Akasya salkımları damlıyor ,derelerin ipek böceğiyle sevişen koynuna, kar sularıyla yıkanıyor ,şımarık vadilerin çırılçıplak ayakları. Göğe uç bir polenin yükselmesiyle ,gökten içi görünen melekler yağıyor.Çimenlerin büyüme telaşıyla fışkırdığı dağ eteklerinden, dumanı üstünde isketeler kalkıyor ,billur sularının köpüklenen yosunlarından…Kelebekler küllerinden baharlara silkiniyor ,ebem kız kendini rüyalanan çığlıkların boşluklarından papatyaların titreyen göbeğine bırakıyor. Sonsuz bir senfoni çığırıyor; kırlangıçlar ,serçeler, çulhalar, cıvıltılı bir güneşin titreşimlerinden Galanşoh’a boşalıyor dipten aynı hızla göğe fışkırarak çocukların filiz süren koyaklarına yağıyor.Hasretler ; suyun seken kirpiklerinde okşanıyor ,kan ter içinde açan tomurcukların sancılarından esmer vakitlerin perde arkası şuh geçişlerinden yıldız yıldız bakışların sırılsıklam düetlerine yansıyor, sabahlığını giyinmeyi unutan tan gelinin uslarından deniz kızının hayaliyle sevdanın dipsiz derinliklerine dalıyor… Düş dişiler eteklerini çekip baldırlarına parmak ucu ,çam ormanlarının çimdiklenen kozalaklarına; fıstık yeşil tozaklar bırakıyor ,Kafkasya’nın nemli sürmelerine saçılıyor! Ah Elnara, ayak uçlarını yalayan entarisinin sırtında ,altın kartallar işlemeli pür pak güzel! Kalpağı şakırtılı pullardan, alnına ay yıldız aydınlık çiseleyen şebnem! Gül endamı belinden dolarken rüzigâr, göğüs çatalından, Yunus’un kucağına nefes vaveylâ nağmelerden sızan göze! Sevdalı parmaklar da sözleşen kuşların dansından ,lezginkaya kanat kanat açılan ,gölgesinde parçalarcasına dinen dizlerin ,ağrısını sonsuzluğun koynaklarına okuyan nazenin…
Genç çiftleriyle , gelinlik kızları, aşklarıyla, Kafkasya yediden yetmişe güler yüzlü insanlarıyla; paylaşmanın, kardeşliğin, barışın, huzurla yaşandığı bir Türk Yurduydu. Elnara Dağıstan’ın Sotni Köyünde doğmuş, güzeller güzeli ,ela gözlü açık tenli bir kızdı.Yusus’la çok genç yaşlarda birbirlerini sevmiştiler. Çiftçi bir ailenin iki kızından biriydi.Kardeşi Almila , Elnara’ya göre daha sarışın ,renkli gözlü bir genç kızdı. Okuyup doktor olmak, halkına gönüllü hizmet etmek istiyordu. Elnara’nın annesi Ayşa ,çiftçilikten arda kalan günlerinde ,köyde ki kadınlara kilim dokumayı öğretiyordu. Kadınların dokudukları kilimleri ise köyde öğretmenlik yapan Aslanbek şehre indiğinde toptancıya satıyor Ayşa’ya teslim ediyordu. Ayşa’da toplanan paralar daha sonra sahiplerine teslim ediliyordu. Babası Abukar ise garmon yapar ,ürettikleri enstrümanları şehirde satarak elde ettiği gelirle çocuklarını okutmaya çalışıyordu.Sadece garmon yapmakla kalmaz ,Abukar garmon sanatçısı olduğu için ,köyün düğünlerine çağrılır ,bir yandan çalar ,diğer yandan söyler köy halkını eğlendirirdi. Düğünlerde köyün gençleri o muhteşem melodilerin eşliğinde lezginka dansı ederlerdi . Aliya ile Aybika’nın düğününde ,lezginka oynarken Almila ile Musa gözgöze gelmiş o an birbirlerine aşık olmuştular. Komşu köyün yakınlarındaki buğday tarlalarında buluşurlardı.Gelincik kokardı Almila, Musa’yla her buluştuklarında kulağının arkasına ilişmiş kıpkırmızı bir gelincik, yüzünde mutlu bir tebessümle usulca gelip odasına girerdi .Herkes bilirdi Musa’yla arasındaki bağı ve onların mutluluğunu çaktırmadan izlemekten herkes hoşnuttu . Musa ‘da Almila gibi okuyor haftanın belirli günleri bir sarrafın yanında altın gümüş işlemeciliğiyle uğraşıyordu.
