunu, sesinin tabiatın içinde nasıl yankılandığını bilmiyorum. Sonsuza kadar genç kalacak o genç yüzden yayılan yumuşak ışığın şefkatiyle avunmadım hiç. Bazen onu hayallerimde yeniden yaratıyorum. Zayıf bir dal gibi kırılabilen narin parmaklarıyla saçlarımı örerken iyilikle yıkanmış hikâyeler mırıldanıyor. “Neden o kadar acele ettin” diye fısıldıyorum kulağına. Bir çöl haritası gibi dalgalanan geniş alnının altındaki ince kaşlarını çatıp, “böyle soruların bir tane cevabı olmaz ama bak içinde ihtiyar bir kadın yaşatan o genç yazar ne güzel söylemiş, ‘gitmek diye bir şey yok, sadece çağrılmak var’, etkilendin o cümleden değil mi” diye takılıyor bana. “Sen nereden biliyorsun kalbimizi aydınlatan o cümleleri, oradan içimizi görebiliyor musun” diye huysuzlanıyorum. Söylenmeye başlayınca babamın ondan ödünç aldığımı iddia ettiği leylek bacaklarıyla kanatlanıp uçuveriyor...
Babam onu Ereğli’deki çiftliğe yolcularken “çocuklar gibi ağaçların tepesine tırmandığını biliyorum. Yapma sakın, bırak başkaları toplasın meyveleri” demiş. Arada onu ziyarete gittiğinde ağaçtan kendi elleriyle incir toplayıp babama yediriyormuş. Babam onu “öleceksin, neden bunu yapıyorsun” diye uyarmış. Sonra bir gün askerdeyken çağırmışlar. “Annen incir ağacından düştü” demiş telefondaki o kırık ses. İçinden çıktığı kadına kavuşuncaya kadar onu yeryüzünde yalnız bırakıp gitmemesi için yolda bildiği bütün duaları etmiş. Babam bu hikâyeyi hep aynı basit sözcüklerle anlatır. “Ben gidene kadar bekledi. Elimi tuttu, gözlerini açıp yüzüme baktı, derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı.” Bütün meyveleri kimsesiz çocukları okşar gibi seven babamın neden inciri sevmediğini bilmiyordum. Önce ‘zehirli ağacın’ hikâyesini öğrendim, sonra içinden şehvet akıtan o mor meyveyle barışmasına tanık oldum. Ve sonunda ben de derin bir nefes aldım. “Çok şükür, o kendi tanrısını affetti” dedim. Hayata devam edebilmenin unutmakla ilgili değil bağışlamakla ilgili olduğunu eğilip bükülmeye başlayan sezgilerimle keşfetmiştim çünkü.
Hayatın ve inancın kutsallığı
Birkaç gün evvel tenha bir kır kahvesinde oturup yüzümü güneşe tutarken bu hikâyeyi, hayatın ‘sonsuzluğunu’, Sema Kaygusuz’un bana göre has edebiyatın ve dilin incelikleriyle örülmüş, özenle, emekle, zahmetle dantel gibi işlenmiş romanıyla hatırladım. Sadece dili değil, hayatın ve inancın kutsallığına dair sordukları da, kendime pek mantıklı sorular soramadığım bugünlerde kimselere göstermediğim o karanlık yerimden fena halde yakaladı.
Geçenlerde sıkıntıları paylaştığım bir arkadaşıma şuursuzca sayıklıyordum. “Neden kırk değil de yüz sene yaşamak zorundayız, kim karar veriyor buna ve ne hakla? Hem yaşayanlar uzun sandıkları o yüz seneyi tamamlamış olunca ne değişiyor? Neden ruh acıyla, bilgelikle tekâmül etmek zorunda. Neden tevekkül sahibi olmak gerekiyor. Ben neden katlanmak istemediğim bir hakikati kabullenmek zorundayım? Neden bir hayatın içinde yaşarken başka bir hayat tasavvuruyla oyalanmak zorundayım? ” Arkadaşım haliyle biraz acıyarak yüzüme baktı. Beni anlamadığını anladım. Ona başka bir şey söylemedim ama kendi içime doğru dedim ki, “şu aynalı denize bak, gümüş sicimlerle örülmüş kıpırtılı örtüsünün üzerindeki balıkçı motorlarıyla edepsizce oynaşıyor. Yazdan kalma ılık bir güneş yüzümüzü okşuyor. Biraz daha birbirimize sokulsak ölümlü olmanın acısını daha derinden hissedeceğiz, vahşi hayvanlar gibi... Belki de onun için aramıza hem tanıdık hem de bize yabancı olan hikâyeler sokup duruyoruz. Kim bilir daha evvel kimlerin asırlar boyu dertlendiği boğazın kıyısında, başka kederli hikâyelere tanıklık etmiş ihtiyar bir çınarın altında oturmuş sevmekten, sevememekten, sevilmemekten bahsedip çemberin ucunu kendi irademizle tamamlayamadığımız, sonsuza kadar eksik kalacak bir mana arayışının peşinde koşturup duruyoruz... Neden yapıyoruz bunu kendimize? ”
Kadim hikâyeler...
