Dünden bugüne, öz benliğimi, öz ellerimle, öz kalbime nakış nakış işlemiş bir yolcuyum..
İnançla inkârın gölgesinde bir sağa bir sola koşuşturan iflah olmaz kaçışımı, İbrahim-i cesaretin putları yıkan imanına borçluyum..
Din nedir, dinsiz nedir, mezhep nedir, meşrep nedir bilmem; insanı bilirim, iyisi ve kötüsüyle, erenlerin dilinde masum; yobazların dininde suçluyum..
Firariyim; adını mırıldanırken vicdanımda hissediyorum horlanarak terke, terk edilmiş gariplerin ıssızlığını..
Kavmi tarafından kovulmuş ümmetsiz bir peygamberin kimsesizliğiyle geçiyorum Sahra gecelerinin yalnızlığını..
Duamı duyan yok, ezanların sesi kalmış on yıl evvelimde, senin sabahında okunan ezanın ancak akşam duyarım yankısını..
Sessizlik mabedinde, suskunluk orucunda 7 yıldır bitmeyen bir kefaretle beklemekteyim gelmek bilmeyen bir iftarı..
Suskunluğumda bir tek seninle konuşuyorum: kelimesiz, sözsüz, harfsiz, hecesiz.. Dilimde gerçekleşiyor zavallı bir “aşk”ın intiharı..
Tenin kutsal bir buhur, dağılıyor göğsümde inceden..
Mazinin ihanete meyyal arsız sevdalarını paslı bir çiviyi çıkarır gibi çıkarıyor içimden..
Sabahı ve akşamı; vuslatı ve firakı, güneşi ve ayı birbirine bağlayan bir fırtına kopuyor derinden..
Firariyim; eski bir vakitte, dünyanın kuytusunda, Yusuf’un kuyusunda, Züleyha’nın sabrında, Yakub’un feryadında.
Varlığımı sır eyledim, beni bir isimle çağıran yok burada..
Yokluğa mahkum edildi adım, “Said’im” diyenlere yabancılaştığında..
Sisli puslu aklımda, senin soluğun korunuyor ilk günkü berraklığında..
Prometheus”un her gün yenilenen yarası gibi bir yara, hep açık duruyor kanayan bağrımda..
Belki alâmetlerin ardında kavuşuruz, hem sıla, hem gurbet adını verdiğimiz o sahipsiz vatanda..
Kâh, Kaf Dağı’dır, kâh İskenderiye’nin ötesinde bir menzil, yaktığımız ateşle sınanırız terk edildiğimiz karanlık zindanda..
Cennetten sürülen Âdem gibi firar ederiz Babil’den, ellerimizde zakkum ve gül; İblis otururken altın varaklı tahtında..
Beni dinsiz sanacaksın; oysa sürgünüm ibadetimdir, iman ettim ki yazmakla sevmek, yazmakla yanmak, bizi aynı ateşte kutsar.
Arş’a yükseliriz Mecnun’un gözyaşlarına karışıp, Albazlara ismimiz yazılır, bizi saklar Leyla’nın boynundaki muskalar..
Beraberce döneriz, sabah ve akşam ezanları bir olan sonsuz mevsimlerin döngüsünde..
Persephone’yle bir kışlık ölüme dalarız belki de..
Ölümsüz bir dua gibi asılı kalırız karanlığın ve aydınlığın ötesinde..
Mührümüzü bastık seninle, tarihten miras kalan savaşların tam ortasına, kaybolan harflerle kazıdık zaferlerin bağrına adlarımızı.
Sergüzeştimiz sönmesin diye; tamamlayıp çilemizi, gökyüzüne çıkıp indirdik yazgımızı..
Sana bir içecek hazırladım; şarap değil, şerbet değil, tuz dolu bir kaç damla gözyaşımdan..
İçine bir dem karanfil attım, bin yıllık bir buhur, bir avuç da naftalin, rengini alıyor kara gözümden, kara kaşımdan..
Her ne kadar öpememiş olsam da ağzının tadını almışım çoktan..
Ben, bir âşık, bir derviş, bir firari, bir kayıp..
Sonsuz bir yankıyım, durmadan seni anan..
Hem sıla, hem gurbet, hem vatan, hem sevap, hem ayıp..
Aden’in bahçesinde çiçek toplayıp, dikenini kendine, kokusunu sana sunan..
Kayıt Tarihi : 31.10.2024 15:23:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!