Kafkasya’nın gençleri; iki yandan örülmüş simsiyah örgüleri ,kadife bindallılar üzerinde altın gümüş işlenmiş motiflerle bezeli yerel kıyafetleriyle ,adeta, gökte bir güvercin edasıyla süzülürcesine kızları ;özgürlüklerine düşkünlükleriyle ,o ruhu barındıran işlemelerle, çerkeska adını taşıyan yerel kıyafetleriyle ;bellerinde kama ,başlarında tüylü bir kalpak , ceylan derisi çizmelerle dizlerini parçalarcasına, karalılıklarını ,korkusuzluklarını, bağımsızlıklarını ,aşklarını, o muhteşem dansın figürleriyle delikanlıları; adeta birbirlerine naz ederek tüm dünyaya haykırıyorlardı. Açılan kolların ,vurulan dizlerin coşkusuyla ,gökten iki beyaz kartal çığırarak geçerdi gönüllerinden !Serçeleri teğet geçen süzülüşlerinin ardından ,gökte duraklayarak , kanatlarının altına sevdiği kadını alırcasına titreyerek ,aynı tempoda göğsünde nefes nefese çırpınan aşk cıvıltılarıyla bir yiğidin koynuna sığınırcasına kadını, geçerlerdi lezginkanın coşkusundan…
Yunus ,Elnara’ya ,Galanşah Gölü etrafında kucağında yeni doğmuş bir kuzu; şarkı söylerken gördüğünde aşık olmuştu.Simsiyah ipekten saçları yüzüne düşmüş, güneş saçlarında oynaşırcasına raks ediyordu.Elleri papatyaları andıran bir saflıkta ,kuzusunu öylece okşuyor, ona şarkılar söylüyordu.Uzun fistanının etekleri yerlere değiyor, hafif kıvırmış olacaktı ki bacaklarını ;elbisesi ayak kısmından oturduğu taştan yere sarkıyor ,hafiften taşın üstünde şekil alan fistanının ucundan o minicik ayakları görünüyordu.Yüzü kar suyuyla yıkanmışçasına ak ,gözlerindeki elaya gölün suyu yansıyor, sanki gözlerinden masmavi nehirler akıyordu ,Yunus’un kalbine! Etrafta yemyeşil çimenlerin kokusu ,esen rüzgarın etkisiyle uçuşup Elnara’nın saçlarına siniyordu. Fistanında ki pembe güller açtıkça ,koynundan gül kanat kelebekler fışkırıyordu Yunus’un yüreğine.Tir tir titriyordu!Hiç o gözle bakmamıştı Elnara’ya! Çocukluklarından beri tanırdı Elnara’yı ,arkadaştılar ,oracıkta ancak aşık olduğunu anlamıştı Elnara’ya .Çocukken onunla olmak ,onunla oynamak isteyişi acaba aşk mıydı diye düşünüyordu?!Bilmediği bir sevgi hep vardı Elnara’ya karşı, ancak adını koymak ,göl kenarında onu göreceği ana nasipmiş!O gün nedense görünmeden saatlerce izledi, çam ağaçları arkasından Elnara’yı.Gölün üzerinden sürü sürü kuşlar kalkıyor ,Yunus’un olduğu ağaca doğru süzülüyor ,Elnara kafasını kaldırınca, kuşlar ağacı teğet geçiyor, yeniden gölün üzerinde adeta dansedercesine kanat çırpıyorlardı. Bir kaç gün Elnara’yı öyle izledikten sonra, nihayetinde yanına yaklaşıp merhaba diyebilmişti! Elnara yüzünde hafif bir kızarıklık, bakışları önce yere düştü, sonra başını kaldırıp Yunus’a gülümsedi.’’Burada olduğunu farketmedim!’’dedi.Yunus bende şimdi gelmiştim diyerek, Elnara’nın yanına ilişti yavaşça! Elnara ilkin doğrulacak gibi olduysa da kalkmayıp Yunus’la sohbete koyuldular.İki arkadaş gibi konuştular , okuldan derslerden bahsettiler.Yunus o gün bi şey söyleyememişti Elnara’ya. Dili tutulmuş boynunda gökkuşağından kanat renkler ,gövel ördeklerin yavru telaşına karışan viyaklamaları ,isketelerin cıvıltıları, kırlangıç yuvasına takılan söğütlerin yeşil saçları ,ruhundan akıyordu .Günlerce dağın eteklerinde oynaşan kuzuları seyrederken ,gözleri Elnara’nın yüzünü okşayan rüzgarın şevkatli ellerine takılıyor, kıskanacak gibi oluyor du ki uzanıp saçlarını avuçlarının içine alıp, rüzgardan saklayacağı esnada, Elnara’nın dönmesiyle kendine geliyordu.Geliyordu gelmesine ancak Elnara’nın o ela bakışlarında uçsuz bucaksız bir okyanusa sürüklenircesine, nazlı çığlıklar atan elasında düşlerin, derinliklerinde koyboluyordu!...Gölün üzerinde lotuslar açmış, nilüferler akıntının etkisiyle ,Galanşoh’un diğer yakasına doğru ,Elnara’nın gelincik biten soluğuyla sürükleniyordu.Dumanı üzerinde melodiler birbirine kenetlenmiş ;aşkın bahar dallarını döllüyordu. Sarı kantaron kokan keçi sütü damlıyordu ,yeni doğum yapan anne keçilerin memelerinden çimenlerin üzerine. Papatyalar bakışlarını henüz çıkartmışlardı ki, yaramaz kuzuların ağzında afiyetle çiğnenerek tatlanıyorlardı. Uzaklara getiriyordu çıngırakların sesini rüzgar.Köpeği Kıtmır sürünün az ilesinde oturmuş uyuyor gibi görünse de ,sürüye göz kulak oluyordu. O gün ,Yunus babasının dut ağacından yapılmış garmonunu almış, erkenden gölün kenarına gelmişti.Elnara henüz koyunları çıkarmamış otlağa gelmemişti.Gölün kenarındaki söğüt ağaçlarının altına oturdu ve o aşk dolu şarkıyı çalmaya başladı. Aklında sadece Elnara vardı ;o düşle çalmaya başladı.