Edebiyatın duygulara dokunan farklı yüzleri var ve arada benim gibi saçmalama hakkını kullanmaya yeltenenleri de kendi diliyle hırpalayıp, ansızın hayatın biricikliğini hatırlatıveriyor işte. Sema Kaygusuz’un Yüzünde Bir Yer’i durduk yerde içimi kamaştırdı, zihnimi bulandırdı. Tenimin altında yüzen batık dikeni gösterdi bana. Daha da tuhafı muhtemel bir umutsuzluk girdabından çekti çıkardı beni. Hayır, öyle anladığımız manada ‘eğlenceli’ bir roman değil ama insanlığın, inancın, ölümsüzlüğün etrafında dolaşırken, bize bir kereliğine bahşedilen bu hayatın, sebebi kendinde saklı mucizevî bir kıymeti olduğunu geçmişten süzülen kadim hikâyelerin sihirli diliyle anlatıyor. Üstelik çok okunma telaşına düşmeden, içindeki zifiri zindandan ilmek ilmek söktüğü şiiri anlatıcısının doğallığıyla besleyen cümlelerle yapıyor bu işi. Onunla hiç tanışmadık, daha evvel ortak dostlar vasıtasıyla ilk romanı ne kadar çok sevdiğimi iletmiştim. Ama bu defa karşılaştığımızda ona doğrudan şöyle demek istiyorum: “Sema, dünyada yazdıklarını hissedebilecek ne kadar insan varsa hepsinin seni okumasını ve kalp bilgisiyle anlayabilmesini diliyorum.” Bu dilek sadece onun bu coğrafyaya dair anlattıklarıyla ilgili değil. Böyle pırıltılı bir yazarı Doğu’nun sınırlarına hapsetmek en başta kitabın tabii macerasına haksızlık olur. Ama söylemeden de geçemeyeceğim doğrusu, ölçülebilen zamana, aklın oyunlarına ve basit bir kolaycılığa giderek daha fazla teslim olan Batı’nın buralardaki edebiyat damarını besleyen o derin maneviyatla buluşmasını şiddetle arzuluyorum gerçekten.
Geniş bir gülümseme...
Bu küçük destansı roman, hayatta kalanların utancını, katliamlar karşısındaki sessizliğin ayıbını, babaanneden toruna geçen incir ağacının çok katmanlı hikâyesini, dünyaya hakikati görmeden içi boşaltılmış ifadelerle bakmanın sıradanlığını, sırları ifşa etmenin çaresizliğini, insanın iç sesini kendi sözcükleriyle samimiyetle duyabilmesinin sağaltıcı yanını, inancın hayatımızdaki yerini ve aslında bütün bunlardan daha fazlasını anlatıyor. “Kendisini kendisiyle hırpaladığını söyleyen” yazar, “neden” diye sorduğum cevapsız sorulara hiç bilmeden, harfleri bitiştirerek usulca dokunuverdi. Anlatıcı bir bölümde fotoğrafçı kıza babaannesiyle karşılaştığı tek bir andan bahsediyordu: “İçinden geçtiği zamansallığı umursamaksızın başı eğik kendi zamanını yaşıyor. Söyleşecek kimse kalmamış gibi dünya ıssız onun gözünde. Baktığı yerlerde kendini bulamıyor. Seni fark ettiği an geniş bir gülümseme kaplıyor yüzünü. Sadece ağzıyla değil, burnuyla, alnıyla, yük çeken omuzlarıyla beraber, bütün mahalleye yayılan bir arzuyla gülümsüyor. Güzel bir ülkeye bakıyor sanki. Gözlerinde pırıltılı bir sadakat. Bu kusursuz an gelip geçtiğinde iyileşmeyecek bir yara açılıyor içinde. Elinde fotoğraf makinesi, nereye gidersen git bu gülüşü asla yakalayamayacağını henüz bilmiyorsun.”
Babaannem çok sevdiği incir ağacından düşüp ölmeden önce, o fotoğrafçı kız gibi ağacına bir isim vermiş miydi bilmiyorum. Sanmıyorum, öyle olsaydı o ağaca bir hayat bağışlamazdı herhalde. İnandığı biri onu çağırmış mıydı, bilmiyorum. Kitabın son sayfasını kapadığımda hiç görmediğim babaannemin geniş gülümsemesini, gelecekte karşılaşacağım muhtemel aydınlık tebessümleri gördüm. Henüz o hikâyeyi öğrenmediğim eski bir zamanda ağaçlara tırmanmaktan neden dehşetle korktuğumu düşündüm bir süre. Biraz ürperdim ama sonra ben de ne bildiğimi hatırladım. Unutmayan bir ağacın hikâyesiyle... Hayatın kutsallığını anımsatan içimdeki o çatlak sesi dinledim. Sustum.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:54:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/babaannem-incir-ve-sema-kaygusuz.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!