Adalet hançer ölüsü gibi kırık ve suskun.
Güneş vazgeçmiyor doğmaktan.
Ölü kokuyor toprak.
Kan kusuyor bulutlar.
Şafağı dövüyor kurşunlar.
Yeni dünyaya doğmak lazımmış.
Her bahar yeniden açar çiçekler.
Papatyalar yağar saçlarına yıldızlardan kayarak.
Her dakika sana ağlar sabahlar.
Gözler nemli, saçlar dalga dalga…
Bir çığlığa gülüyor yıldızlar.
Gör beni diyor dar vakitte.
Kan çiçekleri, sarmaşık gülleri.
Sokak ortasında bir leş, bir kahpe pusu.
Daha beteri ölüm korkusu.
Güneş rengine bürünmüş gölgenin arkasında.
Kime saklanmış beklesin, saat on ikide gün ortasında.
Titrek kavak, salkım söğüt, seher yıldızı.
Bohemdi... behemehal...
Aydınlık sokakların çocuğu.
Tasalanma, uyar bize karanlıklar.
Terk etmeyiz, kimsesizliğe karanlıkları.
Ayıplarımızı sakladı örtüsüz akşamları
Keko gözümsün. Keko nurumsun. Keko kavgamsın.
Çocukluğum, gençliğim, hevesimsin.
Yanlışım, doğrum, vicdanımsın.
Seninle açtım gözümü, seninle yaşadım acıları.
Seninle süründüm, seninle tutundum hayata.
Yaşımız küçük, boyumuz kısa, fikrimiz inceydi.
Bir çocuk tanırım gözleri ve gömleği mavi
Bir insan tanırım mavi ağlar geceleri, mavi söyler türküleri
Şu basmadan fistan ve çakal korkusu
Deniz mavisinde kaybolan yeşil
Tuhaf tuhaf bakan ölüler
Ve sarnıçlı kuyulara atılan bebeler...
Tesadüf yan yana oturdular.
Kısa, etine dolgun, iri burunlu, alt çenesi çıkık,
kalın dudaklı konuşkan adam,
“Koyun sürüsünün çobanıyım,” dedi.
Ona göre daha uzun, ama zayıf, yaşına göre saçında bir tel beyaz olmayan, güneşten teni yanmış, hatta siyaha çalan, pençeleri iri, omzunda hafif kalburu olan
bacakları uzun, ayakları irice, ancak daha masum
Haydarlı meşeliğinden başlar iniş. Bej mermerlere kara bir yılan gibi uzanan asfalttan gittikçe yeşilden maviye kayar renkler. Azaplı’ya, İnekli’ye, Gölbaşı’na yaklaştıkça iri, azgın bir boğa gibi Meydan Dağı çıkar karşınıza. Kıyılardan ilerleyen ince, asfalt yollar tepeleri aşar, İnce Memed’in Helete’sine gömülür boz bir yılan gibi. Oradan da dar kayalıklardan ve gri, beyaz toprakları yararak beyaz köpüklü Göksuçayı’na iner. Meydan Dağı, Toroslara tutunan Kızılçamlara “Bitti; buraya kadar,” diyerek daha ileriye salmaz ormanı. Belki tek tük serpilmiştir Azikan’a, Akçalı ’ya da daha gitmez öteye. Gölbaşından doğuya ince bir sızıyla kırılan yoldan Adıyaman’a ilerlerken, sağlı sollu fıstıklar, bademler, narlar, elmalar çıkar karşınıza. Güneşle tatlanır, güneşle hayat bulurlar buraların çiçekleri, böcekleri, insanları. Sıcaklarla olgunlaşırlar meyveler, insanlar. Sabahın köründe avlusuz iki katlı evlerden birer ikişer çıkanlar çil yavrusu gibi dağılırlar sağa sola. Karınca misali sağa sola çırpınan basma fistanlı kadınlarla, bıyıkları tütünden sararmış erkekler güneşin yaktığı boncuk bakışlı okulsuz çocukları sürüyerek götürürler tarlalara. Nefes nefese tırmanırlar yokuşları çocuklar. Kornadan ürken bebelerin ağızlarına doluşan sümüğü temizleyen okulsuz çocukların ürkek bakışları birer ikişer düşer toprağa. Nemrut görünür ufukta. Nemrut göz kırpar bir yerlerden. Heybetlidir. Öfkelidir. Meydan okur zamana. Kımıl Dağına tutunur bir yanı; bir yanı ölüler diriltir. Dirilir Mitrades. Dirilir Herakles. Dirilir Karakuş. Dirilir Cendere. Dirilir Antiochos. Dirilir Ay tanrısı… Mor Pavlus… Lucianus… Hey… Hey… Hey… Uyan güneşin çocukları…
Eğriçayı’ndan geçen yol düzlüğe çıkarır sizi. Çiğköfteyle yunmuş yüzler geçer önünüzden tıngır mıngır. Dört mevsim keyfi vurmuştur bakışlara. Dört mevsim kayırmacasız… Dört mevsim bereket… Dört mevsim aydınlık… Güneş, yağmur, kar, nergis çiçekleri…
İşgal edilmiş kaldırımlardan varırsınız çarşıya. Sağda Adıyaman Lisesi, solda Mimar Sinan Parkı… Yorgun sütunlara yaslanmış cam duvarlardan yansıyan ışıklar çarpar yüzünüze Adıyaman Lisesinden. Mimar Sinan’da beyaz çiçekli akasyalar, güller parıldar. Dersleri kırmış çantasız öğrenciler tutuşurlar kavgaya. Mısırcı… Şam Tatlıcı… Mısırcı bağırır: “Kaynamış mısıııır… Haşlanmış mısııır…” Tam susacakken tatlıcı bağırır, “Şam tatlı… Şam tatlı… Bal… Bal…” Kalabalıklaşır çarşı. Ara sokaklardan caddelere karışırlar yorgun yaşlılarla, çarşaflı anneler. Eskisaray Camii avlusunda iki yaşlı, iki tespih, iki takke, iki şalvar, iki terlik oturur banklarda. Serçeler Bir Aralık’tan duyulur. Çocukların topu kaçar yola. Demir kapıdan topu almaya çıkar bir çocuk. Frene basar belediye otobüsü. Arkasından Kolej-Pirin Minibüsü… Okulu saran toprak damların yerini beton duvarlar, beton evler, beton yollar, beton çatılar almış. Balkonlarında naylon saksılar… Naylon çiçekler… Naylon bakışlar… Naylon yanar kenar mahalle sobalarında. Taş duvarlarla çevrili kaleye varırsınız. Yüzlerce merdiven. Yüzlerce ağaç… Yüzlerce kızılçam, servi, mazı… Kameryalar, çiçek tarhları, güller, çimler… Ramazan topu yorgun, ramazan topu suskun… Kale dedikse tepe… Şehrin ortasında… Bir zamanlar dışındaydı şehrin. Şimdi ortasında… Kılçıklar temizlenmiş! Dökme demirden korkuluklar, yediveren asmalar, sarnıçlı kuyular… İncirler bu kadar bu kadar… Baldan tatlı… Ağzı gözü akan incirler… Kızarmış deve dişi narlar… Temizlenmiş kılçıkları şehrin…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!