’’seni gördüğüm andan beri yanarım,
gözlerinin elasında aşka dalarım,
nağme nağme coşan şu gönlümde ,
gece gündüz seni sevgini sayıklarım!’’,diye mırıldanırken ,az ileriden önde erkek keçi ,çıngırak sesi ilişti ki kulağına bir telaş yüzünü saran heyecanın ateşiyle susuverdi !Gelen Elnara’ydı .Koyunları keçileriyle. Kıtmır nefes nefese, dili dışarıda sürünün etrafında dönüyordu. Yüzünden ılık bahar yağmurları yağıyordu, yağmur sadece onun gözlerindeydi ,kirpiklerinden süzülerek tenine yuvarlanıyor ,otların susuzluk hasretinde aşkla emiyordu gencecik güzelin sızısında.Alnında kelebekler oynaşıyordu.Örgüleri gökkuşağının kuyruğundan başına inmiş ,duvaklı şelale misali sırtından ,Yunus’un yüreğine akıyordu.Bir sağa bir sola ayrılıyordu garmon çığlıkları ki; farkında olmadan hala tıngırdatıyordu ,acısı bir hoş gelen yürek sızını kucağında! Elnara gülümseyerek Yunus’a yaklaştı !Oturdular. ’’Yunus devam etsene; babam da çok güzel çalar söyler biliyorsun, çok severim çocukluğumdan beri garmonla çalınan türküleri !’’dedi. Yunus o aşkla çalmaya başladı , o esnada küçük kuzu koşarak Elnara’nın kucağına sokuldu.Ağzı süt kokuyordu , henüz emmişti anasını.Elnara Yunus’un şarkıları eşliğinde kalbinin hızla çarptığını hissettikçe ,kuzusuna daha da sarılıyor onu şevkatle okşuyordu.Sonra garmonu kenara koydu . Elnara döndü, kısa bir süre hiç konuşmadılar sadece bakıştılar… İlk Elnara çekti gözlerini, sonra Yunus ,sonra aynı anda tekrar keşişti bakışları!...Kuşlar sustular, koyunlar kuzular o an pür dikkat onlara kesilmişçesine otlamıyor ,sessizliğin konçertosunu bozmuyor onları izliyorlardı.Bir çift kanat sesiyle Yunus ‘’Elnara sana sevdalıyım, çocukluğumdan beri sevdalıymışım meğer ,adını koyamadığım sevgim o çocuksu ilgim sana duyduğum derin aşkımmış!’’
’’Bir an bile seni düşünmekten kendimi alamıyorum.! Mavi elbisenin pembe gülleri kalbimde açıyor ,gözlerinden üzerime yasemin kokulu yağmurlar boşalıyor ,dudaklarındaki ince çizgiler doluyor, soluğuma gelincik ırmakları dökülüyor ,ellerimde kelebekler yürüyor Elnara !Sanki, serçe parmağım göğe ilişmiş çırpındıkça göğsüne düşüyor, düşümde rüyamda saçlarına iliyor, saçlarım ruhum ,ruhuna kaçırıyor beni .Orada seninle şeşen dansı yapan çocuklara eşlik, mutluluktan bilmediğim bir boşluğa dalıyoruz.Öyle ki duvarları nurdan mavimsi bir ışık yanıp sönen pembemsi damlacıklarda titreyen kelebekler ve sırılsıklam o ışığın aktığı bir dibe doğru hızla düşüyoruz. Etrafımızda kanatlı bebek melekler ,gülücükleri yankılanan bir şenlik ki ,yaklaştıkça garmon göğsünden bedenimizi dolaşan o sesin bastıran tınısı alıyor beni ,sana bırakıyor.…Sonra uyanıyorum çok üşüyorum Elnara!’’ dedi. Elnara’nın gözlerinden yaşlar yuvarlanıyor ,hokka burnunun kıvrımlarında kırmızı tomurcuklar ıslanıyordu.Ayağa kalktı saç örgülerini çözdü, göle doğru Yunus sana söz veriyorum ,ömrümün sonuna kadar bende seni seveceğim, diyerek haykırdı! Kuş cıvıltıları kuzu melemeleri, göle akan vadilerin dağlardan süzülüp huzura kavuşan şırıltıları ,..
Kıtmır’ın havlamarı ve az ileride bu aşka tanık olan Elnara’nın annesi Ayşa ve babası Abukar sessizce oradan ayrılıyorlardı ki ,Kıtmır’ın onlara bir koşu yetişmesiyle, Elnara’nın utancı Yunus’un utancına karışarak ;gölün üzerine mavimsi pespembe bir duman fıskiyesi yayıldı harelerinden ! Aşkları o gün başlamıştı. O günden sonra ,her gün gölün kenarında buluşuyor ,şarkılar türküler söylüyor, arada şeşen dansı eşliğinde Elnara’nın baskın figürleriyle yiğidini etrafında döndürerek, nazlı edalarıyla adeta ,gel bana dercesine o muhteşem oyunun hararetinde kendilerini buluyorlardı! Artık büyümüş ikisi de üniversiteli olmuşlardı.Okul oldukça uzak olduğu için öğrenci yurtlarında kalıyor, ailelerinden gelen yetmediği için günün belli saatlerinde bir Çeçen restaurantında çalışıyorlardı.
İkisi de hukuk öğrencisiydi.Zorluklar içerisinde okuyup mezun oldular. O yıl köylerine döndüklerinde aile arasında bir söz kestikten sonra aynı yaz köyde üç gün üç gece düğün yaparak evlenmişlerdi. Kısa bir süre sonra Yunus, Elnara’yı annesine bırakarak şehre iş aramaya gitti.Stalin yönetimin hakim olduğu bir sistemin etkisiyle, halk fakir ve ekonomik yönden güçsüzdü.Yunus, bir hukuk bürosunda hem kendine hem Elnara’ya iş buldu. Köye dönüp Elnara’yı alarak şehre, Dağıstan’a yerleştiler.Ancak kazandıkları para onları şehirde geçindirmeye yetmiyordu, Elnara hamileydi ve Çar Ordusunun Çeçen Halk üzerinde ezici politikaları iyice kendini göstermeye başlamıştı. Çareyi köye geri dönüp çiftçilik yapmakta buldular. Hiç değilse, kira derdi olmayacak bağdan bahçeden kazandıklarıyla geçimlerini sağlayabileceklerdi. Köye yerleştiler. Ailelerinin yardımıyla iki göz bir ev inşa etmişler ,mutlu mesut yaşıyorlardı. Köyde ki herkes birbiriyle iyi geçiniyor birbirine her konuda yardım ediyorlardı. Sotni onlar için mutluluktu.Ancak şehirdeki Ruslaştırma politikaları kırsala kadar yayılmış ve halk sürgünle, sömürüyle ,karşı karşıya kalmış, yaşam mücadelesi ,ağımsızlık mücadelesi vermeye başlamışlardı. O kışın sonunda Elnara bir kız çocuğu dünyaya getirmişti.Kızına Zumral adını verdiler.Zumral bebek tıpkı diğer bebekler gibi annesinin babasının umuduydu, iri iri siyah gözleriyle tahta beşikte annesinin ninnilerinin eşliğinde, gülümser bir edayla uykuya dalardı.O güzel günler uzun sürmedi ve birkaç ay sonra yerini artık korku dolu karanlık yarınlara bıraktı.
1917 Ekim Devrimi sonrasında iktidara gelen Bolşevikler emperyalizm karşıtı bir politika belirleyerek din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin “Sovyet halkların kardeşliği”ni ilan etmiş olsa da, bu politikanın ilk günden bir aldatmaca olduğu herkes biliyordu. Bir Çeçenin istediği okullarda okuması için Rusça bilmesi şarttı.İsteği işte çalışması için ,Rusça bilmesi hatta, Hristiyan olması şarttı.Bu sebeple dahi olsa da Rus vatandaşlığına geçmek bir Çeçen için onurunu bağımsızlığını özünü yitirmek demekti! Kimliklerinden asla ödün vermeyen bu onurlu insanlar; baskı ve zulme karşı topraklarında yaşamak için bazı şeylere boyun eğiyorlardı. Elnara ve Yunus eğer Rusça bilmeselerdi, Hukuk Fakültesinde okuyamayacaklardı. Zaten Çeçen kimliğinden vazgeçmedikleri için kendilerini geçindirecek iyi bir iş bulamamışlar ,Sotni’ye geri dönmüşlerdi. Bolşevik yönetimin gerçek amacı; eski Rusya İmparatorluğunun sınırları içinde yeni bir sömürge sistemi inşa etmek olduğunu ,onlarda biliyordu.
Kafkas petrollerini ele geçirmek isteyen Almanlarsa , Çeçenistan’ın bazı bölgelerini işgal etmiş ancak Grozni’ye giremeyip Stalin’e yenildikten sonra, Kafkasya’nın kuzeyinden çekilmek zorunda kalmışlardı. O kış Yunus ile Elnara’nın hayata tutunma mücadelesindeki, en zor zamanlarıydı. Çok geçmeden Yunus; Rus Ordularına katılarak Kafkas Petrollerini ele geçirmek isteyen Almanlara karşı savaşmak zorunda kalmıştı. Stalin genç Çeçenlerin orduya katılması yönünde bildiri yayınlamış; savaşa katılamayanların canının alınacağını açıkça radyolardan yasal olarak duyurmuştu.Nihayetinde ardında ailesini bırakan diğer genç erkekler gibi Yunus da Rus Ordusuna katılarak Almanlara karşı mücadele vermeye başlamıştı. Ancak savaş cephelerinde çok geçmeden kullanıldıklarını ve ardında ki ailelerinin katledildiği , haberi hızlıca Çeçenler arasında yayılmaya başlamıştı.Sadece Çenler değil ;İnguş Halkı, Kırım Türkleri ,Tatarlar, Kalmıklar ,Balkarlar ,Karaçaylar, Mesketler çeşitli soykırımlarla baş başa kalmış çaresizlik içerisindeydiler. Bu durum ,Rus Ordusu için savaşan Çeçen erkeklerini rahatsız ediyordu.Çoğu savaştan kaçmayı ,kendi halkı için birlikler kurup ,gerek Almanlara gerekse, Ruslara karşı ,halkını korumak için planlar yapıyorlardı Ancak her durumda Stalin tarafından infaz edilecek olan Çeçen erkeleri; Rus Ordusu için savaşsalar da ,Ruslaştırma slavlaştırma politikaları sebebiyle savaş sonrası infaz edilecek ,Çeçen Halkı ortadan bir şeklide kaldırılacaktı. Almanların 1942 sonbaharında Kafkasya’dan çekilmesinin hemen ardından yerel nüfus büyük oranda Kızıl Ordu’ya bağlı kaldığı halde ;yerel Komünist Parti saflarında ve devlet kurumlarında hızlı bir tasfiye hareketi başladı. Sovyet yönetimi, Almanların Sovyet topraklarındaki ilerleyişinden başta Çeçen ve İnguş Halkı olmak üzere Kalmıkları, Balkarları, Karaçayları, Mesket Türklerini, Kırım Tatarları ve Volga Almanlarını sorumlu tutuyordu ve onları ihanet içindeki halklar olarak topraklarından sürme kararı almıştı. O kara kış Çeçen halkı için büyük acıların yaşandığı tarihe kara bir leke gibi geçen katliamların kışıydı.Yunus ,arkadaşı Musa’yla Almanlar tarafından esir edilmiş önce Kırım’a sonra Kırım’da işler azalmaya başlayınca, batıya Proskurov’a getirilmiştiler ki ,akıbetlerinden haber alınamıyordu. Elnara çaresizlik içerisindeydi ve bir gün Yunus’un esir kamplarından birinden döneceğini umuyordu.Esir kamplarında en zor şartlarda yaşamaya çalışanalar yine en zor işlerde çalıştırılanlar Dağıstanlı Çeçen askerleriydiler. Tam iki yıl süren esir hayatı boyunca çekmedikleri eziyet çile kalmamıştı. Tabanına koyun gübresi, üstüne saman konulmuş vagonlarda,her esire bir yemek kaşığı kuru bezelye, bir dilim ekmek, üç adet kesme şeker verilerek ,on gün ,on beş gün süren havasız, penceresiz vagonlarda o kamp senin bu kamp benim yolculuk ettirilmişlerdi. En son Polonya sınırında ki Proskurov kampına getirilmişti Yunus çocukluk arkadaşları Musa ve Aliya ‘yla birlikte. Yol boyunca Yunus vagonun bir köşesinde ,Musa diğer köşesinde Aliya altlarda, birbirine seslenerek hayatta olup olmadıklarını kontrol ediyorlardı. Her vagonda altmış , yetmiş kişi bulunuyordu ve vagonlar ceset yığınına dönmüştü. Ne yazık ki Aliya fazla dayanamayıp yolculuğun dördüncü gününde altta ezilerek can vermişti. Proskurov ‘da ki bu kapta askerler milletlerine göre ayrılıyordu. Eskiden at ahırı olan yerde, artık esirler tutuluyordu ve her gün açlıktan ya da hastalıktan beş on kişi ölüyordu. Sovyet kanunlarına göre esir düşmenin bedeli çok ağırdı.
Her durumda Yunus ve diğerleri ölüme mahkum olmuşlardı.Kampta birbiriyle konuşmak yasaktı.Ancak çalıştırılırken gizlice konuşabiliyorlar mektuplaşıyorlardı.Kaçmayı planlıyor Dağıstan’dan ailelerini alıp Türkiye’ye İstanbul’a gitmeyi düşüyorlardı. Kafkaslar da ise durum çok iç açıcı değildi.
(Yıl 1944) Zumral bebek epey büyümesine rağmen huzurla koşup oynayacakları bir bahçeleri evleri yoktu artık.Korku dolu günler ve sürgünden arda kalan yağmalardan ,yıkılmış yakılmış Çeçen Köyleri ,Karadeniz’e dökülen yüz binlerce ceset, kayıp insanlar, çığlıklar ağıtlar, Stalin’i mutlu etmeye yetmiyor ,can aldıkça dahasını dahasını istiyor, ordularını masum insanların üzerine ölüm makinesi gibi sürüyordu. Askerler katliamlara başlamış , Haybah Köyü halkını ;kadın, erkek, ihtiyar, çocuk ayrımı yapmaksızın ahırlara doldurarak diri diri yakmaya başlamışlardı. Bu ahırlar ,öncesinde dışarıdan ateşlenince içeriyi tutuşturacak şekilde kuru ot ve samanla yığılmıştı. İnsanlar ahıra sürülüp üstlerine kilit vurulduktan sonra ahırlar ateşe veriliyordu Ateş tutuştuğu zaman İnsanlar ahırın kapısını zorlayıp kırıyor dışarıya çıkmaya çalışıyorlardı ki; dışarıya çıkan insanlar anında ,askerler tarafından kurşuna diziliyordu. Ahırların önü cesetlerin yığılmasıyla kapanıyor ,artık dışarıya çıkamayan altı yüz ,yedi yüz (600 – 700) civarı insan, diri diri yakılarak katlediliyordu İçeriden alevler arasından çığlıklar yükseliyor ,bir bebek ağlaması susuyor ,diğer bebek ağlaması, yaşlıların çığlıkları, kadınların bağırtıları ,birbirine karışıyor; içeriden artık kimin sesi olduğu anlaşılamayan acının ,dehşetin o korkunç sesi yükselerek arşı inletiyordu.Yüz binlerce insan bu ahırlarda diri diri yakılmıştı.Başka köylerde yine çocuklar annelerinin gözleri önünde ateşe atılıyor, acıdan oracıkta aklını yitiren anneler tecavüze uğradıktan sonra, süngüden geçiriliyor ,yetmiyor defalarca kurşunlanıyordu. Cesetlerin bir kısmı üst üste yığılarak, ateşe veriliyor bir kısmı denize dökülüyordu. Kafası gövdesinden ayrılmış ,tanınmaz onca masum insan ,bir caninin emriyle acıya vahşete susamış askerler tarafından katlediliyordu.
Musa nihayet bir sabah Proskurov’dan kaçmayı başararak Sotni’ye Dağıstan Ormanlarına sığınan köylülerin yanına gelmeyi başarmıştı.Perişan bir haldeydi.Çocuğunluğu kadın ve çocuktan oluşan yüzlerce çeçen Musa’yı görünce çok sevinmiş herkes ona; yakınını, kocasını ,oğlunu soruyordu. Kalabalığın arasından Elnara ,telaşla yaklaşarak, ‘’Musa Yunus’tan bir haber var mı !’’ diye sordu.
Musa , başını yere dikti ,Yunus’la kaçarken, Alman askerlerinin üzerlerine açtığı ateş sonucu vurularak şehit edildiğini söyledi Elnara’ya yaşlı gözlerle.Sonra ,Aydiba yaklaştı kalabalığın arasından iki çocuğuyla, ağlıyordu ;O sormadan Musa yine başını yere dikti. ‘’Vagonlarda ezilenlerin arasındaydı Aydiba bacım !’’dedi ;gözlerinden süzülen yaşların acizliğiyle . Aydiba iki çocuğunu bağrına basarak yere çöktü ve sessizce ağlamaya devam etti.
Sonra yarı korku yarı sevinç dolu gözlerle Almila yaklaştı .Boynuna atıldı Musa’nın.Musa Almila’yı sıkıca sararken Abukar Babadan Ayşa Anadan utanmış Almila’yı yere bırakırken Abukar Babanın yaklaşarak omzuna hafifçe olur vererek vurmasıyla ,Almila’yı daha güçlü sıktı kollarının arasında.Sevinç üzüntü gözlerinde ,tutunamıyor parçalanırcasına Dağıstan toprağına hızla çarpıp dağılıyordu. Musa kolları arasında sakinleşen Almila’nın elinden sıkıca tutarak, olanları anlatmaya devam etti. Kamptan kaçarken yaralandığını ,ölmek üzereyken bir kanala düştüğünü ve uyandığında ; savaşa karşı iyi yürekli bir Alman çift tarafından bir ahırda tedavi edildiğini ve günlerce orada saklandığını anlattı.
Elnara derin bir üzüntüyle yavrusuna sarılarak hıçkırıklara boğulmuş bir ağacın dibine çökmüştü.O ela gözlerinden kanlı yaşlar akıyordu.Ancak acısını içinde tutmak ve evladı için ayakta durmak zorundaydı.Ormanda ki beşinci günleriydi (5) ve hastalık, açlık ,can almaya devam ediyordu. Artık bir çare bulmak zorundaydılar. Ellerinde ki erzak neredeyse tükenmek üzereydi.Soğuk öylesi keskindi ki yaşlılar artık dayanamıyor ,uykuya daldıkları gibi bir daha uyanmıyorlardı. Ormandan Musa ve beraberinde ki gençlerin gözetimde o sabah Sotni’ye inerken Rus Askerlerine yakalandılar. Sotni’ye indiklerinde civar köylerden toplanmış yüzlerce kişi Galanşoh Gölünün etrafında tutuluyordu.Elnara ve beraberinde ki köylüler askerler tarafından diğer tutukluların yanına getirildiler.Ve bölgeden kendilerini tahliye edileceklerini öldürülmeyeceklerini söylüyor olsalar da ,tahliyenin ölüm olduğunu hepsi biliyordu.Genç erkekleri ayrıştırdıktan sonra ,göl üzerinden geçirilerek insanları ,sözde Türkiye’ye gönderecekleri vaatleriyle bilerek ölüme gönderiyorlardı. Kış mevsimi iyice bastırmıştı Şubat ayının 23’üydü ve göl mertelerce buz tutmuştu. Ayrıştırma sırasında Musa Şamil , Muhammed direndiler .Musa başına aldığı dipçik darbesiyle kanlar içerisinde olduğu yere yığıldı.Şamil ve Muhammed beraberindeki, yüzlerce silahsız genç, erkekle ormana çekilerek orada infaz edildiler.Elnara korkudan ağlayan Zumral’ı göğsüne basmış susturmaya çalışıyordu.Herkes ağlıyordu ,birbirlerine tutunmuş binlerce insan ,donmuş gölün üzerine sürülüyor ,yaşamaları için gölü geçmeleri isteniyor .sürgüne zorlanıyorlardı. Almila kanlar içerisinde ki Musa’ya sarılmış hıçkırarak ağlıyordu. Annesi tam Almila’yı çekip yanına almaya çalıştığı esnada Almila askerler tarafından alıkonularak sürüklenerek askeri kamyonetin kasasına kapatıldı.Ayşa direniyor kızı için çırpınıyordu.Askerler tarafından tekmelenmeye başlanınca diğer kadınlar tarafından çekilerek, göle doğru yürüyorlardı.Çaresizdiler itiraz etseler de onca zalime karşı gelecek ne güçleri ne imkanları vardı.Güzel kızlar o esnada askerler tarafından ayrıştırılıyor bir bir kamyonete getiriliyordu . Kızlar çığlıklar içerisinde ailelerinden koparılıyor saçlarından sürüklenerek kamyonlara doluşturuluyordu .Fazla direnen kızlar orada başından vurularak öldürüldüler. Herkes ağlıyor askerlerden merhamet diliyor onlara yalvarıyorlardı.
Elnara yüzünü bir atkıyla kapamış olmasına rağmen güzelliği askerler tarafından gözden kaçmadı. Gölün üzerine çıkarken askerler tarafından geri çekildi.Zumral bebek ağlamaya başladı ,Elnara direnince kızını kucağından alıp gölün üzerine attılar.Elnara kızına koşmaya kalkınca ,askerler tarafından zorla alıkoyuluyordu. Parçalanıyor, askerlere direniyor ,ellerini ısırmaya çalışıyordu. Delirmiş gibiydi ki ,buz tutan göl binlerce kişiyi taşıyamadı bir çatırtı işitildi. Kapkara bulutların hayaleti ruhlarından çıkmışçasına ,gölün üzerinde sanki karanlık sesler boğuluyordu. Metrelerce kalınlıktaki buz tabakası kırıldı herkes feryat figan gölde çırpınıyor saniyeler içerisinde can veriyordu . Anneler kucaklarındaki bebeklerini can havliyle kıyıya atmış olsalar da bebeklere yaşama hakkı tanınmıyor ; bebekler tekmelenerek askerler tarafından göle itiliyordu .Zumral bebek o esnada, anne diye haykırırken sulara gömülüp kayboldu.Göl artık cesetlere mezar olmuş korkunç bir ölüm çukuruydu. Kuşlar sus pus, her yeri karanlık bir duman kaplamıştı. Kar üzerinde kıpkırmızı donmuş kanlar ,adeta insanlığın nabzını kusmuş bir utancı resmediyordu ,Tam yedi yüz bin (700000)Çeçen’in öldürüldüğü o kara kapkara kış! … Elnara öylesi bağırıyordu ki sesi kesilmiş gözleri yerinden çıkmış ,bütün damarları derisinden dışarı fırlamışçasına, adeta can verircesine acı çekiyordu. Ancak ,defalarca tecavüze uğramasına engel değildi bu hali!Ve kamyonda tutulan körpecik kızların hali… Tecavüze uğrayan kızlar orada öldürülerek göle atılıyorlardı.
Elnara şuurunu kaybetmişti ;ölü gibiydi, bir müddet karlar üzerinde öylece soluksuz yattı! Duymuyor görmüyor işitmiyordu.Sonra yanağında bir sıcaklık hissetti, Kıtmır’dı gelen yanağını yalıyordu.Kendine geldiği esnada Kıtmır yanında kanlar içinde yatıyordu.O tecavüze uğrarken onu kurtarmak için ormandan gelen Kıtmır askerlere saldırınca oracıkta vurulmuştu.Sonra Zumral’ın sesini duydu.Kara kara, iri gözleri ,gölün üzerinde lezginka oynuyordu amca oğlu Murat ile birlikte.Diğer çocuklarda oradaydılar .Köyün bütün çocukları, lezginka oynuyordu.Almila’nın saman sarısı saçlarında güneş ısınıyor nergis topluyordu. Yunus ise garmon çalıyor, Abukar Baba şarkı söylüyordu..Yüzünde aydan bir ışık ,kar tanecikleri ,gökten yüzüne düşüyor o siyah saçlarında yıldız yıldız parlıyor ,yüzüne düşen tanecikler emildikçe gölün safir rengini alıyordu.Gerçek miydi gördükleri yoksa düş müydü yaşadıkları diye düşünürken ; Kıtmır etrafında nefes nefese dönmeye başladı!? Annesi kilim örüyor köylüler buğday taşıyorlardı.Dereler şırıl şırıl dağların göğüslerinden süzülerek ,vadi boyunca akarak göle kavuşuyordu.Kar üstüne, gelincikler fışkırmış gölün üzerinde bir gökkuşağı, altında annesi, babası, kardeşi ,yaramaz keçileri ,kuzusu kara göz ,herkes oradaydı ve oynayan çocukları izliyorlardı. Sonra ,çocuklar sessizce Yunus’un önünde oturdular ,alkış sesleri dindi garmon acı acı Elnara’yı çağırıyordu İstanbul’a gidiyorlardı ….
‘‘gel bana elâ gözlü sevdiğim
yüreğimde sonsuz düşün var
koynumda harelerinden bir deniz
nefesimde sana Zumral cıvıltılarım var !’’ diye inlerken gölün çığlıklarında, Kıtmır arkada kaldı kanlar içerisinde yerdeydi. Elnara Zumral’a yürüdü ,bütün kuşlar göle dönüp çarparak Elnara’nın çırpınışları arasında can verdiler. Sustu sesler ,sustu sesleri tüm ceninlerin !Çocukların hıçkırıklarına dindi uğultuları tüm çağlayanların ! Kan çiçekleri açtılar ,yüz binlercesi ,masumların yerlere saçılan soluğunda..Kelebeklerin kanatlarında dondu yüzleri, gözyaşları yanağında körpe kızların. Saç bağlarında, yandı güneşin kızılları, yandı arş, limelenmiş sinelerinden boşaldı tan yeri.Nergislerin gözlerinde yandı Karadeniz .Göğün bağrından ;etrafında kar kanat kuşlar ,bir peri damladı avuçlarına Elnara’nın !Bir yurt kurdu ,bir köşe Dağıstan Ormanlarının derinliklerine, cennetten ışık ışık bir bahçe …Siyah sürmeli kuzular anne sıcağına koşarken, çocukların yıldız toplamaya çıktıkları Resul’ün (sav) eteklerinden yağdı şehadet .Gökkuşağı sızladı ,Zumral bebeğin boynundan, göle indi bütün cıvıltılar…Şubat Gelinin suyu geldi ;güneşten bir oğul doğdu, kucağında ay, başında yıldızlardan bir taç!Gölden sırılsıklam beyaz kartallar yükseldi ;gölgesinde sonsuz neferler, özgürlüğü çığlık çığlığa ektiler Dağıstan’nın semalarına…
''usare sayı 29''
Filiz Kalkışım Çolak
Kayıt Tarihi : 11.9.2022 22:23:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Böyle bir zulüm yaşanamaz,
"cinsi insan" olana yakışmaz bu vahşet!
Sesim kesildi sabah sabah...
"Allah'ın adaletine sığındım",
Daha ne desem ?
Filiz Hanım, yazarken neler yaşadın,
Nasıl aktı göz yaşların,
Sabır Ya Rab!
beğeni ile okudum
TÜM YORUMLAR (2)